A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller;
«Âlem» adı verilen gördüğümüz şu varlıktan çıkarılan delilleri dört gurupta toplayabiliriz :
1- Hudûs (sonradan var olma) delilleri Bunlar bu âlemde .görülen varlıkların hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2- İmkân delilleri : Bu âlemin vücûdundan, yâni yokken var olmasından çıkarılan delillerdir.
3- Hareket delili :, Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4- İbda' ve İHet-i Gâiyye delili : Âlemdeki nizamdan, her şeyin bir gayeye göre yaratılmış olmasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunların herbirini beyân edelim. Ancak bu kitabın hazırlanmasındaki gaye bakımından, delillerin münakaşasına girmiyerek, yalnız bu delilleri izah etmekle yetineceğiz.
1- Hudûs Delilleriyle, Allah'ın Varlığını İsbat:
Bu âlemin hadis olduğu esasına dayanan hudûs delillerini beyân etmeden önce, şu hususu bilmemiz gerekir :
Biraz sonra izah edeceğimiz gibi, bu 'âlem hadistir. Yâni, yok ik#n sonradan var olmuştur. O halde evveli olmayan «Kadîm» bir faile muhtaçtır.
Yine ileride beyân olunacağı gibi, bu mümkindir. Yâni; vücûdu kendi zâtının muktezâsı (icabı) olmayıp, vücudu da, ademi de zâtına nisbetle müsavidir. O halde, bu âlem, varlığını yokluğuna tercih ederek, yok iken onu var eden bir müreccihe, bir mucide muhtaçtır. Bu mucidin de vücûdu zâtından, yâni Vâcib'ul - Vücût olması gerekir. Şu hâle göre bu âlem bir mucide (yaratıcıya) muhtaçtır.
Bu ihtiyâcın illeti (sebebi) nedir?
Bu ihtiyâcın illeti; hudûs mudur, yoksa imkân mı?
İşte bu husus, Kelâm âlimleriyle, filozofları ihtilâfa ve münakaşaya sevkeden mühim bir konudur.
Biz burada, bu önemli konuya kısaca işaret edeceğiz.
«Mâtekellimûn» diye anılan Kelâmcılarm ekserisi, bu ihtiyâcın illeti (sebebi) «Hudûs»'tur, derler.
Filozoflar ise, bu illetin hudûs olmayıp, «İmkân» olduğu ka-naatindedirler.
Bâzı Kelâmcılar, filozofların bu görüşüne iştirak etmişlerse de diğer bir kısım kelâmcı, üçüncü bir görüşe sahipdir. O da; bu ihtiyacın illeti, «İmkân ile birlikte hudûs»'dur, fikridir. Herbirinin görüşünü destekleyen deliller vardır 173
Bu kısa bilgiden sonra «Hudûs» esasına dayanan delilleri izaha geçebiliriz :
a) Cisimlerin Hudûsu Esasına Dayanan Delil :
Mütekellimûn (İslâm Kelâmcıları), bu delili şöyle bir kıyâs yoluyla beyân ederler :
Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hadistir (Sonradan var olmuştur).
Her hadis mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır.
O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da Allahu Teâlâ'-dır.
Şimdi, nazarî ve delile muhtaç olan bu kaziyye (önerme) 'lerin herbirini açıklayarak, vardığımız neticenin doğru olup olmadığım inceleyelim.
Bu âlemin hadis olduğu müşahede (gözlem) ve aklî delillerle sabittir. Şöyle ki :
Âlem; «A'yân» denilen «Cevher»'den ve bu cevherle kaaim olan «Arazlar»'dan meydana gelmiştir. Daimî bir hareket ve değişmeler halinde olan cevherler ve arazlar hadîstir. Çünkü bir halden diğer bir hale değişen herşey, yeni oluşlar hâlinde bulunduğundan hadistir. Bu hususu biraz daha açıklayalım :
Cevherle kaaim olan arazlar, İslâm âlimleri nazarında şunlar-; dır :
Hareket; sükûn, içtima' ve iftirâk (ayrılma) adları verilen Ek-vân-ı erbaa (dört oluş).
Her biri bir keyfiyet olan; renkler, kokular ve tadlar (yiyecek ve içeceğin verdiği lezzetler)'dir. Bunların herbirinin bildiğimiz çeşitleri vardır.
Bu arazlar, münferit veya mürekkeb cisimlere arız olan ve onlara değişik haller, şekiller veren sıfatlardır.
İşte bu arazların hepsi, hadistir, sonradan var olmuştur.
Bunlardan bazılarının hudûsu his ve müşahede (gözlem) ile sabittir. Görmekte olduğumuz; sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık gibi...
Bazılarının hudûsu da, delil ile sabittir. Hareketin gelmesiyle yok olan sükûn, aydınlıkla yok olan karanlık, siyahlıkla yok olan beyazlık gibi... Çünkü bu gibi arazlar yok olduktan sonra görülmez. Fakat, hadîs olduğu aklî delille sabittir. Zira, hadis olmasaydı, vâcib olması gerekirdi. Eğer vâcib olsaydı, zıdlarınm gelmesiyle yok olmaması gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyor. O halde vâcib değil hadîstir. Yani vücudu zâtının icabı değil, başkası tarafından sonradan var edilmiştir.
İşte böylece, bütün arazların hadîs olduğu (bazısı müşâhade, bazısı delil ile) sabit oldu.
Hudûsu sabit olan arazlar, kaaim oldukları cevherlerin de hadis olduğuna delil teşkil eder. Çünkü :
Cevherler, kendilerine ânz olan hadiselerden asla hâlî değildir. ğildir.
Hâdiseden hâlî olmayan herşey hadistir.
Bu iki kaziyyeyi isbat edersek, bütün cevherlerin hadis olduğu gerçeği de isbat edilmiş olur.
Birinci kaziyye doğrudur. Çünkü : Her cisim veya cevher hareket veya sükûnden hâlî değildir. Zira her cisim, mutlaka bir boşlukta (hayyizde) bir yerde bulunur.
Eğer orada kalır ve başka bir yere intikal etmezse sükûn halindedir. Sakindir (Sükûn; bir yerde, iki zamanda iki oluştur.
Eğer cisim, ilk yerinde kalmayıp, ikinci bir yere intikal ederse, hareket halindedir. (Hareket; iki yerde, iki zamanda iki oluştur.) Bu iki halin üçüncüsü yoktur.
O halde; «Cevherler kendilerine arız olan hâdiselerden asla hâlî değildir» diyen birinci kaziyye isbât edildi.
İkinci kaziyyenin isbâtına gelince :
Hâdiseden hâlî olmayan şey, hadis (sonradan var) olmayıp, kadîm (ezelden var) olsaydı, ondan hiçbir zaman ayrılmayan ve 1 dâima lâzımı bulunan hâdiseler de, onunla birlikte ezelde mevcut olurdu. O vakit, o hâdiseler de onun gibi kadîm olurdu ki; bu aklen * muhaldir. Çünkü hadis, yani sonradan var olan bir şey, kadîm, yani ezelî olamaz.
îşte böylece, cisim ve cevherlerin de, arazlar gibi hadis olduğu, dolayısiyle cevher ve arazlardan teşekkül eden bu âlemin de, suretiyle ve maddesiyle hadis olduğu gerçeği isbat edilmiş olur.
Bu âlemin hadis olduğu, yani bir zaman yokken bizce bilinmeyen bir müddet sonra maddesiyle, sureti ve bütün cüzleriyle var olduğu sabit olunca, sonradan var olan her hadis gibi bu âlemin de bir mnhdise, yâni bir mucide, (yaratıcıya) muhtaç olduğu sabit olur. Bu, «İlliyet» kanununun 174 tabiî bir neticesidir,
O halde bu âlem de, var oluşunda bir yaratıcıya, bir mucide muhtaçtır. O yaratıcı ise; bu âlem cinsinden olmayan, varlığı zâtının icâbı, yani Vâcibü'l - Vücût olan mutlak kemâl sahibi Aîlahu Teâlâ'dır 175
Bu neticeye varmak, zorunlu ve kesindir. Çünkü, sonradan yaratılan bu âlemin, vâcibü'l - vücûd (varlığı zâtının îcâbı) olan Allah tarafından değil de, Allah'dan başka bir fail tarafından yaratıldığını farzetsek, sonunda mutlak kemâl ve kudret sahibi, vücûdu zâ-tıyla kaim bir Allah'ın varlığına yine ulaşırız. Zira deriz ki :
Bu âlemi yaratan varlık, vâcibü'l vücûd değilse, mümkini'l - vü-cûddur. Yâni vücûdu sonradan var olmuştur. O halde o da, varlığında başka bir faile, mucide (yaratıcıya) muhtaçtır. Şayet, o da, bu fail gibi, başka bir faile muhtaç ise, faillerin böylece sonsuzluğa doğru teselsül edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise, Kelâm-cılar ve Filozoflar nazarında bâtılda. O halde, var olduğu farzedilen bu failler silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan ekmel, vücûdu zâtının icâbı olan bir varlığa dayanması şarttır. îşte bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ'dır.
Görüldüğü üzere bu netice ve Hakk Teâlâ'nın varlığını isbat eden birçok deliller, teselsülün bâtıl olduğu esasına dayanmaktadır.
Bu sebeple, teselsülün bâtıl olduğunu beyân eden birçok deliller zikredilmiştir. Biz burada «Burhân-ı Tatbik» adiyle şöhret bulan delili beyan etmekle yetineceğiz. 176
Dostları ilə paylaş: |