IBNÜ'L-CÂRÛD; Tam adı Ebû Muhammed Abdullah b. Ali b. el-Cârud en-Nisâbû-rî'dir. Hadis münekkitleri kendisinden övgüyle bahsetmektedir. Hadis hafızı ve fakihidir. Hicri 230 (845 m.) yılında Nişâbur'da doğdu. Ömrünü Mekke'de mücavir olarak geçirdi. Kendisinden ilim tahsil ettiği başlıca hocaları şunlar: Ya'kub b. İbrahim ed-Devrâkî, Eşec el-Kindî, Ibnü Hüzeyme. Aynca büyük hadis bilginlerinden İbn Râhuye, Ali b. Hucr ve Ahmed b. Menî gibi kimselerden de istifade ettiği bilinmektedir. Kendisinden ders okuyan başlıca Öğrencileri ise şunlardır: Kız kardeşinin oğlu Yahya b. Mansur el-Kâdî, Ibnü'ş-Şarkî, Da'lec b. Ahmed ve Taberânî. Ömrünü hadis ve hadis ilimlerine hizmetle geçiren îbnü'I-Cârud hicri 307 (m. 919-920) yılında Mekke'de vefat etmiştir. İbnü'l-Cârud'un kaynaklarda zikredilen birkaç eseri şunlardır: el-Müntekâ mine's-sünenî'î-müsnede an Resûlillâh saîîaîlahü aleyhi ve seilem, Kitâbü'l-cerh ve'Ha'dü, el-Ahâd fi esmâi's-sahâbe, el-Esmâ ve'l-künâ.
el-MÜNTEKÂ; Kaynaklarda hadis ilimlerine dair birçok eser kaleme aldığı belirtilen İbnü'l-Cârud'un günümüze ulaşan tek eseri, el-Münteka mine'ssüneni'l-müsnede an Resû-liîîâh satiaüahü aleyhi vesellem'dii. Eser, fıkhi hükümlere kaynak teşkil eden 1114 ahkâm hadisinin fıkıh konularına göre tasnifinden ibarettir. Eserin bilimsel değerini tespit bakımından, hadis ilimleri alanında mütehassıs olan imam Zehebî'nin şu değerlendirmesi yeterlidir: "Hadis münekkitlerinin içtihat farklılıkları sebebiyle tenkit ettikleri pek azı müstesna içindeki hadislerin tamamı sahihtir ve hasen derecesinin altına kesinlikle düşmez." (Muhamrned b. Ahmed ez-Zehebî, Siyeru a'lâmü'n-nübelü (nşr. Şuayb el-Arnavut vd.), XIV, 239, Beyrut 1401-1405/1981-1985.) Önce Hindistan'da basılan eser (Haydarabad 1309/1891, 1315/1897), daha sonra Abdullah Hâşim el-Yemânî el-Medenfnin Teysirü'l-fettâhfl-vedûd fi tahrici'l-Müntekâ H'bni'l-Cârud adlı çalışmasıyla birlikte Kahire'de neşredildi (1382/1962). Daha sonra bir heyet tarafından hadislerin Önemli kaynaklardaki yerlerini gösteren dipnot ilavesiyle yayımlandı (Beyrut 1407/1987) ki, tercümede gerekli görülmediğinden dipnot ilaveleri çıkarılarak bu baskı kullanılmıştır. Daha sonra eser Abdullah Ömer el-Bârûdî tarafından sonuna alfabetik hadis fihristi konularak yeniden neşredilmiştir (Beyrut 1408/1988). Ayrıca Ebû îshak el-Huveyn'i el-Eserî, eser hakkında Ki-tâbü Gavsi'l-jnekdûd bi tahrici Müntekâ İbni'l-Cârûd adıyla üç ciltlik (iki mücclled) bir tahric çalışması yaparak yayımlamıştır (Beyrut 1988). (İbnü'l-Cârud ve eserleri hakkında bkz. Türkiye Diyanet Vakfı Ulam Ansiklopedisi, "İbnü'l-Cârûd" md. XX, 537, istanbul 1999.)
Ahkâm Âyetlerinin Uygulamasında Ahkâm Hadislerinin Yeri Ve Önemi
Giriş
İslâm kültürünün oluşumu, gelişmesi ve şekillenmesinde Kur'ân'dan sonra Sünnef in de müstesna bir yeri vardır. Kur'ân, yüce Allah'ın kulları arasından seçtiği peygamberleri aracılığıyla insanlara gönderdiği son vahyi temsil ederken, Sünnet de son peygamber Hz. Muhammed'in (sav) son vahyin buyrukları doğrulturusunda hareket etmek amacıyla tercih edip yaşadığı hayat tarzı ve benimsediği yol anlamına gelmektedir. Bu anlamda Sünnet, hem teorik hem de pratik olarak hayatın hemen her alanını kapsayan bir genişliğe sahiptir. Bir anlamda Sünnet, son peygamber ve güzel örnek Hz. Mu-hammed (sav) tarafından son vahiy Kur'ân'ın evrensel planda ortaya konmuş bir yorumu, açılımı ve hayata tatbiki olarak da değerlendirilebilir. Bu gerçeği keskin basireti ile keşfeden Hz. Aişe, kendisine Allah Resulü'nün ahlakı sorulduğunda tereddütsüz "Onun ahlâkı Kur'ân idi"1[1] demiştir.
Sünnet sayesinde ilahî vahiy, bir takım soyut kavramlar veya ideolojik söylemlerden ibaret bırakılmamış, aynı zamanda onların hayattaki yansıması da yetkili bir mercii/peygamber aracılığıyla uygulamalı olarak gösterilmiştir. Öyleyse rahatlıkla denebilir ki, Allah Resulü (sav) bütün hayatıyla; yalnız veya başkalarıyla bulunurken, yoculukta veya yolculuk dışında, uykuda veya uyanık halinde, özel veya genel hayatında, barış veya savaş hallerinde, sevinçli veya sıkıntılı anlarında, Allah ile, insanlar ile, arkadaşları veya akrabaları ile, dostları veya düşmanları ile olan bütün ilişkilerinde hep yüce Kur'ân'ın beyan edicisi ve îslâmm canlı timsâli olmuştur. O nedenle Kur'ân, beşerî, coğrafî, tarihî, kültürel, sosyal ve ekonomik farklılıklarına rağmen bütün fertleri ve toplumları onun izinden gitmeye, onu kendilerine örnek edinmeye davet etmiştir.
Kur'ân, insanı inanç, ibâdet ve ahlâk yönlerinden terbiye edip geliştirmeyi amaç edinmiştir. Olgun bir insan olabilmek için makul (selim) bir inanç ve düşünce sistemine sahip olmakla elde edilecek zihnî tezkiye ne kadar önemli ise onu kuvvetlendirip sağlam tutacak ruhî ve bedensel tezkiye de o kadar önemlidir. Bu da ancak ibâdet ve salih amellerle/erdemli davranışlarla kazanılabi-lir. İbadet ve salih amelle takviye edilmiyen inançların zamanla zayıflayarak silik hale gelmeleri, bir süre sonra da tamamen yok olup gitmeleri beklenen bir neticedir. Kur'ân'm yetişmesini hedeflediği insan tipi, manevî ihtiyaçlarını gö-zardı ederek sadece maddî ihtiyaçlarını tatmin peşinde koşan ya da zihinsel bir dönüşümü gerçekleştirdiği halde bunu ruhî ve bedensel aktivitelerle teyit edemeyen insan tipi değil; aksine inanç, ibadet ve ahlak yönlerinden kendisini yetiştiren, olgunlaştıran, maddî ve manevî ihtiyaçlarını ölçülü ve dengeli biçimde tatmin eden kamil insandır. Bu yüzden Kur'ân her şeyden önce insanı zihinsel bakımdan tezkiye ederek ona doğru ve sağlam bir inanç sistemi kazandırmayı, onu, fıtratına ters düşen her türlü inanç ve düşünce şekillerinden kurtarmayı hedeflemiştir. O nedenle ilk insan Adem'den (as) beri zaman, mekan ve millet faktörlerine rağmen herhangi bir değişikliğe uğramadan asırlarca nesilden nesile aynen devamedegelen sağlam inanç sistemini ortaya koymuş ve onu, güçlü delillerle insanlığa sunmuştur.2[2]
İkinci olarak Kur'ân, insanı ruhî tezkiyeye tabi tutarak kalbini kin, nefret, haset, gurur, kibir, cimrilik, zulüm vb. kötü ahlaktan arındırmayı, onların yerine sevgi, fedakarlık, tevazu, vakar, iffet, haya, cömertlik, adalet gibi üstün ahlak değerlerini koymayı hedeflemiştir. Bu amaca yönelik olarak da yine asırlarca herhangi bir değişikliğe uğramadan devam edegelen üstün ahlâk nizamını önermiştir ki, bu nizamın temelinde Allah korkusu ve uhrevî mü-kâfaat ve ceza beklentisi yatmaktadır. Nitekim Kur'ân ve Sünnet'te sık sık Allah'a ve âhirete imana vurgu yapılması bundandır.3[3]
Kur'ân insanın ruhunu sağlam inanç ve güzel ahlakla tezkiye ettikten sonra, ibadetler ve bir takım dünyevî sorumluluklarla onu takviye edip yüceltmeyi hedeflemiştir. Bu nedenle Yüce Allah inananlardan bir yandan em-rolundukları gibi dosdoğru olmalarını4[4] ve Rablerine karşı kulluk vazifelerini hakkıyla yerine getirmelerini isterken5[5], diğer yandan insanlarla olan ilişkilerinde de kendilerinden yine kendi buyrukları doğrultusunda hareket etmelerini talep etmektedir.6[6] Onun için beşerî münasebetleri, toplumsal hak ve görevleri fert ve toplumun maddî ve manevî çıkarlarına en uygun biçimde düzenleyen adil hayat nizamını ortaya koymuştur. Fert ve toplum bazında İslâmî hayatın belirli çizgiler üzerinde devam edebilmesi ve diğer hayat tarzlarından belirgin çizgilerle ayırt edilebilmesi, elbetteki hem öz hem de şekil olarak bu nizamın korunup yaşatılmasına bağlıdır. Bu noktada ahkâm âyetleri ve ahkâm hadislerinden oluşan hukuk naslarmın doğru biçimde yorumlanarak hayata tatbik edilmeleri büyük önem arzetmektedir.
1- Ahkâm Âyetleri
Ahkâm, "hüküm" kelimesinin çoğuludur. Hüküm ise sözlükte "menetmek, önlemek"7[7] gibi anlamlara gelen "hkm" fiilinden mastardır. İslâm hukukçularına göre hüküm "Yüce Allah'ın, bir işin yapılmasını ya da yapılmamasını gerektiren veya bu hususta kişiyi muhayyer bırakan, mükelleflerin fiillerine ilişkin hitabıdır".8[8] Basit bir tasarrufla buna "... şâri'in (kanun koyucu) hitabıdır" da denebilir. Buna göre ahkâm âyetlerinden maksat, mükelleflerden bir işin yapılmasını veya yapılmamasını isteyen ya da bir işi yapıp yapmama konusunda kişiyi muhayyer bırakan herhangi bir hüküm ihtiva eden âyetlerdir.
Kur'ân-ı Kerim sosyal ya da ferdî hayata dair serî hükümleri bazan açık bir üslûpla bazan da genel prensipler şeklinde bildirmiş, bir kısım hükümlere ise sadece işarette bulunmuştur.9[9] Öyleyse ahkâm âyetlerini iki kısımda değerlendirmek mümkündür:
a- Açık hüküm ve kurallar ihtiva edenler. Bu tür âyetler Bakara, Âl-i îm-rân, Nisa gibi özellikle Medine döneminde nazil olan sûrelerde çok miktarda bulunmaktadır.
b- İçtihat ve istinbât yoluyla hüküm çıkarmaya elverişli bazı işaretler ve delâletler ihtiva edenler. Bunlar da başka bir âyete müracaata gerek kalmadan hüküm çıkarılabilenler ve ancak başka bir âyete müracaatla hüküm çı-karılabilenler şeklinde iki kısımda mütalaa edilebilir.10[10] Meselâ, Ebû Leheb'in karısı hakkındaki Tebbet sûresinin "Odun taşıyıcısı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde karısı da (ateşe girecektir)"11[11] meâlli âyetinden kâfirlerin de nikahlarının sahih olduğu hükmünün çıkarılması birincisine; hamileliğin başlangıcı ile sütten kesme zamanını otuz ay olarak belirleyen âyet12[12] ile sadece sütten kesme süresini azami iki yıl olarak bildiren âyeti13[13] birlikte değerlendiren İbn Abbâs'ın hamileliğin asgarî süresini altı ay olarak tesbit etmesi de ikincisine örnektir. 14[14]
Ahkâm Âyetlerinin Sayısı
Ahkâm âyetlerinin sayısı ve sınıflandırılması üzerinde kafa yoran İslâm bilginleri ahkâm âyetlerinin sayısı ile ilgili 50 ile 1080 arasında değişen rakamlar vermişlerdir. Bu konuda farklı rakamların verilmesi, ahkâm âyetleri kavramına yüklenen anlamla ilgilidir. Sarih olarak doğrudan hükme kaynaklık eden âyetleri esas alanlar rakamı düşük tutarken âyetin delâlet ve işaretlerini de dikkate alanlar bu rakamı büyültmüşlerdir. Ahkâm âyetlerinin sayısının ancak 50 kadar olduğunu belirten Ahmed Emin, bu hususta Sıraç Ali el-Hin-dî'nin konuyla ilgili değerlendirmesini esas almıştır. Sıraç Ali ahkâm âyetlerinin 200 kadar olduğunu ifade etttikten sonra bunun da ancak dörtte birinin doğrudan hükme mesnet teşkil ettiğini, geri kalanlarının ise esasen vaz u nasihat ve irşat amaçlı olduğunu belirtmiştir. 15[15] Diğer yandan Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân'mda 1080 âyeti tefsir etmiştir. 16[16] Bundan başka ahkâm âyetlerinin sayısını 80-10017[17],150-20018[18] veya 33019[19] olarak verenler de bulunmaktadır. Bir kısım alimler ise haklı olarak ahkâm âyetlerini belli bir sayı ile sınırlamanın doğru olmayacağını, bu sayının kişinin ilmî derinliği ve istinbât kabiliyetine göre farklılık arzedebileceğini; dolayısıyla bazı işaretler ve delâletlerle dolaylı olarak hükme kaynaklık eden kıssa, emsal vb. hususları ihtiva eden âyetlerin de dikkate alınması durumunda, ahkâm âyetlerinin sayısının çok daha fazla olabileceğini söylemişlerdir. 20[20] Bununla birlikte Gazzâlî'nin ahkâm âyetlerinin sayısına dair ileri sürdüğü 500 rakamı, bu konuda bir kısım bilgin tarafından makul bir değerlendirme olarak kabul edilerek tercihe şayan bulunmuştur. 21[21] Bu da yaklaşık olarak Kur'ân'in 1/12'ne tekabül eder. 22[22]
Ahkâm âyetlerinin sayısı konusunda 500 rakamı, İslâm hukuku üzerinde araştırma yapan Batılı bilim adamları tarafından da ileri sürülen ve sürekli tekrarlanan bir rakamdır. Ancak hemen belirtilmelidir ki, bu değerlendirme, rakamsal açıdan makul kabul edilse bile, hacim ve kapsam bakımından ahkâm âyetlerinin çok daha fazla olduğunu kabul etmek gerekir. Zira Kur'ân'ın bütünü dikkate alındığında bir âyetin ortalama uzunluğu iki ile üç satır arasında değişirken, ahkâm âyetlerinin ortalama uzunluğu üç ile altı satır arasındadır. Bu gerçek göz önüne alınırsa, hukukî âyetlerin kapsam olarak Kur'ân'ın 1/12'sinden çok daha geniş bir hacim ve kapsama sahip olduğu görülecektir. Diğer yandan Kur'ân'da yer alan tekrarlar yakından incelenirse, bunların ağırlıklı olarak itikadı ve ahlâkî âyetlerde olduğu; ahkâm âyetlerinde ise pek az tekrara rastlandığı, bunların da genellikle salt bir tekrar olmaktan çok belli bir hukukî sürecin sonucu olduğu görülecektir. Hatta Batılı araştırmacılardan Go-itein buradan hareketle der ki: Kur'ân'm muhtevasını ahlak, cedel, kısas, siret ve hukuk diye beş kısımda değerlendirilirse, hukuk kısmı dünya literatüründe "canon" diye bilinen Tevrat'tan daha az hacimde olmaz. 23[23]
Ahkâm Âyetlerinin Sınıflandırılması
Bazı islâm bilginleri ahkâm âyetlerini modern hukuk konularıyla paralellik arzedecek şekilde bir sınıflandırmaya tabi tutmuştur. Bu tür bir sınıflandırmaya giden Hallâf, tlmü usûli'l-fıkh adlı eserinde çerçeveyi kısmen geniş tutarak ibadetleri de hukuk kavramı içerisinde değerlendirmiş ve bu konuda 140 kadar âyetin bulunduğunu; ayrıca aile ve miras hukuna dair 30, usûl hukukuna dair 13, anayasa hukukuna dair 10, devletler hukukuna dair 25, iktisadî ve malî hukuka dair 10 âyet olmak üzere toplam 368 hukukî âyetin varlığından bahsetmiştir. 24[24]
Bu konuda daha ayrıntılı bir çalışma ise Delhi Üniversitesi hukuk profesörlerinden Tahir Mahmud tarafından yapılmıştır. Tahir Mahmud konuya ilişkin taslak denemesinde "fıkıh" terimi yerine "hukuk" kavramını esas alarak söz konusu kavramın günümüzde çağrıştırdığı alanlarla doğrudan ilgili âyetleri, çağdaş hukuk konulanna göre bir tasnife tabi tutarak hukukî âyetleri şu beş ana bölüme ayırmıştır:
1- Evlenme ve Aile Hukuku
2- Mülkiyet ve Miras Hukuku
3- Ticaret Hukuku
4- Suç ve Ceza Hukuku
5- Toplum ve Devlet İdaresi hukuku
Bu ana bölümlerden herbirini alt bölümlere ve alt bölümleri de kendi aralarında daha küçük bölümlere ayıran Tahir Mahmud, birinci ana bölümde 47, ikincisinde 18, üçüncüsünde 17, dördüncüsünde, 43 ve beşincisinde de 36 olmak üzere toplam 161 ahkâm âyetini sınıflandırmaya tabi tutmuştur. 25[25]
Kur'ân'da yer alan hukukî âyetler ve bugünkü hukuk konularına göre yapılan sınıflandırmalar da açıkça göstermektedir ki, hukuk, Schacht gibi Batılı araştırmacıların yanında modernist eğilimlerin tesiriyle bazı müslüman bilginlerin de savundukları görüşün aksine dini gelenek dışında kalan bir alan olmayıp bilakis, özellikle îslâmî gelenekte ferdî ve içtimaî hayatın bütün alanlarına kadar uzanan dinî öğretilerin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Buna göre îslâmî hukuk normlarına hicrî ikinci asır ve sonrasında oluşan içtihat faaliyetlerinin tarihsel birer ürünü olarak bakmak bilimsellikten uzak bir yaklaşımdır. 26[26]
Fıkhı Tefsir Geleneği
Fıkhı Tefsir terkibinin ilk kelimesi fıkıh, sözlükte "Bir şeyi bilmek, iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine kavramak" gibi anlamlara gelmektedir. 27[27] îslâmm ilk devirlerinde genellikle itikad, ahlak ve amelî konulan kapsayan bir muhtevada kullanılan fıkıh kavramı, zamanla dinin furûuna (ilmihal ve hukukî bilgiler) tahsis edilir olmuştur. 28[28] Bu yüzden özellikle Hanefî bilginleri hukukî bir terim olarak fıkhı, "insanın amelî bakımdan leh ve aleyhinde olan seri hükümleri bilmesidir" şeklinde tanımlamışlardır. 29[29] Şafiî geleneğine bağlı usulcülere göre ise fıkıh, "dinin amelî hükümlerini, muayyen delil ve kaynaklarından çıkararak bilmektir".30[30] Buna göre fıkıh, dinin furûna ait bilgileri ve hükümleri ihtiva eden ilim dalının adı olunca, fıkhı tefsir de Kur'ân'ın furûu ve amelî hayata ait âyetlerini konu edinen, onları açıklayan ve onlardan serî hükümler istinbat etmeyi amaçlayan özel bir tefsir ekolünün adı olmaktadır. Bu Özelliğe sahip tefsir eserlerinde genellikle 500-1000 arasında âyet tefsir edilmiştir.
Fıkhî tefsir, sarih ahkâm âyetlerinin yanında müfessirin anlayış ve birikimine göre ahlâkî ve tarihî âyetler de dahil, serî hükme kaynaklık edebilecek her türden âyeti konu edinmektedir. Bu tür âyetlerin tefsir edildiği eserlere, litaratürde farklı isimler verilmiştir. Bu sahada ilk devirlerde yazılan eserlere daha ziyade AhMmu'l-Kur'ân31[31] adı verilirken, özellikle son dönemlerde kaleme alınan bazı fıkhî tefsirlere ahkâm âyetlerinin tefsiri anlamında Tefsi-rü âyâtn-ahkâm32[32] adı verilmiştir. Kimi bilginler ise ahkâm âyetlerinin ihtiva ettikleri amelî hükümleri "Fıkhül-Kur'ân33[33] olarak nitelemişlerdir.
Fıkhî tefsirin amacı, kendi sahasına giren âyetlerinin içerdiği amelî hükümleri, kaide ve ilkeleri ortaya çıkarıp açıklamak ve bunların hayata nasıl tatbik edileceği konusunda insanlara yol göstererek onların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamaktır. Bu sebeple fıkhî tefsir, hem konusu, hem gayesi hem de toplumun ona olan ihtiyacı açısından büyük önem arzeden değerli bir ilmî faaliyettir. Zira esas gönderiliş amacı ihtiva ettiği hükümlerle amel edilmesini sağlamak olan Kur'ân, 34[34] inananlardan öncelikle Allah'ın indirdik-leriyle hükmetmelerini istemektedir. Allah'ın indir diki eriyle hükmetmeyen-leri kafirler, 35[35] zalimler36[36] ve fasıklar37[37] olarak nitelemektedir. Bu durumda inananlar açısından Kur'ân'ın muhtevasının bir parçasını oluşturan amelî hükümlerin bilinmesi de dini bir zorunluluk arzetmektedir.
Fıkhî tefsir geleneğinin Kur'ân'ın hemen hayata geçirilmesi gereken ibadet ve muamelata dair âyetlerinin nüzulüyle başladığı söylenebilir. Bu dönemde fıkhî tefsirin önemli iki kaynağı vardı: Kur'ân ve Sünnet. Vahiy dönenimde âyetlerin peyderpey inişi devam ettiğinden özellikle ahkâma dair ayetler birbirini neshedebiliyor veya içerik bakımından sonra nazil olan âyet oncekininin kapsamını genişletip daraltabiliyordu. O nedenle bütün tefsir faaliyetlerinde olduğu gibi fıkhı tefsirde de bir hüküm âyetini açıklamanın en kesin ve güvenilir yolu, öncelikle Kur'ân'a müracaat etmektir. Zira bir yerde mücmel bırakılan bir hüküm âyeti, bir başka yerde ayrıntılı olarak açıklanmış olabiliyordu. Meselâ, "Size okunacak olanların dışında kalan sizin için helal kılındı"38[38] âyetinde "okunacak olanlar" ifadesi mücmeldir. Bu mücmellik yine aynı sûrede yeralan "Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen... size haram kılındı"39[39] âyeti ve bir başka sûrede geçen "De ki: Bana vaholunanda leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka... haram kılınmış bir şey bulamıyorum"40[40] âyeti ile ortadan kaldırılmıştır.
Vahiy döneminde fıkhı tefsirin ikinci Önemli kaynağı ise onun en yetkili açıklayıcısı olan Allah Resûlü'nün beyanı/sünnetidir. Nebevi beyanın önemi ahkâm âyetlerinde daha da artmaktadır. Zira ahkâm âyetlerinin ekseriyeti açıklamaya muhtaç mücmel ve külli kaideler şeklindedir. Bunların doğru bir şekilde uygulanabilmesi yine bu konuda yetkili kılınan biri tarafından yapılacak beyana muhtaçtır. Bu yüzden Resûlullah'ın (sav) gerek sözlü gerekse fiili olarak Kur'ân'm ahkâmına dair yapmış olduğu beyanlar, resmî tefsir ve şerh niteliğinde olup fıkhı tefsir faaliyetinde büyük önem arzetmektedir. 41[41]
Allah Resûlü'nün güzide talebeleri ashab-ı kiram Kur'ân'i, herşeyden önce ondaki dinî-ahlâkî ilkeleri öğrenip hayata geçirmek maksadıyla okur ve anlamaya çalışırdı. Bu yüzden özellikle amelî yönü ağır basan ahkâm âyetlerini anlamak ve bellemek için özel bir çaba sarfederler, âyetlerin uygulamaya dönük olmayan kelam, edebiyat, kıssa vb. yönleriyle umumiyetle meşgul olmaktan kaçınırlar, pratik değer ifade etmeyen ayrıntı ve İnceliklere dalmazlardı. 42[42] Nitekim Ibn Mes'ûd'un sahabe nesli ile sonraki nesiller arasında yaptığı şu mukayese bu bakımdan dikkat çekicidir:
"Bize Kur'ân âyetlerini ezberlemek zor, fakat onlarla amel etmek kolay gelirdi. Onlara ise Kur'ân âyetlerini ezberlemek kolay, fakat onlarla amel etmek zor gelmektedir." 43[43]
Fıkhî tefsir faaliyetlerinde Resûlullah'ın sünnetinden sonra ashabın yorum ve içtihatları da büyük önem taşımaktadır. Onların açıklamalarını önemli kılan unsurların başında ise, kuşkusuz, onların Allah Resûlü'ne mülâki olup onun örnek davranışlarından, söz ve fiillerinden ilham almaları, bunun yanında kendi dillerinde inen vahyi yakından takip ederek kendi Örf ve âdetleri ile âyetlerin iniş sebepleri arasındaki ilişkiyi görüp teşri ruhunu ve şeriatın göz önünde bulundurduğu asıl maksatları kavrama becerisi kazanmış olmaları, esbab-ı nüzul ve nasih-mensuh bilgisine tam vukûfiyetleri, bunlara ilave olarak da Arap dili ve üslûbuna, fesahat ve belagat esaslarına hakimiyetleri gelmektedir. Bütün bu hususlar dikkate alındığında ashabın, Kur'ân'ı tefsir etmede insanların en muktedirleri olduğunu teslim etmek gerekir. 44[44]
Ashap ahkâm âyetlerini tefsir ve tevil faaliyetlerinde öncelikle Sünnet'i esas alıyorlar, şayet Sünnet'te aradıklarını bulamazlarsa, içtihat yoluna gidiyorlardı. Bu meyanda Hz. Ömer'in hırsızlık haddi, müellefe-i kulûb, talak, ganimetler vb. konulara ait bazı âyetlerle ilgili yorum ve tatbikleri calib-i dikkattir. 45[45]
Hülefâ-yi Raşidîn döneminden sonra Emevîler döneminde ise daha önceleri muhtelif beldelere dağılarak ayn ayrı merkezlerde ilmî faaliyetler yürüten ashap döneminden farklı olarak değişik hoca, sosyo-kültürel yapı ve coğrafî çevreden kaynaklan bir gruplaşma ve merkezleşmenin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu gruplaşma neticesinde Mekke ve Medine'yi içine alan Hicaz Okulu ile Küfe ve Basra'yı içine alan Irak Okulu teşekkül etmiştir.
Abbasîlerin ilk dönemlerinden itibaren de fıkhî ahkâm istinbatı ve içtihat faaliyetleri fevkalade bir yoğunluk kazanmış, fakihler arasındaki ihtilaflar da o nisbette artmıştır. Emevîler döneminde coğrafya, hoca ve ilmî malzeme farkından kaynaklanan gruplaşma, artık bu devirden itibaren içtihat usûl ve yöntemine dayanan bir gruplaşmaya dönüşmüş ve bundan Ehî-i Rey ve Ehl-İ Eser adı verilen fıkıh medreseleri doğmuştur. 46[46] Bu devirden itibaren bir taraftan ahkâm âyetlerinin tefsiri mahiyetinde müstakil eserler ortaya çıkarken, diğer taraftan da başta ahkâma dair olanları olmak üzere hadislerin toplanıp konularına göre tasnif edilmeye başlandığı görülmektedir. Hicrî ikinci asrın sonlarından itibaren de artık İslâm coğrafyasında mezhep taassubu ve fırkacılık düşüncesinin iyice yerleştiği ve ilmî çalışmalarda içtihadın yerini taklidin aldığı görülmektedir. Bu taassubun belirtileri hem halk kesimlerinde hem de ilmî çevrelerde hissedilir hale gelmişti. Daha önceleri birbirleriyle sıkı bir münasebet içinde olan ve ilmî alışverişlerini devam ettiren çevreler artık kendi mez-hebî düşüncelerini savunmak için eserler kaleme almaya başlamışlardır. Daha önceleri diledikleri alime soru sorup aldığı cevaba göre amel eden halk kesim-erı, artık sadece mensubu bulunduğu mezhebin alimlerine müracaat ederek sorununu onunla halletme yoluna gitmeye başlamıştır. Bu devirden itibaren ahkâm âyetlerine dair müstakil tefsir eserleri yazılmaya başlamış ve bu tür telif çalışmaları günümüze kadar artarak devam etmiştir. 47[47]
Bazı kaynaklarda fıkhı tefsir sahasında kaleme alman ilk eserin trnam Şafiî'nin (ö. 204/820) Ahkâmü'l-Kur'ân'ı olduğu ifade edilse de48[48], doğrusu bu alanda ilk telif eseri, Şafiî'den yarım asır kadar önce vefat etmiş olan Mukatil b. Süleyman'ın (ö. 150/767) günümüze kadar ulaşmış bulunan Tefsirü hamse mie âye mine'i-Kur'ân adlı eseridir. 49[49] Mezhebi düşüncenin iyice yerleştiği hicrî III. asırdan sonra Hanefî, Şafiî, Maliki ve Hanbelî mezheplerine bağlı fakihle-rin yanında Zeydiyye, İmâmiyye ve Zâhiriyye gibi Ehl-i sünnet dışında kalan bazı mezheplere mensup fakihler tarafından da ahkâmü'l-Kur'ân'a dair değişik hacimde eserler kaleme alınmış ve ahkâm âyetleri, benimsenen mezhep görüşünü teyit edecek biçimde tefsir ve tevil edilmeye çalışılmıştır. 50[50]
Dostları ilə paylaş: |