ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Üçüncü Bölüm İlmîn Sebebleri Ve Yolları
İlmin sebeblerini ve yollarım izaha geçmeden önce, ilmin ne olduğunu bilmemiz gerekir. İlmin tarifini yaparak ne olduğunu öğrenmeden önce de, ilme konu teşkil eden eşyanın hakikati ve ma-hiyyeti üzerinde biraz durarak, bu mevzudaki ihtilâfa, aşağıdaki meşhur cümleyi tahlil etmek suretiyle kısaca işaret etmeyi faydalı buluyoruz. 89
I - Eşyanın Hakîkatları Var Mıdır?
Herşeyin bîr hakikati var mıdır? Varsa bu hakikata ulaşılabilir mi?
Herşeyin bir mahiyet ve hakikati olduğuna inananlar derler ki :
«Eşyanın hakikatları, yânı mahiyetleri, «ya hariçte veya zihinde tasavvur halinde» sabittir, mevcuttur. İlim bu hakikatları araştırır ve bize bildirir. Bu hakikati, (yalnız) Sofistâiyyûn (Sofistler) denilen eski Yunan filozofları 90 inkâr etmişlerdir.» 0 halde bu konuda iki ana görüş vardır :
1- Âlimler ve mütefekkirlerin (düşünürlerin) çoğunluğunun görüşü ki, bunlara göre her şeyin bir hakikati vardır. Bu gerçek, ilmen sabittir.
2- Sofistlerin görüşü ki özeti, eşyanın hakikatini inkârdan ibarettir.
Şimdi bu meşhur cümleyi tahlil edelim ve bazı ilmî ıstılahları (terimleri) açıklayalım :
Ehlü'l - Hak : Yukarıdaki cümlede ifade edilen görüşün sâhib-lerine (Ehlü'1-Hak, yani Hakikat Ehli) denmiştir. Bunlar, «Sofistler» denilen eski Yunan filozofları dışında kalan bütün Filozof ve Kelâm âlimleridir. Çünkü bu görüşte Filozoflarla, Ehl-i Sünnet, Mû'tezile, Cebriye gibi bütün Kelâm mezhep ve fırkalarım temsil eden âlimler ittifak halindedirler.
Hak diye; hariçte veya zihinde bulunan, vakıaya (realiteye veya fikre) aynen mutabık olan şeye denir. Hak mezheb, hak din, hak inanç gibi...
Hak'kuı manası, sidk'ın manasından ayrıdır. Çünkü hak'kın mukabiline (karşıtına) bâtıl, sıdk'm mukabiline ise (kizb) denir.
Hakâık : Hakikat kelimesinin çoğuludur. Bilginler nazarında meşhur olan görüş, «Hakikat» ve «Mahiyet» kelimelerinin aynı mânâyı ifade ettikleridir.
Kelâmcilar «hakikat»ı şöyle tarif ederler :
«Bir şeyin hakikati öyle bir şeydir ki, o şey onunla (yâni hakikat) la aynen o şey olur.»
Yani hakikat, bîr şeyin aslı ve o şeyi, vücûda getiren cevherdir. Bir şeyin, hakikati o şeye nisbet edilince, ancak o şeyin aynısı meydana gelir.
Meselâ : Mantık ilmi ıstılahına göre «Hayvân-i Nâtık», insanın hakikatidir. Çünkü insan, iradesiyle hareket eden canlı bir cisim ile, düşünme ve konuşma kabiliyeti olan bir varlıktır. Bu sebeble mantık dilinde insan, «Hayvân-ı Nâtık»tır.
Yukarıdaki tarife göre insanın hakikati «Hayvân-ı Nâtık» olunca, bu hakikatin insana nisbetinden ancak insan meydana gelir. Halbuki, insan hakikatinin bir cüz'ü olan «nâtık» (konuşan) ile, insana arız olan ve bir vasfı, bir arazı sayılan «gülmek»in insana nisbetinden, insanın hakikati meydana gelmez.
Her şeyin hakikati, yâni mahiyyeti olduğu gibi, bir de «Teşah-hus ve Teayyünü» ile «Hüviyeti» vardır.
Teşahhus : Bir şeyin hariçteki görünüşüne denir. Bu, aynı zamanda o şeyin taayyün etmesi, yani belirlenmesi demektir.
Bir şeyin hüviyeti ise : O şeyin haki katı mu hariçte teşahhus etmesidir. Yâni bir şeyin hüviyeti, o şeyin hakikatiyle, hâriçteki te-şahhusundan, yani dışardaki görünümünden meydana gelir.
Hüviyyet = Hakikat + Teşahhus (Dış görünüm)'tur.
Eş'arîlere göre «şey»; mevcut demektir. Yâni «şey» kelimesi, yalnız mevcud olan varlıklara verilen bir isimdir.
Mû'tezileye göre ise «şey», mutlak malûm olandır. Malûm, hariçte mevcut da olabilir, mâdûm da (yok) da olabilir. Yâni Mû'tezileye göre «şey» kelimesi, mevcut olan için de, mevcut olmayan için de kullanılır.
Sübût: Vücut ve oluş «kevn» mânâlarına gelir. Bu tahlil ve izaha göre yukarıdaki cümleden şu mânâ kastedilmektedir : .
Görmekte olduğumuz ve insan, hayvan, nebat, gök, ay ve güneş gibi özel isimlerle zikrettiğimiz eşyayı, aynen o eşya yapan, o -şeylerin hakikatları, (şahsî inanç ve îtikâd bakımından değil) haricî vücut ve hüviyet bakımından, hakikaten mevcuttur. Bu hakikatler aslında, bizzat mevcut, nefse'l - emirde gerçekten sabittir. Bu oluş, şahsî inanç ve görüşlere tâbi değildir.
Yâni, eşyanın hakikati indî ve nisbî olmayıp, zatîdir. Eşyanın hakikati hayâl ve evhamdan ibaret değildir.
İlimle bu hakikatların varlığı tahakkuk ederek ortaya çıkar. Biribirinin lâzımı ve tamamlayıcısı durumunda olan, «eşyanın hakî-katlan sabittir (mevcuttur), ilimle bu hakikatiar tahakkuk eder»
cümlelerinden maksad; «Sofistler» diye anılan eski Yunan Filozoflarının üç meşhur mezhebini de sarih ve açık olarak reddetmektir.
Bu raezheblerin birincisi olan «tnâdiyye» der ki : Eşyanın hakikati mevcut olmayıp, bütün bu eşya hayal ve evhamdan ibarettir.
İkincisi olan «îndiyse» ise; «Eşyanın hakikati, zatî olmayıp, nis-bîdir. Yâni sabit olmayıp, her şahsın inanç ve.itikadına göre değişir» der.
Yukarıdaki ilk cümle, bu iki mezhebin görüşünü reddeder. Çünkü doğru ve isabetli olan görüş, bu âlemde gördüğümüz her şeyin kendine mahsus bir hakikati ve sabit bir vücûdu olduğudur. Meselâ; yer, gök, ay, güneş, hayvan ve insan denilen şeyler hariçte mevcut olup, herbiri kendine mahsus olan bir mahiyyete mâliktir. Bütün bu varlıklar, Sofistlerin zannettikleri gibi evham ve hayallerden veya her şahsın indî görüş, ve şahsî inancına tabî, geçici şekil ve suretlerden ibaret değildir.
İkinci cümle olan «Ve'l - Umü bihâ mütehakkıkun», «İlimle eşyanın hakikatları ve bu hakikatlarm var olduğu tahakkuk ederek ortaya çıkar» sözünden maksat ise :
Eşyanın hakikatinin varlığından şüphe ederek, «Varlığını da, yokluğunu da bilemeyiz.» diyen Sofistlerden «Lâ Edriyye» mezhebini reddetmektedir.
Ancak bu red, yukarıdaki cümlede geçen-«ilim» kelimesinden, «tasavvur ve tasdik», veya yalnız «tasdik» mânâsı, «hakikat» kelimesinden de» «Bütün hakikatlar icmâlî olarak» veya «Hakikat cinsi icmâlî ve tafsili olarak» kasdedilirse tahakkuk eder. Böylece şüphecilik, «tasdik» ile reddedilmiş olur.
Ama, ilim kelimesinden yalnız «tasavvur» mânâsı kasdolunur-sa, Mantık ilminde «şüphe» (şek) de bir ilmî tasavvur sayıldığından, «Lâ Edriyye »çilerin fikri reddedilmiş olmaz 91
Bu konuda «Ehl-i Hak» diye anılan âlim ve filozofların, yukarıda izah edilen görüşlerini isbat eden birçok delilleri vardır. Sofistler de görüşlerini isbata çalışmışlardır. Bu delilleri ve münakaşaları zikretmeğe kitabımızın hacmi ve gayesi müsait olmadığından, bu mühim bahse bu kadarcık temasla yetiniyoruz 92
Iı — İlmin Tarifleri
ilmin konusunu teşkil eden eşyanın hakikati ve hüviyeti hakkında verilen bu icmâlî bilgiden sonra ve ilmin sebeblerini izaha geçmeden önce, «ilim» kelimesinden ne kastedildiğim, tarifini yapmak suretiyle kısaea açıklayalım :
Kelâm bilginleri nazarında ilmin birçok tarifleri vardır. Fakat biz burada kuvvetli görülen iki tarifi açıklamakla yetineceğiz.
Birincisi :
«İlim öyle bir sıfattır kî, onunla zihinde veya hâriçte mevcut olan bir şey, o sıfatla muttasıf olan kimseye zâhîr olur (açıklanır).»
Bu tarif, ilmin bütün çeşitlerine delâlet etmekte ve onları şümulü içine almaktadır. Şöyle ki :
Tarifteki «mezkûr» kelimesi; zihinde bulunan ve akılla bilinen her malûma, hariçte görülen ve görülmeyen her mevcuda, müfret veya mürekkeb, cüz'î veya küllî her şeye delâlet eder. Bu sebeble «Mezkûr» kelimesi, «Malûm» ve «Şey» kelimelerine tercih edilmiştir;
İnkişâf ve vuzuh mânâsına olan «Yetecellâ» kelimesinden maksat, tam bir inkişâf ve vuzuh olmayıp, mutlak inkişâf ve mutlak vuzuhtur.
İşte bunun içindir ki yukarıdaki tarifden; mevcut veya malûm olan, hissedilen veya mânâ olarak idrâk edilen, yakın, yani kesinlik veya zan ifade eden tasavvur veya tasdik cinsinden, ilmin bütün nev'ileri anlaşılmakta ve her çeşit ilim bu tarifin şümulü içine girmektedir.
Bu tarif, ilmin bütün «Efradını cami, ağyarını mâni» olduğundan ve diğer tarifler gibi çeşitli itiraz ve tenkidlerden masun kaldığından, büyük Kelâm âlimlerinden Saadeddin Taftâzânî ve Seyyid Ali El - Cürcânî tarafından diğer tariflere tercih edilmiştir 93
İkinci tarif :
«tlim Öyle bir sıfattır ki; o sıfatla muttasıf olan kimsenin, bir şeyi diğerlerinden kesin olarak, ayırmasını icabettirir.»
Tarifteki «Kesin olarak ayırmasını icabettirir» kaydı, şüpheyi, vehmi ve taklidi tarifin şümulünden çıkarmıştır. Çünkü mukallid ile şüphe ve vehim sahibi kimseler, bir şeyi diğerlerinden böyle kesin olarak ayırdedemezler. "Fakat tarifteki bu kayıt, ilmin nev'ilerin-den olan ve zanna da ihtimâli bulunan «Tasavvurât» ile, kesinlik ifade etmiyen «Tasdikât» dan bir nevi ilmi de «Mutlak ilmin» bir tarifi olması gereken bu tarifin şümulünden hariç bırakmıştır. Şüphesiz ki bu bir kusurdur.
Bu ve buna benzer sebebler dolayısiyle birinci tarif, bu tarife tercih edilmiştir.94
1ı — Îlmln Sebebler! (Esbabu'l - Um)
Eşyanın hakikati ve ilmin mahiyyeti hakkında verdiğimiz bu kısa ve toplu bilgiden sonra, bizi ilme ulaştıran sebebleri izaha geçebiliriz.
Kelâm âlimlerine göre, yaratılan varlıklara mahsus olan ilmin sebebleri üçtür :
1- Havâss-ı Selime denilen, sağlam (özürsüz) duyular. Bunlar da beştir.
2- Akıl.
3- Sadık haber.
Önce şu hususu belirtmek isteriz ki : Hak Teâlâ, Zâtıyla kaim olan ilim sıfatıyla muttasıf olup, herşey Zâtına malûmdur. O'nun ilm-i ezelîsi, mahlûkatm ilmi gibi «mâlûm»a tâbi olmadığından, ilmi de, sebep ve neticeye muhtaç değildir. Bu hususta «Sıfatullah» bah-ainde geniş bilgi verilecektir.
Kelâm âlimlerine göre, insanı ilme ulaştıran sebebler üçtür.
Çünkü :
1- Birçok bilgileri biz, hariçteki eşya ile temas halinde bulunan «Duyu organları »mızı kullanmakla elde ederiz. O halde his (duyu) ve ihsas (hissetme), bizi ilme ulaştıran sebeplerden biridir. Bu duyu organları, bildiğimiz meşhur beş duyudur. Zira, «Hiss-i Müşterek» denilen «Hiss-i Bâtınî», Kelâmcılar nazarında sabit değildir.
2- Hads veya Tecrübe (Deney) ile, «Nazarî istidlal ve Kıyâs» yoluyla elde edilen ve bir kısmına bedîhî «zarurî, zorunlu», bir kısmına da «nazarî» dediğimiz bilgiler, akıl vasıtasiyle elde edilir. O halde akıl, bizi ilme ulaştıran sebeblerin ikincisidir.
3- Dînî bilgilerin çoğu bize, vahye dayanan ve «Haber-i Sâ-, dik» denilen Sadık Haberler yoluyla gelmiştir. Tevhîd akidesi, Peygamberlik ve Kur'an Âyetlerinin bildirdiği çeşitli diğer hükümler gibi... O halde, vahye istinad eden «Sâdık Haber» de, ilmin sebeb-lerinden biri ve üçüncüsüdür.
Şimdi bunların herbirini biraz daha açıklayalım : 95
1 _ Sağlam Duygu Organları
Bu duyular ile, müşahede olunan ve «Mahsûsât» denilen dış âlemdeki eşyayı, gözle görmek, kulakla işitmek, burunla koklamak, ağızla tatmak ve deriyle temas etmek suretiyle, kesinlik ifade eden zorunlu bilgiler elde edilir. Bu bilgiler, selim, yani sağlıklı olan duyu organları vasıtasiyle elde edilir. Bu organların adedi, Kelamcılarla Filozoflar arasında ihtilaflıdır.
Kelâmcüara göre, doğru bilgi verebilmesi için selîm (özürsüz) olması şart olan duyular şunlardır :
a) Sâmia denilen, işiten kulak,
b) Bâsıra denilen, gören göz,
c) Şâmme denilen, koklayan burun,
d) Zâika denilen, tadan ağız,
e) Lâmise denilen, temas eden deri'dir.
Bu organların herbirinin kendine mahsus vazifesi vardır. Meselâ:
a) Kulağın vazifesi : Yalnız sesi duymak ve bu sesleri kulak zarı vasıtasiyle dimağa ulaştırmak ve duyurmaktır.
b) Gözün vazifesi : Işıkları, renkleri, şekilleri, miktarları, hareket ve sükûnu, güzel ve çirkini, hülâsa görülmek vasfında olan her şeyi, göz adesesindeki ince sinirler vasıtasiyle, veya Cenâb-i Hak'kın göze verdiği görmek kuvvetiyle görmek, görülen şeyleri dimağa aynen ulaştırmaktır.
c) Burnun vazifesi : Hava vasıtasiyle gelen kokuları koklamak ve onu dimağa intikal ettirmektir. Saha ve vazifesi yalnız budur.
d) Ağzın vazifesi : Dil ve ağızdaki özel hassalar vasıtasiyle yenen ve içilen şeylerin tadını tatmak ve bunu dimağa intikal ettirmektir, vazifesi bundan ibarettir.
e) Derinin vazifesi ise : Bütün cismi kaplayan derideki sinir ve hassalar vasıtasiyle temas olunan şeylerin, sıcaklık, soğukluk, sertlik ve yumuşaklık gibi vasıflarını hissederek dimağa bilgi vermektir.
Görüldüğü gibi, bu hassaların herbiri, kendisine tahsis olunan vazifeleri kendi sahası içinde hissederek bize bilgi vermektedir.
Bu duyuların genel olarak sahası, müşâhade olunan ve hissedilen şeylerdir. Verdiği bilgiler ise, delil ve ispatlamaya muhtaç olmayan zarurî (zorunlu) bilgilerdir.
Yani kesinlik ifade eden ve «Yakîniyyât» denilen bilgilerdendir. Aklî delillerden olan «Burhân»ı vücûda getiren zarurî bilginin biri de, his ve tecrübe (deney) yoluyla elde edilen bilgilerdir. 96
2 - Akıl
Bizi ilme ve gerçek bilgiye ulaştıran sebeblerden biri de, akıldır. Akıl, varlıkların en şereflisi olarak yaratılan insana verilen öyle bir kuvvettir ki onunla, duygularımızla elde edemediğimiz, bu organların idrak sahası dışında kalan ve «makûlât» denilen mücerredât, yâni, maddî ve mahsus olmayan.şeyleri de idrak imkânını elde ederiz.
însan, mahsûsât denilen, görülen ve hissedilen maddî şeyleri beş duygu organındaki hissetme kuvvetiyle idrak ettiği gibi, akı! cevheriyle de, zarurî ve nazari denilen bilgileri idrak eder ve onlara ulaşır. Bu iki ilim vasıtası da, beşerî kuvvetler olup, her insana yaratılış esnasında tabiî olarak, fakat farklı derecelerde verilmiştir.
a) Aklın mahiyeti :
ilâhî büyük bir mevhibe ve lütuf olan aklın hakikati, âlimler ve filozoflar arasında ihtilâf olunan bir konudur. Bu sebeble, aklın tarifi de, çeşitli ve tartışmalıdır. Fakat aklın, «maddî bir kuvvet olmayıp, mücerred ve ruhanî bir cevher, ilâhî bir nûr olduğu», şüphe götürmeyen bir hakikattir.
Bu sebeble akıl; «Nefs-i Natıka» dır, veya akjl; «Nefsin bir kuvveti olup, onunla ulûm (ilimler) ve fünûn (fenler) idrak olunur» denmiştir. Her ne olursa olsun, Cumhura yani âlimlerin büyük çoğunluğuna göre akıl, bilgi sebeblerinden biridir. Bazıları, bu hususta da ihtilâfa düşmüşlerdir. Meselâ :
Bir Fırka; akim, ilim ifade ettiğini mutlak olarak inkâr etmiştir.
Diğer bir Fırka; akim bizi yalnız riyâzî (matematik) ilimlere ulaştırabileceğini,
Bir üçüncüsü; AUâhu-Teâlâ hakkında bir bilgi veremiyeceğini,
Bazı filozoflar da; ilahiyat bahsinde akim bir bÜgi veremiyeceğini, iddia etmişlerdir. Bu görüşlerin herbirinin delilleri varsa da zayıftır. Kabule şayan olan şey, âlim ve filozofların ekserisinin fikridir 97
0 da; akim, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeblerinden biri olduğudur.
Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarurî, veya nazarî, yâni is-tidlâlî (Diskürrif) olur.
Zarurî olanlar : Nazar ve istidlale (yani araştırma ve isbatla-maya) muhtaç olunmadan herkesçe bilinen ve «Bedîhî» denilen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır. 50, 20'den büyüktür. Ateş, dokunanı yakar. Güneş ışık verir gibi kesin bilgiler, herkesçe bilinen zarurî (zorunlu) bilgilerdendir. Bunlara, «Sezgi» denir. Kesin olmayıp zan ifade ederse, «Cedel» veya «Hatâbe» ismi verilir.
b) Aklî istidlal VolJarı :
istidlal : Bilinen fikirleri usûlüne göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca varmaya denir.
Fikrî çalışma, düşünme ve istidlal esnasında zihni hatâdan koruma yollarını araştıran ve öğreten «Mantık» ilmine göre, üç türlü aklî delil ve istidlal şekli vardır :
1- Kıyâs (Dedüksiyon = Syllogisme) :
Genel ve külli kaziyyeler (önermeler) vasıtasiyîe cüz'î bir önerme elde etmeğe ve böylece yeni ve cüz'î bir hükme varmağa «Kıyâs ve ta'lil» denir. Kıyâs, şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifade eder. Bir misâl verelim :
Bu âlem değişmeler halindedir. (Bu kaziyyeye «Suğra», küçük Önerme denir).
Her değişmeler hâlinde olan şey hadistir, (sonradan olmuştur). (Bu kaziyyeye «Kübrâ», büyük önerine denir).
O halde, bu âlem de hadistir. (Buna da «netice» denir.) Bu misâlde görüldüğü gibi, bilinen iki kaziyye vasıtasiyîe, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm «netice» elde edilmiştir 98
Kıyasta esas, külliden cüz'îye intikal etmek, yani cüz'î bir hükme varmaktır.
2 - tstikra (Endüksiyon = înduction) :
Cüz'î ve özel hükümlerden kiillî ve genel hükümlere varılmaya «istikra» denir. İstikrada esas; kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkik ederek, külli bir hükme intikal etmek (varmak) tir.
îstikrâ bütün cüz'iyyâta şâmil olursa ona «Istikrâ-i Tam» denir. Bu gibi istikralar yakın ve kesinlik ifade eder.
Bazı cüz'leri (nevi ve cinsleri) tetkikle yetinilerek yapılmışsa ona, «Istikrâ-i nakıs» denir ve zan ifade eder.
Istikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet ilimlerde çoğunlukla istikrâ-ı nakıs kullanılır. Bu sebeble, müsbet ilimlerde varılan neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yâni değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir.
Bu cins istikrâa bir misâl verelim :
Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik, bakır... hararetle uzar. Netice : O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu misâlde görüldüğü gibi, birçok maden nevilerinde yapılan deneme sonunda varılan ortak hüküm, bütün madenlere teşmil edilmistir. Yâni, cüz'îlerin hükmü, bütün cüzlere, yani «Külle» verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfohınursa, bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.
3- Temsil (Analiz = Analogie) :
Bir cüzinin hükmünü diğer bir cüz'îye vermeğe «temsil» denir.
Temsilde esas, cüz'îden cüz'îye intikaldir. Bu, istidlal yoluyla varılan hükmün de zan ifade ettiği açıkdir. Meselâ
Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır.
Pamukyağı da bir sıvıdır.
O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır.
İşte bu bir temsildir. Çünkü burada cüz'îden cüz'îye intikal edilerek, su hakkındaki bir hüküm, pamukyağı hakkında da verilmiştir.
Hülâsa akıl, bu gibi istidlal yollariyle, vâsıta ile veya vasıtasız olarak bizi ilme ulaştıran bilgi sebeblerinden biridir. 99
3 - Sâdık Haber (Haberi Sâdık)
Kelâm âlimlerine göre, «Haber-i Sâdık» denilen ve bir hakikatin ifadesi olan doğru (gerçek) haberler de, ilmin sebeblerindendir. Çünkü, dînî bilgilerin çoğu nakle dayanan «Haber-i Sâdık» yoluyla elde edilmiştir. Meselâ : Mukaddes Kitabımız Kur'an-ı Kerîm ile, Peygamberimiz (s.a.v.)'in vahye dayanan Sünnet-i Şerif eleri ve bu iki tîâhî kaynakta bildirilen; Hakk Teâlâ'nm varlığı ve birliği, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in, Allah'ın kulu ve Resulü olduğu, daha önceden birçok Peygamberler geldiği, ölümden sonra dirilineceği ve yeni bir hayat kurulacağı... gibi, birçok dînî bilgiler, ağızdan ağıza nakledilerek gelen birer sâdık haberlerdir.
Haber : Bir nisbet ve hüküm bulunan ve mânâ bakımından tam olan cümleye denir. Haber, sıdka da, yâni doğruya ve gerçeğe de, kizbe de, yâni, yalan ve yanlışa da ihtimâli olan bir sözdür.
Sâdık haber ise; vakıaya (realiteye) yâni hariçteki gerçeğe uygun olan haberdir. Ancak, bir habere «Sâdık haber» denilebilmesi için, o haberin geçmişte de, halde de gerçeğe uygun olması lâzım-
Haber-i Sâdık iki kısımdır :
A) Mütevâtir haber (Haber-i Mütevâtir)
B Resulün haberi (Haber-i Resul)
Şimdi bunları kısaca izah edelim :
A) Haber-i Mütevâtir :
Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan büyük bir topluluğun bildirdikleri haberlerdir. Böyle bir topluluğun muayyen bir adedde olması şart değildir.
Mütevâtir haberler, kat'î ve kesin bilgi ifade eder. Çünkü, bu gibi haberler muhatab üzerinde istidlale başvurmadan kesin ve şakini bir bilgi olduğu kanaatini uyandırır. Zira böyle bir haberi duyan kimse, çocuk veya aklî muvazenesi zayıf biri de olsa, doğruluğundan şüphe etmez. Nitekim görmediğimiz birçok memleket ve şahısların varlığını bu gibi mütevâtir haberlerle biliriz ve haberin doğruluğunda şüphe etmeyiz.
Mütevâtir haberlerin zarurî ve kesin bilgi sayılabiîmesi için iki şartı hâiz olması lâzımdır :
1- Haber verilen sey, hisse ve müşahedeye dayanan (yâni duyu organlariyîe bilinen), bizzat görülen veya işitilen şeylerden olmak.
2- Verilen haber, akim caiz gördüğü mum kinler cinainden olmak, yani aklen muhal olmamaktır.
Mütevâtir olmayan «Meşhur» veya «Âhâd» hükmündeki haberler, yakîn ifade eden kesin delillerden sayılmaz, akâid mes'elelerin-de hüccet (kesin delil) olarak kullanılmaz. 100
B) Resulün Iıarert (Haber-İ Resul)
Kisaleti (Peygamberliği) vo sözlerinin doğru olduğu delil ile, yâni «Mucize» Ue te'yid olunan Peygamberlerin verdiği habere, «Haber-i Resul» denir. Peygamberlik, ancak bir mû'cize göstermekle sabit olur.
Mu'cize :
Mucize, Peygamber olduğunu iddia eden şalısm iddiasını tasdik içia, Halik Teâlâ'nın (o zât vasıtasıyla) izhâr ettiği, tabiat \&r nunlan ve âdetler üstü bir şeydir İd, insanlar onun mislini yapmaktan âciz kalır.
Peygamber olduğunu iddia eden bir şahsın mucize ile te'yid olunması Hakk Teâlâ'mn, «Sadaka abdı fîmâ yübelliğu annî». «Kulum, benden size tebliğ ettiklerinde sâdıktır, sözleri doğru ve gerçektir» demek mânâsına gelir.
Peygamberlik ve mucize, kitabımızın ikinci cildinde «Nübüvvât» «Peygamberlik» kısmında incelenecektir.
Resulün verdiği haber, mucize izhârından önce sorunlu bir bilgi olmayıp, nazarî, yâni istidlali bir bilgidir. Çünkü Haber-i Resul ile hâsıl olan bilgi, her şeyden önce, Peygamberliği mucize ile sabit olan bir Peygamberin haberi olduğu hususunu bilmeğe bağlıdır. I Ancak bundan sonra, zarurî bir bilgi ifade eder ve hükmü dâima sabit kalır.
İşte o vakit, Peygamberlerin verdiği haberler de gözlem yoluyla sabit olan bilgiler gibi, zarurî bir ilim ifade eder. Kesinlikte, yâni, zıddına ihtimâli olmamakta ve sebatda, yâni şüphe ile zail olmamak hususunda Haber-i Resul, «Zarurî bilgî»ye benzer.
Haber-i Resul, hatâdan masun olan vahye, yâni ilâhî bir esasa istinâd ettiğinden, Kelâm bilginleri nazarında, bizi doğru ve gerçek bilgiye götüren ilmin sebeblerinden biri olarak kabul edilmiştir. 101
Dostları ilə paylaş: |