HELYUM henüz bilnmiyor iken, önce Güneş'te bulunduğunu (keşfedildiğini) öğrenince ben (bu son zamanlarda) çok "şaşırdım", çok sevindim. Çok ilginçti. Bilim'in güzelliği ihtişamı. Işık prizmadan geçirilince 7 renge ayrılıyor. TAYF (Spektrum). Havada Gökkuşağı (Rainbow). (İnsan, insan olurken neler hissetti, düşündü Gökkuşağı oluşunca...) Ama akkor haline getirilen (metallerin), elementlerin de yaydığı "ışık" da prizmadan geçirilirse, hepsi kendisine özgü değişik Tayf yapıyormuş. Bunu da bulmuşlar bilimciler sonradan. Ama bir bilimci Güneşi gözlerken, güneş ışığı ile gelen bir değişik tayf görmüş. Bilinmeyen. Demişki bu da bir element. Güneşte var. Öyleyse adı Latince Güneş, Helyus'dan dolayı Helyum olmuş, olsun demiş. Daha sonra Helyumu Dünyada da bulmuşlar bilimciler. Evet çok sevindim. Daha sonrada, "GÜNEŞTEN GELİYORUM, KÖKÜM HİDROJEN HELYUM" dedim. Çünkü bilimciler daha sonra, Güneşte (o sıcaklıkta, 6000 C derecede) Hidrojen atomlarının, sürekli Helyum atomuna dönüşmekte olduğunu da bulmuşlar. Yani Hidrojen bombası patlaması. Aynısını yryüzünde de yapyılar, Atom Bombasından sonra. Atom bombası, atomun parçalanması (Uranyum atomu) ile. Fizyon diyorlar. Hidrojen bombası Atomların birleşmesi ile. Füzyon diyorlar. Hidrojen bombasını patlatabilmek için, yani 6000 C derece sıcaklık sağlayabilmek için, önce atom bombası patlatıyorlar, hidrojen bombasına bitişik. Sonuç gene radyoaktif. Aslında iki hidrojen atomunun birleşmesi Helyum olmasında Radyoaktivite yok. Temiz nükleer enerji. 1990 lı yılların başında, ilk kez Füzyon olayını, "oda sıcaklığında" gerçekleştirdiklerini ilan ettiler. Ama sonra haberlerin devamını getirmediler, öyle kaldı. Teknoloji'yi "kasada" saklıyorlar kanaatindeyim. Bu ne demek? Kolay, Temiz, "sonsuz" Nükleer enerji, insanlığın hizmetinde. Denizde su, suda hidrojen "sonsuz". (Hidrojen enerjisiyle karıştırmayınız). Soğuk Füzyon dediler buna. Ne zaman için saklıyorlar. "Yeni Sünya" için. Salihli'de doğmuşum, hatırlamıyorum doğumumu. Ama eminim. Kanaat. Toplumdan edindim bu kanaati. Dünyamız Güneşten kopmuş. Görmedim koparken. Bilimden edindim bu kanaati. "Ateş topu" olarak Güneşten kopmuş Dünya, ama madde'nin "çekim gücü" olarak kaçamamış uzay'a. Çevresinde kalmış, "uydu" olarak dolanmaya başlamış. Başka gezegenler de var, güneş etrafında dolanan. Onlar da "aynı". Bu uydu işni (peyk, satellite işini) aynen biz insanlar da gerçekleştirdik sonra., kendi dünyamızın etrafın "sni peyk" ler yerleştirerek. Ne geri düşsünler, ne uzaya kaçabilsinler, öyle uygun bir yörüngeye. Dünyanın güneşten kopma işinden hiç kuşku yok. Kesin. Öyleyse, "soğuyup", "kabuk bağlamış", bu da kesin. İçi hala areş topu. Arasıra volkanlardan dışarı taşıyor., sıkışmadan vesaireden. Nasıl bir "kabuk". Görüyoruz işte. Toprak, su ve hava. (Uzayda hava yok. Dünyanın çevresinde, üst tabaka olarak var.) Buraya kadar kanaatler kesin. Öte yandan, Dünya üzerinde canlılar. (Akıl dolayısıyla) en üst düzeyde olan biz İnsanlar. Yine akıl yoluyla, tarih bilincimizle, biliyoruz ki, eskiden şimdiki bilimsel olanaklar yoktu.. Bilim yoktu. Ateş yakmasını bile bilmiyorduk. Yaşama biçimimiz, öteki hayvanlardan özellikle "yapı" olarak bize en yakın olan hayvanlardan, pek farklı değildi. Hayvan'dık yani. Aslında hala hayvanız. (Hayvan sensin yılmaz.) EVRİM (tekamül, Evolution) i bulmamız, bilmemiz için bu kadarı bile yeterli. Bizim de iki gözümüz var, kuşların da iki gözü var. Öyleyse kökenimiz ortak, besbelli. Evrim, "Maymun'dan" sonra sadece insana doğru değil. Daha öncesi var. Sonra buluyoruz Hayvanlar ile Bitkilerin "ortak" özelliklerini. Diyoruz ki köken gene aynı. Sonra farkediyoruz, öğrenip buluyoruz bilimle, tek hücreli canlıları. Eski insanların (mikroskopları olmadoğı için) haberdar değildiler, tek hücreli canlılardan. Sonra, farkediyoruz, öğreniyoruz, bilimle, bizzat insan vücudu da hücrelerden mürekkep. Çok hücreli. Ve insan hücreleri ile, tek hücreli canlılardaki hücre, her bakımdan birbirine çok benzer durumda. Buradan sonuç çıkarıyoruz. Çok hücrelilerden önce, tek hücreliler vardı. Tek tek yaşıyorlardı. Sonra birleşerek, "iş bölümü" yaptılar, çok hücreliler ortaya çıktı. Demek ki Dünyadaki canlıların kökeni tek hücreli canlılar. Değişerek de olsa, günümüze kadar gelebilmiş tek hücreli canlı. AMİP klasik örnak, tek hücreli canlıyı annlayabilmemiz için. Bu kanaatlerimiz de kesin, tek hücrali canlıdan türedik. Nerde. Dünya'da. Dünya kabuk bağladıktan sonra. Ve böylece birleşiyor iki kanaat, Güneşten kopma ve Evrim. Yani "uygun", şartlar oluştuğunda, Dünyada, Cansız, Canlı'ya dönüşmüş. Bundan da eminiz. Ama nasıl olmuş bu, bilmiyoruz. (Kanaatimce hiç bilemiyeceğiz.) "Uygun şartlar" geniş bir alanda olduğu için, cansızın canlıya dönüşmesi, Hücre olması birkaç yerde birden başlamış da olabilir. Üstelik ortamın "biraz" farklı olmasından dolayı ilk hücrelerin temelde aynı ama, ayrıntıda biraz birbirinden farklı da olmuş olabilir. Dolayısıyla bilemeyiz, başlangıçta sadece tek bir hücre oluştu da ondan mı türedik, yoksa birkaç değişik hücre mi oluştu en başta, onlardan mı türedik bilemeyiz. O farklı hücreler çok hücreli olurken, sadece kendi tipleriyle mi birleştiler, yoksa karışık melezleme mi oldu, onu da bilemeyiz. Bildiğimiz, Cansız Canlıya dönüştü. Hücre ortaya çıktı. Hücrede ne var. Cansızların, bir miktar elementin toplamı, Hidrojen, oksijen, Silisyum vesaire. Dolayısıyla ben, "Güneşten geliyorum, Kökenim Hidrojen Helyum" derken, bundan kesinlikle eminim. (Bilimsel kanıt olarak). Bugün, (şu anda) bedenimi oluşturan Proton, elektron ve Nötronların tamamı, ne bir eksik ne bir fazla (kaç katrilyon küsur bilemem) bir zamanlar Güneş'teydi. Şu anki kütlemin tamamı, Güneşteydi br zamanlar.
(14 Eylül'deki)
Bu sabahın haberlerinden: Rusya'da urAL'larda uçak düşmüş, Aeroflot'a ait tamamı 88 kişi ölü. Biri de Türk'müş. Levent nurİ Koçak. Bundan önceki iki büyük yolcu uçağı kazasında birer Türk vardı ölenler arasında. İspanya, 20 Ağustos, Mustafa erDİL, Kırgızistan 24 Ağustos, Mehmet Şahin. İkisi de İZMİRLİ'ydi. Levent Nuri de İzmirli mi acep? (28 Haziran 2008'de ilave: Evet İzmirliymiş. 16 Eylül 2008 tarihli BUGÜN gazetesi "Ürperten İzmir Tesadüfü" manşeti altında yazmış:"... bir ay içinde...ve bunların ortak özelliği 3'ünün de İzmir'de yaşıyor olmasıydı." Düşme tarihi 14 Eylül 2008, sabah, gün başlarken, karanlıkta.) 18 Nisan 1983, Demirbank, İstanbul, Altıyol Şubesi soygunundan önce, gerçekçi olsun diye, Aeroflot'a gidip sormuştum, Moskova'ya uçak bileti ücretini. Annelik içgüdüsü, Goril'de de, İnsan'da da aşağı yukarı aynıdır. Goril anne de, İnsan annne de yavrusunu kendisinin doğurduğunu bilir, onu emzirir besler, bakar, büyütür, korur, sever ve gerekli bilgileri öğretir ona. Birkaç gün önce gazetelerde vardı haber: Almanya, hayvanat bahçesi. Goril. Yavrusu ölmüş. Kabullenememiş ölümünü, "günlerce" kucağında taşımış ölü yavruyu. Ama goril düşünmez, "nerden geldik, kökenimiz ne" diye. İnsan, insan olurken düşündü bunu. Kendi doğumunu hatırlamıyor ama, doğmuş, doğurulmuş olduğundan emin. Görüyor yeni doğanları, doğum olaylarını. ÖLÜM olaylarını da. Ve "akıl yoluyla" (düşünerek) buldular , insanlar "kökenlerini" insanın ortaya çıkışı, "yaradılışı" açıklamalarını. Farklı dinlerde farklı biçimlerde bugüne kadar geldi, bu açıklamalar. Ama, Bilim'in gösterdiği EVRİM'le çelişiyor tabi bu eski açıklamalar. Ama ayakta tutuldular, dinlerin ayakta tutulması gereğinden dolayı. Müslüman nasıl biliyor, Hindu nasıl biliyor, insanın başlangıcını? Darwin, yanyana dizi şeklinde volkanik Galapagos adalarında aynı tür hayvanların farklı biçimde olduklarını gözlemlemiş. Ama yanyana olan o adaların da ortamlarının farklı olduğunu da görerek. Hayvanların (tabi insanların da, ve genel olarak canlıların), ortama göre vücut yapılarının değiştiğini, canlılarda Evrim olduğunu görmüş. Bilim kitapları bile hala "Teori" diyor. Nasıl yorumlarsan yorumla. İspatlanmış yada ispatlanmamış. Besbelli değilmi, Afrika'nın zenci insanı, güneşte yana yana kapkara olmuş, bu genlerine yansımış, değişmiş kara derili olmuş. Yada, insanın kökeni Afrika ise, ordan göçenlerin renkleri zamanla beyazlaşmış. Zürefa'nın da Antilop'un da boyun kemikleri sayılarının aynı olmasına rağmen, vücutlarına oranla, zürefanın boyunun çok uzun olması. Besbelli ki, "savanlarda" ağaçlardan yaprakları yiyebilmesi için, boynunu hep yukarı uzatmak dolayısıyla, uzun bir evrimle uzamış zürefanın boynu. Birinci konu bunu görmek. Antilop öyle, Zürefa böyle yaratılmış da ondan değil. İkinci konu, bunu nasıl becerdi o bedenler. Bu Felsefi bir konu. 20liyaşlarımın başında, bir bilimsel kaynak kitpta okumuş olduğum iki konu var. Çok önem vermiştim. Birincisi, az da osa, Afrika'da bazı bitki türleri. Hayvan özellikleri taşıyormuş. Üstüne konan kuşu kapıp da "sindiren" (yani yiyen) ağaç. Sanırım "yalan" değildi. Çünkü (böyle söylüyorum şimdi) duymadım daha sonra aynı tür haber, bilgi. Yalan değil diye kabul ediyorum şimdi de. Ve 20li yaşlardaki yorumum aynı. Bitkilerin, hayvanların kökeni de aynı. İkincisi Virüsler. Diyordu ki kaynak kitap, virüsler hem cansız, hem canlı özellikleri taşırlar. Ürerler canlılar gibi, kristalleşirler cansızlar gibi. Bu ise cansız'la canlı'nın birbirinden kopuk olmadığını, cansız'n canl'ya dönüştüğünün belirtisiydi. Sofra tuzu, mikroskopla bakınca, hepsi "belirli biçimlerde kristal. Suda eriyince bitiyor kristal olmaları. Ama ortamdan su çekilince, gene kristalleşiyorlar. KAR aslında su ama Kar Taneleri, çok güzel kritaller (miş, ben mikroskopla bakıp görmedim.) Canlılar içind kristalleşme, virüslerde varmış sadece. 35 yıl kadar sonra 50li yaşlarımın sonunda, Virüsler hakkında "daha fazla " bilgi edindim. Belki bilimciler de bu 35 yıl içinde, Virüslerle ilgili bilgilerini daha da artırdılar, belki de biraz değiştirdiler. Canlıların temel taşları GEN'ler. Tek hücrelilerde de, biz insanlarda da. İnsanın genel "Gen Haritası'nın çıkarılmasının "resmi" ilanı "şerefini" 2001 yılında Bill Clinton'a verdiler, Başkanlığının ilk yılında (GENOM Projesi). Genler aktarıyor, bir sonraki nesile, canlının temel özelliklerini. Bu arada canlı evrim geçirirse, bu genlerine yansıyor. Genler değişiyor Yeni gen ekleniyor, vesaire. (Bunun nasıl olduğu, felsefi bir konu.) Çünkü Genler tamamen "kimyasal bileşikler". Yani tıpkılarını (henüz yapamıyorsak bile) Kimya laboratuvarlarında yapmamız mümkün. (ki yapıyoruz, eminim. Hiv Virüsü, AIDS laboratuvar ürünüdür. Amaçlı olarak üretildi, I980'de salıverildi insanlar arasına. O günden bu yana 36 milyon insan öldü, ama 24 milyonu Kara Afrka'da. Dünya Sosyalist Devleti ilanı ile, Global Çete'nin insanlara yaptığı kötülükleri anlatırken, söylensin diye.) Genlerin, birleşik olarak, DNA, adı. Amip'de de var İnsan'da da, DNA. İlkel ve gelişmiş, farklı farklı. İnsan DNA'sı herkeste (galiba %99 civarında) tamamen aynı. İnsanları birbirinden farklı kılan, o yüzdebir oranında. Tabi, Goril'in DNA'sı ile İnsan DNA'sı da büyük oranda aynı "benzer" biçimde. Tamamen aynı olan genlerimiz kaçta kaç oranında, bilmiyorum. VİRÜSLER sadece, bir DNA'dan ibaretmiş aslında. yani genler topluluğu. Çevresi bir zarla kaplıymış, okadar. Beslenme vesaire yok, hareket yok. Dolayısıyla canlı demek mümkün değil. Ama bir hücreye (bu hücre tek hücreli canlı, veyaçok hücreli canlıda olabilir) girdiklerinde, hücre onu kendi DNA'sı "sanıyor", ve onu sürekli şekilde çoğaltmaya başlıyormuş. Yani, virüsün "üremesi" böyle. Üreyen virüs, ya hücreyi patlatıp öldürüyormuş,,yada hücre zarından çıkıp, öteki hücrelere giriyormuş, ve tüm bedeni sarıyormuş. Zararlı virüs ise öldürüyor canlıyı. Örneğin, Kuduz. Ama faydalı virüsler de varmış. Bir insan genetik hastalıklı, yada DNA'sında bir Gen eksik. Virüse yklüyorlar eksik geni, ve "zer ediyorlar" insana (bir hücresine yani). Zamanla, insanın tüm hücreleri eksik gene kavuşup normalleşiyor. Farklı canlılardan Gen Nakli ile, "yeni tür" canlılar üretildiğini (özellikle tarımsal bitkilerde) herkes biliyor artık. Gen Nakli. Gen Teknolojisi. (Suni Evrim). Kutuplara alışmış bir balığın, ilgil genini, Fare'ye naklediyorlar, artık üşümez oluyor, Fare, dondurucu soğukta. "Mevcut genleri" nakile ek olarak, tamamen yeni genler yapmak (Laboratuvarda) ve bunları bir canlı türünr yüklemek de mümkün. Tabi ortaya çıkacak yeni canlı türünün önceden tahmin edilmesi zor. Şimdilik, Bilim, mevcut canlılardan, "yepyeni" canlı türleri yaratacak seviyede. Ama tamamen cansızdan, canlı üretebilecek mi. Bu konu belirsiz. Akla uygun geliyor. ilk tek hücreli canlıların ortaya çıktığı "ortamı" kurarsak, yine cansız, canlıya dönüşebilir, diye. Ama, kesinlik yok. Tabi bilim bunu, yapmaya çalışacak. Bilim derken, bilimcileri, insanları kastediyorum, tabi. Uzayda görebildiğimiz en uzak noktanın da ötesinde hep "göremiyeceğimiz" olduğundan kesin olarak eminim.Teleskoplarımız ne kadar gelişirse gelişsin, Hep, Ötenin ötesi olacak. Ama cansızdan Canlıya geçişi, laboratuvarda insan gerçekleştirebilecek mi (Tek hücreli Canlıyı yaratabilecek mi, bilmiyorum. Emin değilim) Konu belirsiz.
(15 Eylül'deki)
Misyon Koyucu, MİT marifetiyle, "AFFEDERSE Baş olacak" kandırmacasıyla yıllardır ağır biçimde ezdirmekte beni İZMİRLİ'ye. Dolaylı söz ve davranışlarla, Aşağılama, Cinsel ağırlıklı Taciz, Dayak, Tımarhane Hapishane Tehdidi biçiminde, Hergün Heryerde, İskelede, Vapurda... (28 Haziran 2012'de İlave: "dayak hergün değil tabi, ÖNEMLİ günlerde...") Dün Pazar. Yani akşamleyin, Üçkuyulara gitme zamanı, feribotla. 16.40 feribotu için Bostanlı iskeleye yaklaşmaktayım. Yolumun üzerinde Feribota binen arabalar, ve onlara bilet kesen görevli. Ama yanına gelmiş feribotun kaptanı, onunla (sözde) konuşmakta. EZME'nin bir parçası. Turnikeden dönüşte, Feribota değilde, kaptana yöneldim önce. Varınca yanına, "Burda bir arabalı vapur yanmıştı hatırladın mı" dedim, elimle feribotu (ESENKÖY) göstererek. Biraz durdu cevap vermedi. Cevabını bekledim. Sonra, "Ne olmuş yani" dercesine, sorar gibi uzunca bir "evet" dedi. "Aynı gün, Van'da bir arabalı vapur ters döndü, birkaç kişi öldü, aynı gün" dedim aynen ve yürüdüm "arabalı vapura". Bu sabah haberler bir arabalı vapur kazası ile başladı. Dün gece Bandırma'dan saat 23.00'de kalkan RO-RO gemisi limandan uzaklaşamadan "ters dönmüş" (Alabora olmuş) 15 dakika içinde batmış. 1 ölü, 5 kadar kayıp. 73 kamyon, 2 TAXİ varmış toplam araç olarak. 27 personel, toplam 95 kişi. Ölünün adı da şimdiden belli, özER ERdoğan. Sebep, "yük kayması". "Teşekkürler" misyon koyucu. "Allah razı olsun"! Geminin adı "HAYAT-N". Kaptanı mitHAT altun. Gözaltına alınmış galiba. (Suçu ne?) Düne ait başka bir haber, TARsus (mersiN) de kahvehane TARanmış. iki ölü, biri serDAR altun. "KAN" davası meselesiymiş. Nasıl becerdiler alaborayı? Ağır yüklü kamyonları "sol" tarafa yığmakla (stella marifetiyle). Zaten, iskeleyle teması kesildiğinde, uani kalkış anında, gemi hemen sol tarafa yatmış. Kaptan düzeltmeye çalışarak "devam" etmiş harekete. Dün, Kocaeli Derince limanında, Demir ÇUBUK yüklerken, "PANAMA" bandıralı bir gemi, "halatları" koparıp 15 dakika içinde batmış, içindeki 4 personel canlarını zor kurtarmışlar. RO-RO gemisindae kurtulan EMİN Demir anlattı olayı, TV'de. Dün akşam Demir telefon açtı, konuştuk. Dün "ev"e dönerken, akşamleyin karanlıkta, Bostanlı iskelesinden Yalı caddesi boyunca yürürken, kenarda bekleyen Taksici ben yaklaşırken "davranış" sergiledi. Yanına yaklaştım, "Taksiciler bana çok acı verdiler, ne olur ne olmaz, suça karışma" dedim ve yürüdüm. RO-RO gemisindeki "2" otomobil için, "taksi" demişti TRT. Ötekiler de kamyon. Başka tür araç yok. Yani kamyon çok. İKİ taksi. ("intkamyok" "si.itak) (taksiiki: taksi.i) mesajı, ona da mersi. -Yılmaz, felsefeyle ne alakası var bu anlattıklarının? -Haklısın, biz konumuza dönelim. "HAYAT-NE" onu anlatıyorduk. VİRÜS, "editor at large (serbest gazeteci) bibi serbest bir DNA. Aslında canlı özelliği yok. Kimyasal madde, (Bileşik). Otel olarak kullandığı hücre yapıyor üremesini, kendi DNA'sı sanarak. Bu durumda şunu da söyleyebiliriz. Grip virüsü, aşıya karşı dayanıklı olacak biçimde değiştiriyor hemen kendini, evrim yapıyor, ve bilimcilerin geliştirdikleri aşı, ikinci yıl işe yaramıyor. Yeni aşı hazırlıyorlar, bu yüzden. Demek ki virüs DNA'sındaki bu evrimi yapan da aslında virüs'ün misafir olduğu hücre. Kendi DNA'sı sanıyor ya, "yokolmasın" diye korumak için mecburen tedbir alıyor, dış saldırıya, aşıya karşı ve ve değiştiriyor virüsün DNA'sını. Bir soru daha var tabi: cansız'dan canlı oluşurken, önce virüsler mi oluştu, yoksa tek hücreli canlılar mı. Tek hücreli canlılardan kopan DNA'lar, serbest kalınca virüs olmuş da olabilirler. Bilimin, (Bilimsel yöntemin) güzelliği ile ilgili 2 örnek var, çok önemli. Biri gezegenlerle ilgili. Eski insanlar çıplak gözle gözlemleyerek, ayırdetmişler gezegenleri, öteki yıldızlardan. Toplam 5 tane, isimlendirmişler de onları. (hatta tanrılaştırdılar, biliyorsunuz). Sonra Dünyamızında bir gezegen olduğu anlaşılınca, toplam 6 olmo-uş, bilinen. Teleskopla bir tane daha bulununca, URANÜS'le toplam 7 olmuş. Ama gözlemleyerek farketmişlerki, gezegenlerin yörüngeleri, birbirlerine yaklaştıklarında biraz bozuluyor. (öğrendiler ya, yenice, maddenin çekim gücünü, ondan) Ama bakmışlar, ilgisiz yerlerde Uranüs'ün yörüngesinde de böyle bozulma var. Akıl yoluyla demişlerki, anlaşılan Uranüs'ün ötesinde göremediğimiz bir gezegen daha var."Hesaplıyarak" bu gezegenin yörüngesini de çizmişler. Daha sonra,(teleskopun gücü artınca) tam da o yörüngede görmüşler, bilinmeyen gezegeni. Neptün. Ve ardından Plüton'u da aynı yöntem ile bulmuşlar. Toplam 9 olmuş. Son günlerde birini gezegen sttüsünden "azlettiler" (küçük diye) hangisiydi? Farketmez. Öteki gezegenlerin yörüngelerini etkilediğine göre. İkinci örnek: Elementlerle ilgili. Demir, Bakır, Hidrojen, Helyum vesaire. İlk kez bunları MENDELYEV özelliklerine göre sınıflandırmış. Tablo haline getirmiş. Ama görmüş ki tabloda bazı yerler boş kalmı. Bu boş kalan yerlerde de henüz bilmediğimiz elementler olmalı demiş, ve 3 tanesinin özelliklerini anlatmış. Evet sonradn bulunmuş, keşfedilmiş bu elementler ( o özelliklerle). Şimdi, insanlığın önündeki büyük işlerden biri de, yeryüzündeki canlıların, tek hücrelilerden, tüm çok hücrelilere kadar "hepsinin" DNA'larını tesbit edip, (bilgisayar yardımıyla da, bunları basitten karmaşığa doğru, sıralamak, sınıflamak, tablolaştırmak. Evet, "boş" kalan yerlere dikkat etmek. yoksa bile dünyada, o boşluklara uygun DNA'lar yapıp, ilgil yakın canlılara (insan hariç) uygulamak, ve değişikliği gözlemek. Zaten, kısmen bu işlerin başladığına dair, işareteliyor geliyor medyadan arasıra. "Falanca" canlının gen haritası bulundu, vesaire. Aslında bugün, AMİP'ten başlayıp, İNSAN'a kadar "HAYAT NE" konusunu (tekrar) yazacaktım özetle, felsefi açıdan da bakarak. Ama RO-RO gemisi "HAYAT-N" dolayısıyla vakit kaybettik biraz. BARIŞ'cığım, dün DEMİR senden (sizden) de söz etti. O sözederken, (Hacettepe) BİYOLOJİ bölümü mezunu olduğun hatırıma geldi önce. "Unutma Sakın" öğrendiklerini. ("Lazım" olacak). Ben "malesef", ODTÜ elektrik mühendisliğinde (2 yılda) öğrendiklerimin "hepsini" unuttum. OHM Kanununu bile. (29 Haziran 2012'de ilave: Şarkı: AŞK'ın Kanununu yazsam yeniden...) (Düşünerek bulabilirimama. Neydi OHM Kanunu.) Akım, Voltaj, Direnç arasındaki bağıntı. Orantılı değişim. Akım arttıkça direnç de artar. Demek ki Doğru Orantılı. V=RI uyar. Çok saçmaladın Yılmaz aceleyle. Direnç sabit. Voltaj arttıkça akım da artar. O.K. R=V/I tabi bu akıl yürütme ile 1/R= V/I da mümkün. Zararı yok. 1/R de sabit.
(16 Eylül'deki)
Amip vardı sırada, ama "hareket", önceliği aldı. Cansız'ın (taşın toprağın) artık daha fazla bölünemiyen, ufalanamayan, en küçük parçasına, ATOM adını vermiş, bir eski (Yunanlı) insan, felsefe yaparak. İçi (aynı yapıda) "dolu", hareketsiz zerre. Sonra Bilimle bulduk ki, Atom'da hareket var. Bir proton büyük, bir elektron küçük. (Hidrojen Atomu). Elektron protondan uzakta ama çevresinde dolanmakta. Ama bu dolanma, o kadar düzgün, o kadar tekdüze ki, Zaman birimini, Dünyanın Güneş etrafında dolanmasından değil de, ondan almış olsak, kat kat daha fazla süre (aslında sonsuz süre) değişmez kalır, seçtiğimiz zaman birimi. Sözgelişi elektronun, proto çevresindeki 1 milyon kez dönüşünü, 1 saniye kabul etsek. (30 Haziran 2012, saat 12.20. İlave: bir saat kadar önce, SABAH gazetesinden kesip Bloknota yapıştırdıklarım arasında bu konuda bir haber vardı. Özetle: "... bugün daha uzun...dünyanın ... hızı düzenli olmayan dönüş nedeniyle... KAYIP SANİYE...Atomik saate... gece yarısı eklenecek..."). Sonra ne bulduk? Bildiğimiz kadarıyla Evren'de (ve Dünyamızda) en çok Hidrojen atomu bulunduğunu, ve Hidrojenin (Güneşte ve öteki yıldızlarda) sürekli Helyuma dönüşmekte olduğunu. 2 elektronlu, 2 protonlu, bir üst düzey atom. Buradan şu sonuca çıkarıyoruz, daha üst düzey atomların hepsi, bir zamanlar Hidrojendi. Üst düzey atomlardan türemiş olamaz alt düzeydekiler, ve Hidrojen. Sonuç Evren'in başlangıcı oldu mu olmadı mı ASLA bilemiyeceğiz. Ama başlangıçta Evren'de sadece Hidrojen atomları ve uzay vardı. Hidrojen atomlarında da "hareket" (movement). Akıl bizi Big Bang (Büyük Patlama'ya) götürüyor ama, Patlama öncesi, mutlak meçhul olduğundan, Big Bang Teorisi, teori olarak kalıyor sadece. Ama her halukarda, önce Hidrojen atomları vardı, sadece. Ve onlardaki "HAREKET". Dolayısıyla, Çağdaş Felsefe sorunları, aslında, bu Hidrojen atomundaki hareketi sorgulaamakla başlar. Evet bilimle bulduk. PROTON (+) artı yüklü. Elektron (-) eksi yüklü. Çekiyor proton elektronu kendisine. Ama elektron çok hızlı hareket etmekte. Merkezkaç kuvveti. Düşemiyor proton'un üstüne, kaçamıyor da. Hızı ona göre. Uydu (satellite) olmuş Protona. Dolanıp duruyor çevresinde. Ve , bildiğimiz kadarıyla, (ki bundan eminiz), bilmiyor niye dolandığını. Biz insanlar farkettik dolandığını. Bizden daha alt düzey canlılar (hayvanlar), örneğin Goril de farkında değil, habersiz, atomdaki hareketten. Bundan da eminiz. Buldyk, atomdaki hareketin "nasıl" olduğunu, ama "sebebini" bulamadık. Bulamıyoruz. Niçin çekim gücü var protonun. Niçin elektron, o hızla dolanmakta. "AMAÇ" ne? Bunları mecburen "pas geçerek" Atom'un özelliği, (Hidrojen Atomu'nun özelliği) diyoruz. Üst aşama atomlarda, yeni özellikler oertaya çıkıyor. Örneğin uranyum atomu, Radyoaktif. Radyasyon yayıyor çevreye. Ama onda da elektronlar, çekirdeğin (proton ve nötronların) çevresinde dolanmaktalar. Atomun temel özelliğini korumaktalar. Evrendeki tüm nesneler (cansız yada canlı) Atomlardan oluştuğuna göre, Evren'de atomlardan dolayı, "hareket" esas (esential). Atomlardan meydana gelmiş kütleler (cansız kütleler) de de "kütlesel hareketler" var, başka kütlesel özellikler de. Fiziksel, kimyasal, nükleer değişmeler de var. Bu açıdan, Evrende "faaliyet" (Activity) sürekli. Bu "faaliyet" için de kopmuş Dünyamız, Güneş'ten. Sonra soğumuş. "Kabuk" da canlılar oluşmuş. Cansız, canlı'ya dönüşmüş. Önce tek hücreliler. Evrim. Ve biz insanlar, "en üst düzey" canlılar. Bu kadarından eminiz. Bilime dayanan BİLİNÇ. Ama cansız, nasıl olup da Canlı'ya dönüştü, bilmiyoruz. (Sanırım hiç bilemiyeceğiz.) Veya niye dönüştü, hangi amaçla dönüştü. Hayat'ın Dünya'da başlangıcı da sanırım, Evren'in Başlamgıcı gibi, hep bilinemez kalacak. Bildiğimiz kadarıyla, Hayat (şimdilik) sadece Dünyamızda var. Başka gök cisimlerinde de hayat olabilir. O ayrı bir konu. Dünyada oluştuysa, Dünya benzeri başka gök cisimlerinde de, Dünyadakine benzer bir yolla, dünyadakine benzer yapıda canlılar türemiş olabilir. Yada Sünyadakine benzemez bir yolla, Dünyadakine benzemez bir yapıda (hiç hayal bile edemiyeceğimiz nitelikli) canlılar da olabilir başka "yerlerde". Tanrı Tanrıça türünden değil ama, karşılaştırma mümkün olsa, bizden çok aşağıda, yada çok yukarda canlı türleri. Ağaca bakın, bir de kendinize bakın. İkisi de canlı. İlk bakışta benzer bir taraf var mı. UFO konusunun, kafaları karıştırmak için, ötedenberi Global Çete tarafından (uyduruk haberlerle de) kullanulmakta olduğunu da unutmayınız. İnsan Aklı, doğadaki, (Evrendeki) faaliyetin (bu faaliyetlerin en basiti hareketin) "nasıl" olduğunu, anlayabilecek duruma geldi. "Doğa kanunları", (Fizik, Kimya...) Ama canlı'daki faaliyetin aslını kavramak hala mümkün değil. AMİP, tek hücreli. "İlkel canlı". BİYOLOJİ ile öğrendik özelliklerini. O da atomlarda oluşmuş aslında. Ama bir bütün olarak da faaliyet içinde, ve bu faaliyeti cansız diğer kütlelerin ("anlaşılabilir") faaliyetlerine hiç benzemiyor. Kavramak daha zor. (Biz insanlar için, tabi). Sanki bir RUH'u varmış gibi davranıyor, Amip, dedim ve diyorum. Yanlış anlaşılmasın Ruh'u var demiyorum. Hayvanlar da ayırdeder canlıyı cansızı. Öğrenir annesinden yeni doğan (örneğin Afrika'da ormanda doğan bir çakal) yavru bunu, büyürken. Ve de kendi çabasıyla da. Hatta etobur oluşundan dolayı, hangi canlıları kendisine yem yapabileceğini, öte yandan hangi canlılara yem olabileceğini de öğrenie, ona göre davranır. Ama belli ki hayvanların canlıları idrakleri, biz insanlarınkinden farklı. Biz, insan olunca, canlıları çoğalttık. Örneğin bitkilerin de canlı olduğunu gördük. Dahası, gözle görülmeyen "tek hücreli" canlıları bulduk, en sonunda. Ama, insan, "insan olurken" Ruh'u da "buldu". Önce İnsan Ruhu'nu buldu, ölen sevdiğinin "son nefesinden". Nefes çıkarken, Ruh da çıktı diye algıladı (30 Haziran2012, İLAVE: arapça RUH, "git" demek). Bu kadarla da kalmadı. Daha sonra, bazı cansızlara da "Ruh" yükledi. Yanardağın (Volkanın) Ruhu olmasaydı nasıl patlardı, ateş kusardı, (insanların üzerine)... -Yılmaz, ilk insanlar, Ruh'u, insana bakarak "buldular" (Ve aslında bu "buluş" bugüne kadar geldi, ve hala yürürlükte) Sen de RUH'u Amip'e bakarak mı buluyorsun? -Hayır. Neydi Amip? Gözle görülemeyen, (tek hücreli canlı). Çok küçük. Suda yaşıyor. Bir Çekirdeği var, onun çevresi yumurta akı gibi bir sıvı(stoplazma)ve en dışta esnek bir zar. Suda (uygun sulu ortamda) hareketli. Uygun bir besine rastlayınca, esnek zarıyla onu çevreliyor, sıkıştırıyor (zarın geçici olarak delinmesiyle) içeri alıyor. Onu sindiriyor. Artıkları da aynı yolla dışarı atıyor. Beslenme böyle. Üreme ilginç, tabi. Belli bir büyüklüğe ulaşınca, sanki bir Ruh'u varmış gibi bölünmeye "karar veriyor" Önce şunu da söyleyeyim. Çekirdekte Kromozom, kromozom'da genlerden oluşan DNA var. Kromozomyapısı simetrik. Bölünme sırasında zar, iki zıt yandan ortaya doğru büzülerek, kromozomu da simetri ekseninden ikiye ayırarak, iki yeni küçük amip ortaya çıkarıyor. Ve yeni Amiplerde tek taraflı kromozomlar gene "artarak" çift taraflı simetrik kromozomlar haline geliyor. (Biraz yanlış anlattıysam dahi zararı yok. Aşağı yukarı böyle.) Bu anlamda, AMİP ölümsüz. İkiye bölünerek varlığını sürdürüyor, hep. Ortam uygun oldukça, ve "kazaya" uğramadıkça (yem olmadıkça başka canlılara.) Burdan şunu da düşünebiliriz. İlk "tek hücreli" canlılar oluştuğunda, yemleri cansızlardı. Bir süre sonra, hala tek hüce aşamasında iken canlılar, "menülerine" canlıları da kattılar. Değişik türden tek hücreliler arasında "savaş" böyle başladı. Irak Savaşı'ndan ne haber, Yılmaz!
(17 Eylül'deki)
Cansız, canlıya dönüşmüş. Tek Hücreliler. TekHücreliler bir yandan çeşitlenirken, bir yandan da çok hücrelilere dönüşmüş. Böylece iki dal ortaya çıkmış canlılarda. Bu iki dal da yine çeşitlenmeye, dallanmaya devam ederek bugüne kadar gelmişler. Amip tek hücreli, Çakal çok hücreli. Çok hücrelilerde, memeli hayvanlar dalında, İNSAN tüm canlıların en gelişmişi, akıl sebebiyle. O da beyin sayesinde. Koyunda da var beyin, bizimkine benzer. (Lezzetlidir, limonlu koyun beyin salatası). Tabi başka özellikleri bizimkinden çok üstün hayvanlar(canlılar)da var. Hatta bizde olmayan "kıskandığımız" özellikli canlılar bile var. Kuşlar, mesela. Mecburen, uçak yaptık, biz de. Kuşlar gibi uçabilmek için. Geçmişte nesli tükenmiş canlı türleri de var. Kalıntılarından biliyoruz. Çarpıcı örnrk: Dinozor. Günümüzde de, insandan dolayı sebeplerle de tükenmekte olan canlı türleri var. Dünyamız insan eliyle, insan için yaşanmaz hale gelmeden, "kurtarmammız" lazım, Dünyayı, vahşi hayatıyla birlikte. Yok olmasın ayılar, Balinalar, Filler, Kuşlar... Yağmur ormanlarının "sayısız" canlı türleri... Ormanlar, Sulak alanlar, buzullar... Denizler, topraklar, hava. Herşey "normal" kalmaya devam etse bile, birgün insan nüfusunun 600 milyar olmasına dayanabilir mi Dünya. Nüfusumuzu "sabitlememiz" şart. 150 yıl kadar önce de gördü bunu Misyon Koyucu. Dönelim, HAYAT-NE konumuza: Tek yaşayan tek hücreli canlı. Bu arada şunu da tekrarlıyalım. Tabi hayatın SU'da başladığı, akla realite'ye en uygun olanı. Beslenme. Su akışkan. Gerek ilk canlı, gerk besinler, su içind hareketli. Erişmek kolay. Sonra, herhalde, aynı türden iki tek hücreli canlı birilikte, birbirine yapışık yaşamayı"tercih" ettiler. Ve bir süre sonrada "işbirl,ği", "işbölümü" yaptılar. Mesela, biri dışardan besin almayı, öteki sindirilen besin artığını dışarı atmayı üslendiler. (Ama buna nasıl karar verdiler!). Üremelerinide, bunu bozmayacak bir biçimde, uygun yerlerden "bölünerek" yaptılar. Yeniler tıpkı eski yapıda oldu. Ve bu "biyolojik bilgi'yi" de genlerine ek yaparak, genlerine yansıttılar. Zamanla, Çok hücrelideki Hücre sayısı, daha da arttı. İşbölümü daha da çeşitlendi. Kollektif Canlı'daki hücreler birbirlerinden farklılaştılar. Hücre toplulukları, dokuları, dokular organları oluşturdu. Her hücre tek başına bir canlıydı gene, ve sanki bir ruhu varmış gibi davranıyordu ama, kollektif canlının da sanki hücrelerininkinin üzerinde bir ruhu varmış, tüm hücreleri yöneten, yönlendiren gibi sanki, dyebileceğimiz, bir aşamaya gelindi. Suyun içinde üreme biçimleri değişti. Bitki ve Hayvan biçiminde iki ayrı türe dönüştüler. Hem bitkiler hem hayvanlar, karaya çıktıktan sonra, değişmeye devam ederek, kara-canlıları oldular. Bir kısmı da "Havacı" oldu. (Kuş). Denizde kalan akrabaları ile ortak özellikleri apaçık. Kuşlar ve balıklar... Üreme biçimi değişirken, iki cinse ayrıldılar. Erkek ve Dişi. Erkeğin dişiyi, veya dişinin yumurtalarını döllemesi. Bitkilerde de var, erkek ve dişi. Ve dölleme, döllenme. Onlar başka yollar da bulmuşlar döllenebilmek, dölleyebilmek için. Rüzgara veya böceklere (arılara) emanet etmişler erkeğin polenlerini, dişye ulaştırmak için. Yani demek istediğim, canlının iki cinse ayrılması olayı iki türe (bitkiye, hayvana) ayrılmasından önce başlamış. Uzun bir süreçte, çeşitli canlılarda, çeşitli biçimlerde bugüne gelinmiş. ("Malesef") Tam bilmiyorum ama, bitkilerde döllenmiş tohumun ayrı bir yerde yeniden yeni bir bitki,(eskisinin benzeri biçiminde) ortaya çıkması. Eski bitkinin zamanla hayatının sonlanması. (1000 yıl yaşayan ağaçlar var, biliyoruz. Ama doğa şartlarında, bitkiler de ölümlü. Yerlerine, benzerlerini bırakarak. Hayvanlarda ölüm olayı çok daha belirgin. Kaplumbağalar mıydı, en uzun yaşayan hayvanlar (100-15- yıl). Ve hayvanlarda da (ve dolayısıyla biz insanlarda da) ölmeden önce, yerlerine benzerlerini (yavrularını, evlatlarını) bırakarak. Oysa tek hücreli de ölüm yoktu. Çok hücreli de "kaçınılmaz" oldu. Ama neslin devamı garantiye alındı. Tek hücrelide ölüm yok, ama eski tek varlık kayboluyor. Yeni iki (genç) varlık ortaya çıkıyor. Bu anlamda çok hücreli için de durum aynı gibi. Yeni iki (veya daha fazla) genç varlık ortaya çıkardıktan sonra, eski tek varlık (artık tek diyemiyeceğiz, erkek ve dişi yani çift varlık) kayboluyor, ölüyor. Çok hücrelide, ölen aslında "kollektif" varlık. Beden. Beden ölünce, ardından hücreler de ölüyor, mecburen. Bedenin ölümünün sebebi de, aslında bedende bir bölüm hücrre grubunun ölmesinden. Yani ölümün sebebi, Bedeni oluşturan hücrelerin, belli bir hacım içinde, sonsuz olarak yaşayabilmeleri, özellikle (bölünerek) üreyebilmeleri mümkün olmadığından. Amip çok irileşince ikiye bölünüyor. Üreme temel özelliği. Hayvan bedenindeki hücrede de var bu temel özellik. Üreyemeyince (yer darlığından) ölüyor. Doğmak, büyümek, Erişkin olmak, yaşlanmak ve ölmek. Amacımız, tabiki dağlıklı ve uzun yaşamak. Bunu sağlamak için, Bilimle, çaba harcamaya devam edeceğiz. İnsan için ölümsüzlüğü gerçekleştirebileceğimizi sanmıyorum. Tıpkı cansız'ın canlı'ya nasıl dönüştüğünü bilip bulamıyacağımızı düşündüğüm gibi. Ama farzedelim ki bulduk, ölmemeyi. Bu hiç uymazdı hayata değil mi. Yeniler doğup büyümeyecekler mi. Nüfus dayanılmaz bir biçimde artacak. Durdursak doğumları, Bir süre sonra insanlar, beden yapısı olarak hemen hemen aynı (örneğin 50 yaş görünümünde). Ne ölen var, ne doğan. (3 Temmuz 2012. İLAVE: Sonra, gazetelerden kesip yapıştırmışım kitabımda ilgili syfaya: 22 Kasım 2008. Hürriyet. "Ebedi gençliğin formülü. İspanyol bilimciler... normal ölümlü bir hücreyi, ölümsüz bir hücreye çevirmek... 24 Eylül 2009. Hürriyet. 20 yıl sonra sonsuza dek yaşayacağız, haberi. 6 Ekim 2009. Hürriyet. Nobel tıp ödülü ebedi hayat hayaline verildi, 3 Amerikalı profesör. 28 Ocak 2008. Annemin vefatının 1.ci yıldönümü. SABAH. Ölmeyen deniz ANAsı türü, karayiplerde. İnsanın bu yapıya bürünmesinin yolları... Ve 10 mayıs 2010. STAR. ABD'li bilim adamları, 17 yaşında olmasına rağmen 1 yaşında görünen Brooke Greenberg'in gen haritasından sonsuz gençliğin formülünü yazacak... bedeni 17 yıldır büyümeyi reddediyor... BALTIMORE'de 3 çocuklu bir ailenin kızı... gen haritası, normal insanın genomuyla karşılaştırılarak, yaşlanmaya neden olan genler tek tek ayıklanacak, böylece kişi istediği yaşta görünümünü donduracak. Yürüyemiyor, konuşamıyor, 17 yıldır süt dişleri ile tam bir bebek, yani. Cüce değil. Bu son haber bana (bize) misyonkoyucudan işaret. Bilimcilerimiz yaşlanmayı durdurmayı, ve böylece normal şartlarda hiç ölmemeyi gerçekleştirdiler, diyor. Brooke kız onların eseri. "yaptık" diyorlar yani. BALTIMORE: AMORE/ALTIM Evet, A.W.W.F.C. 1992 kitabımda 50 ailelik 600+ kişilik Birim topluluk /Unit Community/Oba'da, ROTASYON işlerini anlatırken, Obada her yaştan eşit sayıda erkek ve dişi bulunsun diye, her iki uçtan başlayarak, 25 yılda bir gelecek her aileye doğurmak sırası, dedim. Ama yaşlılar yaşasın yaşayabildikleri kadar (tıbbın yardımıyla) sağlıklı ve uzun. Yani doğal ölüm, öngördüm, kocama sebebiyle. Ama FELSEFEM'i yazdıktan sonra, gelen uyarıların da etkisiyle, yeniden düşündüm konuyu. Sanırım Brooke kız haberinden önce kesinleşmişti, düşünerek vardığım sonuç. Konuya yaşlanmayı durdurabilmek olarak bakmak gerekiyor. AMİP irileşip bölünme ihtiyacı hissetmeden önce, onun irileşme imkanını ortadan kaldırmak. Böylece, normal şartlarda hep yaşamaya devam edecek, eskimeden, yaşlanmadan. Aynı yöntemi, belli bir yaşta, çok hücreliye (insana) uygulayabilmek. Farzedelim ki, bilimciler becerdi, dedim. Ölmemek uymadığına göre insana, insan oluşumuza, yeni dünya şartlarında, yeni doğacaklara yer açmak ihtiyacından, sağlıklı iken, kendi isteğimizle veda etmemeiz, belli bir yaşa gelince, kaçınılmaz, dedim. Evlatlarımıza, torunlarımıza olan sevgiden dolayı. 115 yaş uygundur, dedim. En yaşlı dörtlü 115 civarında iken, en genç dörtlü 15 yaş civarında olacak. Yeni Dünya'da, Hayata Veda da ROTASYON'la yani. Doğarken birer yaş farkla doğacağız. Veda ederken, (dörtlü) hep birlikte. Veda'da sadece evlatlar, bir sonraki nesil hazır bulunsun. Bilimin yardımıyla, acısız "huzur" içinde... "Size bırakıyoruz, Dünya'yı..." Sanırım, bunları düşünüp yazmam (bloknotlara), Brooke kız haberinden önceydi. Ve 3 Şubat 2012 tarihli Hürriyet: "Birlikte doğduk, Birlikte ölelim" Ötanazi kararı. Tek yumurta ikizleri Helen ve Alice KESSLER ,75 yaş. Alman... "Hep, beraber yaşadık, birbirimizden başka kimsemiz yok. Artık yaşlanıyoruz. Aynı anda ölmeyeceğimizi düşünerek... kim komaya girerse diğeri tatlı ölümü uygulayacak. KESSLER/KES ER. Kessler olayı da aslında Misyon koyucunun işi, bana (bize) yönelik. Ama hayatları, ve "kararları" kendilerinin. Bu uzun ilave'ye, bir ilave daha yapmak istiyorum: Onları, "son kez", 14 mart 2008 Türkiye'de Tıp Bayramı, AKŞAM gazetesinde görmüştüm. 4 çocuklu kardeşler yine davayı kaybetti" haberinde. Sevgili Patrick ve sevgil Susan. Alman. Saksonyalı. Çocukken birbirlerinden ayrılmışlar, bir daha hiç görmemişler birbirlerini, erişkin olduklarında buluşunca, sevgiyle (libidolu sevgiyle) bağlanmışlar birbirlerine. YASAK yaşamadılar çünkü. Reddetmemişler aşklarını, topluma bakıp. 4 de çocuk yapmışlar. Kendi imkanlarıyla, meydan okumaya çalışıyorlar, mevcut toplum düzenine. Ama işleri zor. Yargı hayır diyor.... Benim için (Bizim için) çok özel, onlar. Onları çok seviyorum. Hayatları, aşkları onların. Misyonkoyucunun eseri olduğu halde. saksonyasaksonyasaksonYASAKSON.. Bir üçüncü ilave'yide buraya yapayım, oldu olacak: 30 Kasım 2007. Isparta ATLASjet havayolu uçağı düştü. içindeki 57 kişi öldü. Altısı bilimci, ikisi kadın, profesörler ENGİN ARIK ve FATMA ŞENEL BOYDAĞ. Engin hanım, İsviçre'deki CERN'de ATLAS projesi'nde de görevliydi. Uçak düşmeden "saatler önce" basımı tamamlanmış gazetede , galiba Hürriyet gazetesinde, GülBEN erGEN'in oğlu ATLAS'la ilgili bir haber vardı. ATLAS Ocak 2007'de doğmuştu. annemin vefat ettiği ay içinde. Yani 3 Atlas çakışmıştı, "aynı" günde. Teyze kızı Fatma'nın, 10 Şubat 2007'de, annemin vefatından 13 gün sonra, bulmuştum "karım olduğunu" otuzkasım/okızkarım ENGİN ARIK arıkarıkarıKARI. Sonra, 1 Haziran 2009'da Air France uçağı, RİO-PARİS uçuşu. ATLAS okyanusunda düştü.içindekiler 228 kişi öldü. Sadece bir tanesi Türk'tü FATMA ceren necipoğlu, arp sanatçısı. Brezilya'dan konser'den dönmekteydi. 10 şubat 2007'den sonra, aynı şubat ayı içinde, Almanya'dan Huriser teyzemle başka bir telefon konuşmamızda öğrenmiştim, FATMA'nın Brezilyada Portekizce öğreneceğini.)
(18 Eylül'deki)
Sor, "sıradan" bir insana: "Hayvanların (ve insanların) Erkek-Dişi diye iki cins olmalarında bir amaç var mı, varsa ne?" "Evet, neslin devamı için, üreme için"" der, hiçbir dinin, felsefenin etkisinde kalmaksızın, kendi aklıyla. Ama toplumdan öğrendikleri ile oluşmuş, bilnç sayesinde. Toplumdan soyutlanmış, üstün teknoloji ürünü, bir özel oda düşünün. Yeni doğan bir bebek, bu odaya alınıyor, ve uzaktan kumandalı özel robotlarla, bebeğin her türlü ihtiyacı karşılanıyor, büyümesi sağlanıyor. Oda pencereleri tavanda, sadece gökyüzü görülebiliyor.. Ve de hiç insan hayva ve bitki görmeden bu bebek büyütülüyor ve erişkin oluyor. o oda içinde. Fizik (beden) olarak tamamen normal sağlıklı. "Ruh durumu" (psikosu) nasıldır? Bilinci? Karnını doyurur. (kaka, çiş) Tuvalet yapar. Odada yürür. Oturur. Uyur, uyanır. (Robotlar gece uyumaya aşıştırmışlardır. Gece gökyüzünde yıldızlar görür. (Gündüz Güneşe bakıp kör olmasın, ona göre tertibat.) Bu özel insan , içgüdülerimi getirmiştir (annesinden babasından). TV'de bir felsefe sohbetinde, felsefeci İçgüdü (Instinct) e, "kapalı kutu" demişti. Tabiri çok sevdim. Bu içgüdülerle davranır. Ama içgüdülerin aktif olmasını sağlayan durumlar yoksa, o içgüdü çalışmaz. Örneğin, insan yok ki, Sevgi yada Nefret içgüdüleri çalışsın. ve sevgi ya da nefret duyguları oluşsun. Vücut ergenliğe erişnce, (erkek veye dişi) kendiliğinden ilk orgazmı yaşayabilir mi. Eğer yaşayamazsa (robot desteğiyle) yaşatılsın. Orgazm ardından bedene vereceği o rahatlamayı hazzı öğreneceğinden, devamı gelir. Masturbasyon yapar arasıra. "Rahatlar", haz duyar. Bilmez niye yaptığını. Zaten, fiziksel Haz ve acıları öğrenmiştir, büyürken. Ona göre davranmaktadır. Ama yoktur, hiç "ruhsal" haz ve acıları. Bilmez onları. Acıktığında, beklerken, yemek gelince sevinir. O da ruhsal hazdır. Hoşlandığı meyva gelmeyince üzülür. O da ruhsal acıdır. Kavramıştır iyice odasını., odasının robotlarını, gökyüzünde gördüklerini. Ama bu kavrama, sorular getirmez hatırına. Düşünmeyi bilmemektedir, çünkü. Düşünmek kelimelerle olur. Dil'den (Lisan'dan) habersizdir. Yoktur lisanı. Kavrarken çevresini, "merak" yürürlüktedir, ama basit kavrama ile biter. Devamı gelmez, gelemez. Doğmuş olduğunu bilmediği için, Doğumdan ve Ölümden habersizdir. Bilmez onları. Ama kendisine fiziksel acı veren durumlardan kaçınır., öğrenmiştir onları. "Ben neyim, nerden geldim, Niue burdayım" demez, asla. Kendisine ait hatırladığı çocukken ki durumdur. Erkekse, sakalı yoktu, eskiden. Dişiyse memeleri yoktu, eskiden. Hatırlar onları. Özellikle vücudun değişmeye başladığı zamanlarda merakla bakar o değişikliklere, ama alışır çabuk yeni duruma. Merak söner. Ne Tanrı'dan haberi vardır, ne Ruh'dan. Bu örnekleme, tamamaen gerçekçi, ve gösteriyor değil mi, Bilincimizin toplumdan geldiğini apaçık olarak.Ben bu örneklemeyi aynen böyleyapmaya hazırlanırken, dün akşam TV (TNT'de) yeni bir dizi başladı. (KYLE). Bir erişkin insan, erkek, genç. Gözünü açıyor, kendisini bir ormanda buluyor. Ondan öncesi ile hiçbir anısı yok. O andan itibaren başlıyor, tanımaya "herşeyi". Çıplak. Ve kent(şehir) ve devamı... insanlar, uygarlık... Dizinin ilk bölümü. Büyük ilgi ile izledim, tabi. (realist olmayan aşırılıklara aldırmadan). İçinde, "içgüdü", "evrim" sözlerinin de geçtiği bir dizi. Biraz konuşmayı öğrenince "çocukluğumu hatırlamıyorum" dedi. İlgiyle, şaşkınlıkla (biraz da) "kızarak" izledim. Misyon koyucu, tam da benim, "özel oda" örneklemesini yapmaya hazırlandığım bir sırada, ben yapmadan önce, KYLE'nin yayınlanmasını, denk getirmişti (Stella marifetiyle). (Ne olurdu yani, ben "özel oda" örneklememi yaptıktan sonraya denk getirseydi.) Evet, ne demiştik? "Sıradan insan" bilir, hayvanların (ve insanların) erkek-dişi olarak iki cins olmalarında bir "amaç" vardır. Bu da neslin devamı içindir. Yani önce, erkek ve dişi olarak ikiye ayrılmışlar da, cinsel birleşmeyi bulmuşlar, ve doğumlar o zaman başlamış, ve nesil devam, değil. Erkek ve diş olmalarından dolayı, cinsel birleşme (copulation) yapmak gerektiğini bulana kadar geçecek sürede doğum olmayacak, belki de nesil son bulacaktı. Yani demek istediğim, Biyoloji'de olaylar, olgular belli bir amaç için. Yada en azından, (tarafımızdan) algılanışları o yönde. "sanki amaç önceden kararlaştırılmış gibi". Oysa Fizik'te, Kimya'da olaylar (olgular) öyle değil. Belirli koşullar, durumlar oluştuğunda, ne olacağı belli. Amaç yok yani. Öyle algılıyoruz, mevcut bilimsel bilincimizle. Suyu ısıtırsan buharlaşır, "yok" olur. Soğutursan donar, "taş" olur. (Taş değil, buz olur, Yılmaz!). Tabi Eski İnsanlar, doğal olaylarda da "amaç" gördüler, hep. Mevcut insanlar da, hala (dinler dolayısıyla) görmeye devam ediyorlar. 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi'nin "amacı" neydi? "7.4 lük UYARI yetmedi mi" (laf aramızda) 3 gün önce, pazartesi akşamı TNT'de yayınlanan SPOOKS dizisinde, yanılmıyorsam sadece bir tarih geçti. O da 17 Ağustos 1999'du. "Amacı" neydi acep? Evet, "Biyolojik" olaylarda sanki bir amaç varmış gibi görünüyor, mevcut bilimsel bilincimizle (de) baktığımızda. KLASİK ÖRNEĞİM'i tekrarlıyayım: Evrim, kesin bilimsel doğru. Bundan eminiz. Ama, canlılar arasında "görme nedir" bilinmezken, "göz" nedir bilinmezken, nasıl oldu da canlı (ortamda "yaşayabilmeui daha kolaylaştıran), "grebilmeye" karar verdi, ve de gözleri geliştirdi. Hem de iki tane. Balık ta da, bizde de. Bir anda oluşmadı tabi gözler. Uzun evrim süreci. Ve sayısı iki ama farklılaştı, farklı yönlerde gelişti gözler. Arıda da 2 tane. Üstelik yaşama biçimi değişipte, artık görmeye gerek kalmadığı bir durumda, daha önce var olan gözler de yokoluyor. Gene uzun bir süreçte, bu da evrim. Yeraltına indi Köstebek. Gözler yok oldu. Yeni bir karınca türü bulmuşlar, sadece yeraltında yaşıyormuş, ama gözleri yok. Dünkü gece gazetesinde gördüm, kesip 61.nci sayfa yaptım. Bitişik haber de ilginç. "Sayısız" gökcismi (yıldız) görüyoruz gökyüzünde (uzayda) teleskoplarımızla). Ama sadece 300 kadar gezegen tesbit edebilmişiz, uzaktaki "Güneşlerin" etrafında dolanan. Duymuştum daha önce, 300 sayısını, ama onuda sundum 61.ci sayfada. "Yeni bir gezegen daha bulundu" haberini.Ve onlara bitişik (aynı formatta üçüncü haberi de koydum. "3 çocuk annesi 37 yaşındaki Barbara CASE'in 15 yaşındaki genç erkekle cinsel ilişki haberini. (Niye?) It's because, there will not be such CASEs, in the new World. 13.00 Haberler başlıyor.
(19 Eylül'deki)
Azime kadına verdiğim gazeteler arasında gitmiş galiba. "Ev" dekilerde aradım, bulamadım bulamadım Birkaç gün öncesinin haberi. Bulsaydım kesip buraya yapıştıracaktım. İki (İkiydi galiba) bilimciye ödül vermişler. (Göze ait bir özellik bulunmuş, yani.) Keşif (discovery) denir buna. İnsan bunu keşfetti. Hayvanların haberi yok. Gözlerinde ışığın nasıl elektriğe dönüştüğünden. Ama Felsefi Soru şu: Evrim sürecinde, canlı nasıl becerdi bu özelliği vermeyi. Çünkü yaptıği Keşif değil İcat (Invention). EVRİM bir icatlar zinciri. Ve öyle görünüyor ki canlının bunu nasıl becerdiğini hiç kavrıyamıyacağız. Gözün tıpkısını yapmayı becersek bile. Karayipler'de Kasırgalardan sonra, hayatta kalabilen bir ağaç türü var, adını unuttum. Kökü suyun altında, kendisi üstte, ama bodur, birbirleriyle kenetlenmişler. (Yani evrimle kasırgaya dayanıklı hale gelmişler.) Ama daha da ilginci, o bölgede, (yani o ağaçların bulunduğu bölgelerde) yaşayan bir balık türü. Hem suda, hem ağaçta, su dışında canlılığını sürdürebiliyor. Havadan da Oksijen alabiliyor yani, öteki balıkların aksine. Nasıl olmuş bu. Besbelli kasırga fırlatmış onları o bodur sık dallı ağaçların üstüne. Ölmemek için direnmişler sadece, ve gelişmiş özellikleri suyun dışında da oksijen soluyabilmek. Hızlı olmuş bu evrim, çok hızlı. İnsan'da evrim çok yavaş. Kendi hayatımızda gözleyemiyeceğimiz kadar yavaş. Kuyruklarımız işlevsiz hale gelince yok oldular. Kaç yıl önce. Ama kuyruk sokumu kemiği hala yerinde. Adam Pazularını geliştirmek için, hergün ağırlık kaldırıyor. Amacı belli başarıyor da. Ve bu bedensel değişiklik , çok az da olsa genlere yansıyor. Oğlu ve torunları da aynı şeyi yaparlarsa, birkaç nesil sonra, yrni doğanların pazuları, ötekilerden biraz daha kalın olacağı besbelli. Ne diyoruz: "Babasına çekmiş, Anasına çekmiş" Benziyor yani beden yapısı olarak, Kaşı, gzü... Buna Pazu'yu da ekleyebilirsiniz. Oysa Adam sadrce kendisini düşünerek, kollarını geliştirmek amacıyla ağırlık kaldırmıştı. Vücudumuzda kendi isteğimizle (hemen) sonuç alabilecek (evrim türü) değişiklikler yapamıyoruz. Örneğin, bir erkek, "keşke kadın olsam" dese bu olmuyor. Ama, evet (öğrenince çok sevindim) gene Karayipler'de bir balık türü (Hipoklityüs) istediği zaman tam dişi (yani yumurta yapabilecek vaziyette), istediği zaman tam erkek (yani sperm üretbilecek vaziyette) olabiliyor (muş). Aynı anda iki cinsiyetli değil. Birinden diğerine dönüşme sözkonusu. Hipoklityüs şu bakımdan da önemli. Çok hücrelilerde başlangıçta dişi-erkek ferklılığı yoktu. Sonradan ortaya çıktı, "ihtiyaçtan". İŞBÖLÜMÜ yapıldı. Ama bir zamanlar cinsiyetsiz olmalarının izleri tam olarak silinmedi. Dişinin de erkeğin de kökeni cinsiyetsizlikti. Hipoklityüs, bunu ispatlıyor. Yeni üreme biçimi için ortaya çıktı, erkek ve dişi. Ama üreme olayının gerçekleşebilmesi için Cinsel İstek (Libido) da şarttı. Bu da gelişti eklendi canlı'nın özelliklerine. Farklı dallarda farklı biçimlerde gelişerek bize kadar geldi. Kadında ve erkekte Libido olmazsa (olmasaydı) neslimiz devam etmez (etmezdi). En azından erkekte libido şart. If you cannot get up your husband's penis, you will not have babies, dear! (To get it up, Türkçedeki gibi İngilizcede de kullanılıyormuş. Dün TNT'den (The Riches dizisinden duydum). Ama tabi kadın için libido şart değil (neslin devamı için). Çare var. (Irza tecavüz, "rape"). Keşke kadın olsaydım (yada erkek olsaydım) demekle erkek (yada kadın) olunmuyor ama, Ciselliğin vazgeçılmez "parçası" LİBİDO (biz insanlarda )hemcinse yönelebiliyor. Erkek erkeğe (veya kadınkadıa) seks. (Homoseksüellik). Bunun, bazı şartlarda mümkün olması, çok eski kökenimizin cinsiyetsiz olmasıyla bağıntılı. Bitkiler de canlı, Hayvanlar da. Ve kökenleri aynı. Ama bitkilerin CO2 (Karbomdioksit)e, Hayvanların O2( Oksijen)e iktiyaçları var. Hayvan, Oksijenin olmadığı ortamda, ihtiyacını karbondioksitle gideremez, Her halukarda, Oksijen ister sadece. Bunun gibi değil, yani Libido. Karşı cinsin bulunmadığı, ulaşılmasının imkansız olduğu, özellikle ergenliğe geçiş sırasında, kişinin, (eski homoseksüel EĞİLİMLİLERİNİN de yönlendirmesiyle) homoseksüaliteye yönelmeleri mümkün. En aşırı durum, karşı cinsine artık, hiç ama hiç cinsel ilgi duymaması. Sadrce kendi cinsine cinsel ilgi duyması. Tabi bu durum, insanlarda, UYGARLIK'la başladı. "PARA" yüzünden devam ediyor. Biraz daha devam ederse, genlerimize yansıyacak, ve insan nesli yok olacak. Beslenme alışkanlıkaları (kötü yönde)değiştiğinden, insanlar (özellikle Amerikalılar) büyük oranda şişman (obez) artık. Bu eğilim de devam ederse, bebekler de obez (şişman) doğacak. Dikkat yani. (Auchtung, Auchtung!...) Hayvanlar da homoseksüalite yok. Doğal yaşantılarını sürdürebildikleri için. (Ama, giderek zorlaşıyor işleri, insanlar yüzünden.) Dış dünya'dan (toplumdan) soyutlanmış Özel Oda örneklememi düşünelim gene. Bir değil de iki aynı cinsten kişi (mesela erkek) olsalardı, besbelli ergenliğe geçiş sırasında libidoları birbirine yönelecekti. Yani Homoseksüalite'nin sebebi, içinde yaşanılan şartlardır. Toplum koşullarıdır. "BOZUK DÜZEN" dir. Canlıların, dişi-erkek (Çok hücreli canlıların dişi-erkek) olarak ikiye ayrılmalarının "amacı" üremek için (Yeni Yol) o belli. Ama bazı canlılarda bu "Temel İçgüdü", Bireysel Hayat'ın amacını sadece üremeye dönüştürmüş. Ünlü örnek: "Peygamber Devesi", böcek. Erkek dişiyi döllerken, dişi başlıyor erkeği yemeye. uzun sürüyor dölleme. Dölleme biterken, erkeğinide hemen hemen yemiş oluyor, dişisi. Ben görmedim şahsen. (Bilimsel çevreler) Öyle diyorlar. Doğrudur herhalde. Yani dölleyince işi bitiyor erkek peygamber devesinin. Örümcek türü de var (Karadul). O da seksten sonra, erkeğini yiyor. Erkeği bunu bildiği için, yenilip yok olmamak için ona göre davranıyor, ama herzaman beceremiyor, bunu. Arı kovanında, az sayıda erkek arı da var. Bekliyorlar. Bir tane olan Kraliçe Arı'yı dölleyecekleri zamanı. Dölleme bitince, işçi arılar (çok), erkek arıların hepsini öldürüp kovandan dışarı atıyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam, Balık türleri de var Yeni nesillerin ortaya çıkması için, yumurtalarını bıraktıktan sonra ölen (intihar eden) dişi balıklar. Çeşitli canlı dallarında, çeşitli biçimler almış, üreme ile ilgili işler, organlar, alışkanlıklar, yaşama biçimleri. Tavuklarda (kuşlarda) Anüs üreme organı, aynı zamanda. Yani dışkı (kaka-çiş birleşik zaten onlarda) ve üreme aynı "delik"ten. Horoz'unkini tam bilmiyorum, malesef. Ama tavuğu, anüsünden döllediğinden eminim. Çok gördüm, tavuğun üstünde horoz. Memeli hayvanlarda (ve biz İnsanlarda) Çiş ve Üreme işleri (hem erkekte hem kadında) ilave bir "delik" vasıtasıyla. Erkekte Penis, Kadında Vagina. Biri dışarı doğru, öteki içeri doğru. Eski delik (Anüs)e sadece kaka (dışkı) atmak fonksiyonu kalmış. Dolayısıyla, memeli hayvanlar (artık) Anüs kullanmıyorlar, üremek için. Ama (malesef) biz insanlar (yeniden) keşfettik Anal seks'in "lezzetini". Özellikle, erkeklerarası homoseksüalitenin etkisiyle. Kızlık zarının "korunması" ihtiyacımız da katkı sağladı tabi. Unutacağız anal seksi, yeni dünyada. Oral seks hep olacak, (insanlar yaşadıkça). Evet, öteki memelilerde Ağıza (ağızla) orgazm yok ama, ağızla yalamk, karşı cinsin cinsel organını yalamak, koklamak, "öpmek", sevişmenin esaslarından. Güvercinlerin ağız ağıza uzun uzun öpüşmeleri çok ilginç. (Arasıra da ağızda orgazm olsun değil mi, biz insanlar için.) Başa çıkmışız mevsim zorluklarıyla. Giysi, konut. Onun için cinsel aktifliğimiz "sürekli". Tüm yıl boyunca. Çocuğumuzun hangi mevsimde doğacağı problem değil. Ama Japonya'daki Kar Maymunları için, durum aynı değil. Çocuğun uygun zamanda doğması gerekiyor. Ona uygun "kızışma" zamanı var. Yani Libido sürekli değil. Yılın belli zamanlarında. Kar maymunları, yaşam biçimleri bakımından da farklı, güneydeki sıcak bölgelerdeki akrabalarından. Japonya'ya nasıl geldiler. Belli ki sellerin sürüklediği ağaçlarla. Ama gelince yeni şartlara uyum için, değiştiler her bakımdan biraz. Afrika'da Fil sürüleri. Erkek yok. Dişiler ve yavrular. Erkekler ayrı, tek tek. "Çiftleşme zamanı" biraraya geliyorlar. Aslan Ailesi'nin yaşam biçimi başka. Yavrular, babalaryla da oynuyorlar. Bazı kuşlar, ömür boyu tek eşli. Yavrularını birlikte büyütüyorlar, nöbetle, kuluçkada iken bile. Yumurtlama ve Doğurma. Hayvanlarda üreme biçimileri. 13.00 oldu!
(20 Eylül'deki)
(Bir şekil çizmişim) Canlıların "soy ağacı" (adıyla).(En tepeye) İlk Canlı-lar, Tek hücreliler (yazmışım) (Dallardan birine) AMİP,tek hücreli (birine) İnsan,çok hücreli, (birine) Nesli tükenen canlı (yazmışım). Piri Reis'in "Dünya Haritasına" benzedi senin Canlılar soyağacı, Yılmaz! (Zararı yok, iş görür.) Aklımdayken şunu da yazayım hemen: Ülkemizin balığı Çipura'lar erkek olarak doğarlarmış, sora yarısından çoğu dişi olurlarmış. Birkaç gün önce okudum gazetede. Zamanı geriye alıp Evrim sürecini aynen izlemek imkanı yok tabi. Ulaştığımız bilimsel bilgileri, akıl ile yorumlayarak buluyoruz, Canlılar soyağacını. Aşağı yukarı doru olduğundan eminiz. En yakın akrabalarımız (gene memeliler sınıfından) "maymunlar", bundan da eminiz. Maymun türleri çok. Goril, Orangotan... (Lisan çok önemli. Akraba yerine "öz Türkçe" Yakın, uygunsuz burda. "yakın yakın") Gücenecek bir durum yok. Ben kendim farkettim. Afrikalı insanlar, genelde basık burunlu, o iri maymunların basık burunları gibi. Afrikalı zenci insan, genetik olarak daha yakın arkada kalan (maymun) akrabalara. İnsanlaşmanın da Afrika'da başladığı kanaatimiz de sağlam. (Kutuplarda değil). Kutup ayıları da sonradan gittiler, Kuzey kutbuna. Ve uydular ortama, öncelikle renklerini değiştirdiler. Güney Kutbuna kara canlılarından sadece Penguenler ulaşabildi. O çok zor şartlara uyum sağladılar değiştiler. Sadece bir tane olarak yaptıkları yavrularını, gerek yumurtada gerek yumurtadan çıkınca, donmamaları için, hem kendi genetik yapılarını değiştirdiler, hem baba ve ana uzun süreli nöbetlerle ayaklarının üzerinde, kendi vücutları ile örterek korudular yavruları.. Nöbet değişim süresi uzarsa, yumurtanın yada yavrunun donacağını bildiklerinden, çok çabuk maharetle yaptılar, nöbet devir teslimlerini. Bugünkü insan özelliklerimiz, sadece insan olduktan sonra oluşmadı. Evrim sürecinin taa başından beri oluşageldi. Tek hücrelilerden çok hücreliler türedi. Tek hücreli kalanlar da devam ettiler, değişerek bugüne kadar geldiler. Bak ne gördüm şimdi: Zaman içinde tek hücrelilerden kopup çok hücreli olma konusu, sadece bir defa ile sınırlı kaldı da diyemeyiz, değil mi? Çok hücreliler sonra, Bitkiler ve Hayvanlar olarak ikiye bölündüler, değişerek, Evrimle. Ama bunları hep, kendi doğal koşullarına daha iyi uyum sağlayabilmek için, biyolojik icatlarla becerdiler. Evrim canlıların kendi yapılarında biyolojik icatlar zinciri. Ayçiçeği (Günebakan/Sunflower), hep Güneş'e doğru çeviriyor yüzünü. Bilimcilr buldular mı (keşfettiler mi yani) nasıl yüzünü güneşe çevirdiğini, günebakan bitkisinin. Peki, Ayçiçeği (Günebakan) nasıl icat etti o yöntemi. Aklı yok, eminiz. Bitkilerde yok sinir sistemi. ACI ve HAZ duymazlar. Dolayısıyla duyguları yoktur. Sevgi, Nefret. Ama becerdikleri biyolojik icatları, o kadar çok o kadar ilginç. (Sanki Ruhları varmış gibi. (Çiçekler, renkleri, desenleri...) davranışları... Dedim y, erkek ve dişi olarak iki cinse ayrılma süreci başlangıcı, hayvanlar ve bitkiler olarak iki dala ayrılmadan önce başlamış, kesin. Sonra hayvanlarda (ihtiyaçtan dolayı) Sinir sistemi icat edilmiş. Ve Beyin. (Hepsi hücreler. Farklı görev üstlenen hücreler.) Sinir sisteminin ortaya çıkışıyla, öncelikle, Fiziksel acı'yı hissetmeyi icat etmiş, canlı, ki tehlikeden kendini koruyabilsin. Bunun sonucunda da duygulardan korku'yu icat etmiş. Fiziksel Acı oluşmadan korkup kaçabilmesi için. Kaçamıyacağı durumlar var. Korkunun karşıt (duygulardan) Cesaret'i icat etmiş. Uygun ortama, uygun davranış biçimine yönelebilmek için, Fiziksel Acı'nın karşılığı Fiziksel Haz'zı icat etmiş. (Beslenince hissedilen haz, gibi.) Bu üreme işini artık tek cins olarak yapabilmem mümkün değil, diye "DÜŞÜNDÜĞÜNDE", (Erkek ve dişi) iki tamamlayıcı cinse bölünmeye "karar vermiş" (En büyük icadı, canlının). Ama Libido (cinsel istek) olmadan olmaz. Erkek hayvanın spermlerinin, diş hayvanın "yumurtasına" ulaşabilmesi için Libido da koymuş. Çeşitli hayvanların çeşitli ortamlarda, cinsellik ve üreme işlerini de içeren yaşama biçimleri, yalnız yada topluluk olarak hep farklı farklı. Dişi balıklar yumurtalarını (çokça) bırakıyorlar. Erkek balıklar da üzerlerine spermlerini. Ama horozlar spermlerini yumurtalar henüz vücuttan çıkmadan bırakıyorlar (Yanlışım mı var yoksa. Tam bilmiyorum da!) Yumurta tavuk içinde döllenip, dışarı çıkıyor. Dışarda sonra yavru çıkyor içinden. Aslında, memeli hayvanlarda da Yumurta içerde dölleniyor. Ama dışarı çıkarken, yavrunun kendisi çıkıyor. Afrika'da antilop yavrusu ,"pat" diye düşerek çıkıyor, anasının karnından. Ama hemen kalkıp, sürü ile koşmaya başlıyor. Çünkü aslanlar beklemekte "karınların doyurmak" için, antiloplarla (yavrular dahil). Ama insan yavrusu dışarı çıkınca, mutlak annesine muhtaç, ama her bakımdan. Yürüyebilmesi için "aylar" ın geçmesi gerekli. "KUCAK!" Avustralya şartlarında evrimleşmiş Kanguru'nun icadı da ilginç. Kese yapmış vücudunda yavrusunu taşıyabilmesi için. Doğumdan hemen sonra, Kese'ye alıyor yavrusunu, sonrası kolay. Maymunlar kucakta veya sırtta taşıyorlar yavrularını... Bir bölüm hayvanlarda, erkeğin dişiyi döllemesi esas görevine ek olarak, dişiyi doğum sırasında koruması doğum sonrasında da , Anayı ve yavrusunu koruması, besin getirmesi görevi de (mecburen) ortaya çıkmış. Ama sadece libido, hayvanı buna yönlendirmeye yetmediğini görünce, hayvan "mecburen" bir duygu türü daha geliştirmiş. EŞ SEVGİSİ. Erkekten dişiye. Karşılıksız olmaz. Dişiden de erkeğe Eş sevgisi. Yani Sevgi duygumuzun varlığının kökeni bu. Bizden çok önceki (bazı) hayvanlarda başlamış, bize kadar gelmiş. "EŞ" dolayısıyla ortaya çıkmış sevgi. Libidolu olduğu için, AŞK yani. İlk sevgi türü. Sonra (tabi ki libidosuz) kendi hemcinslerini de kapsama alanına almış, Sevgi duygusu. Annenin yavrusuna olan Sevgi (gerek babanın, gerek ananın sevgisi (tabi ki libidosuz) daha özel bir sevgi türüne dönüşerek ortaya çıkmış. Evlat sevgisi. Evlat Sevgisi (karşılık olarak) Ebeveyn Sevgisini (Ana Baba sevgisini) getirmiş. Ve bunlar uzun süreç içinde genlere yansıtılmış.. Doğan insan bebeğinde, ilk andan itibaren, şartlar oluştuğunda, bu sevgi türleri somutlaşır. Ana'ya Baba'ya Kardeşlere arkadaşlara eşe (eşlere), evlatlara torunlara... Yani insan doğarken "Sevmeye" hazır olarak doğar. Ama genetik şifresinde, Nefret duygusu da "yedekte" beklemektedir. Onun da şartları oluştuğunda, o da somutlaşır. Sevmesi gereken kişiler "düşman" olur.
(21 Eylül'deki)
MERSİ!.. Dün (gece gazetem) Hürriyette gördüm haberi. Ceviz Ağacı, "Kuraklık ve aşırı sıcakla" başa çıkabilmek için, o sırad "metil slisilat" üretiyormuş. Acep bu biyolojik icadı kendisi için nasıl yapmış. Metil Salisilat kimyasal madde. Ama onu gerektiğnde üraten, ağaç. Yani canlı. O canlı (bitki) nasıl biyolojik değişime sokabilmş ki kendisini, üretiyor o maddeyi gerektiğinde. Bilimciler de bunu keşfetmişler yeni. Bu konuda ilk keşif, Ceviz ağacı. Tabi ceviz ağacı, Doğayla başa çıkabilmek , daha doğrusu ortamla başa çıkabilmek, olumsuz etkilenmemek (hayatta kalabilmek) için bu "DAVRANIŞ"ı yaparken, ortamı da değiştiriyor. Havaya, Metil Salisilat salıyor. (1 Temmuz 2012, İlave: Sayfaya, "ceviz ağacı aspirinini kendisi üretiyor" başlıklı haberi kesip yapıştırmışım, sayfaya) Tüm canlılar, benzer davranış içindeler aslında. Kendileri değişirken, ortamı da değiştiriyorlar. Hatta birbirlerini bile değiştiriyorlar, dolaylı olarak ama. "EKO-SİSTEM" dedik buna. Bitkiler (Yağmur ormanları) CO2 alıyorlar havadan, O2 veriyorlar havaya. Hayvanlar (İnsanlar) O2 alıyorlar havadan, CO2 veriyorlar havaya. (Jetler atmosferi kirletmekte...) İnsan da "Canlı". O da insan olmadan önce, aynı şeyleri yaptı. Ortamla başa çıkabilmek için, kendisini biyolojik olarak değiştirirken, ortamı da değiştirdi. İnsanlaşmaya başladıktan sonra da, bugüne kadar, yani Uygarlık sürecinde, bu defa "akıl yoluyla" (kendi bedeni vasıtasıyla değil, ve bedeninden bağımsız) teknolojik icatları ile, hem kendisini hem de doğayı (yani ortamı) daha başka bir türlü değiştirme aşamasına ulaştı. "Doğayla başa çıkabilmek" yerine "Doğaya egemen olmak", kendi bedenine (teknoloji ie, bilim ile) daha egemen olmak aşaması başladı. Sonuçta bizzat biz insanları olumsuz etkileyecek, olumsuz (kötü) uygulamalarla da. Öteki hayvanlara bitkilere yaşama imkanı bırakmayacak uygulamalar yürürlükte. "Doğa kanunları değişmez" demişti Barış, dedesine (babama). Burdaki Doğa kelimesi geniş anlamda, "Evren" anlamında. Dar anlamda, Doğa (Tabiat=Nature), Dünyadaki tüm canlılar, ve onların içinde yaşadıkları (ve de uygarlıktan etkilenip bozulmamış) ortam, yani Toprak su ve hava. Bilimsel düşünen insanlar, Bu canlı çeşitliliği için "Doğa yaptı" diyorlar. Anlatım biraz belirsizleşiyor. Evet, Canlı da Doğa'nın bir parçası olduğu için, aslında doğru. Ama daha belirgin olsun diye, ben "canlının kendisi yaptı" demeyi uygun buldum. Evrim, bizzat canlının kendi eseridir. Dinsel düşünen insanlar, "Tanrı yarattı" (veya "Tanrılar yarattı") diyorlar, canlı çeşitliliği için. Ama günümüzde de var, Hayvanları Tanrı kabul eden ve hatta (evrimden habersiz ve ilgisiz) insanların bazı hayvanlardan türemiş olduğuna, örneğin Aslan soyundan geldiğine inanan insanlar da var. ANİMİST diyorlar onlara. Az da olsa varlar. Baktım dün akşam Almanak'a Afrika'nın 50 kadar ülkesinden ikisinde (Liberya 3 milyon, Namibya 2 Milyon) insanların dini Animizm'miş. Toplam 17 kadar diğer Afrika ülkelerinde de, Hristiyanlık (Katolik, Ortodoks, Protestan) ve İslam dinlerine ek olarak Animizm de varmış. Yani Animizm de bir realite, bugün. Bilmiyorum, 6 milyar insandan ne kadarı (kaç milyonu) animist. Aslam heybetli. Erkek aslanın duruşu, davranışları, yelesi, "kükreyişi". Sürüsünde (Ailesinde) tek. Bazen 2 (belki de 3) olabiliyorlar. Dişiler ve yavrular var Ailede. Aile Reisi, erkek aslan. Ailenin sahibi ve koruyucusu. Ama avlanma işi "alt düzey" bir iş olduğu için, dişilerin görevi. Dişiler yapıyor avlanmayı. Yakalanıp öldürülen Ceylan'dan, önce Aile Reisi (erkek aslan) besleniyor. Sonra dişiler ve yavrular. "Aslan yürekli Richard". Genel Kurmayımızı, 2 Aslan (heykeli) "koruyor", kapıda. Namibya insanları Animistmiş ama, (Bakayım Kalahari Çölü, Namibya topraklarından da kapsıyor mu?) Evet, baktım Atlas'tan, bitişik. Botswana içinde yer alıyor ama, belli ki Namibya ya da uzanıyor biraz. Evet, Kalahari Çölü yerlileri, Batılıların (sömürgecilerin) Çalı-Adam (Bushman) dedikleri insanlar. "Batılıların" etkisine girmeden önceki sosyal hayatları çok ilginç. Evet animistler. Avcı avladığı geyiği öldürmeden önce, gereken dinsel işleri yapıyor. Ama kabilesine "büyük bir avla" dönen (erkek) avcı, öteki erkeklere fırsat verebilmek, böylece üstünlük, kıskançlık olmamasını sağlamak için, bir süre ava çıkmıyor. BARIŞÇI bir toplum, Kalahari çölü yerlileri Dışardan saldırı yok. Kendi aralarında da Barış içinde yaşıyorlar. Ne yazık ki Aile yapıları hakkında bilgim yok. Ama "Barışçılığa" uygun bir düzen olduğuna eminim. Tabi, Batı "uygarlığı" ile değiştiler. Parayı içkiyi kumarı öğrendiler. Ama yinede eski kültürlerinin etkisi sürmektedir herhalde, animist olduklarına göre. Bitkiler, cansızlarla beslenir. Hayvanlar iki grup. Otoburlar (bitkiler ve cansızlarla, yani su tuz vesaire) ile beslenirler. Etoburlar, kendisi gibi öteki uygun hayvanları yiyerek beslenirler. ÖLDÜRMEK esastır. En etoburların dahi, çok az da olsa ot yedikleri de doğrudur. (Kedilerde bizzat gözlemledim,çok) Bir de hem etobur hem otobur olan hayvanlar var. Biz insanla bu "kategoriden" hayvanlarız. Öldürmek esastır. Otoburlar genelde daha az kavgacı, daha az savaşçı nitelikteler "ot kavgası" pek yok. Doğada ot çok. Etoburlar kavgacı savaşçı. Öldürmek zorunda bir hayvanı herşeyden önce. Sonra yemini başka hayvanlara kaptırmamak için demücadele etmek, kavga etmek zorunda. Genelde aynı tür hayvanlar birbirlerini yiyerek beslenmiyorlar. Başka türden hayvanları (öldürüp) yiyorlar. Ama bu "başka tür", Afrika'da "iri" bir maymun türü için, "küçük" maymun türleri de olabiliyor. (Belgeseli hatırlıyorum. Çok ilginç) Avcılar erkek. Ava hep birlikte çıkıyorlar. Avladıkları, o küçük tür maymunları, sürülerine getirip hep birlikte yiyorlar (tabi pişirmeden) ve biraz et, biraz yaprak, birlikte. BBC yapımı belgesel. Yaşlı adam araştırmacı. "Bizim, eti salatayla yediğimiz gibi" demişti. Maymunlarda tamamen otobur olanlar da var (yanlış hatırlamıyorsam). Hem etobur, hem otobur olanlar da. Aynı türden hayvanlar (ve dolayısıyla memeli hayvanlar) genelde birbirlerini yemiyorlar. Ama aralarında Yem Kavgası kaçınılmaz. Eş Kavgası en başta. Bir de Yer kavgası var, en önemli Kavgalar. Birbirlerini öldürmek de var, bu kavgalar nedeniyle. Biz insanların kavgalarının, savaşlarının kökeni debu. Uygarlık başlarken de öldürüyorduk (gerektiğinde) birbirimizi, şimdi de hala öldürmekteyiz, "gerektikçe".
(22 Eylül'deki)
MİSYON'umuz, insanın insanı öldürmesini temelli sonlandırmak. Bunun için, uygarlıktan önce de var olan önem sırasına göre, EŞ, AŞ, YER sorunlarımızı çözmmemiz, yoketmemiz şart. Bu d denizlerde standart çiçekkentlerde iskan, sosyalist ekonomi temelinde, dörtlü aile düzeni ile (en güzel biçimde) mümkün. Uygarlıktan önce, karşı cinsten özkardeşler, belli ki ergenlikte birliktebirbirlerine eş oluyorlardı. Özkardeş sevgisi, bu kez libidolu olarak eş sevgisi (AŞK) biçimine dönüşüp devam ediyordu. Niye özkardeşler? Çünkü en yakında, (yuvada) olan onlar. Onlar karşılıklı kalpleri doldurunca, başka eş aramak durumu olmazdı. Ama, her yuvada, eşit sayıda oğlan ve kız bulunmaması, ve de daha kötüsü bazı yuvalarda sadece bir cinsten çocukların bulunması, mecburen başka yuvalardan (ailelerden, kabilelerden) kız alıp vermeyi (değiş tokuşu) mecbur kıldı. Bu durumun bir sakıncası da, beğenip beğenmemek (seçme yapmak) konusunu da getirmesidir. Ama asıl problem, kız alıp verme işinin her zaman barışçı yolla mümkün olmamasıydı. Zaten Besin değiş tokuşu da var. Orda da her zaman barışçı değil yöntemler. Uygarlıkla, üstelik, insan yapımı uygarlık ürünleri ortaya çıktı. Daha önce var olmayan Ticaret olayı başladı. Bu ortamda, Aile için, evlatların birbirne eş olması Aile çıkarı (ebeveynlerin çıkarı, menfaatiiçin) bazı durumlarda kızı başka aileye vermek (satmak) karşısında daha avantajsız oldu. Kızlarını başkalarına vermeye yöneldi aileler. Ama bunun için Kızlık zarlarının bozulmaması, kız olarak kalmaları gerekti. Sonuç, giderek, özkardeşler arasında seks ve aşk yasağına dönüştü. Dolayısıyla biz, öncelikle doğal yapımıza aykırı bu duruma düzelteceğiz. Ama, Evrim'le "eksik bırakılmış", becerilememiş, bir konuyu da Bilim sayesinde hallederek. Her kadın önce oğlan, sonra kız iki sağlıklı çocuk doğursun. Sadece iki. Çünkü nüfusumuzu da sabitlemek zorundayız. Böyle bir çift daha, Dörtlü Aile. Niye 2 çift.. Erken ölürse eşlerden biri, eşsiz (aşksız) kalmasın insan. Anasız babasız büyümesin çocuklar. Dolayısıyla, Yeni Dünyada tüm doğumlar "tüp bebek" yöntemiyle. Laboratuvar ürünü yani. Gereken cinsiyette, genetik hastalıklardan arındırılmış... 30 yıldır uygulanmakta, dünyamızda tüp bebek. Ne kadar seviniyorlar, yıllarca "doğal yollardan" çocuk yapamayan evli çiftler, tüp bebek yöntemiyle, ana baba olduklarında. Demiyorlar, bu doğal yolla olmadı, evlat sayılmaz. Misyon Koyucu 150 yıl kadar önce Misyonu tasarladığında, tabi ki yoktu tüp bebekle istenilen cinsiyette çocuk doğurtmak. Ama bunun Misyon'un ilk şartı olduğundan, sordu Misyon-koyucu bilimcilerine, mümkün mü becerebilirmisiniz, diye. "Mümkün görünüyor" cevabı ardından, devam etti tasarlama ve hazırlıklar. Ama, uzun süreç içinde, bilimciler "extra" bir şey daha becerdiler. Gelişen Biyoloji, Genetik bilimi dolayısıyla. İnsanın koök hücresinden, bir organın tıpkısını, laboratuvarda üretmeyi başardılar. İnsanlara "yedek parça". Bunu henüz insanların hizmetine sunmadı misyon-koyucu. Ama bunu becermiş olduğunun işaretlerini yeterince verdi. Bu organ, tabi ki, bir kadının kendi rahminin tıpkısı da olabilir. Bu da doğum olayının kadının karnında değil de, laboratuvarda olmasının yolunu açtı. Bilimle, insanlığın gerçekleştirdiği, "muazzam" işlerden bir tanesi, ama çok önemli. Tıpkı annesinin karnında büyümüş gibi. Ama çok daha sağlıklı, güvenceli koşullarda labotatuvarda. Evrim'in üremede, kadına yüklediği görev çok ağır. Bebeği 9 ay karnında taşı. Yük taşır gibi değil, aman dikkat. Yanlış bir hareketle, bebek düşebilir. Veya karnında ölebilir. Hatta ölüsü anneyi de zehirleyip öldürebilir. Doğum kolay mı. Çok zor. Bebek ağlaya ağlaya doğuyor, ama anne de büyük fiziksel acılar yaşıyor doğururken. Anneciğim demişti: "sizi ağlaya ağlaya doğurdum". Şu anda Türkiye'de (ülkemizde) doğumların %75'i Sezaryen yöntemi ile yapılıyormuş. (Uyuşturma, acısız doğum). Haksız mı kadınlar sezaryene yöneldikleri için. Değiller. Evlat istiyorum (istiyoruz eşimle) ama acısız doğum istiyorum. Madem ki (artık) mümkün, öyle olsun. Üstelik normal doğum sırasında, anne ölümleri de az değil. (Tabi özellikle az gelişmiş ülkelerde.) Bilm becerdi ise laboratuvarda doğumu, neden olmasın. Misyona sonradan eklendi. Yeni Dünya'da kadınlar doğurmayacak. Doğumlar Laboratuvarda. (Müjde kadınlara). İşaret de verdi Misyon-koyucu (bize) bu konuda. Yazmıştı gazete, Kanada'da Laboratuvar ortamında "bir" doğum olayını. "Suni Rahim" demiş, ayrıntı vermemişti. (2 Temmuz 2012, İLAVE: Bunun Misyona sonradan eklendiği gibi, kanaatimce, sonradan değiştirildi çiçekkentlerin yeri. Denizlerde değil Havada olsunlar. Bu konuda (bize) işaret de var. Japonya'da, tasarı, gökte kentler. Ben, "A.W.W.F.C.-1992" kitabımı yazarken, çok düşündüm Standart çiçekkentler nerelerde olmalı. Standartlık esas öncelik. Bu yüzden, "su"ların her türlüsünden uzakta "kara" kenti diye tasarladım onları. Bilahare, "bulup" karar verdim, Denizler daha uygun. Ve en sonrada Hava'yı bulduk. Zembil. Misyon koyucunun ilk tasarımı, Deniz'di, kanaatimce.) Amaç: Herkese AŞK. Doğumdan itibaren belli herkesin eşi (Aşkı).. Dörtlü Aile ama, asıl eşini biliyor. Büyük çift, küçük çift. Birer yaş fark var hepsinin aralarında. Büyükler erkekler, küçükler kadınlar. Erkeğin Dominant olmasına da uygun. Ailede "son söz" gerektiğinde, Büyük erkeğin sözü. AŞK (cinsel sevgi), cinsellikten kaynaklanan, ama onu aşan, bir sevgi türü. Aşk varsa eşler arasında, herşey aşkın güdümünde olur. Cinsel ihtiyaçlar dahil. Gerek eşe yönelik, gerek toplumdaki (öteki) karşı cinsten insanlara yönelik, cinsel davranışlar, kişinin (kendi) eşine olan Aşkını güdümünde olur. Ona göre davranır. Dolayısıyla toplumda cinsel sorunlar, suçlar olmaz. Kıskançlığı unutacağız, Yeni Dünya'da. Kalplerde (ve buna bağlı olarak) yataklarda, hep, biraz "yerimiz" olacak, öteki yaşıtlarımıza da. Eşten başkasına, cinsel davranış, cinsel sevgi, cinsel birleşme yasağı olmayacak. Aile için tehlike yok. Kalpler asıl olarak eşe duyulan aşkla dolu zaten. Ben bu anneyi bu babayı beğenmedim, başka anne başka baba istiyorum diyormuyuz. Tıpkı bunun gibi, ben bu eşi beğenmedim, başka eş istiyorum da demiyeceğiz. Çocuklar, anne babalarının cinsel birleşmelerini (copulation) göre göre büyüyecekler. Ergenlikte, birlikte kendileri de cinsel birleşme yapacaklar, anne bbabaları da onları görecek. Doğallığımız buydu, gene bu olacak. Evlat Sevgisi (Libidosuz), eşe duyulan Aşk'ın, evlatlarda devamı niteliğinde. Hep libidosuz kalacak. Karşılığı, ana-baba /ebeveyn) sevgisi. Libidosuzdu, ve libidosuz devam edecek. Kişi evladının arkadaşına, yaşıtına da libido duymayacak. Kişi ebeveyninin arkadaşına, yaşıtına da libido duymayacak. Yasaklama ile değil, kendiliğinden. Nesiller arası seks yok, yani. Sevgi var (libidosuz). Saygı var yaşlılara, tıpkı ana babaya olduğu gibi. En büyük saygı-sevgi (en somut olanı) Aile içinde. Aile merkez, oradan topluma doğru. Sonuç, İnsan sevgisi. Tanıdıklarımıza somut, tanımadıklarımıza soyut. İnsanın insandan korkması unutulacak Yeni Dünyada. Şimdi durum nasıl. "Ücra" bir yerde karşılaştığımız insan, "acaba bana bir kötülük yapar mı" yaklaşımı öncelikli. Evde ve "uygun" kamusal alanda çıplaklık esas. Cinsellik konusunda, doğallığımızı yitirmemize katkı yapmış, en "masum" uygarlık ürünüdür, Giysi. Giyindik (örtündük), soğuktan (sıcaktan) korunmak için. Özellikle Afrika'dan başka yerlere (soğuk kıtalara) yayıldıkça. Gerisi kolay. Sosyalist ekonomi ile üretiyoruz, ve paylaşıyoruz ürünleri. Kentimiz, konutumuz, "eşyalarımız", hepimiz için aynı. Hepimizin her türlü ihtiyaçları, aynı biçimde karşılanıyor. Akıl sayesinde önüne geçtik canlıların. Egemen olduk onlara. En az 50.000 yıl önce başladı, insanın insan olması. İlk uygarlık ürünü aletlerin kalıntılarından, vesaireden, "tesbit" ediyorlar bilimciler (Antropoloji) bu tarihi.
(23 Eylül'deki)
Tilki'nin de, Goril'in de "aklı" var. Kullanıyorlar onu yaşarken. Ama bilmiyorlar akıllarının var olduğunu. AKIL(=MIND) (What's on your mind, Yılmaz?) İnsan, insan olmadan önce, bilmiyordu aklının var olduğunu. Nasıl buldu, bildi? Öteki insanların durumlarından buldu. Bazılarında azdı, bazılarında çoktu. Bu az olan, çok olan şeyi kavradı. (Unutmamak için) ona isim verdi, "akıl" dedi. Sonra farketti, bacağı kopan, kolu kopan, ve hatta gövdesi kopan insanın aklı hemen gitmiyor, fğer adam hala sağsa. Öyleyse, "akıl baş'ta" dedi. Başta (kafada) ne var. Beyin. Yediği koyunlarda da var. Aklın, beynin bir işi olduğunu da kavradı. Goril bu aşamaya gelemedi hiç. İnsan, durumları kavramaya çalışırken, "zorladı" beynini. Ve dolayısıyla Evrim o yönde de gekişti, ve insan beyni, vücuda oranla, Gorilin beyninin vücuduna oranını geçti. Beyin insada daha çok büyüdü yani. Bu ise, kavrama düşünme olanaklarını artırdı, insanın. Çok sonra, binlerce yıl sonra, (Biyoloji ile) insan, beynin diğer fonksiyonlarını da buldu. (Sinir sistemi ile birlikte) vücudumuzun hareketlerini yöneten merkez organ. Bu sadece fonksiyonlarından biri. Ve günümüzde, insan bir başka insanın beyin faaliyetlerini uzaktan izlemek, ve hatta yönlendirmek, dolayısıyla o insana belli etmeden, onu canlı robot gibi kullanabilecek teknolojiye bile sahip oldu. (Bilim sayesinde.) Bu alete ben Stella adını verdim. Global Çete Merkezi'nin elindeki en önemli silahtır. "İnsanlardan" gizli. Ben 1986'da Çanakkale'de Hapishanede buldum Stella'yı. Buldurdu yani Misyon-koyucu. Buldurmasydı, bu hiç bir şeye uymazdı. Dil organı düşünelim. Belli ki asıl fonksiyonu, hayvanlarda, beslenme (yeme) sırasında, besinin ağızda toparlanıp yutulabilmesine destek olmak. Bu asıl amaçla, evrim sonucu oluşmuş. Ama sonra başka fonksiyonlar da eklenmiş. Tatmak (Yemek için uygun mu değil mi). Canlının çıkardığı sese "biçim vermek" fonksiyonu da eklenmiş. Karga mevcut diliyle sizin söylediğiniz kelimeleri taklit edemez. Ama dilinin altını biraz keserseniz, dil daha oynak hale getirirseniz, bazı kelimelerinizi taklit eymeyi başarır. Görüyoruz, kediler, köpekler. Hayvanlar genelde çok iyi iletişm kuruyorlar, kendi aralarında. Duygularını, isteklerini iletebiliyorlar birbirlerine. Ama Lisan'ları (dilleri, languages) yok. (Bak gördün mü Lisan'a "dil" dedin, ne kadar sıkıntıya düştüm.) Bizim de yoktu lisanımız. Biz de "rahatça" iletişim kuruyorduk birbirimizle (hatta özellikle evcilleştirdiğimiz hayvanlarla). Ama bize bu yetmedi. Gelmesi için yaptığımız davranış, ve o sırada her ne ses çıktıysa (tesadüfen), bir sonraki gelmesi için yaptığımız davranış sırasında da aynı sesi çıkarmak "uygun" gelmiş. "GEL" kelimesini böyle bulmuş. "GİT", sonra... Ve kelime sayıları artmış. "Lisan sahibi" olmuşuz. Nesnelere isim vermişiz, karıştırmamak için. Birbirimize isim vermişiz. Kavradığımız (gözle görülmeyen) bazı şeylere simge olarak, kelimelerle isimlendirmişiz. Akıl, Ruh,... Ve lisan, iletişim de bir üst düzey araç olmanın da ötesine geçmiş, ve "düşünme aracı" halina gelmiş. Tilki de kavrar durumları. Ama kavramanın ötesinde "düşünebilmek" için, mutlaka kavramların kelimeleşmiş olması gerekir. Yani kelimeler ile düşünülebilir. Böylece, dil organımız, "yeni fonksiyonuyla" düşünebilmemizin yolunu açmış. Aslanlar ava çıkınca, bilirler görürler antilop sürüsünde çok antilop var. Birini sürüden ayırıp, yakalamaya çalışırlar. Çok yada bir biliyorlar. Ama sayıları bilmezler. Biz de bilmiyorduk. Yetmedi bu kadarı. Arkadaşımıza, kabilemize, "tepenin arkasında" 2 ceylan olduğunu iletebilmek için (muhakkak ki) parmaklarımızla (iki parmakla) iki işareti verdik. Çıkardığımız ses de simgesi (kelimesi) oldu. İKİ: Böyle bulduk, (1,2,3...ve 10) Sayıları bulfuk, icat ettik, yani. Başlangıçta azdılar. İngilizcede ilk oniki sayı, farklı kelimeler. Anlaşılan onlarınki, ilk onikiyi tanımlayanlardan gelme. Sonra, sayıları (yokluğumuzda) belli etmek için, nesnelerin üzerine işaret koymak gerğini duymuşuz. Bir için bir çizgi, iki için iki çizgi. Derken böylece, bulduğumuz sayıları, şekillerle de ifade etmişiz. (1,2,3,4)(I,II,III,IV)(............) (2 temmuz 2012 İLAVE: ilk dört arap sayılarını da yazmışım. Göstermek için,birde bir, ikide iki, üçde üç, dörtte dört çizgi parçası var). Bilmiyorum ama, sanırım Yazı'yı bulmadan önce, sayıların şekillerini bulduk kararlaştırdık. ve bundan esinlenerek, kelimeleri şekillendirerek, yazıyı bulduk. Nesneleri önce resimleriyle şekillendirdik. Bu şekillendirme işi de yol açtı, yazıy bulmaya. Gene kesin blmiyorum, ama sanırım mevcut dünya dillerinin tümü, tek bir başlangıç dilden (lisandan) türemiş değil. Ayrı insan toplulularında, farklı zamanlarda farklı biçimde ortaya çıkmış ilk lisanlar, kanaatindeyim (şu an düşünürken). Çok sonra ondalık sistemi bulmuş insanlar, kendi parmaklarından gene. "sıfır"ı tanımlamasaydı, mümkün değildi, ondalık sistem. Aritmetik. Toplama çıkarma. Sonra çarpma bölme. Matematik Tamamen akıl ürünü. Geliştiremeseydik, kesinlikle var olamazdı, fizik kimya bilimleri. BİLİM,yani, Matematik'e dayalı. Çok kullanışlı ondalık sistem. Ama ikili sistem (binary) aritmetiği de bulmasaydık, mümkün değildi bilgisayarları geliştirmek. Bir tuhaf sayı var "karekök eksi bir", ona "i" diyorlar. Onun üzerina kurulan bir matematik dalı bile var. Ve elektrik bilimlerinde çok işe yarıyor. Ulaştığımız, bilimsel, teknolojik düzeyi "kanıksamış" vaziyette yaşıyoruz. Televizyon. Dünyanın bir ucundaki olanları başka bir ucundan, anında "canlı yayınla" izleyebiliyoruz. Görüntü'yü "naklediyoruz" yani, anında. Televizyon, bir örnek. Evet, bugün 23 Eylül. Güney yarım kürede Yaz, Kuzey yarım kürede Kış başladı (resmen) (2 Temmuz 2012 İLAVE: Yılmaz gene yanlış yazmışsın, aceleyle herhalde. Başlamış olanlar, İlkbahar ve Sonbahar, veya BAHAR ve GÜZ) Kutlu olsun. Güney kutbunda, Penguenler, 6 ay süren karanlık ve aşırı soğuklardan kurtuluyor. Kuzey kutbunda, Kutup Ayıları ise 6 ay sürecek karanlık ve aşırı soğuklara hazırlanıyorlar. Ne yapacaklar. Göçmen kuşlar, yaz kış durumuna göre, göçüp durmaktalar, "binlerce yıldır", Güneyden kuzeye, kuzeyden güneye. Çok mahirler yollarını bulmakta. Ama haberdar değiller, mevsimlerin niye var olduğunu. Biz de bilmiyorduk. "Yeni" öğrebdik. Dünya, Güneş etrafında dönüyor. Ama kendi ekseni etrafında da dönerek. Ve kendi ekseni dik değil, eğik, Güneşin etrafında dönerken çizdiği çemberin düzlemine. 21 Eylül 2008 tarihli Hürriyet'te çıkan "o haberi" kesip 80.inci sayfa yaptım. 30 milyon ışık yılı uzaklıktaki iki gezegenin "çarpışmasına" şahit olmuşlar, teleskop başında, uzayı izlerken bilimciler (astronomlar). Bu ne demek? Herşeyden önce şu demek: Olay 30 milyon yıl önce olmuş. Görüntüsü (ışığı) yeni ulaşmış dünyaya, teleskopun merceklerine. 30 milyon yıl önce dünyanın durumu neydi. (Yanlış hatırlamıyorsam) 70 milyon yıl önce, Dinozorlar "kaybolmuştu". Fosillerinden hesaplıyorlar. Peki uzak yıldızların mesafesini nasıl hesaplıyorlar!.. 30 milyon işık yılı ne demek. (Hesapladım. Yanlış hesaplamadıysam) şu demek. Güneş'le Dünya arasındaki uzaklığı 1 milimetre kabul ederseniz, çarpışan gezegenlerin uzaklığının 5 milyar kilometre olması gerekiyor. Uzay'ın "haşmeti". Teleskoplarımız ne kadar gelişrse gelişsin, göremiyeceğimiz hep "ötenin ötesi olacak" Asla bilemiyeceğiz, Nihai Realite'yi.Söz geliş, o çarpışan gezegenlerin bize olan uzklığının, 1 trilyon katı uzaklıkta, nesneler var mı, varsa neler oluyor oralarda. Ve tabi "olay" bir de şu demek. Güneşin gezegenlerinin çarpışması da muhtemel. Çarpışmamasının garantisi yok. Birinde şu veya bu nedenle, yörüngede aşırı sapma, bunu gerçekleştirebilir. Gezegenlerarası (kütleler arası) çekim gücü zaten var. Çok kısa bir zaman süresi içinde olabilir böyle bir durum.. Dünyamızla başka bir gezegenin çarpışması. Ve bir anda "yok olur" dünyada canlılık. Ve tabi biz insanlar da. Uzaydan gelebilecek tehlikelere karşı, var mı elimizde önleyici teknolojik bilgi ve imkan. Yaklaşan "iri" göktaşlarının tehlikesini bertaraf etmek işleri gündemimizde. Peki Güneşin şimdi (durup dururken) bir büyük patlama ile (gene) parçalanmayacağına dair bilimsel bir güvence var mı. O da hayır. Kendi dünyamızın içi. Mağma. Arasıra, sıkışma vesaireden yeryüzüne çıkıyor volkanlardan. Dünyamızdan, Ay kadar iri bir parça koparacak kadar bir ani mağma patlaması olmayacağına dair, bilimsel bir güvence var mı O da hayır. Herşeyi (İnsanlığı) yoketme ihtimalli, Astronomik ve Jeolojik Riskler var, yani. Bir anda yok olma ihtimali. Ama başka bir konu da var: Çok uzun vadede, tedricen (giderek) Dünyamızın, özellikle biz insanlar için yaşanması mümkün olmayan bir duruma dönüşmesi ihtimali. Bu da gerçekçi bir ihtimal. Ve bu ihtimale hazırlıklı mıyız. "O son an" gelmeden, kendimizi kurtarabilecek, bilimsel ve teknolojik düzeye, ulaştık mı, ulaşabilecek miyiz. "Başlangıcı" yaptık. "Ay'a çıktık". Dünyamızın dışında, (yakın) uzayda, yeni yerleşkelere "hep birlikte" göç etmenin yolunu açtık. Ama şimdi gündemimizde, Dünya'da) Çiçekkentlere Göç var.
(24 Eylül'deki)
Evrim, dallanmadan olsaydı, en mükemmel (yetkin, perfect) canlı, İnsan olacaktı. Başka canlı türü de olmayacaktı. En ilkelden, tek hücreli canlıdan, insana dönüşmek. (İnsanın beslenmesi imkansız olurdu derseniz, bitkiler cansızlarla besleniyor, derim.) Ama "sayısız" canlı türü var şimdi. Ve insan en mükemmeli değil, en üstünü. Akıl yardımıyla bunu başardı. Çeşitli özellikler bakımından, insandakinden üstün olan canlılar var. Dün Takvim yaprağından öğrendim. Örümcek Tarantula'nın beslenmeden ikibuçuk yıl yaşayabildiğini. Kertenkele, kopan kuyruğunu yeniliyebiliyor. "kapalı kut" denen İçgüdü. Bizde de hayvanlarda da var. İçindekiler aynı mı farklı mı. Bizde hiç olmayanlar var mı onlarda. Yeni doğan insan bebeği, annesinin memelerinden süt emmeyi bilerek doğuyor. Ama deniz kaplumbağalarının yavruları, kıyıda kum içinde yumurtadan çıktıktan sonra, hemen denize gidiyorlar. Tesadüfen değil. "Bilerek" Galapagos adalarındaki sönmüş ama kızgın krater boşluklarındaki kumlardan çıkan kaplumbağa yavruları ise, önce zor bir yokuşu tırmanıyorlar, sonra doğruca denize, acele ile. (Canavar kuşlar bekliyor çünkü, çıksınlar da yiyelim diye.) En mükemmel değil, en üstünüz. Akıi araclığıyla Bilim'i geliştirdik. Bilim için akıl yetmez. Ama akılsız da bilim yapılmaz. Hipotezi (Faraziyeyi, varsayımı) ispat edip, sağlam kanaate (kanuna varmak için. Ama "ne olacak" diye de deney yapmak vardır, bilimde. Bu uygulama karşısında denek (cansız yada canlı) nasıl davranacak, ne gibi bir sonuç çıkacak, diye de. Bilimsel araştırmalar. Bilim (Science), genel adı. Dalları var. Çok dallanmış. Genetik biliminde başardıklarımız. Dünya kamuoyuna duyurulmayanlar da var, Global çete Merkezi'nin elinde. Duyurulanlar neler: Genleri değiştirilerek, özellikleri değiştirilen bitkiler, ve hatta hayvanlar. Bir hayvanınkini başka bir hayvana nakledip, örneğin Fareyi soğuğa dayanıklı, yada kediden korkmaz hale getirmek. Hibrid canlılar üretmek. İnsanlarda aleni uygulaamalar, şimdilik sadece, doğacak bebeğin, genetik hastalıklı olmamasını sağlayacak genetik müdahale. Bebeklerin erkek (yada kız) olmasını özellikle, israrla isteyenler, ülkemizde (yasak olduğundan) Kıbrıs'a yönlendiriliyorlarmış.. İstenilen cinste bebek uygulaması, dünyada ALENİ OLARAK çok yeni, birkaç yıllık. Ama 150 yıl önce tasarlanan misyonun temeliydi, ve belli ki çoktan başarılmıştı. Yeni Dünya'da, hem gereken cinsiyette doğacak bebekler, hem de (birkaç nesil sonra) ırk farklılıklarını ortadan kaldıracak bir biçimde genetik harmanlama olacak. Daha büyük bir ifadeyle, Her doğacak olan kişinin Genetik Haritası önceden, (ailesi ve devleti) tarafından ("ihtiyaca göre") kararlaştırılacak. Doğumlar , Yedek organ "Suni Rahimde" olacak. Kadınlar doğurmayacak. Bu müdahaleleri yapacağız, kendimize, kendimizin iyiliği için. Tabi biz bu müdahaleleri yaparken, aklımızın kontrolünde olmayan doğal evrim süreci de (uzun vadede) devam edecek. Onun da değişimini izleyeceğiz. Gerekeni yapacağız. Şimdi soru şu: "en mükemmel olalım diye evrim sürecinde bu noktaya gelmediğimize göre, ve genetik bilimin bu büyüklükte geliştirdiğimize göre, Kendi genetik yapımızda değişiklik yapmalımıyız, yapmamalımıyız. Eğer daha iyi olacaksa, ve de beklenmedik kötü etkisi olmayacağı kesinleşmişse, tabi ki evet. Doğumlar laboratuvarda, kadının yumurtasından erkeğin sperminden. Doğurmak (kadınlar için) "tarih" olacak, unutulacak. I996'da doğdu DOLLY koyun. spermsiz. Ama Kaynak Koyun'un genetik haritasının tıpkısı ile. Yani Kopya canlı. Kopya canlı üretmeyi beceren, spermsiz, istenilen genetik yapıda canlı üretmeyi de becerir. (Kahin değilim ama, belki de becermişler, ve kamuoyuna açıklamamışlardır.) Demek istediğim şu: Doğumlar laboratuvarda olacağına göre, (ve eğer sperm ve belkide hatta yumurta gerkmeksizin) Embriyo yapmak mümkün olsa, yani ürememiz, kadına erkeğe bağımlı olmadan gerçekleştirilebiliyor, duruma gelse, kendimizi genetik müdahale ile tek cinse (ne kadın ne erkek) dönüştürmemiz gerekir mi ? İyi mi olur, kötü mü olur. Kötü olur. Evrim sürecinin bize verdiği AŞK duygusunu koruyalım. Sevgi türlerinin kökeni. Kadınla erkek arasında. Libidolu. İki cins olarak, (tam) erkek, (tam) kadın olarak, severek, sevişerek, uzanalım, o meçhul ebede doğru yolculuğumuzda. Hiç kimse doğumunu hatırlamaz. Ama "aklı başında" herkes bilir, doğmuş olduğunu. Bunu toplumdan öğrenmiştir. Bilgi'dir, ama aslında "kanaat" dir bu (conviction), ispatı mümkün olmayan bir bilgi. Ve kişinin felsefesini dibinde de bu kanaat vardır. Bunun üzerine kurulmuştur felsefesi. Bu açıdan, "aklı başında" herkesin felsefesi vardır. Felsef kelimesini duymayanların dahi. Felsefesini toplumdan. toplumundan, yakın toplumundan, ailesinden, "hazır" olarak alır kişi genelde, Yaşadığı toplumsal çevreden. Yaşadığı Hayat çizgisine göre değişirse felsefesi biraz, bu değişikliği, en yakın akrabalarından başlamak üzere diğer insanlara da yapmaya çalışır. Çünkü, insan "sosyal" bir canlıdır (hayvandır, estağfirullah). Ben doğumumdan bu yana, bu hayat çizgisini böyle yaşamasaydım, bugünkü Yılmaz olamazdım. Buna 38 yaşımdan beri Hadım olarak yaşamak, yıllarca zehirlenme korkusuyla yaşamış olmak, yıllarca insanlar tarafından ezilmiş (ve halen) ezilmekte olmak dahil. Başka şeyler de dahil tabi. Subaylık, ODTÜ öğrenciliği, İngilizce. Semra, Ayla. Doğumdan seçilmiş olduğumu, 1986'da Çanakkale'de hapishanede buldum. Buldurdu yani, misyon koyucu. Doğumdan başlayarak izlemiş yönlendirmiş beni. Yani bir anlamda, ben bugün, Misyon Koyucu'nun "eseriyim." Rasgele seçilmemişim, doğanlar arasında. Evveliyatı var. Babam, Bulgaristan'dan gelmiş (getirilmiş). Annem Uşak'tan gelmş (getirilmiş). Buluşmuşlar SALİHLİ'de. Buluşturmuşlar, TALİHLİ'yi (Yılmaz'ı) dünyaya getirmek için. Mutlaka 25 Eylül'de (1947'nin 25 Eylül'ünde) doğsun Yılmaz, mutlaka erkek olsun, mutlaka kolları ince olsun, demiş Misyon koyucu. Mutlaka sadece bir küçük kardeşi olsun, o da erkek, ve mutlaka o da 18 Kasım'da (1949'un 18 Kasım'ında) doğsun, adı Demir olsun, demiş misyon koyucu. (Demir de bu bakımdan, Talihli sayılır. Ama ikinci planda.) Tabi bu yazdıklarım, "kanaat" dir. Toplumdan, toplumun egemeni misyon koyucudan öğrendim. Alenen değil. "Bulmaca çözer gibi", dolaylı yoldan. "Buldum" dediklerimi aslında misyon koyucu buldurdu. Bulmamı sağlayacak imkanları vermekle. Elind Stella da var. Doğumumdan beri o alet de aktif üzerimde. (Şu anda dahi). Yani bir bakıma, şu yazılarımı, şu anda misyon koyucuyla birlikte yazmaktayım. Misyon koyucu, ailemle (yakın akrabalarımla) ilk aleni (açık, doğrudan) teması, beni 18 yaşımda iken Hava Harp okuluna transfer ederken, MİT mARİFEtiyle yaptı. MİT benim için, yaşlı kuşağa (eniştelerime, teyzelerime, halama, amcama,...,babama) söyledikleri farklıydı, kendi kuşağıma, (kardeşime, kuzenlerime) söylediklerinden. Ayrıca hepsine söylediklerinde Yalan da vardı. Anneme ise hiçbir şey söylemediler. Bana, şu ana kadar, "herhangi bir şey" söylenmedi, tabi. Dolayısıyla, daha ben doğmadan önce, annem babam ve ilgil yakın akrabalarıma başlamış olan yönlendirme, ben doğduktan sonra da devam etti, aileme yakın akrabalarıma yönelik, onların haberi olmaksızın. Bu hayat çizgisini yaşayabilmem için Babam, annem ve kardeşim ve ilgili öteki yakın akrabalarımın Hayat Çizgileri de belirlenmiş oldu yani önceden. Annem çok acılar yaşadı Salihli'de, Silis'te... Ve daha sonra, benden dolayı. Son sekizbuçuk yılda burda İzmir'de, bana uygulanan 4.cü dalga ezme, dolaylı olarak anneme yansıdı. Hayatının son yedi yılını, bu yazıları şimdi yazmakta olduğum bu "ev"de, MAHSUR yaşayarak geçirdi. "Asri Hapishanedeyim" diye diye. Son bir yılını (2006'nın tamamını) hep yatağa bağımlı, yalnız ve acılar içinde geçirdi. "Ne olurdu sanki şu balkona çıkabilseydim" diye diye. Annemi balkona çıkarabilecek, o "basit" imkanlara erişmekten dahi aciz duruma sokuldum. "Elim kolum bağlı, anne" dediğimde, "hani göster" derdi. Kabul etmezdi yani, beni suçlardı. İnledi, bir süre. Hiç tepki göstermedim. "İnlemek de suç mu" dedi sonra. "Beni hastaneye götürmüyorsun, kendim gideceğim" dediği de oldu, koltuk değnekleri ile ayağa kalkamayacak durumda iken. Annemle birlikte toplum içine girince, annem de karıştırılarak uygulanan ezme daha dayanılmazdı çünkü. Baysal Ambukans'a (Ambulans sahibine)(mecburiyetten) telefon açtım. Annemi alıp, hastaneye götürüp muayene ettirmelerini, yatırmalarını, ve orda bakım için bir özel hastabakıcı bulmalarını, ben annem hastaneye yattıktan sonra anneme ziyaret için gideceğimi, annem evden götürülürken, ben evde kalacağımı, ilgili masrafları karşılayacağımı, söyledim. "mümkün mü" dedim. "Olur" dedi, adam. 4 Temmuz 2006 sabahı (3 Temmuz 2012.İLAVE: Yarın 4 Temmuz 2012), annemi evden alıp götürdüler. Akşama doğru, telefon geldi. "Hastaneye yatırmadılar, burda bir Bakımevi var, oraya yatıralım mı" diye sordu. Dedim ki "ama hastanede, doktor var serum var". "Burda da var" dedi. "Ücret" dedim. "Sorup sana bildireyim" dedi. O gün başka telefon gelmedi. Demekki annemi Bakımevine yatırdılar kanaatiyle, ben de sormadım. Telefon açmayışımın asıl nedeni de, mümkün olan en azilişkiyle yürütüyorum, insanlarla işlerimi. Ertesi akşam telefon geldi. "Annen, beni kaçırdılar diyor, telefonu ona veriyorum, konuş" dedi adam. Girne Migros'taydım. Güleceğim geldi, önce. Bir sonraki gün gitmek kararındaydım, annemin yanına. Telefonda anneme, "anne kaçırma filan yok, onlara güven, ben zaten yarın sabah geleceğim" dedim anneme. BOZYAKA uzak. Ertesi sabah ulaştığımda "İLGİ" bakımevi'ne, ve beni görünce annem, başladı ağlamaya. (Annemin ağladığı olmamıştı hiç, yirmi yıldır bu İZMİR'de). Daha önce biz çocukken SİLİS'te, babam dövünce kendisini, ağlamıştı. Onu hatırlıyorum. Bir de Almanya dönüşü. DEmir-Gül yeni evli. Hep birlikte, "kiralık" evdeyiz. Benim vaziyetim çok kötü. Annemin ki daha da kötü. "Dellendi" bi ara, saçını başını yoldu annem. Herhalde ağladı da. Ve bunun üzerine Demir-Gül, başka eve taşındılar. Benim hatırladığım kadarıyla, bu üçüncü ağlamasıydı annemin. EVE GELDİK. evde anladım, vaziyetin vahametini. Annem, "Yılmaz'la konuşmak istiyorum" dedikçe, "Oğlun seni istemiyor" demiş İLGİ Bakımevi'nin sahibi (O.Ç.). "Seni Karanlık odaya kapatırım" dahi demiş O.Ç. (3 Temmuz 2012.İLAVE: Or.... Ço....). Annem de karşılık olarak, "İMDAT diye bağıracağım", "Seni cezalandıracağım", diye karşılık vermiş. Yememiş içmemiş. Yani iki gün (4-6 Temmuz 2006) "KABUS" yaşatmışlar anneme. İşte bu anneme yönelik doğrudan zulüm. MİT tarafından. İspatı: Telefonlarım dinleniyor. Bana telefon açan kişilerin bana ne söylemesi gerektiğini MİT'çiler tembihliyor. Yani Baysal Ambulans'ın sahibinin yaptıkları, MİT'in talimatıyla. Ve anneme yaşatılan o kabus, kasıtlı amaçlı. Yaşatan MİT'çiler. İZMİRLİ'yi kullanarak. Annemin "benim yüzümden" çektiği acılar, bu son döneminde, İZMİR'de... Dolayısıyla, İZMİRLİ2den intikam, benim için bir anlamda, Misyon Gereği'ni aşmış, "Annemin Vasiyeti" haline gelmiştir. Zavallı anneciğim....... 26/27 Ocak 2008 gecesi, saat 01.00 sıralarında "ev"de, şimdi şu satırları yazdığım Çekyat'ın üzerinde, oturur vaziyette, çok bitkin olarak, söyledi bana bir şeyler (3 Temmuz 2012.İLAVE. gözlerim yaşardı...): "Bana çok hakkın geçti, hakkını helal et" dedi. "Bir kardeşin var, onunla iyi geçin" dedi. "Bulgur çok mu" dedi,( rüyada konuşur gibi, sanki). Sonra, çok zorlukla, tek tek kelimeleri söyleye söyleye, o şarkıyı söyledi aynen: "AYRILIK ateşten bir ok, Nazlı yardan hiç haber yok, Benim derdim herkesten çok". "Çok yoruldum, Yılmaz" dedi sonra, yatmasına yardım ettim. Veda Şarkısıymış bana okuduğu o son şarkı. Ertesi sabah durmu daha da ağırlaştı. Elindeki kolay telefondan beni arıyamıyacak kadar kötüleşti durumu. Hep evde kalamıyacağıma, eve de bakıcı getiremiyeceğime göre, mecburiyetten (mutlak mecburiyetten) açtım telefonu, o telefon rehberindeki "tek" bakımevine, Şirinyer'deki. Bir hafta önce, Tepecik Hastanesinden eve dönünce orda ona bakan kadına (Mürvet Hanıma) telefon açmıştım. "Kısmen bakabilirmisin anneme evde" demiştim. "Kocam izin vermiyor" demişti sonra telefon açıp. Ondan memnundu annem. Çocuklar gibi seviçliydi, Tepecik Hastanesinde iken. Çünkü, kendi deyimiyle, "insan yüzü" görüyordu. İlgi vardı, bakım vardı. Aynen bana, "Burda çok mutluyum" demişti (9 Ocak-20 Ocak arası). Yoğun bakımla başlamıştı. Demir, Ankara'dan gelmişti de, çağırmam üzerine. Öyle götürebilmişti Hastaneye... Şirinyer'deki bakımevinden, Sevgi Hanım çıktı telefona. Güzel konuştu. Ambulans geldi. Öğleden sonra, akşama doğru. Ve annemi götürdük. Gitmeden önce anneme söyledim. Zaten duyuyor, biliyor olanları. İki kelime söyledi sadece. "beni kovuyorsunUZ" dedi. çOĞUL kullandı. Beni ve Demir'i kastediyordu yani. Demir, Ankara'da uzakta ama olsun, iki evladı vardı. Biri Yılmaz, biri Demir. Çok sakin kabullendi, Bakımevi işini; meğer, "ölmeye gidiyormuş". Ölmeyi kabullenmiş yani (şöyle veya böyle). Ertesi sabah, saat 10.15 sıraları, 28 Ocak 2007 Pazar sabhı, ben Karşıyaka, İstasyon Çay Bahçesinde iken telefon geldi. Annemin vefatını ima eden telefon....... Sevgili anneciğimin hayata vedası böyle oldu....... (Gözyaşları. 14.06 şimdi) Tek tesellim, annemin bu son süre içinde , bana arasıra "sen olmasaydın, ben yanmıştım" demiş olması. "Elimden geleni" yaptım annem için....... Anne'yi yitirmiş olmanın acısı. Ama, "bu şartlarda" yitirmiş olmanın acısıyla birlikte. Sevilenin ölümü ardında acı duymamak mümkün değil. Babamı (bilinen sebeple) "Nötr" duyguyla uğurlamıştım, öte dünya'ya. İnsanlar yaşlanacak ve ölecekler. Dilek (ve amaç), hep "aklı başında" olsun insan tüm hayatı boyunca. Bilincini yitirmesin. "Yaşlılıktan " veda etsin hayata, evinde "huzur" içinde, (uykuda). Yaşlananlar gidecek, kaln evlatlar, acıyla (gözyaşıyla) uğurlayacaklar onları. "Görmek istermisin" dedi hemşire. "Evet" dedim. Açtı çarşafı. Gördüm annemi son kez, öptüm yanaklarından. "Güle Güle Anneciğim" dedim. -Yılmaz, "Felsefe Konuları"? -"Bilmiyorum" -"Bilmiyorum" demek için mi yazdın bumları? -Evet, Bilmiyorum, Bilemiyeceğim, Bilemiyeceğiz asla, Nihai Realite'yi. Yani Bilmiyorum derken, ispatlı bir biçimde, kesin kanaat olarak, "Bilemiyeceğiz asla" da dedim. "Nihai Realiteyi". Yetm..mi?
17 Eylül'deki'nin sonuna uzunca bir ilave yaptıktan sonra, bugün 3 Temmuz 2012 tarihinde tamamladım FELSEFEM kitabımı aktarmayı. Bugün, TOM CRUISE'un 50.ci doğum yıldönümü. 50 (ELLİ) oldu bugün. "Song" ...congragulations and celebrations...
Dostları ilə paylaş: |