İKİNCİ KISIM BİRİNCİ BÖLÜM
İslam'da Îmanto Haktkatı Ve Amel İle Olan Münasebeti
Önemli Bir Açıklama :
Önsözde de belirttiğimiz gibi, İslâm inançları ve îmân esasları, kitabımızın bu kısmında ve ikinci cildinde incelenecektir. Bu inançlar, bütün ana kaynaklarda ve llm-i Kelâm kitaplarında üç büyük kısımda tetkik ve beyan olunmaktadır :
1- Jlâhiyyât (Allah «c.c.» ile ilgili bahisler)
2- Nübüvvât (Peygamberlik ile ilgili bahisler)
3- Sem'iyyât (Âhiret ve ahvâli ile ilgili bahisler)
«İlâhiyyât» adı verilen kısımda; Hak Teâlâ'nın zât, sıfat ve efâ-li ile ilgili îmân meseleleri, yâni Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Kaza ve Kader-i ilâhîsine îmân konuları,
Nübüvvât» adıyla anılan kısımda; Peygamberlere îmân, Peygamberlik ve Peygamberlerle ilgili konular, Vahiy, îlham, Mucize gibi inanç mes'eleleri,
«Sem'iyyât» adıyla tanınan kısımda da, Âhirete îmân, ölümden sonra dirilme ve İkinci Hayat, Hesap, Sırat, Cennet ve Cehennem gibi Âhiret Ahvâli, yâni bilinmesi vahye ve işitmeye dayanan îmân mes1-eleleri beyan ve isbat edilmektedir. Gerçekte ise, «Nübüvvât» bahisleri de «Sem'iyyât» tan sayılır.
Bütün bu konular ve îmân esasları incelenerek her biri açıklan-
diktan sonra, Kelâm ilminde sık sık kullanılan, îmân, küfür, mü'min ve kâfir gibi dînî terimler her birinin hükümleri hakkında bilgi verilmektedir. 115
Ancak biz, İslâm inançlarını ve îmân esaslarını tetkik ve izah gayesiyle hatırladığımız bu kitapta, îmân mes'elelerini beyana girmeden önce, îmân ve onunla ilgili bahisleri, -önemine binaen- müstakil bir bölümde inceleyerek, bu mühim konuda okuyucularımıza özlü bir bilgi vermeyi daha uygun ve faydalı bulduk. Esasen, îmân esaslarını beyana geçmeden önce «îmân nedir?» sualine cevap vermek, îmân kelimesinin aslını iûgat ve ıstılah mânâlarını anlamak, bu konudaki çeşitli görüşleri ve bu görüşler içinde hangisinin kabule şayan olduğunu bilmek, hem daha lüzumlu, hem de daha isabetli bir yoldur.
İşte bu sebeple bu bölümü, «İslâm'da îmânın hakikati ve amel ile olan münasebeti» ne, diğer bölümleri de Allah'a ve diğer îmân esaslarını açıklamaya ayırmış ve tahsis etmiş bulunuyoruz.
İmân ve tasdik'în lügat manâları116
1 îmânın Lügat Mânâsı :
Dilcilere göre «îmân» kelimesi, emân ve emniyet» mânâsına gelen ve korkunun zıddı (karşıtı) olan «Emn» masdarmdan alınmıştır.
«îmân», «If al» vezninde olup, «âmene» fiilinin m as d arı dır. Çünkü îmân kelimesi aslında, «Emn» den «Emân» idi. Kelimenin başına hemze gelince «îmân oldu. Arap dili gramer kaidesine göre «i» okunan kesreli hemzeden sonra gelen ikinci hemze «Ya» ya çevrilir. Bu kaide uyarınca «î'mân» «îymâ-n» = oldu.
«îmân» kelimesindeki hemze, Arap diline, göre «Ta'diye» (Geçişli) veya «Sayrûret» (Olmak) mânâlarında kullanılır.
Hemze «sayrûret» için olursa, îmân, «emin olmak, kalbi itimad ve sükûna kavuşturmak» mânâsını ifâde eder ki, buna Türkçemiz-de «inanmak» denir.
Bütün dilcilere göre îmân Arap dilinde, «mutlak tasdik etmeks demektir. Yâni, bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek, inanmak, onu doğrulamak ve doğru söylediğini kabul etmektir. O kadar ki, bu tasdikle kalp emniyete, huzur ve sükûna kavuşur. Söylenen söz veya sözün sahibi tekzip edilmekten (yalanlanmaktan) emin ve mutmain olur.
îmân kelimesi, ya da olduğu gibi bizzat, veya de olduğu gibi (Ba) ile, yahutta da olduğu gibi «Lâm» ile
ta'diye eder (mef'ul alır). Ancak, «Ba» ile ta'diye ederse, «îkrar ve itiraf», «Lâm» ile ta'diye ederse, «İz'an ve kabul» mânâsını ifade eder.
Bu izahattan anlaşılacağı üzere, «If'al» vezninde masdar olan ve «mutlak tasdik» mânâsına gelen «îmân» kelimesiyle, bu kelimenin aslı olan ve «Emân ve emniyet» mânâsına gelen «Emn» masdan arasında, -mânâ bakımından- sıkı bir münasebet vardır. Zira, her iki kelimede de, «verilen haberi ve haber sahibini tekzibden ve muhalefet korkusundan emin kılmak» mânâsı bulunmaktadır.117
2 Tasdik ile Marifet Arasındaki Münasebet:
Tasdik; bir haberi veya bir hükmü, iz'an ile kesin olarak kabul etmek, verilen haberi ve haber sahibini tekzipten (yalanlamaktan) emin kılmaktır.
Tasdikle aranan iz'anin mânâsı; vakıaya (realiteye) uygun olan ve «îtikâd-ı câzim» denilen kesin maçtır ki, bu kesin inanç, kalbte kesb ve ihtiyar ile.hâsıl olur ve kalbe itmi'nan, huzur ve sükûn verir. Yâni tasdikte, kesb ve ihtiyara dayanan iz'an şarttır. îz'an olmazsa, ona, «marifet» denir. Çünkü :
Marifet; bir şeyin, kesb ve ihtiyar olmadan, kalpte birdenbire hâsıl olmasıdır* Bir kimsenin, gözünü, açınca, güneşi doğmuş görmesi, veya bir Peygamberin mucizesini görünce kalbinde Peygamberi tasdikin hemen belirmesi gibi... Bu bakımdan marifet, tasdikten daha geneldir. Çünkü, itmi'nân-ı kalb obuadan hâsıl olan şey, tasdik değil, marifettir. Zira bir şeyhi tasdik, olabilmesi için, onda, rızâ-* kalb ve teslimiyet şarttır. Ancak, tasdikte aranan iz'ân'ın yüzde yüz derecede yakîn ifade etmesi şart koşulmadığından, «zann-i gâlib» dediğimiz avamın tasdiki, yâni mukallidin imânı Ehl-i Sünnete göre kâfi ve makbul gömülmüştür. Fakat bu gibi tasdikler zann-ı galip olduğundan, hakîkî îmân olmayıp, îmân-ı hükmî» denilen ve îmânda kâfi görülen tasdiklerdir.
Bu esasa göre dilciler, kesinlik ve zann-ı galip ifâde etmeyen, «Zan», «Şüphe» ve «Vehim»i tasdik derecesinde görmemişler, dola-yısiyle îmândan saymamışlardır.118
3- Mutlak Tasdikin Derece ve Nevileri:
Her. tasdik, meselâ; «Allah'a ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'e inandım» cümlesi gibi kaziyye (önerme) olduğundan, bir hüküm ifade eder. Hüküm de, taallûk ettiği (ilgili olduğu) şeye göre çeşitli mânâlar alır.
Meselâ îmân esaslarına, yâni : «Allah'a îmân ettim.» demek, «Allah'ın birliğine, bütün kemâl sıfatlariyle muttasıf her türlü noksandan münezzeh olduğuna», «Hz. Muhammed (s.a.v.)'e îmân ettim.» demek, «Hz. Muhammed'in Hak Teâlâ tarafından gönderilen bir elçi ve her sözünde doğru ve sadık olduğuna», «Meleklere îmân ettim» demek, «Meleklerin, Allah'ın kızları veya ortakları olmayıp, erkeklik ve dişilikten münezzeh dâima Allah'ın her emrine uyan, masum ve mükerrem (şerefli) yaratıkları olduğuna», «Kitaplara inandım» demek, «Bu kitapların, Allah tarafından indirildiğine, ilâh) hikmete ve kulların menfaatine dayandığına», «Âhirete inandım» demek, «İkinci ve ebedî bir hayatın mutlaka kurulacağına», «Kadere inandım» demek de; «Hayır ve şer, hülâsa her şey, Allah'ın ilâhî hikmet, takdir ve jineşîyetine (iradesine) dayandığına» inanmak mânâlarını ifâde eder.
Görüldüğü gibi, herbirinde tasdik bulunan bu îmân nevilerinin hepsinde bir hüküm bulunmakta, bu hükümler de, ilgili olduklar» şeylere göre çeşitli mânâlara gelmektedir. Ancak hepsi de, «Kabul ve itiraf» mânâsını ifade etmektedir.
Şu hususu da belirtmek isteriz ki, tasdikin asıl kaynağı söylenen sözün doğru ve sâdık olmasında, sözün sâdık olmasının ölçüsü ise, verilen hükmün sâdık ohnasmda, yâni o hükmün gerçeğe (realiteye) mutabık ve muvafık, yani uygun olmasındadır. Zihinde tasavvur olunan veya kalpte bulunan bir inanç, hariçteki veya nefs-i emirdeki gerçeğe mutabık ve muvafık ise, zihin ve kalpteki o hüküm, doğru ve sâdık, mutabık değilse, kâzib ve yanlıştır.
O halde îman ve tasdikte esas; tasdik edilen şeyin doğru ve gerçek olduğunu tereddütsüz kabul ve itiraf etmektir.
Tasdik edilerek inanılan şey, görülen ve fiilen mevcut olan bir şey ise, bu tasdike «Tasdik-i Şuhûdî», gözle görülmediği halde varlığına delâlet eden bir delil veya eser vasıtasiyle biliniyorsa, bu gibi tasdiklere de «Tasdik-i Gaybî» denir.
Eğer gâib olan, yani görülmeyen îman mevzuu, eşi, benzeri ve sonu olmayan sonsuz bir varlık olursa, gayba olan bu tasdik-i gıyabî, muayyen bir ilim olmayıp, sonsuz ve mutlak bir îtikâd olur. îşte îman dediğimiz bu tasdik nevi, ilmin.hem başı ve esası, hem de sonu ve gayesidir. Bu şekilde mutlak bir îmana lâyık olan yegâne varlık ise, ancak ve ancak Hak Teâlâ'dır.
Netice ilarak diyebiliriz ki; îmanın tazammun ve ifade ettiği mutlak tasdik, dilciler nazarında;
a) Ya kavlî (yani sözle),
b) Veya fiilî (yani, iş ve amel ile) olur.
Kavlî olan da; biri kalbî (yani kalp diliyle), diğerime lisânı [bizzat dil ile, telâffuz şeklinde) olmak üzere iki türlüdür.)
0 halde dilcilere göre tasdikin uç nevi ve derecesi vardır :
1- Kalb ile yapılan tasdik : Yani bir kimsenin, herhangi bir şeyi kalbiyle kabul ve itiraf ederek, onun, doğru ve gerçek olduğundan emin olmasıdır.
2- Bizzat dil île yapılan tasdik : Bu da, herhangi bir şeyin doğru ve gerçek olduğunu kendisi ve başkası duyacak şekilde onu söz şeklinde diliyle söylemesidir.
Dil ile yapılan tasdik de, iki türlüdür :
a) Hakîkî,
b) Zahirî.
Hakiki olanda; dil ile tasdik edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani, dil ile kalb, tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahib olan, hakikaten inanmış bir mü'mindir.
Zahiri olanda ise; dil ile tasdik edilen, kalb ile tekzip olunarak yalanlanır. Yani dil başka, kalb başkadır. Bu şekilde yalnız dil ile yapılan tasdik, zahirî, belki maksatlı bir tasdik olup, kalbi dilinin söylediğini inkâr edip yalanlamaktadır. Bu gibi tasdikler, din dilinde «münafık» adı verilen, yâni zahiren mü'nıin, hakikatte kâfir olanların halidir.
3- Tasdik-i fiilî denilen ve söylenen sözün gereğini bilfiil icra etmek suretiyle yapılan tasdik şeklidir. Bunun da çeşit ve dereceleri vardır.
Zira tasdik-i fiilî :
a) Ya hem dil ile, hem de kalb ile inanılan bir inancın eseridir ki, bu en makbul ve geçerli olanıdır. Çünkü kalb, inanıyor, dil ikrar ediyor, âzâlar inanılan ve ikrar edileni yapıyor.
b) Veya bunlardan birinin eseridir. Yani yapılan işe, ya kaîb ile inanılır, veya inanılmaz. Birincisi makbul, ikincisi ise sözde kalan «riya»dan başka bir şey değildir. Bu da makbul olmayan ve uygun görülmeyen «nifak» alâmetidir.119
H- Istılahta Ve Şerîat Dtltnde Îmai
1- Din ve Şeriat Dilinde imanın Mânâsı : Peygamberimiz Hz. Mu hanımeli (s.a.v.)'ın, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dînî esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, iz'ân ve kabul ile bunların tamamını tasdik ve itiraf etmektir. Yani, Allah'a, Hz. Muhammed*-in en sön Peygamber olduğuna ve «Zarûrât-ı Dîniyye» 120 denilen îs-lâmî esasları, hükümleri ve haberleri Allah katından getirdiğine tereddütsüz ve kesin olarak inanmak, bunların tamamını iz'ân ile kabul ve itiraf etmektir.
Görüldüğü gibi, îman'ın lügat ve şeriat mânâları arasında, mutlak tasdik bakımından bir fark olmayıp, taalluk ettiği ve ilgili olduğu konular ve îmanın hakikati bakımından genellik ve ÖeeUik vardır. Çünkü :
Dilciler nazarında îmanın konusu, mutlak ve geneldir. Zira dilciler, herhangi bir şeyi tasdik etmeye «îman» derler. Bu esasa göre lûgavî îman hak ve hayra delâlet ettiği gibi, bâtıl ve şerre, hattâ «mâlâyânî» denilen faydasız ve abes şeylere de şâmil olur. Meselâ; şirke, şeytan sözüne, küfür ve zulmün hayır olduğuna inanmak, lû-gaten birer îmân sayıldığı halde, bu gibi tasdikler din nazarında birer küfürdür. Esasen, dilcilerce îmânın hakikati, mutlak tasdiktir.
Eu tasdik, kalb ile, dil ile veya fiil ile yapılan tasdiklere şâmil olduğundan, geneldir.
Şeriat dilinde ise îmân, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in getirdiği ve Allah tarafından kendisine vahyedildiği kesin olarak bilinen şeyleri tasdik etmeye denir. Bu bakımdan din dilinde, îmân, taallûk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha şümullü ve geneldir.
Diğer bir husus da, ger'î îmânın hakikat ve mahiyeti bakımındandır. Zira biraz sonra göreceğimiz veçhile, din dilinde îmân; kalb ile tasdik midir, yoksa dil ile ikrar mıdır, veya her ikisi ile midir, veya bunlarla birlikte amel de zarurî midir? hususlarında Kelâm-cılar ve İslâm bilginleri arasında ihtilâf ve görüş ayrılığı vardır.
2 - icmali ve Tafsîlî îmân :
Yukarıda esasım açıkladığımız şeriat dilindeki îmân da; iki surette olur :
a) İcmâlî,
b) Tafsîlî.
Çünkü, inanılan şeyleri icmâlî olarak bilince, icmâlen ve kısaca îmân etmek, teferruat ve tafsilâtını nazar-i dikkate alınca dar bunlara birer birer, yani tasfîlî olarak inanmak gerekir.
a) İcmalî îmân :
Peygamberimizin tebliğ ettiği dînî esasların tamamına, tafsilât gözetmeden, toplu olarak inanmağa «îcmâlî îmân» denir. Bunun da en kısası; Allah'âan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in, Allah'ın Resulü olduğuna inanmaktır. Bu îmân, «Kelime-i Tev-hîd» dediğimiz :
«Lâ ilahe illallah, Muhammedü'r - Resûlullah»
cümlesini söylemek ve buna kalb ile tereddüt etmeden inanıp tasdik etmekle hâsıl olur. Bu, şer'î îmân'in ilk mertebesi ve müslüman olmanın ilk şartıdır. Çünkü bu cümlde, bir kimsenin îmân etmesi zarurî olan dînî hakikatlarm esası toplu olarak mevcuttur. Zira, Allah'ın yegâne hâlık (yaratıcı) ve tek mâbud, Hz. Muhammed (s.a.v.) m da, Allah'ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği dînî esas ve hükümlerine inanmak demektir. Ancak, bu dînî hükümIer tek tek öğrenilmeden, hepsine birden îmân edildiği için, bu tür-H İü îmân'a, «clcmâlî îmân» denmiştir.
İşte, âkil ve baliğ (akıllı ve bulûğ çağına erişen) her şahsa, «Kelime-i Tevhîd» ve «Kelime-i Şehâdet» de ifadesini bulan «icmâlî i mân »'a sahip olmak ve buna kesin olarak inanmak farzdır. Ancak, îmânın bu ilk kademesinde ve kapısında kalmayıp, içeriye girerek, dînin diğer îmân, amel ve ahlâk esaslarını ve hükümlerini de Öğrenmek ve bunlara da ayrı ayrı îmân etmek, her şahsin imkân ve takati île mütenasip olarak— farzdır.
b) Tafsili îmân ve İmân Esasları :
Yukarda açıkladığımız icmâlî îmân, îmânın ilk şartı olduğuna \ e bununla yetinmemek gerektiğine göre, tafsîlî îmânın birinci mertebesi, şu üç büyük esasa, yani :
1- Allah'ın varlığına, birliğine, yegâne hâlık (yaratıcı) ve i ek mâbûd okluğuna,
2- Hz, Muhammed'in, Allah'ın kulu ve en son Peygamberi olduğuna,
3- ölümden sonra dirilmeğe, Âhirete, yani İkinci ve Ebedî Hayatın mutlaka vâki olacağına kesin olarak inanmaktır.
Tafsîîî îmânın ikinci ve daha yüksek mertebesi, «kmentü» de ifadesini bulan altı îmân esasına, yani :
Allah'a, Meleklerine, Kitablarma, Peygamberlerine, Âhiret güiıune (öldükten sonra dirilmeğe, hesaba, sevap ve ikâba, cennet ve cehenneme), Kaza ve Kadere (yani hayır ve şer'rin Allah'dan olduğuna) kesin olarak inanmaktır.
Bu esaslar, Kur'an-ı Kerîm'de birçok âyetlerde tekrarlanmış 121 ve Hz. Ömer (r.a.)'ın, Peygamberimiz (s.a.v.)'den naklettiği «İmân, tslâm ve İhsan» hakkındaki uzun hadîsde ayrı ayrı zikredilmiştir 122
Ancak, Allah'a ve Sıfatlarına îmân, Kaza ve Kadere de îmân etmeyi tazammun ve ifade ettiğinden, bu husus, îmân esaslarını bildiren âyetlerde ayrıca zikredilmiyerek, bazı âyetlerde, her şeyin ilâhî takdire, yani Kaza ve Kadere tâbi olduğuna işaretle yetinîl-miştir 123
Peygamberimizin irtihâlinden (vefatlarından) önce «Kader» mes'elesîndeki tartışmalar üzerine «kadere; hayır ve şerrin Allahdan olduğuna» inanmanın da îmân esaslarından olduğu Peygamberi-mizce tasrih edilmiştir. Kendi aklı ve şahsî fikri ile değil, dâima ilâhî vahye dayanarak dînî esasları ve hükümleri beşeriyete tebliğ eden Peygamberimizin 124 hadîslerine binâen «Kaza ve Kadere îmân» da, îmân esaslarından sayılmıştır. Bu husus tevatür derecesine ulaştığından, bütün tslâm âlimlerince kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitablarında yer almıştır. Nitekim, bütün müslümanla-rm bilip inandığı «Âmentü» de îmân esaslarının altıncısı olarak zikredilmiştir.
TafsîU îmânın üçüncüsü ve en yüksek mertebesi ise :
Peygamberimiz Hz. Muhanımed (s.a.v.)'ûı, Allah (e.c.) tarafından Kitah ve Sünnet ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen haberlerin, ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve herbirine, Allah'ın ve Resulünün muradına (dileğine) uygun olarak îmân etmektir.
Bu ifadeden anlaşılacağı veçhile, Allah Kelâmı olduğu tevatür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur'an âyetleri ile, Peygamberimizin hadîslerinde zikredilen, Namaz, Oruç, Zekât ve Hacc gibi farzları, adam öldürmek, zina etmek ve yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü îmân, amel ve ahlâk esaslarını ve her biriyle ilgili dînî hükümleri öğrenerek, bunların farz, vâcib, haram, veya helâî (Bu hadisi, Buhârî, Müslim Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî, Ömer îbn-i Hattâb (r.a.)'dan rivayet etmişlerdir.)
olduklarım tasdik etmek ve hepsinin hak ve doğru olduğuna inanmak, İslâm'da îmân derecelerinin en genişi ve en yükseğidir. Çünkü bu şekilde îmân edebilmek, çok geniş ve etraflı bir din bilgisine, bütün dînî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine iz'an, irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirmektedir. Şüphe yoktur ki, böyle geniş bir bügi ve herbirine îmân, icmali ve toplu olarak «hepsine inandım» demekten çok daha zor, dolayısiyle çok daha makbuldür. Fakat, bu türlü îmân, avama ve umuma nasip ve müyesser olamaz. Bu ancak, dinin bütün hükümlerini öğrenerek, bunlara inanmak bahtiyarlığına eren âlimlere, din bilginlerine mahsustur.
O halde, buraya kadar ifadeye çalıştığımız îmân'ın derece ve mertebeleri, her şahsın imkân ve kabiliyetine göre değişir. Zira her şahıs, kendi istidat ve kabiliyetine göre mükellef ve mes'uldür. Bu 'bakımdan, genel olarak herkes için farz olan; îmânın ilk derecesi sayılan icmâlî îmândır. Zira; İslâm dairesine bu kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmiyerek, İslâm inançlarının ana kökleri olan ve yukarda zikredilen îmân esaslarmı Öğrenerek, onlara tereddütsüz inanmak her müslüman için farzdır.
Fakat, bunlara inanmakla da yetinmiyerek, bütün dînî esas ve hükümleri araştırıp, onları Öğrenen ve herbirine inanan kimseler,, îmânlarını yükseltmiş, olgunlaştırmış ve kemale erdirmiş olurlar. 125
İslâm'da İmânın Hakikati Ve Amel İle Olan Münasebeti
I Şer'î imânda Mezhepler :
îmânın lügat ve ıstılah mânâlarını ve bu mânâlarla ilgili hususları açıkladıktan sonra, önce, din ve şeriat dilinde sık sık kullanılan îmânın hakikatim belirtecek, daha sonra îmân ile amel arasındaki münasebeti beyan edeceğiz.
Yukarıda verilen izahattan, îmânın, hakikatte bir kalp ve vicdan işi olduğu anlaşılmaktadır. Zira îmân dilcilere göre, kesp ve ihtiyar ile kalpte hasıl olan tasdik, yani verilen haberi, kabul ve itiraf ederek, haber sahibini tekzipten (yalanlanmaktan) emin kılmaktır.
Din ve şeriat dilinde ise îmâjı'i —yukarıda belirttiğimiz veçhile— mutlak tasdik olmayıp, Hz. Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik ederek, bunları kabul ve itiraf etmektir.
Fakat bu tasdik ve itirafın masdarı ve kaynağı nedir? Yalnız kalb midir? Yalnız dil midir? Veya her ikisi birden midir? Yoksa, bunlarla beraber azalarla yapılan ameller, işler midir?
îşte bu hususta İslâm âlimleri ihtilâf etmiş, dolayısiyle birçok mezhepler vücuda gelmiştir. Biz burada bu mezhep ve fırkaların en meşhurlarını beyan edecek, sonra Ehl-i Sünnet mezhepleri olarak şöhret bulan iki büyük mezhebi ve delillerini açıklayacağız.
Bu mezhepler :
A) Kerrâmiyye Mezhebi :
Bu mezhebe göre şer'î îmân; yalnız «tasdik-i feavlî»'den, yanı dil île ikrardan ibarettir. Bunlara göre, Allah'ın birliğini, Hz. Mu-hammed'in hak Peygamber olduğunu ve Allah tarafından getirdiklerini dili ile ikrar edenler, kalbleriyle tasdik etmeseler dahî, mü'min sayılırlar. Kendilerine islâm ahkâmı tatbik edilir. Şayet dil ile ikrarla beraber, kalpte tasdik de varsa, o şahsın içi de dışı gibi mü'-mindir. Eğer münafık ise, yalnız dışı mü'min, fakat içi kâfirdir. Kalbiyle inandığı halde, inancını diliyle izhar etmezse mü'min değildir. Fakat ölünce Cennete girer 126
Görüldüğü üzere Kerrâmiyye, şer'î îmânda, «tasdik~i kavlî» dediğimiz, dilciler nazarmdaki mutlak tasdikin en zayıf ve aşağı derecesini esas almışlar, delil olarak da; Peygamberimizin ve Sahabenin, «Kelime-i Şahadet» getirenlerin kalblerini araştırmadan, onları «mü'min» kabul etmelerini göstermişlerdir.
Fakat bu esasa göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, dilleriyle inanmış gözüken münafıkların da hakîkaten mü'min olmaları gerekir. Halbuki bu gibilerin mü'min olmadıkları Kur'an-ı Kerîm'de açık olarak zikredilmiştir 127 Çünkü tasdik, bir kalb fiilî, inanmak, bir gönül ve vicdan işidir
B) Havâriç Fırkası ve Mû'tezile Mezhebi :
Şer'î îmânı, yalnız bir «Fiil-i lisân», yani yalnız dil ile ikrar sayan Kerrâmiyye'ye mukabil, Havâriç ve Mû'tezile, şer'î înıân'm; dil ile ikrar ve kalb ile tasdikten başka, bunları amel ile tatbik ederek uygulamak olduğunu iddia etmişlerdir: Bunlara göre şer'î îmân hem fiil-j kalb, hem fiil-i lisân, hem de fiil-i cevârihdir. Yani şer'î îmânın üç rüknü vardır. Bunlar :
Resûlullah'ın, Allah tarafından getirdiği ilâhî esasları/.
a) Kalb ile tasdik,
b) Dil ile ikrar,
c) Azalarla tatbik etmek, yani bunlarla bilfiil amel etmektir.
O kadar ki, bu üç rükünden biri bulunmayan, meselâ kalbiyle tasdik ve dili ile ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen kimse, mü'min sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında kâfir, Mû'tezile nazarında ise, ne mü'min ne kâfir, fakat ameli terkettifi için «fâsık» sayılır 128
Hattâ, îmândan bir rükün sayılan amelden maksat, Mû'tezile-nin çoğunluğuna göre «yalnız Vacipler» olduğu halde, Haricîlerin çoğuna göre «nafile» hükmünde olan şeyler de îmân'm rüknü sanılan «amel»'e dahildir!.;
Bu iddiaya göre, herhangi bir farzı değil, nafile hükmünde olan bir ameli terkeden kimse, mü'min olamayacağından, kâfir sayılacaktır! Nafilelerin hepsim öğrenmek ve onlarla amel etmek çok zor, hattâ imkânsız hükmünde olduğuna göre, kimse mü'min olamayacak demektir.
Böyle bir iddianın ne derece mesnetsiz, akl-ı selim ve sağduyudan uzak olduğu aşikârdır.
Gerçi, Selef ulemâsından ve «Muhaddisûn» dediğimiz hadîs âlimlerinden bazıları ile, rivayete göre İmâm-ı Mâlik, tmâm-ı Şafiî ve Evzâî gibi mezheb imamlarının serî îmânı :
«İkrârun bil lisân,"' tasdiklin bil cenan ve amelün bil erkân».
Yânî; «Dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve (dinin) rükünleriyle amel» şeklinde tarif ettikleri, Kelâm kitaplarında bildirilmektedir.
Fakat bu fikre sahip olan Selef ulemâsı, ameli terkeden ve din dilinde «fâsık» denilen kimselerin îmân'dan çıkarak kâfir olacaklarına hükmetmemişler, âbid ve zâhid müslümanlara tatbik edilen İslâm ahkâmının, fâsık olanlara da tatbik edileceğini ve edilmekte olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar, şer'î îmânı iki şekilde mütalâa etmektedirler :
Biri, er geç cennete girme imkânını sağlayan «Esâs-ı îmân», (îmânın esâsı)'dır ki, bu yalnız kalb ile tasdikle veya tasdikle birlikte dil ile ikrarla olur.
Diğeri ise, insanı cehennem azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren «Kemâl-i îmân», yâni îmân'm kemâlidir. Şüphe yoktur ki amel, yani dînî emir ve esaslara uyarak, yasaklardan kaçınmak îmânın kemâlinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen mey-vesidir.
Bu açıklamadan anlaşılacağı gibi, yukarıdaki tarif, gerçekte, «asıl îmân»'m değil, «kemâl-i îmân»'ın yani kâmil îmânın tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı Hadîscilerin bu görüşü, Havâriç ve Mû'tezile görüşleriyle ilgili olmayan, mâkul ve makbul bir görüştür 129
Mû'tezile, yukarıda beyan ettiğimiz mezheblerini isbat etmek için bir çok deliller zikretmişlerdir. Bunların en mühimleri : '
a) İddialarını önce şöyle bir kıyas yolu ile isbata çalışırlar :
Dinen vacip olan şeyleri yapmak, dînin bizzat kendisidir. Dinden maksat, İslâm dîni, İslâm'dan maksat îmândır.
O halde vacipleri yapmak, îmândır. Yani îmân'ın rükünleri] dendir.
Birinci kaziyye (önerme) ye, O, en doğru din'dir» 130 âyetini delil gösteriyorlar ve diyorlar ki; «Zâ-like» ism-i işareti, bu âyetin üst tarafında geçen namaz ve zekât gibi vaciplere 131 işaret eder. O halde, âyetin mânâsı; «Namaz ve Zekât gibi vâcibleri yapmak en doğru dindir» demektir.
Dinden, maksadın îslâm olduğuna; «Allah indinde Hak din, Islâmdır» 132 âyetini, İslâm'dan maksadın da îmân olduğuna;
«Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan (dîni) kabul edilmeyecektir 133 âyetini göstermek suretiyle, vacipleri yapmanın îmân'ın rükünlerinden olduğu neticesine varıyorlar.
Ehl-i Sünnet, Mû'tezile'nin bu mühim delilini, yukarıda zikrettiğimiz kıyâs'm birinci kaziyyesini isbat için delil gösterilen âyetteki «Zâlike» ism-i işaretinin, müfret (tekil) ve müzekker (erkek için) olması sebebiyle, çoğul ve müennes (kadın için) sığasında olan «vâ-ciblere;> değil, aynı âyette geçen, müfret ve müzekker sîgasmdaki «ihlâs» kelimesine râcı olduğunu söylemek suretiyle, bu delili reddetmişlerdir. Böylece «vâcibler»'i işlemenin, —yukarıdaki âyetlere dayanarak— îmân'ın rükünlerinden olduğu, iddiasını çürütmüşlerdir.
b) Mû'tezile'nin ikinci delili;
«Allah, imânınızı zayi edecek değildir» 134 âyetidir.
Çünkü onlarca, âyetteki «İmâneküm» kelimesinden maksat, «SalâtekümVdür. Buna göre âyetin mânâsı :
. «Allah, Kudüs'e müteveccihen (yönelerek) kıldığınız namazlarınızın ecrini zâyî etmeyecektir.» demektir.
Binâenaleyh bu âyet, namaz kılmanın, îmân, yani îmândan bir cüz olduğuna delâlet eder, diyorlar.
Halbuki âyet-i kerîmedeki «îmâneküm» kelimesinden maksat, bizzat namaz değil, «namaz'ın farz olduğunu tasdikedir.
Ehl-i Sünnet'in bu tevcihine göre bu âyet, Mû'tezile'nin yukarıdaki iddiasına delil olmaz. . Mû'tezile, Peygamber Efendimizin;
«Zina eden şahıs, mü'min olduğu halde zina etmez» hadîsini de, amelin, îmânı teşkil eden bir rükün (esas) olduğuna delil saymışlardır.
Halbuki, hadîsteki «mü'min»'den maksat, kâmil îmân sahibi olan nıü'mindir. Peygamberimiz, zina gibi, aile saadetini baltalayan kötü âdetten mutlaka uzak kalınmasını temin gayesiyle, böyle şiddetli bir ifade kullanmıştır.
Hadîs'in mânâsı : «Kâmil îmân sahibi kimseye zina etmek asla yaraşmaz. Kâmil imân ile, zina etmek bir şahısta toplanmaz» demektir. Çünkü biraz sonra göreceğimiz gibi, îmân'ın kalb ile tasdik-den ibaret olduğuna dairs gayet açık ve kesin pekçok âyet ve hadîsler vardır. Bu sebeple, yukardaki hadîsi de, ancak bu şekilde anlamak doğru ve isabetli olur.
C) Ehl-i Sünnet'ten Bazılarının Mezhebi :
Müslümanlar arasında meşhur olan bu mezhebe göre şer'î îmân :
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in AUah'dandır diye getirdikleri ve dinden olduğu zarurî (zorunlu) olarak bilinen haber ve hükümlerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu, kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir.
Bu tarife göre îmân, kalb ile tasdik ve dil ile ikrarın tamamıdır. Yâni îmân'ın; biri tasdik, diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan birincisi olan, kalb ile tasdik, hiçbir mazeret ye özür karşısında vazgeçilmeyen îmânın «aslî rüknü», dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehdidi gibi hayat tehlikesi karşısında söylemekten vazgeçilebilen, yani vücubu sakıt olan (düşebilen) <;zâit rüknü» dür.
Bu esasa göre, aslî rükün sayılan «kalb ile tasdik» ortadan kalktığı anda o kimse îmândan çıkar ve yerini küfür alır. Çünkü kalb ve vicdan işi olan tasdiki bırakmak için hiçbir özür olamaz. Ama, ölüm tehdidi gibi bir tehlike karşısında diliyle ikrar etmeyen veya meselâ Peygamberimizi, inkâr eden bir kimse, kalbi samimî tasdik ve îmânla dolu olduğu için, dinden çıkmaz ve kâfir olmaz.
Fakat, hiçbir sebep yokken kalbindeki tasdiki izhar etmeyen ve müslüman olduğunu söylemiyen bir kimse, müslümanlar nazarında olduğu gibi, Hak Teâlâ indinde de kâfirdir.
O halde bu mezhebe göre şer'î îmân'ın hakikati :
«Peygamberimizin getirdiklerini kalb ile tasdik ve dil üe ikrardır.»
«Kavl-i Meşhur» diye şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefî imamlarından Şemsu*l - Eimme Serahsî ile Fahrü I - İslâm Pezdevî ve bazı Fakihler uygun görerek benimsemişlerdir. Hattâ îmâm-ı Âzam'ın da bu görüşü ihtiyar ve tercih ettiği rivayet edilmiştir 135
Bu mezhepte olanlar görüşlerini isbat için aşağıdaki âyet-i ke
rîme ve hadîs-i şerif den faydalanırlar :
«Kalbî îmân ile dolu (ve bununla) mutmain (ve müsterih) olduğu halde, küfre mecbur edilen dışında, herhangi bir kimse îmân ettikten sonra Allah'a küfrederse...» 136 âyet-i kerîmesi ile,
«Allah'âan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar insanlarla çarpışmakla emrolundum» 137 mealindeki hadîs-i şerîf'dir.
D) Ehl-i Sünnet'den «Cumhuru Muhakkikin» Mezhebi:
îslâmî ilimlerdeki derin inceleme ve araştırmaları sebebiyle «Muhâkkıkûn» adı verilen Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisine göre şer'î îmân :
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in AllahMandır diye getirdikleri ve dinden olduğu zarurî (zorunlu) olarak bilhıen haber ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamım kalb ile tasdik ve kabul etmektir.
İtikad'da iki hak mezhebin imam ve kurucuları olan Ebu*l -Hasan el - Eş'arî ve Ebû Mansur el - Mâtürîdî Üe tmâm-û'l - Hara-meyn el - Cüveynî ve İmâm-û'r - Râzî gibi Ehl-i Sünnet imamlarının benimsediği bu mezhebe göre îmân, gerçekte bir kalb ve vicdan işidir. Bu bakımdan, şer'î îmânın hakikati; Peygamberimizin getirdiği dînî esas ve hükümleri irade ve. istekle ve tam bir teslimiyet içinde kalp ile tasdik etmek, Peygamberin hak, sözlerinin ilâhî gerçekler olduğuna inanmaktır.
O halde, şer'î îmân'm yegâne rüknü kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddüsüz ve sağlam bir tasdik bulunan kimse gerçekte ve Hak Teâlâ katında mü'mindir.
Kalb ile tasdik edileni dil ile ikrar etmek, îmân'm aslî veya zait bir rüknü, yani îmândan bir cüz olmadığı gibi, sıhhatinin de şartı değildir. Fakat kalbte bulunan bir şeye, ancak dil ile ikrar edilince vâkıf olunabileceği, ak&i halde mü'min midir, değil midir, bi-linemıyeceği cihetle, dünyevî hükümleri tatbik edebilmek için dil Ue ikrar şart koşulmuştur. İşte bu bakımdan İmâm-ı Âzam hazretlerinin, «îmân, dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir» dedikleri «Vasiyetname» sinde ve Fıkh-ı EkberMe rivayet edilmiştir 138
Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten îmân etmiş olan kimse Allah indinde müslüman sayıldığından, öbür dünyada mü'min muamelesi görür ve ergeç Csnnete girer. Fakat, kalbindeki îmânı diliyle ikrar etmediğinden günahkârdır, müslüman olduğu bilinmediği için, kendisine dînin dünyevî hükümleri tatbik edilmez.
Tahlil ve Mukayese :
Muhtar mezhep olarak kabul edilen bu mezheple, bundan önce zikrettiğimiz «Kavl-i Meşhur» denilen bazı Kelâmcıların mezhebi arasındaki en mühim fark :
Muhakkikler nazarında; Peygamberimizi kalbiyle tasdik eden bir kimse, diliyle ikrar etmese dahi Allah katında müslüman sayıldığı ve er geç Cennete gireceği halde,
«Kavl-i Meşhur»culara göre, Peygamberimizi özürsüz olarak diliyle ikrar etmeyenin, kalben ona inansa dahî, Allah nazarında mü'min sayılmaması ve Cennete girememesidir.
«Kavl-i Meşhur»'cuların bu fikri bizce isabetli görülmemektedir. Çünkü : '
Evet, kalbiyle inandığı ve tasdik ettiği halde, bunu dil ile ikrar etmemek büyük bir kusur ve anlaşılması güç bir husustur. Bu bakımdan, kâfir tanınarak cezasını bu dünyada çekecek, birçok haklardan belki mahrum kalacaktır. Fakat, kalbi ile Peygambere inanan ve samîmi bir îmâna sahiü olan kimsenin, Hak Teâlâ'ca bilinen bu îmânına rağmen, diliyle ikrar etmemenin cezasını, Öbür dünyada da kâfir cezasına çırptırılmak suretiyle ebedî saadetten mahrum bırakılacağını iddia etmek, ilâhî adaletle bağdaşmasa gerektir.
Evet, kişinin îmânını özrü olmadığı halde diliyle iki ar ve ilân etmemesi bir kusurdur. Öbür dünyada da bu kusuruyla' mütenâsro bir ceza görmelidir. Fakat, inandığı halde ikrar etmemenin cezasT, ebedî hüsran ve azap olmamalıdır. Aksi halde, kalben inanan kimse ile hiç İnanmayan kâfir veya inandım diye yalan söyleyen münafık arasında fark kalmaz. 139
Bahsimize Dönelim :
Bu tahlile ve aşağıda Özetliyeceğimiz delillere dayanarak, isabetli ve kabule şayan bulduğumuz Muhakkıkların görüşü, «mutlak tasdik» mânâsına gelen îmânın lügat anlamına da uygundur. Çünkü :
1- İmânın liigat mânâsı, şeriat dilinde başka bir mânâya nak-ledilmediğine göre 140 Kur'an'ın belâgatine daha uygun düşmektedir.
2- Hak Teâlâ Kur'an'da, îmân kelimesini dâima kalbe izafe etmek suretiyle kullanmışlardır. Bazı Örnekler verelim :
a) İşte onlar o kimselerdir
ki, (Allah) îmânı kalblerine yazdı» 141
b) «îmân henüz kalblerinize yerleşmedi» 142 mealindeki ve daha birçok âyetler ile,
Peygamberimiz (s.a.v.)'in :
«Ya Rabbiî Kalbimi dîninde ve sana itaatta sabit (ve devamlı) kıl.» «Kalbini yarıp da (îmânı var mı
diye) baktın mı?» gibi birçok hadîsler, îmânın kalbte olduğuna gayet açık olarak delâlet etmektedir.
İmânın yerinin kalb olduğu, bu âyet ve hadîslerle sabit olunca, hakikatinin da, kalb ile tasdik olduğunu kabul etmek gerekmektedir 143
2 İmân ile Amel Arasındaki Münasebet :
Buraya kadar verdiğimiz izahattan ve zikrettiğimiz delillerden, gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet İmamlarının çoğuna göre îmânın hakikati :
Allah'ın birliğini, Hz. Muhaınmed (s.a.v.)'in Peygamberliğini ve AUah'dan getirdiklerinde sâdık olduğunu kalb ile tasdikten ibarettir.
Birçok âyet ve hadîsler bu hususa delâlet etmektedir.
Dil ile ikrar ise, îmândan bir rükün ve ondan bir cüz veya sıhhatinin şartı olmayıp, dünyevî hükümleri tatbik edebilmek için gereken bir şarttır.
Amel, yâni; kalb ile inanılanları bilfiil tatbik etmek, Ehl-i Sünnetin ekserisi nazarında îmânın hakikatma dahil değildir. Bu hususa, yukarıda zikredilen delillerden başka :
a) KEy !maBedenler, sizin üzerinize oruç (tutmak) yazıldı (fara kılındı).»144 Bu ve benzeri âyetlerde önce îmân zikredilmiş, sonra ameli gerektiren emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde, amel îmândan ayrı ve başka bir şeydir.
b) «îmân edenler ve iyi (güzel) amel (ve hareket) yapan kimseler...» 145Bu ve benzeri âyetlerde güze! amel, îmân ve inanmaya atfediliyor ki, Arapça gramer kaidesinee, ancak ayrı mânâda olan şeyler birbirine atfedilir. O haî-de amel, îmândan başkadır
olarak iyi ve güzel ameller işlerse!..» 146
Bu âyet-i kerîme'de, amelin makbul olabilmesi için îmânın şart olduğu belirtilmiştir. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani îmânda) dahil olamıyacağı aşikârdır. O halde îmân ve amel ayrı, ayrı şeylerdir.
d) Eğer mü'minlerden iki zümre (taraf) birbirleriyle vuruşurlarsa...» 147
Bu âyet-i kerîme ise, îmân ile büyük günahların dahi bir şahısta toplanabileceğini, dolayısiyle, her cins amelin îmândan ayrı ve ondan başka bir şey olduğunu gayet açık olarak bildirmektedir.
Yukarda zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerin saraha barından başka, yapılan ibadetlerin kabule lâyık olabilmesi için, îmânın şart olduğunda Ulemâ arasında tCMA' vardır.
Bütün bu delillere binâen, her türlü amel ve ibadetleri işlemenin, îmânın haldkatına daiıil bir cüz olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır 148
Fakat, îman ile amel arasında sıkı bir münasebet olduğunda da şüphe yoktur.
Çünkü İslâm dîni, yalnız bir îmân ve îtikâd mes'elesi olmayıp,îmân ve amel, yani, îtikâd, ibadet ve ahlâkın toplamıdır. Tatbikata intikal etmeyen bir inanç, meyva vermeyen bir ağaç, küpte saklanan bir altın veya hapiste çürüyen ve kendisinden faydalanılmayan bir kıymet gibidir. Dînin de, dînin temeli olan îmânın da bir gayesi vardır. O, güzel ahlâk ve insanlara faydalı olmaktır. Allahu Teâlâ'*-nm rızası, yalnız, bir kalb ve vicdan işi olan îmân ile değil, o îmânın semeresi olan ibâdet, salih amel ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılanı bilfiil yapmakla elde edilir. Müslüman, amel ettiği için mü'mîn olacak değil, fakat îmân ettiği için amel edecektir. Esasen, kalb ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, amelî olarak hayatî bir kıymeti olamaz. Çünkü bu îmânı kalbte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Halbuki îmân, insanı harekete getiren, onu iyiye, güzele ve doğruya sev-keden muharrik kuvvet olmalı, dolayısiyle eseri, hayata intikal ederek sahibini ve çevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı yapmakla, yani ibâdet etmek, iyi amel işlemek ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, nasıl, îmânsız ibâdet ve amel makbul değilse, amel ve ibâdete yöneltemeyen ve yalnız kalbte kalan îmân da kâfi değildir. Böyle bir îmân, kendisinden faydalanılmayan bir kıymet gibidir. Halbuki müslümanın îmânı, zararlı bir şey gibi kalbte hap-solmamalı, insanın her hareketine tesir ederek etrafa nûr ve güzellik saçmalıdır.
Öyle ise, îmânı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah'ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak, yani, ibâdet ve salih amel lâzımdır, late ancak bu gibiler, ilâhî rızaya erer, ebedî saadet ve nimetlere mazhar olurlar.
Bunun içindir ki, amel îmânın hakikatına dâhil değil ise de, îmânın kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, yukarda işaret ettiğimiz gibi Selef ulemâsı, Hadîsciler ve bazı mezhep imamları, ameli îmânın kemâlinden saymışlardır. Bu fikrin isabeti açıktır. Çünkü, kuvvetli bir îmânın eseri, mutlaka tatbikata intikal eder ve kişinin yaşayışında görülür.
Meselâ : Cenâb-ı Hakk'ın ibâdete lâyık tek mabûd olduğuna, ölümden sonra her şeyin bitmiyerek ikinci ve ebedî bir hayatın kurulacağına ve herkesin orada lâyık olduğu mükâfat veya cezayı göreceğine ve böylece ilâhî adaletin tecelli edeceğine kesin olarak inanan bir kimse, elbette, bütün gücüyle AUah'm emirlerine sarılır, ibâdetlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylece kâmil bir insan ve cemiyete faydalı bir unsur olur. îmânı zayıf olan ise, tembellik
yapar, amel flıkimmdan noksan kalır ve ilâhî cezaya müstahak olur
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, îmân ile amel arasında sıkı bir münasebet vardır. îmânsu amel makbul olmadığı gibi, amet-siz îmân da kemâle eremez. Yani, îmân amel ile kuvvetlenir, amei olmayınca zayıflar ve korunması güçleşir. Bu bakımdan, îmânın muhafazası, kazanılmasından daha güç sayılmıştır. Çünkü îmânı zayi edip ortadan kaldıracak birçok sebepler vardır.
Meselâ, Kur'an'a veya Semâyı Kitaplara veya dînî esas'ara ihanet etmek, haram olan bir şeyi helâl, helâl olanı haram saymak, dînî esaslarla alay etmek, bir müslümanın dinine, îmânına sövmek, îmânı zayi eden sebeplerdendir.
3 - imân. Fazlalık ve Noksanlık Kabul Eder mi?
Bu konuda da, îmânın hakikati hakkındaki fikir ayrılığından doğan çeşitli görüşler vardır.
Haricîler ve Mû'tezile, ameli îmândan bir cüz kabul ettiklerin-den, amelin fazla veya noksan olmasıyla, îmânın da noksan veya fazla olabileceğini iddia etmişlerdir. Fakat amel îmânın hakikatin- . dan olmadığına göre, bu iddia da kabule şayan değildir.
Yukarda mezheplerini izah ettiğimiz Eh I-i Sünnet imam ve âlimleri ise; amelin îmânın aslından bir cüz olmadığına inandıklarından. «îmân, fazlalık ve noksanlık kabul etmez.» demişlerdir. Çünkü bunlara göre îmân, tasdik mânâsına olduğundan, tasdik, ne hakikati. ne de ilgili olduğu şeyler bakımından, fazlalık ve noksanlık kabuf eder.
Çünkü tasdik, bîr şeye i?'an ve kabul ile kesin olarak inanmaktır. Tasdik, bu şekilde kesin ve tereddütsüz olmazsa, o, tasdik değil, zandır. Zan ve şüphe ise îmân ile bağdaşamaz. O halde îmân,. aslı ve hakikati bakımından noksanlık veya fazlalık kabul etmez.
tmânı-ı Âzam bu hususu şöyle izah etmiştir :
«imân ne artar ne de eksilir. Çünkü îmân'ın fazlalığı, ancak küfrün azalmasını, îmânın azalması da, ancak küfrün artmasını tasavvur etmek suretiyle anlaşılır. Bu ise, bir şahsın bir anda hem mü'min, hem de kâfir olmasını gerektirir. Bu ise bâtıldır. Çünkü imi'min hakikaten mü'mindir. Mü'minin îmânında şek şüphe bulun-
maz. Nitekim «kâfirin de küfründe tereddüdü yoktur.» dernekte ve bu hususu âyetle beyan ve te'yid etmektedir 149
îmân, taallûk ettiği ve ilgili olduğu şey bakımından da artmaz ve eksilmez. Çünkü îmân edilecek olan şey, Peygamberimizin getirdiklerinin tamamıdır. Bunların hepsine inanmayıp da, bazısına inanılır, bazısına inanılmazsa, buna îmân denmez.
Hülâsa : Ehl-i Sünnete ve Muhakkıkların ekserisine göre îmân, hakikati ve ilgili olduğu şeyler bakımından, fazlalık ve noksanlık kabul etmez.
Fahreddin-i Râzî de aynı kanaatte olmakla beraber, insanların, dînin kemâlindeki «yakin» bakımından çeşitli olduklarım bildirmiştir. Zira; yakîn'in derecelerinden olan «Ayne'l - Yakın», «tlme'l -Yakîn»'den «Hakka'l - Yakîn» de «Ayne'l - Yakîm-'den yüksektir. Bu yakîn derecelerine göre insanlar ve îmânları derecelenir.
Bu esasa göre îmânda ziyade ve noksandan maksat; îmânın kuvvetli veya zayıf olmasıdır.
Bir kimsenin de îmânı bu mânâda daha kuvvetli veya daha zayıf olabilir. Nitekim, meselâ müslümanlardan herhangi birinin îmânının, Peygamberimiz (s.a.v.)'in veya Hs. Ebu Bekir (r.a.)'m îmânı kadar tahkik ve yakîn bakımından kuvvetli olmadığında ittifak vardır.
îmân'ın kemâlinden sayılan, ibâdet ve iyi amelin fazla olması; îmâna kuvvet, noksan olması ise, zayıflık verir.
Şunu da iyi bilmek gerekir ki; hakikî îmâna sahip olunmadan, cehennemde ebediyyen kalınmakta ve cennete girmek mümkün ol-' mamakta ise de, âhiret azabından kurtularak Allah'ın rızâsını kazanmak ve ebedî saadete ermek de, ancak Allah'a ibâdet etmek, iyi amel işlemek ve güzel ahlâka sahip olmakla mümkün olur.
4- imânın Sahih ve Kabule Şâyân Olma Şartları :
Biraz Önce, îmânı koruyabilmenin, onu kazanmaktan daha zor olduğunu, zira kazanılan îmânın, bazı sebeplerle kaybedilebileceğini söylemiştik. Şimdi ise, İslâm âlimleri ve Keîâmcıların, îmânın sahih ve kabule şâyân olması için ileri sürdükleri en önemli üç şartı özetleyeceğiz :
a) imân, ye's ve ümitsizlik halinde iken vâki olmamalıdır.
Meselâ, ömrü boyunca îmân etmeyerek küfür üzere olan bir kimse, ölüm halinde iken ilâhî azabı görür de îmân ederse, ümitsizlik ânında vâki olan bu îmân Allah katında makbul değildir,
b) Mü'nıin, zarûrât-ı dîniyyeden sayılan şeylerden birini inkâr veya tekzip edip yalanlamamahdır.
Meselâ, bir kimse Hak Teâlâ'yı bütün Semavî Kitapları ve Peygamberleri tasdik ederek onlara inandığı halde, Hz. Muhammed (s.a.v.)'m Peygamberliğini yalanlasa, veya namaz, oruç ve zekât gibi farz olduğu kesin olarak bilinen dînî bir hükmü kendi irade ve ihtiyarıyla inkâr etse, îmânı derhal zail olur ve îslâm dairesinden çıkar. Çünkü îmân bir bütündür, tecezzi (cüzlere ayırmayı) kabul etmez. Dînî hükümlerin birini veya bazısını inkâr, tamamını inkâr hükmündedir. Zira bugün bir kısmını inkâr eden, yarın diğer bîr kısmını da inkâr edebilir. Böyle, sabit ve devamlı olmayan bir îmân Allah katında makbul değildir.
c) Dînî hükümlerin, emir ve yasakların hepsinin güzel ve ilâhî hikmet İcâbı olduğunu kabul etmek, bunları yapmakta inat ve tekebbür göstermemek lâzımdır.
Meselâ bir insan, namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetlerden birini güzel görmeyerek, onu alaya alırsa, veya Cenâb-i Hakk'm emrine aykırı olsun kasdiyle dînî bir hükmü yapmazsa, yahut dîni bir yasağı, haram olduğunu bildiği halde inad ederek işlerse, artık îmânını kaybeder ve Allah indinde mü'min sayılmaz.
O halde, kabule şâyân olan îmân, yukarda saydığımız kusurlardan, yani inkâr, inâd ve tekebbür (büyüklenme) hallerinden uzak olan samimî ve devamlı olan îmândır.
Allah'ın rızâsını kazanmak ve ebedî saadete ermek için, hayal boyunca devam eden îmâna son nefeste de sahip olmak lâzımdır. Hayatı boyunca îmân üzere olan bir kimse ömrünün sonunda îmânını kaybederek ölse, ebedî azaba, müstahak olur. Mazideki ibâdet ve taati fayda vermez. Bunun aksine olarak, hayatı küfür ve isyanla geçen bir kimse ölmeden îmân edip, mü'min olarak son nefe-
sini verse, ebedî saadete mazhar olur. Geçmişte yaptığı küfür ve isyan, buna engel teşkil etmez.
İslâm'da îmân'm hakikati ve amelle olan münasebeti hakkındb verdiğimiz bu genel bilgiden sonra, bu konu ile yakm alâkası olan «El - Kebîre = Büvük Günah» bahsini inceleyeceğiz. 150
Dostları ilə paylaş: |