BİRİNCİ BÖLÜM
Şer'î (Dinî) Hükümler Ve Kaynakları
Daha önce de belirttiğimiz veçhile, AİIahu Teâlâ'mn Zât ve Sıfatları, Peygamberlik ve Peygamberler, öldükten sonra dirilme ve ikinci hayat gibi îman ve inanç mes'eleleri, Kelâm ilminin esas mevzuunu teşkil eder. Ancak bu mes'eleleri tetkik ve izaha geçmeden önce, bütün bu inançları bize bildiren ve hak olduğunu beyân eden dinimizin itikadı hükümlerini ve bu hükümlerin özelliklerini bilmemiz gerekir. Bunun için de, fert ve cemiyetle ilgili bütün îslâmî hükümler ve bunların dînî kaynakları, yani şer'î deliller hakkında toplu bir fikir edinmek faydalı olur. Bu sebeple burada önce şer'î hükümleri izah edecek, sonra bu hükümlerin kaynakları olan Kitap, Sünnet, tema' ve Kıyas hakkında Özet bilgiler vereceğiz. 48
I - Şer'î (Dînî) Hükümler (Ahkâmı Şer'iyye) Ve Nevileri
İslâm dini, bu dünyayı imâr ve ıslâha memur edilen, bunun için de bütün varlıklar emrine ve hizmetine verilen Âdem oğullarını, fert ve cemiyet olarak refah ve saadete kavuşturan içtimaî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî en güzel hükümleri bildiren ilâhî bir nizamdır.
islâm dini, insanların gelişme ve yükselmesiyle Allah tarafından geliştirilen ve her türlü ihtiyâca her zaman cevap verebilen gerçek inanç, iyi amel ve güzel ahlâk esaslarını getiren en son ve en mükemmel bir dindir. Beşeriyeti dâima doğru yola sevkeden ve hidâyete eriştiren ilâhî bir yoldur. Çünkü o ,insanı, önce Yüce Rab-
bine, sonra nefsine, daha sonra ailesine ve içinde yaşadığı cemiyete karşı olan vazifelerim öğreterek en güzel ahlâk üzere olmasını, dünya ve âhirette saadete ermesini temin eder.
islâm dini getirdiği ilâhî gerçeklerle ilme ve irfana, hikmet ve burhana dayanan, dâima akla hitabeden ve onun ıslâhını hedef tutan bir dindir. Çünkü bu yüce din; aklı, cahillikten ve sapık inançlardan koruyarak, onu hak ve gerçeğe yöneltir, ilim nuruyla aydınlatır.
Bu ilâhî din, kalbi ve nefsi, Allah'a ibadet yoluyla ıslâh ede-lek güzel ahlâka ulaştıran, dâima nizam ve birliği, itidal ve müsavatı, ferdî ve mülkî hürriyeti gaye bilen, ilâhî hükümleriyle sosyai adaleti temin eden, akıl ve irfan, hak ve adalet, ahlâk ve fazilet dînîdir.
îşte dâima akla hitap eden, nefsi, kalbi, fert ve cemiyeti ıslâhı gaye edinen dinimizin ilâhî hükümleri, şu üç büyük guruba ayrılır :
1- îman ve inançla ilgili olan itikadı hükümler (Ahkâm-ı îtikâdiyye),
2- Ferdî ve beşeri işler ve insanî ilişkilerle ilgili olan emirler ve yasaklar, yani amelî hükümler (Ahkâm-ı Ameliyye),
3- Kalble, ahlâk ve vicdanla ilgili olan ahlâkî veya kaVbî hükümler (Ahkâm-ı Hulukiyye veya Kalbiyye).
Şimdi bu hükümleri sırasiyle açıklayacağız. 49
1- Îman Ve Îtîkadî Hükümler (Ahkâmı İtikâdiyye)
İman lügatte; mutlak inanmak ve tasdik etmek manasınadır.
Yani bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek inanmak ve o şeyin doğru olduğunu kabul etmektir.
«îtikâd» da; inanmak ve tasdik etmek mânâlarını ifade eder. Bir şeye kalb ile inanarak, ona gönülden bağlanmak, o şeyin doğruluğunu, varlığını veya yokluğunu kalb ile tasdik etmek demektir.
înanmak, aslında bir kalb işidir. Bu sebeple, bir şeye îman, a şeyi kalb ile tasdik etmekle vâki olur. Dil ile ikrar ise, kalb ile tasdik edileni başkalarına ilân ederek, ona inandığını bildirmek içindir. Bu görüş, Kelâm ulemâsının ekserisinin fikridir. Bunlara göre îman, kalb ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar ise, îmanın bir rüknü
veya sıhhatinin şartı değildir. Kalb ile tasdik edilen bir şeyin dil ile ikrar edilmesi, yalnız yeni müsliiman olan bir kimseye dünya ile ilgili hükümleri uygulayabilmek için şarttır. «îman dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir» sözü işte bu zaruretten doğmuştur.
O halde îslâmda îtikâdî hükümler; kalb ile tasdik edilerek kesin olarak inanılan ve gönülden bağlanılan dînî mes'elelerdir. Bunlara «îtikad Mes'eleleri» denir.
İslâm dininde îtikâdî hükümlerin başında; Allah'ın varlığına, birliğine, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna inanmak gelir. Bu inanç, Cenâb-ı Hakk'ı birleyen ve O'nu takdis eden «Tevhîd ve Tenzih» akîdesidir. îslâm dinindeki îtikâdî hükümlerin esası ve temeli bu inançtır. Bundan sonra ikinci temel inanç; Hz. Muhammed (a.s.)'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna inanmak, Cenâb-ı Hakk'm insanlık âlemine bildirdiği bütün dînî hükümlerin doğruluğunu kalb ile tasdik etmektir. îşte bu iki îman esası, İslâm'ın «Şehâdet kelimesi» olan; «Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Rasnluhû» cümlesinde ifadesini bulmuştur.
Allah'dan başka hiçbir ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederek, bu iki esası kalb ile tasdik etmek, İslâm'ın dâvetine icabet etmek demektir. Bunun içindir ki, bu iki esasa kalbi ile inanan ve onu diliyle | ilân eden kimse, İslâm dinine girmiş ve müslüman olmuş sayılır. { Çünkü Hz. Muhammed (i3.a.v.)'e inanmak, O'nun getirip tebliğ et-! tiği diğer îman esaslarına ve îtikâdî hükümlere de inanmayı gerek-i tirir. Bu îman esasları, «Amentü»'de ifadesini bulan; Allah'a, Me-! , leklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe, Kadere, : yâni hayrın ve şerrin Yüce Allah'ın takdiri ve yaratması ile oldu-[ ğuna ve öldükten sonra tekrar dirilmenin hak ve gerçek olduğuna ; inanmaktır.
İleride her biri üzerinde durarak geniş bilgiler vereceğimiz bu îman esasları ve îtikâ<âî hükümler, bütün Peygamberlerin ittifak ettiği dînî inançlardır. Bu inançlar, zaman ve mekâna göre asla değişmeyen ve kesinlik ifade eden dinî esaslardır. Bunlar ilk Peygamber Hz. Âdem'den, sorı Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'e kadar hiç değişmemiş ve bütün Peygamberler ayni itikadı hükümleri tebliğ etmişlerdir.
Bu îtikâdî esasla ,r, Kur'ân-ı Kerîm'de açık bir ifade ile beyân olunmuş ve kesin delillerle teyid edilmiştir. Dinde îtikâd esas olduğundan, itikadı hükümlerde kesinlik ifade eden deliller aranır. Bu
gibi hükümler, zan ifade eden bilgiye dayandırılmaz. Çünkü zannî delil ile, yakın ve tasdik hâsıl olmaz.
îtikâdî hükümler başlıca iki kısma ayrılır :
Birinci kısımda aklî deliller aranır ve bu nevi inançlar, akîî burhanlar kesin delillerle isbat olunur. Bunlar, Allahu Teâlâ'nm varlığına, birliğine, irade ve kudret, ilim ve hikmet sahibi olduğuna, peygamberler gönderdiğine îman gibi îtikâd mes'eleleridir.
İkincisi ise, akıl yoluyla bilinmeyen, ancak nakil yolu ile öğrenilen îman mes'eleleridir. Bu gibi inançlar, Kur'ân-ı Kerîm'de ve Peygamberimizden sabit olan Hadis-i Şeriflerde beyân olunan ve aklen muhal görülmeyen itikadı hükümlerdir. Bunlar «Sem'iyyât» denilen Âhiret, Cennet ve Cehennem, Melekler ve ölümden sonra dirilmek «Ba'su ba'de'l - Mevt» inancı gibi işitmeye, yani, yalnız ilâhî yahye dayanan dînî inançlardır.
îtikâdî hükümler, yani islâm İnançları, «Tevhîd» veya «Kelâm» adı verilen ilimde beyan ve tetkik olunur. 50
2- Amelî Hükümler (Ahkâm-1 Ameliyye)
Amel; yapılan, vücuda getirilen is demektir. Bir şeyi yapmak için önce o şeyi bilmek ve ona inanmak gerekir. Bu sebeple, inanmak, yani îman, yapmaktan, yâni amelden öncedir. O halde îman, esas ve temel, amel ise, fer' ve bina hükmündedir. Temelsiz bina olamıyacağı gibi, imansız amel de bir kıymet ifade etmez. Bu bakımdan îtikâdî hükümlere (Ahkâm-ı Asliyye), amelî hükümlere de «Ahkâmı Fer'iyye» denilmiştir.
Dinin amelî hükümleri, îman eden her insanın yapması, nefsinde ve çevresinde uygulanması gereken Aliahu Teâlâ'nm emir ve yasaklarıdır. Bunların bir kısmı, ferdin Allahu Teâlâ'ya karşı olan vazifelerini, diğer bir kısmı da ferdin fert ve cemiyetle, cemiyetin de diğer cemiyetlerle olan münasebtlerini, karşılıklı hak ve vazifelerini bildiren amelî hükümlerdir. Bu itibarla amelî hükümler baş-lıca ıkı kısma ayrılır :
a) îbâdât,
b) Muamelât.
İbâdetten gaye; Allahu Teâlâ'nm en büyük ve en yüce olduğuna inanarak, O'nu tazim, tebcil ve takdis etmek, bunu içten gelen bir arzu ve tam bir ihlâsla yapmaktır. Bu şekilde eda edilen ibâdet, insanın fikrini, ruhunu ve iradesini terbiye eder. Allah'dan başka hiçbir varlığa kulluk etmemeyi ve yalnız Allah'dan korkup, O'ndan yardım dilemeyi öğretir.
İbâdette ihlâs, insanın kalbini riyadan ve nifaktan, fikrini şirkten ve inkârdan koruyarak ahlâkını kemâle erdirir. Bu sebeple ihlâs, ibâdette esasdır.
İbâdet, Kitap ve Sünnette beyan edilen esaslar dahilinde noksansız olarak yapılır. Zamanın, mekânın, örf ve âdetlerin değişmesiyle değişmez. İbâdetler, mahlûk ile Hâliki (Yaratıcısı) arasındaki münasebetin bir tecellisi olması bakımından, artmaz veya eksilmez. Çünkü, ibâdet, kul ile Rabbı arasında olan, zaman, mekân, Örf ve âdetle alâkası bulunmayan ve yalnız Allah'a karşı yapılan bir vazife, Hak Teâîâ'nm emrettiği gibi edası gereken bir farizadır. Onun şeklini de keyfiyyetini Cenâb-ı Hak tâyin etmiş ve her zaman edâ-edüecek tarzda ayarlamıştır.
İbâdetler, ya namaz ve oruç gibi bedenî, veya zekât gibi mâlî,, yahut da hacc gibi hem bedenî, hem de mâlî olur.
Bu ibâdetlerin esasları, Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiş, izahı ise Peygamberimizin amelî ve kavlî sünnetleriyle yapılmıştır. Her müs-lüman ibâdetini, Peygamberimizin edâ ettiği, daha sonra bize kadar tevatür yoluyla geldiği şekilde yapmakla mükelleftir. Tevâtüren sabit olan ibâdet şekillerinde hiçbir surette değişiklik yapmak caiz. değildir.
Muamelât ise : Fert ve cemiyetin hukukî, idâri, içtimaî ve iktisadî sahalarda muhtaç olduğu hükümlerdir. Bunların da esası Kur'ân-ı Kerim'de beyan edilmiş, etraflı olarak açıklaması ise Peygamberimize bırakılmıştır. Ancak, bu amelî hükümler, genel kaideler (kurallar) ve o zaman vukua gelen cüz'î hadiselerle ilgili ilâhî hükümlerdir. Fakat zamanla karşılaşılan cüz'î hadiseleri tahdid edip sınırlamak mümkün olmadığından, «genel esaslar sabit 1 beraber, zaman, mekân ve örfün değişmesiyle, dünya ile i fıkhı ve ctiz'i hükümler de değişebUir.» denmiştir.
Dünya ile ilgili amelî hükümlerde esas; adalet, Allah'ın e: ve yasaklarında esas ile, menfaat ve mefsedet (fayda ve zarar)'
İnsanlara faydalı olan, veya faydası zararından çok olan şeylerin yapılması emredilmiş, zarar ve fesadı faydasından çok olan şeylerin yapılması da yasak kılınmıştır.
ibâdetler, irade ve ihtiyar ile ve Allah'ı takdis ve ta'zim gayesiyle yapıldığı halde, muameleler, fayda elde etmek veya zararda» kaçınmak gayesiyle yapılır.
ibâdetlerin ve beşerî muamelelerin muntazam ve mükemmel bir şekilde yapılması ve herkesin adalete ve başkalarının hukukuna riayet etmesi için de, «Ukûbât» denilen «Cezaî Hükümler» konmuş, iyi. yolda yürüyenlere mükâfat, kötü yola sapanlara da şiddetli azâb vadedilmiştir.
Amel ile ilgili olan hükümlerin hey'et-i mecmuasına «Şeriat» denir. Bu hükümleri tetkik eden ilme de; «Ahkâm ve Fıkıh İlmî» adı verilmiştir.
Mükellef bir insanın yapması veya yapmaması gereken işler hakkında vârid olan ilâhî emir ve yasaklar, yâni amel ile ilgili olau şer'ı hükümler sekiz kısımdır. Çünkü bir şeyin yapılmasının dînen hükmü; ya farz, ya vâcib, ya sünnet, ya müstehab, ya mubah, ya haram, ya mekruh veya müfsid olur. Şimdi bunları kısaca izafe edelim.
Farz : Yapılması istenen, yapılmaması yasak edilen ve bu husus hem sübût, hem de mânâya delâlet bakımından kafi (kesin) bir delil ile sabit olan hükümdür. Beş vakit namaz kılmak, ramazan orucunu tutmak, zekât vermek gibi emirler, her yönden kat'iy-yet (kesinlik) ifade ettiğinden, bunlar hakkındaki hükümlere farz. denir. İşte böyle her mükellefin şahsen yapması gereken farza,. farz-ı ayin, Kur'ân dinlemek ve cenaze namazı kılmak gibi birkaç kimse tarafından edâ edilmesiyle diğerlerinden sakıt olan farza da. farz-ı kifâye denir.
Farzın işlenmesinde sevâb, özürsüz olarak terk edilmesinde (te azâb vardır.
Farz olan bir şey amel bakımından farz olduğu gibi, îman ve îtikâd bakımından da farz olur. Bu sebeple, bir farzın farz olduğunu inkâr etmek küfrü icabettirir.
Vâcib : Vâcib de, farz gibi, mükellefden yapılması istenen, yapılmaması yasak edilen bir iştir. Ancak bu husus, sübût bakımın-
dan kat'î, mânâya delâlet bakımından zannî olan bir delille sabittir. Bayram ve vitir namazlarını kılmak ve kurban kesmek gibi...
Vacibin hükmü, amel bakımından farzın hükmü gibidir. Yani yapılmasında sevâb, terk edilmesinde ikâb vardır. Fakat îtikâd bakımından farz gibi değildir. Çünkü vâcib kesin olmayan zannî bir delille sabit olduğundan, vacibin vâcib olduğunu inkâr, küfrü ica-bettirmez.
Sünnet ise; terk edilmesi yasak olmayan ve Peygamberimin tarafından farz ve vâcibler dışında yapılan işlerdir.
Bunlardan Peygamberimizce çok defa yapılan ve pek az terke-düenlere «sünnet-i müekkede», bazan yapılıp bazen terkedilenlere de «sünnet-i gayr-ı müekkede» denilir.
Müekked sünnetlerin yapılmasında sevâb vardır. Özürsüz olarak terkedenler Peygamberimizin itabına (tekdirine) uğrarlar.
Müstehab : Müekked olmayan sünnetlere m üsteh âb, mendnb, nafile isimleri de verilir. Sadaka ve nafile namazlar bu neviden olup, işlenmesinde sevâb vardır, terkinde itâb yoktur.
Mübâh ise; yapılması da yapılmaması da dinen caiz olan. şeylerdir. Yemek, içmek veya uyumak gibi şeyler mübâh hükmünde olup, işlenmesinde sevâb, terkinde ceza yoktur.
Haram : İşlenmemesi istenen, işlenmesi yasak edilen ve bu husus hem sübût, hem de manâya delâlet bakımından kesin bîr deliRe sabit olan şer'î bir hükümdür. însan öldürmek, namusa tecâvüz etmek, yalan söylemek ve hırsızlık etmek, kesin delillerle yasak edilen işlerden olduğundan, bunların dînen hükmü haramdır. Kesinlik ifade eden bir delil ile yasak edilen şeyleri yapmak haram olduğu gibi, yapılması kesin bir delil ile emredilen şeyleri yapmamak da haramdır. Bu bakımdan haramı terketmenin hükmü farz, farzı ter-ketmenin hükmü haramdır.
Haramı irtikâb edene azâb, terkedene de sevâb vardır. Dînen hükmü haram olan bir şeyin haram olduğunu inkâr etmek küfrü icabettirir.
Mekruh : Yapılmaması istenen, yapılması hoş görülmeyen ve bu husus zannî (kesin olmayan) bir delille sabit olan bir hükümdür.
Mekruh iki kısım olup ,tahrimen mekruh denen şeyler harama, ten-2Îhen mekruh denen şeyler de helâle daha yakındır.
Tahrimen mekruh olan şeyleri yapmamak vacip, vacip olan şeyleri terketmek de tahrimen mekruhtur. Güneş batarken namaz kılmak gibi.
Tenzîhen mekruh olan şeyleri yapmamak, müstehâb, müste-hâb olan şeyleri yapmamak da tenzihen mekruhtur.
Mekruh olan bir şeyi işleyene azâb, terkedene sevâb vardır. Mekruh, zannî bir delil ile sabit olduğundan, mekruh olan şeyleri inkâr etmek küfrü gerektirmez.
Müfsid : Şart ve rüknünü taşımayan ve şeriata muhalif (aykırı) olan işlere fasit dendiği gibi, şartlarını ve rükünlerini toplayan ve şeriata uygun bulunan bir işi bozan şeye de müfsid denir. Namaz kılarken gülmek, oruçlu iken yemek, içmek gibi... 51
3- Kalbî Ve Ahlakı Hükümler (Ahkâmı Hulûkiyye Ve Kalbiyye)
Şer'î hükümlerin üçüncü kısmı da; kalbi tenzibe, nefsi ıslâha, ruhu yüceltmeye ve ahlâkı kemâle erdirmeye matuf (yönelik) olan ahlâkî hükümlerdir. Bu hükümler, kalble ve güzel ahlâk ile ilgili olan amelleri (işleri) bildirir.
islâm dini güzel ahlâka son derece önem vermiş, her vesile ile insanları güzel ahlâka teşvik etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm ahlâk ve fazilette beşeriyetin en büyük kaynağıdır. Peygamber Efendimiz ise, güzel ahlâkın en yüce rehberi ve örneğidir. Peygamberimiz (a.s.)'in :
1 «İmanın kemâli güzel huydur (güzel ahlâktır)».
(1 ve 4) Ali el-Muttakî : Kenzü") - Ummâl :' c. II, s. 58, Haydarabâd, 1312. (2) Celâleddin es-Suyûtî : Fethü'I - Kebir c. II. s. 124, Mısır, 1351. (3 ve 5) Kenzü'l - Ummâl, c. I, s. 11.
2- «Allah'a îmandan sonra, akıl (ve hikmetin) başı, hâyâ
ve güzel huydur.»
3 - «Sizden hiçbiriniz kendi için sevdiği (ve özlediği) şeyi (din) kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (kâmil) mü'min olamaz.»
4- «Ben ancak beşeriyetin ahlâkını tamamlamak (kemâle erdirmek) için gönderildim.»
5- «Müslüman, elinden ve dilinden, müslüm anların selâmette olduğu kimsedir.»
Buyurmaları, tslâmiyetin güzel ahlâka ve fazilete verdiği kıymet ve ehemmiyetin en canh örnekleri, en açık ve kesin delilleridir.
islâm ahlâkında; Allah'ın emirlerine itaat, mahlûkâtma şefkat ve merhamet çok mühim bir esastır.
İslâm'ın her emri; nefsi ıslâh etmek ve cemiyeti güzel ahlâka yöneltmek gayesini hedef alır. İslâm dini, Allah'a, Peygambere, nefse, ana - babaya, cemiyete ve bütün insanlığa karşı olan insani ve ahlâkî vazifelerimizi bize en güzel şekilde öğretmiş, ahlâkî ve içtimaî esasları Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Peygamberimiz vasıtasıyla bütün beşeriyete ilân etmiştir.
Bir müslüman için namaz ve oruç gibi ibâdetler nasıl birer dînî vazife ise, herkese karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmak, kimseyi incitmemek, dâima iyilik etmek ve kötülükten kaçınmak ta mühim birer dînî vazifedir. Mala, cana, ırza göz dikmek nasıl haram ise, başkalarına iftira etmek, verilen sözü tutmamak ve yalan söylemek de öylece haramdır.
Allah'a îman ve ibâdet nasıl birer dînî esas ise, bütün mahlû-kata şefkat göstermek, merhamet etmek, güzel ahlâklı olmak da, aynı derecede önemli birer esastır.
Hülâsa İslâmiyet, fert ve cemiyeti kemâle erdiren her türlü ahlâk esaslarını insanlık âlemine bildirmiş, Sevgili Peygamberimiz de, bütün bu esasları bizzat nefsinde en güzel bir şekilde tatbik
ederek Cenâb-ı Hakk'ın
«Muhakkak ki sen en güzel ahlâk üzeresin (en güzel ahlâka sahihsin.) 52 » ilâhî iltifatına mazhar olmuştur.
Kalble ve ahlâkla ilgili olan hükümler, Ahlâk ve Tasavvuf ilminde incelenir ve gerekli bilgiler verilir.53
Iı - Şeitî Hükümlerin Kaynakları
Ahkâm-ı Şer'iyye denilen dînî hükümlerin kaynağı, ilâhî bir esasa dayanan dînî delillerdir. Naklî olan bu delillere «EdiUe-i Şer'iyye» yani «Dînî Deliller» denir.
Dînî hükümlerin hepsi, ilâhî vahye dayanan şer'î delillerden öğrenilir. Bu hükümlerin hiçbiri beşerî bir eEasa dayanmaz. Bir fert veya toplumun koyduğu kanunlardan veya hukukî esaslardan alınmaz. Herhangi îslâmî bir hüküm tetkik edilirse, muti .ka ilâhi bir esa3a dayandığı ve kudsî bir karal : 2r taşıdığı görülür.
tslâmi hükümlerin kaynağı olan şer'î deliller; Kitap, Sünnet, fcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-i Fukalıâ oîmak üzere dörttür. Ancak, îcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ, esas itibariyle Kitap ve Sünnete istinad ettiğinden, Kitap ve Sünnet ilk iki mühim esastır. Sünnet ve diğer bütün şer'î deliller hakikatte, Kitabullah olan Kur'ân-ı Kerîm'deki ilâhî hükümleri keşfe ve izaha çalıştıklarından ve dâima O'na istinad ettiklerinden, Kitap, bütün şer'î (dînî) delillerin ash ve yegâne kaynağıdır. Bu sebeple Kitaba «Ashı'l - Usûl» yani «Asılların aslı» denilmiştir.
Müslümanlar arasında dâima hüccet, yani kesin delil olarak kabul edilmesi zarurî görülen şer'î deliller, yalnız ilâhî vahye dayanan dînî nasslar, yani Kitap ile Sünnet'tir. Kitap ve Sünnet dâima delil olarak alınmıştır. Müctehid imamlar ancak, âyet-i kerîmenin veya hadîs-i şerifin bir hükme delâletini kat'î olarak bilemedikleri zaman, veya hükmünün mensuh olduğu gibi bazı hallerde Kitap ve Sünneti kesin delil olarak almayabilirler. Böyle bir özür bulunmadıkça, bu iki kaynağa aykırı olan bir hükmü asla vermezler. Bu sebeple Kitap ve Sünneti, Kitab ve Sünnet olması itibariyle reddetmek küfür sayılmıştır.
Müctehidlerin icmâ'ı veya Fukahâmn kıyası ise, herhangi' bir hiikme delâlette Kitap veya Sünnete dayanır.
Şimdi bu dört îslâmî kaynağı sırasıyla ve kısaca izah edeceğiz. 54
1- Kitap
Kitap lügatte; her yazıya ve her yazılana verilebilen bir isimdir. Fakat, müslümanlar arasındaki örfe göre Kitapdan kasıt, Allah Kelâmını ihtiva eden Kur'ân-ı Kerîm/dir. «Kur'ân» kelimesi aslında, «Ka-ra-a» fiilinden (Gufran gibi) mastar olup, «Kıraat» ve «Tilâvet», yani «Okumak» mânâsına gelir. Sonra «Kur'ân» adı; Hz. Muhammed (ş.a.v.)'e vahyolunan ve bize tevatür yoluyla naklolunan Allah Kelâmının mecmuu olan tamamı denmiştir. Böylece, mef'ûliyet ifade eden ve «Okunan» mânâsına gelen Mukaddes Kitabımıza mahsus bir isim olmuştur.
Kelâm âlimleri Kur'ân-ı Kerim'i şöyle tarif ederler : «Allanıl Teâlâ'nın zâtıyla kaaim olan nefsî ise ilâhî bir mânâ olup, Hz. Muhammed (s.a.v.) e nazil olan ilâhî lâfza delâlet eder.» Bu tariften anlaşıldığına göre Kur'ân; Hak Teâlâ'nın Zatî sıfatlarından olan Kelâm sıfatının bir tecellîsidir.
Usulü Fıkıh âJİmlerînin ıstılahına göre ise Kur'ân-ı Kerim : i «Hz. Muhammed (s.a.v.)'e Alîahu Teâlâ tarafından Cîbrîl-i ihmîn (Cebrail) vasıtasıyla inzal olunan ve bize bizzat Peygamberi-miztlen tevatür yoluyla aynen naklolunan mukaddes bir kitaptır.» 55 Kur'ân-ı Kerîm ilâhî bir tecelli olarak, tebdil ve tağyirden masun, yani değişiklikten korunmuş olup, kıyamete kadar aynen mahfuz kalacak ve muhafaza edilecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak : «Muhakkak İd Kur'ân'ı biz indirdik ve O'nu mutlaka biz muhafaza edeceğiz.» 56 buyurmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm, en yüksek edebî üslûb ve belagatı, en derin ve . en geniş mânâsı ile, lâfzan da, manen de ilâhi ve eşsiz bir mucizedir. Bu yüce Kitap, beşeriyeti fert ve. cemiyet olarak refah ve saadete ulaştıran her türlü inanç, amel ve ahlâk esaslarını ve her türlü sosyal nizamı ihtiva eden ilâhî ve mukaddes bir kaynaktır.
Kur'ân-ı Kerîm'in, bizzat Kur'ân'da sabit olan elliden fazla isim ve sıfatları vardır. En meşhurları :
Kitabullah, Kelâmullah, Fıırkân (Hakkı bâtıldan ayıran) Tenzil (Azar azar indirilen), Zikr (Hatırlatan), Kitabul - Hakk (Doğru ve gerçek kitap), Kitabu'l - Münir (Kalpleri ve fikirleri aydınlatan kitap) ve iki kapak arasındaki sayfalar mânâsına gelen «Mushaf»'tır.
Kur'ân-ı Kerîm 114 sûre 6236: bir rivayete göre de 6666 âyettir. Bu sûreler hep birlikte toplu olarak nazil olmayıp, hâdiselere, ihtiyaca ve hikmet-i Ilâhiyyeye uygun olarak, âyet âyet, sûre sûre nazil oldu. Milâdî 610 yılından başliyarak 23 sene, diğer bir rivayete göre de 22 yıl 2 ay 22 gün devam etti.
İlk nazil olan âyet, «Alâk», sûresinin ilk beş âyeti, son nazil olan âyet ise, «Bakara» sûresinin 281. âyetidir. Sûre olarak ilk nazil olan «Fatiha» sûresi, son nazil olan da «Nâs» süresidir.
Bu sûrelerin en uzunu «Bakara» (286 âyet), en kısası «Kevser», (üç âyet) sûreleridir.
İslâm âlimlerinin muteber eserlerine göre özetlersek; Kur'an'-daki 114 sûreden 86 veya 93'üne Mekkî, 21 veya 28'ine de Medeni denir. Mekkî olanlar; Peygamberimizin Medine'ye hicretlerinden önce nazil olan ve îman ve inanç esaslarına taallûk eden kısa sûreler, Medenî olanlar ise; hicretten sonra Peygamberimizin Medine hayatları esnasında nazil olan amel ve ahlâka, sosyal hayata, genel hukuka ve devlet nizamına taallûk eden sûre ve âyetlerdir.
Kur'ân-ı Kerîm Peygamberimize Cebrail Aleyhisselâm vasıtasıyla nazil olunca, her âyet ve sûreyi bizzat ezberler ve yanında bulunan sahabîlerine okurdu. Onlar da kendilerine tebliğ edilen âyet ve sûreleri Peygamberimizin emri ile ezberler ve huzurunda yazarlardı. Yazılan âyetlerin bir sureti Peygamberimizin evinde, diğer bir sureti de «Vahiy kâtipleri» denilen Sahâbîler tarafından muhafaza olunurdu. Peygamberimiz, Kur'ân-ı Kerîm'den başka hiçbir sözün yazılmasını emretmemiştir.
Böylece Kur'ân-ı Kerîm o zamanki imkânlara göre, kâğıt yerine kullanılan ağaç kabuğu, deri, düz kemik ve taşlar üzerine yazılarak muhafaza edilir ve ayrıca ezberienirdi. Nazil olan her âyetin hangi sûreye ait olduğunu ve tertibini Peygamberimiz Vahiy Kâtiplerine bizzat bildirirdi.
Vahiy Kâtiplerinin adedi üzerinde ihtilâfa düşülmüşse de, en sahih rivayete göre 29'dur. En büyükleri ve meşhur olanları; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Mııâviye ile Zeyd h. Sabit, Übey b. Kaab, İbni Abbâs ve tbni Mes'ud (Allah onlardan razı olsun) hazretleridir.
Parça parça inen Kur'ân-ı Kerîm'in bütün âyetleri, Sahâbîler tarafından kolayca ezberlenmiş, fakat Peygamberimizin sağlığında bir kitap haline getirilmemiştir.
Binlerce müslüman zatlar tarafından nakil ve rivayet olunan Kur'ân-ı Kerîm, ancak ilk Halîfe Hz. Ebu Bekir (rta.) zamanında, görülen lüzum üzerine ve Hz. Ebu Bekir'in bir emri ile, Vahiy Kâtiplerinden ve Ashab'm en çok itimadını kazanmış olan Zeyd b. Sâbit'in riyasetindeki büyük bir hey'et tarafından, sonsuz bir dikkat ve itina ile toplanıp, tetkik ve tertip edilerek bir kitap haline getirildi.
Peygamberimizin bildirdiği tertip Üzerine yazılan ve «Mushaf» adı verilen Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Ebu Bekir'e teslim edildi. Daha sonra II. Halîfe Hz. Ömer'e, O'ndan da III. Halîfe Hz. Osman'a teslim edilen Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Osman'ın hilâfeti zamanında çoğaltılarak, genişleyen İslâm ülkelerinin mühim merkezlerine gönderildi. O günden bu güne kadar Kur'ân-ı Kerîm'in aslı aynen muhafaza edilerek çoğaltılmış ve ilâhî bir mucize olarak hiçbir değişiklik ve tahrife uğramamıştır. En gerçek, en güzel ve en mükemmel olduğu muhakkak olan İslâm'ın Mukaddes Kitabı, işte böylece yazılmış, çoğaltılıp muhafaza edilmiş ve bütün Islâmî hükümlerin kaynağı ve en büyük delili olmuştur 57
2 - Sünnet
Sünnet lügatte; iyi veya kötü herhangi bir ^ff mânâsına geldiği gibi, hal ve âdet mânâsını da ifade eder. Hp
Usul-i Fıkıh âlimlerinin ıstılahına güne Sünnet/
Peygamber Efendimizin, Kur'ân-ı Kerîm'den hşjlta olarak sar-fettîkleri sözler, yaptıkları işler ve sükût ile karşıİâdıldarı şeyler-
A) Sünnet'in Nev'ileri :
îslâmî hükümlerin ikinci mühim kaynağını teşkil eden Sünnet,.
«Kavlî, Fiilî ve Takriri» olmak üzere üç kısımdır :
Kavtf Sünnet : Peygamberimizin söyledikleri «Hadîs-i Şerif» denilen sözlerdir.
Fiilî Sünnet: Peygamberimizin fii! ve hareketleridir. Fakat bu _ fiillerden; oturmak, kalkmak, yemek, içmek ve uyumak gibi tabiî olanlar, ancak bu işlerin mubah olduğuna delâlet eder. Bunlardan şer'î bir hüküm çıkarmak doğru olmaz. Uyku esnasında vâki olan şeyler ise, Peygamberimizin zâtına mahsus olan işler de böyle olup, ümmeti üzerine hüccet (kesin delil) teşkil eden ve dînî hükümlere kaynak sayılan Fiilî Sünnetler'den sayılmaz.
Takriri Sünnet ise : Peygamberimizin, huzurunda söylenen sözleri veya yapılan işleri sükûtla karşılamak suretiyle, onları takrir etmesidir. Takrir, tesbit etmek mânâsına gelir. Red ve inkâr etmi-yerek sükûtla karşıladıkları şeylerin, Takrîrî Sünnet'ten sayılabil-mesi için, o,şeylerin —meselâ puta tapmak gibi— münkerâttan olmaması, yani, aslında kötü olduğu için kabul olunmayan şeyler cinsinden bulunmaması şarttır.
Kavlî Sünnete, «Hadîs» dendiği gibi, «Haber» veya «Eser» de denir. Hadîs'in çoğulu «Ehadîs», Haber'in çoğulu «Ahbâr», Eser'in çoğulu ise, «Âsâr» gelir.
Peygamberimizin Sünneti, îslâmî hükümlerin çıkarılıp elde edilmesinde Kur'ân-ı Kerîm'den sonra en mühim kaynak olarak kabul edildiğinden Ashâb-ı Kiram, Peygamberimizin sözlerini büyük bir dikkat ve itina ile zabt ve tesbit ederek ezberlemiş ve daha sonra gelenlere nakletmişlerdir.
Bu hadîslerin sübûtu, yani sabit olması ve daha sonra gelenlere ulaştırılması, ancak nakil yoluyla olduğundan, İslâm âlimleri nakle son derece önem vermişler ve nakil konusunda en sağlam esasları ve en kuvvetli usulleri koymuşlardır. «Usul-i Hadîs» ilmini teşkil eden «Müstalâh el-Hadîs» ve «Nakd-i Rical» ilimleri, asrımızda dahi emsali görülmeyen titizlikte vücûda getirilmiştir. Hattâ diyebiliriz ki, yeni filozofların «Metodoloji» denilen «Metodlar İlmi» nde, rivayet ve nakil hakkında koydukları esaslar, İslâm hadîs ulemâsının Hadîs nakleden râvileri tetkik ve tenkid hakkında koydukları esaslara nisbetle çok sathî ve sönük kalır. Bu husus, Usul-i Hadîs ilmine ve Metodoloji'ye vâkıf olan âlimler arasında inkâr edilmeyen bir hakikattir.
İşte Peygamberimizden rivayet edilen bütün hadîsler, bu tenkid süzgecinden dikkatle geçirilerek, herbirinin derecesi, her râvinin mertebesi tesbit edilmiştir. Yani, Peygamberin Sünneti diye rivayet edilen her şey, hemen kabul edilmemiş, hepsi de usulü ile tetkik ve tenkid edildikten sonra iîmî ölçülere uyanlar, Peygamberimizin Sünneti olarak kabul edilmişlerdir.
Peygamberimizin hadîsleri, «Sahihân» denilen Buhârî ve Müslim'de, «Sünen» denilen Tirmizî, İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd ve Neseî gibi «Kütüb-i Sitte»'yi teşkil eden, en sağlam ve en muteber «Altı Hadîs» kitabında yer almıştır. îmâm-ı Mâlikin «MuvattaVı ve İni ânı-ı Ahmed'in «Müsned»'i de muteber hadis kitapları olarak kabul edilmiştir.
Peygamberimizin Sünneti de, Kur'ân-ı Kerîm gibi, İlâhî vahye dayanır. Çünkü Cenâb-ı Hak Sevgili Peygamberimiz hakkında şöyle buyuruyor :
«O, nefsinin arzusuna göre konuşmaz. O'nun sözleri, kendine vahyolan sözlerden başka bir şey değildir.» 58Yani Peygamberimiz (s.a.v.)'in her sözü, ilâhî bir vahye dayanır.
Peygamberimiz (a.s.) .de :
«Allâhu Teâlâ bana Kur'ân-ı ve Hikmet'den de Ud mislini verdi» buyurmuşlardır.
Li Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı Kerîm'inde :
«Peygamberin size getirdiklerini alın, yapmanızı nıenettiklerine m yerin.» 59Yani yasakladıklarım terkediniz.
«Her İdm İd, Peygambere itaat eder, Allah'a itaat; etmiş olur 60 buyuruyor.
Peygamber Efendimiz de, kendisinden görüldüğü gibi ibâdet edilmesini, Sünnetinin aynen alınıp tatbik edilmesini emrediyor.
Bunun içindir ki, ilâhî vahye istinâd eden Peygamberimizin Sünneti, Kur'ân-ı Kerîm'den sonra îslâm dinînin en büyük kaynağı Şer'î hükümlerin ikinci ilâhî kaynağı ve delili sayılmıştır.
Peygamberimizin Sünneti; Kur'ân-ı Kerîm'i tasdik eder; bildirdiklerini ise kuvvetlendirir veya onu tefsir ederek anlaşılması, zor ve müşkil olan kısımlarını açıklar. Muhtasar ve mücmel (yani kısa ve icmali) olanını tafsil edip açıklar; muhtemel (birkaç mânâya ihtimalli) olanı tâyin eder. Mutlak olanı takyîd ederek kayıtladığı gibi, Kitabullâh'ın beyan etmediği cüz'î hâdiselerin hükümlerini de bizzat beyân ve tafsil eyler.
0 halde Sünnetin iki mühim vazifesi vardır
1- Kur'ân'ı tefsir ederek, ilâhî hükümleri açıklamak,
2- Gerektiği zaman müstakil olarak ahkâmı teşri' etmek. Yani müstakil olarak dînî hükümler koymaktır.
Bu sebeple, Kitap esas ve ük ilâhî kaynak ise de, Sünnet onun. tefsiri ve tamamlayıcısı mahiyetindedir. Bu bakımdan Sünnet; aslı. olan Kitaba, Kitap da; tefsiri bulunan Sünnete muhtaçtır.
Dînî hükümler nakle istinâd ettiğinden, _ biraz önce belirtildiği üzere islâm bilginleri nakle son derece Önem vermişlerdir.
B) Hadis'in Çeşitleri :
Islâmî nakillerin ilmî delilleri üç asra (karn'a) göre takdir olunur.
Birinci asır Ashâb-ı Kiram devri, ikincisi onlara tabî olan (Tabiîn devri), üçüncüsü de (Etba-ı Tabiîn) devridir.
Peygamberimiz (a.s.)'in hadisleri, hadisin senedini teşkil eden râvîlerin üç devirdeki durumlarına göre üç- kısma ayrılır :
a) Mütevâtir Hadisler : Bidayetten (başından) itibaren bu üç asırda yalan üzerinde birleşmelerini akim tecviz etmediği ve mümkün görmediği çok sayıdaki topluluğun biribirinden rivayeten Peygamberimizden naklettikleri hadislerdir.
Miktarı az olan mütevâtir hadisler, kesinlik ifade eder. Yani zarurî ve kesin bir bilgi verir. Yakîn ifade ettiğinden, muktezâsıy-îa (gerektirdiği şeylerle) amel ve îtikad etmek her mükellefe vâ-
cibdir. Mütevâtir Hadisler, Kur'ân gibi Allah sözü olmamakla beraber, Allah'ın Resulüne inzal buyurduğu ilâhî bir hikmettir. Bu bakımdan, îman İle küfür arasında bîr mîyâr (ölçü) sayılmıştır.
Onun için, tevatürün bütün zor şartlarını ihtiva ederek (mütevâtir) derecesine ulaşan ve bize -kadar öylece gelen bu gibi hadîslerin doğru ve kesin olduğunda şüphe etmek asla caiz değildir. Çünkü bu sözlerin, bizzat Peygamberlerimizden sâdir olduğu tevatür yoluyla sabit olmuştur. Namaz, Oruç ve Hacc gibi ibâdetler ile» farz olan namazların rek'at adetleri, mütevâtir hadislerle tevâtü-ren sabittir.
b) Meşhur Hadisler : Önceleri (Âhâd) hadis durumunda olduğu, yani; Peygamberimizden bir veya birkaç kişi tarafından rivayet edildiği halde, daha sonra ikinci ve üçüncü asırlarda tevatür _derecesine ulaşarak şöhret bulan hadîslerdir. Bu gibi hadîsler aslın-' da âhâd hükmünde olduğu halde sonra şöhret bulan ve yalan üzerine "birleşmeleri aklen caiz olmayan büyük bir topluluk tarafından rivayet edilerek bize kadar böylece gelen hadîslerdir. Bunffn için «Meşhur Hadîs» adı verilmiştir.
Meşhur hadîsler aslında, bir veya birkaç kişinin rivayetine istinâd ettiğinden, zarurî ve kesin bir bilgi vermez. Ancak, Peygamberimizin Ashabı, yalan söz söyleme töhmetinden uzak olduklarından, daha sonra tevatür derecesine ulaşan bu gibi meşhur hadîsler, kalbe itmi'nan verir. Meşhur hadisler, zarurî ve kesin bilgi verme derecesine yaklaştığından, onun muktezâsıyla amel etmek her mükellef için vâcibdir. Bu bakımdan hidâyet ile dalâlet (sapıklık) arasında bir mîyâr ve ölçü sayılagelmiştir.
Âhâd Hadisler : Peygamber Efendimizden bir veya birkaç emin kişi tarafından rivayet edilen ve üç asrın hiçbirinde tevatür derecesine ulasmıyan hadislerdir. Yani, Islâmî nakillerde esas olan ilk üç asrın hiçbirinde de, bir topluluk tarafından rivayet edilmeyen, fakat daha sonra müslümanlar arasında yayılan hadislerdir.
Âhâd hadislerden, metin ve sened (râvîler silsilesi) bakımından belirli şartları taşıyanlara (Makbul), bu şartları taşımayanlara da (makbul olmayan) hadisler denilir.
Metin ve râvîler silsilesindeki şartları hâiz olan makbul hadislerle, muhtar olan rey'e göre, yalnız amel etmek vâcibdir. Çünkü bu gibi hadisler zanna dayandığından, kesin bilgi vermezler. Bu sebeple de îtikad meselelerinde delil olarak kullanılmazlar
Âhâd hadislerden makbul olanlara, (Sahih) ve (Hasen), makbul olmayanlara da» (Zayıf) hadisler adı verilir.
Sahih Hadisler; senedi muttasıl, râvîleri âdil ve tam zabıt olan hadislerdir. Yani bir hadisin sahih olabilmesi için :
a) Hadisi nakleden râvîler silsilesinin birbirine istinâd ederek (dayanarak) Peygamberimize kadar devam etmesi,
b) Râvîlerin hepsinin âdil, yani bulûğa ermiş, âkil, miislüman, dâima adaletle hareket eden, kötü hallerden uzak, dürüst ve faziletli kişiler,
c) Râvîlerin hepsinin zabıt, yani işittiğini değiştirmeden noksansız olarak aynen nakleden, hafızası kuvvetli kişiler olması lâzımdır.
Sahih hadislerdeki üç esas; ittisal, adi ve zapt-ı tam'dır.
Hasen Hadislerin de; senedi muttasıl, râvîleri âdil ise de, sahih hadislerde olduğu gibi râvîleri (zabt-ı tâm) sahibi olmayıp, yalnız zabıttırlar. Yani Hasen Hadisler, ittisal ve adalet bakımından Sahih Hadisler gibi olup, yalnız (zabıt) cihetinden sahih hadislerin derecesinden aşağıdır. Fakat hasen hadisler de, sahih hadisler gibi amel bakımından muteber olan ve muktezâsı ile amel edilmesi gereken hadislerdir.
Zayıf Hadisler ise, kendisinde sahih ve hasen hadislerde bulunan «ittisal», «adalet» ve «zabt» sıfatlan bulunmayan hadislerdir.
Zayıf hadisler amel hususunda muteber değil ise de, bu gibi hadislerin mânâsiyle müslümanlar amel edegelmişlerse, o vakit bunlarla amel caiz olur. Böyle olan hadisler, akâid ve ahkâm mes'ele-lerinde rivayet edilemezse de, vâ'zlarda iyi ve güzel işlere teşvik gayesiyle zikredilebilir. Fakat râvîlerin, yalanla, fahiş hatalarla müt-tehem olmamaları ve böyle hadislerin Peygamberimizden sâdır olduğu hususunda kati bir inanç beslemek şarttır.
d)'Mevzu Hadisler : Bir de bütün bu hadis nevileri dışında, hakikatte «hadîs» olmayan, Peygamberimiz tarafından söylenmediği halde, kötü ve bozguncu gayelerle veya mutaassıb düşüncelerle vazedilen «uydurma» sözler vardır İd, bunlara ıstılahen «Mevzu Hadisler» denmektedir.
Bu gibi, uydurma olduğu her bakımdan anlaşılan sözleri «hadis» diye rivayet etmek haramdır. Mevzu' olduğu bilmen sözler, va'z
esnasında, iyiliğe ve fazilete teşvik gayesiyle dahi söylenemez. Ancak, mevzu' olduğunu ilân ederek, halka bildirmek gayesiyle rivayet edilebilir.
Bîr hadîsin mevzu' olduğunu bildiren birçok alâmetler (işaretler) vardır. Başheaîan :
1- Metinde, Peygamberimizin Sünnetine sarih olarak aykırı olan sözler bulunması,
2- Ahlâkı esaslarla bağdaşmayan sözler bulunması,
3- Havâss-ı selîmenin (Sağlam duyuların) yalanladığı iddialar bulunması,
4- Metinde gülünç ve müstehcen sözler bulunması,
5- Hadisin metninde ifade ve mânâ bakımından rekâketli (dolaşık), sözler bulunması,
6- İfadede Ölçüsüz ve taşkın medihler, kötülemeler bulunması,
7- Râvîsinde yabancı, âdil ve makbul olmayan kimselerin bulunması...
Bütün bu sebeplerledir ki, Peygamberimiz yalnız Kur'ân-ı Ke-rîm'in yazılmasına izin vermiş, kendi sözlerinin yazılmamasım şu sözleriyle istemiştir :
«Benim ağzımdan Kur'ân'dan başka hiçbirşey yazmayınız. Kur'ân'dan başka birşey yazmış olan kimse varsa onu silsin. An-cak, yazmaksızın, benden dilediğiniz gibi rivayet ediniz, bunda hiçbir beis yoktur. Bir de bile bile kim bana isnat ederek yalan uydu-rursa, Cehennemdeki yerini hazırlasın» 61
Bu emir gereğince, Peygamberimizin hadisleri, zamân-ı risalet-lerinde yazılmamış, Sahâbîler tarafından ezberlenerek ağızdan ağıza nakledilmiştir.
Peygamberimizin hadisri, ilk önce Emevî Halîfelerinden Ömeij b. Abdülâzîz (vefatı H. 101)'in emriyle toplanmaya başlanmış, yüz-j lerce divanlar kurularak, îtikâd ve amele ait çeşitli konularda bin] lerce hadîs tahriç olunmuştur. Bilâhare Hadîs ve Usul-i Hadîs ilim-! leri gelişerek, yukarıda izah ettiğimiz veçhile (Kütüb-i Sitte) denil len müslümanlarm en kıymetli ve en muteber Hadîs kitapları vüi cüda getirilmiş ve böylece İslâm dîninin, ikinci büyük kaynağı dâ tesbit edilerek, Peygamberimizin sahîh hadîsleri, tağyir ve tebdilj. den mâsun kalmış değiştirilip bozulmaktan korunmuştur. 62
3- Kıyas
Kıyasın,' mahiyyet, derece ve kısımlarını izaha geçmeden önedr önemli gördüğümüz bir hususu açıklamak isteriz. Şöyle ki :
İslâm dîninde, Şer'î hükümlerin ilk ve esas kaynağı; Resulul-lah Efendimize âyet âyet inzal buyurulan Kitabullâh, yani Kur'ân-|ı Kerîm'dir.
Peygamberimiz zamanında Şer'î (Dînî) hükümler, Kur'ân-ı Ke-rîm'den ahnırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine vahyolunan biı âyetleri izah buyurur ve Ashabına Murad-ı îlâhî'yi, yani Yüce Allah'ın ilâhî muradını yine vahye dayanarak açıklardı. Yukarıda belirtildiği veçhile, Peygamberimizin sözleri Kitabullâh'm bir tefsiri mahiyetinde olduğundan, vahiy ve ilhama dayanan Sünnet-i Ra-sulullah da, Edille-i Şer'iyyeden, yani dinî hükümlerin kaynaklarından sayıldı Böylece Sünnet, Dînî Hükümlerin ikinci büyük kaynağı oldu.
Peygamberimiz Aleyhisselâm'm âhirete irtihalinden sonra, ilâhî vahiy de sona ermişti. Gerçi Kitap ve Sünnet'de her şeyin esası vardı. Fakat bu ilâhî hükümler, umûmî kaideler (genel kurallar) ve esaslar olduğundan, zamanın teceddüdü yani yenilenmesiyle, te-ceddüd ederek yenilenen cüz'î ve fer'î hâdiselerin hepsine de açık olarak delâlet etmiyor, karşılaşılan yeni hâdiseler hakkında, Kitap ve Sunnet'te sarih bir naaş bazan bulunmuyordu. Bu sebeple, bu gibi yeni hâdise ve muameleler hakkında ictihâd yoluyla hükümlere ihtiyaç hâsıl oldu. Bu da ancak, mevcut naslardan faydalanılarak, hükmü bilinmeyen cüz'î hâdiseleri, hükmü bilinenlere kıyaslamak suretiyle, yani bir nevi ictihâd île olabilirdi. Böylece ictihâd ve kıyasa lüzum hâsıl oîdu. Cenâb-ı Hak'km 63 :
gibi ilâhî Hitapları da, akla değeı1 vererek onu vazifeye davet ediyor, itibar ve kıyas ile emrediyordu. Bu sebeple, Peygamberimiz (a.s.) zamanında dahi Ashabın büyükleri, hakkında sarih (açık) dînî nass vârid olmayan mes'elelerde, kıyas ile mislini misline mukayese suretiyle şer'î hükümler elde ederlerdi. Çünkü Peygamberimiz buna izin vermişlerdi.
îşte böylece «Kıyas», şer'î Deliller'in üçüncüsü sayılmıştır.
Sonra; Kitap ve Sunnet'te Öyle deliller vardır ki, bunlar muayyen bir mes'eleye kat'î olarak değil, zannî olarak delâlet ederler. Bu gibi naslardan Şer'î hüküm çıkarmak, —zorluğuna binaen— herkes için kolay olmaz. Halbuki bir asırda yaşayan müctehidler, muayyen bir hükümde birleşir ve ittifak ederlerse, bu ittifak mutlaka Şer'î bir delile, yani Kitap ve Sünnet'teki bir nass'a dayanacağından, «İcma1» da Şer'î delillerden biri olarak kabul edilmiştir.
Böylece Kıyâs ve İcma', Şer'î dellilerin ilk iki esası olan Kitap ve Sünnete istinâd ettiğinden, Ehl-i Sünnet ülemâsınca Şer'ı Delillerden sayılmıştır.
Lüzumlu ve faydalı gördüğümüz bu açıklamadan sonra, evvelâ Kıyâs'ın lügat ve ıstılah mânâlarını, daha sonra mahiyet ve derecesini izaha geçebiliriz :
a) Kıyâs'ın Lügat ve Istılah Mânâları:
Kıyâs lûgatta : «Takdir» ve «Müsavat» mânâlarına olup, bir şeyi diğer bir şeyle ölçmek demektir. Araplar; «Kâse eş-şey'e biş-şey'i» derler ki : «Birini diğerine müsavi kıldı 64 demektir,
Istılahta ise Kıyâs : Şer'î bir delil üe daha önce sabit olan bir şey hakkındaki dinî hükmün mislini (aynını), müşterek bir illet sebe^ vasıtasıyla, diğfer bir şeyde izah etmektir 65
Yani; «Asıl» denilen bir şeyde, Kitap veya Sünnet ile sabit olan dînî bir hükmü, «Fer» denilen yeni bir şeye, aralarında bulunan müşterek illete (sebebe) dayanarak teşmil etmektir. Böylece, aslında mevcut olan bu müşterek hükmü, müşterek illete (sebebe) binâen, yeni hâdisede izhâr etmek ve kapalı olan hükmünü açığa çıkarmaktır.
Meselâ; dinen şarap içmek haramdır. Bu hüküm (yani hürmet), dînî bir nâssla sabittir 66 Bu hükmün illeti de, «Sarhoşluk» (sekr) 'dur.
curada şaraba «Asıl» denir. Çünkü hakkındaki dînî hüküm Âyet-i Kerîme ile sabittir. İçilmesinin haram olması ise : Şer'î bir delil ile sabit olan dînî bir «Hüküm»'dür. İçene sarhoşluk vermesi de, bu hükmün «illeti», yani delilidir.
Şimdi bu hükmü, hakkında nass (Şer'î bir delil) vârid olmayan yeni bir şeyde izhâr edeceğiz :
Meselâ : Rakı, Bira, Viski ve Votka'da... Bunlara (Fer*) denir. Çünkü rakı, bira, viski ve votka da, şarap gibi içiliyor ve içeni sarhoş ediyor. O halde «Asıl» denilen şarap ile, «Fer'» denilen bu yem içkiler arasında müşterek bir illet var. Ö da; bu içkilerin hepsinin az veya çok sarhoşluk vermesidir.
Bu misâlde; asıl denilen şarabın hükmü, dînî bir nasla sabittir. Bu hüküm; şarabın (haram olması)'dır. Bu hükmün illeti olan sarhoşluk vermesi, şarap ile diğer yeni içkiler de müşterektir, işte böylece; şarap hakkında Âyet-i Kerîme ile sabit olan dînî hüküm, bu yeni içkiler hakkında da sabit olmuş olur.
Bu misâlde; yeni içkileri, hakkında dînî delil vârid olan ve hükmü bilinen şarap ile kıyaslamak suretiyle, sarhoşluk veren bu içkilerin de dînî hükmünü Öğrenmiş olduk. Ancak, bu misâlde de görüldüğü veçhile, Kıyas, dînî kesin nass'larla sabit olan itikad ve ibadet konularında değü, (fer'î) adı verilen cüz'î fikhî mes'eleler-de oldu. Çünkü, kesin nass'larla sabit olan dînî aslî hükümlerde içtihada lüzum ve izin yoktur. Nitekim Mecelle'de; «Mevridi'n - nass'ta içtihada mesağ yoktur» denmiştir.
b) Kıyâs'm Rükünleri :
Yukarıdaki misâlden de anlaşılacağı veçhile, Kıyas'ın rükünleri dörttür :
Birincisi : Asıl, Makîsun' - aleyh'dir. Şarap içmek gibi.
ikincisi : Fer1, Makîs'tir. Rakı içmek gibi.
Üçüncüsü: Şer'î hükümdür. Şarap hakkında nass ile sabit olan hürmet (haram oluş) gibi.
Dördüncüsü : Illet'dir. Asıl hakkında verilen dînî hükmün sebebi olup, asıl ile fer' arasında müşterek olan vasıftır. İskâr (sarhoşluk vermek) gibi..
Müctehidin en mühim vazifesi, bu illeti bulup tesbit etmektir.
Görüldüğü üzere kıyâs, dînî hükümleri doğrudan doğruya ve müstakil olarak isbat eden Şer'î bir delil olmayıp, Kitap ve Sünnet île sabit olan bir hükmü, müşterek bir illet vasıtasiyle yeni bir şeyde (hâdise veya mahalde) izhâr eden, yani kapalı olan bir hükmü açıklayan bir delildir.
c) Kıyas'ın Nev'ileri :
Kıyâs, dînî hükmün illetinin durumuna göre iki türlüdür :
Birincisi : Kıyâs veya Kıyâs-ı Celi denilen açık kıyâstır. Mutlak kıyâs sözünden, bu açık kıyâs kasdolunur. Eğer kıyâsın illeti (hükmünün sebebi) açık olur ve müetehid tarafından kolayca anlaşılırsa, bu kıyâsa «Celî (Açık) Kıyâs» denir.
İkincisi ise; illeti kapalı (hafi) olan kıyâstır k\, bu kıyâsa «Kıyâs-ı Hafî» veya «İstihsâli» adı verilir. i
Kıyâs; Sahâbe'nin, Tâbiî'nin, Fıkıh ve Kelâm âlimlerinin cumhuru (çoğunluğu) nazarında, Şer'î delillerden biri olup, dînî hükümleri isbat eder 67 Fıkıh âlimlerinin büyük çoğunluğu kıyâs ile amel ederler. Kıyâsın illeti mansûs, yani dînî bir nass ile sabit ise o kıyâsa, «Delil-i Kat'î», değilse «Belil-i Zannî» denir. Kıyas'ın dînî bir hüccet, yani kesin bir delil olduğunu inkâr etmek, küfrü gerektirmez.
Nazzâm, Şîâ ve Mû'tezile mezhebinden bazıları, Kıyâsın, Şer'î bir delil olduğunu kabul etmezler.
d) tctihad, Müctehid ve İçtihadın Şartlan : tctihad ve müctehîd ne demektir?
Kıyâs ile dînî bir hükmü anlayıp elde etmek,K|r ictihad işidir.
Ictîhad lügatte; cehd ve gayret ederek zabmflf katlanmak demektir.
Istılahta ise; fer'î olan dînî bir hükmü, anlayıp ortaya koymak hususunda, bütün takat ve kudreti daha fazlasından acz hissedecek derecede sarfetmektir.
Kat'î (kesin) delillerle sabit olan ve hiçbir zaman değişmeyen î'tikad ve amel esasları, ictihad mevzuu olamaz. Bu sebeple tarifte; «Fer'î olan dînî bir hükmü» denmiştir. Çünkü, l'tikad ve amel esasları ile, dînî olmayan aklî veya hissi hükümler, bir müctehidin üzerinde çalışacağı mes'eleler değildir.
Müctehid diye; fer'î olan dînî hükümleri, kaynaklarından faydalanarak elde etmeye muktedir olabilecek dînî bilgilerle mücehhez, meleke sahibi, âkil ve baliğ olan miislüman kimseye denir. Müctehidin, içtihadı esnasında beşerî imkân ve takatinin tamamını acze düşecek derecede harcaması şarttır.
İçtihadın şartları ise :
1- Amelî hükümlerle (yani Fıkıhla) ilgili âyet ve hadîslerin lügat ve ıstılah mânâlarım ve herbirinin kısımlarını,
2- Kitap ve Sünnet arasında müşterek olan hâs ve âm, hafî ve müşkil, hakikat ve mecaz, ibare ve işâre gibi naslann (dînî delillerin) hususiyetlerini,
3- Hadîslerin metinlerini, senetlerini, mânâya delâlet eden edebî inceliklerini,
4- Nusus-ı îslânıiyenin nâsih ve mensûhunu,
5 - Icma' olunan hükümleri, Kıyâsın usûl ve metodunu, Usul-i Fıkıh ilminde bildirildiği şekilde bilmektir.
Bu şartlara sahip olan bir müctehidin fetvasının hüsn-i kabule mazhar olabilmesi için de, adaletle muttasıf bir zât olması lâzımdır. Çünkü dinde, fâsık olan bir kimsenin sözü makbul değildir 68
4- İcma'
İslâm dînimde hüccet, yani dînî kesin delil olarak kabul edilen Şer'î delillerden biri de; herhangi bir asırda yaşayan İslâm Mücte-hidlerinin, dînî bir hükümde ittifak etmeleridir.
a) Icma'in Lügat ve Istılah Mânâları:
«Kıyâs» gibi, Kitap veya Sünnete istinâd eden «lcma»'a niçin lüzum hâsıl olduğuna ve niçin Şer'î Deliller'den sayıldığına yukarıda işaret etmiştik. Şimdi, İcma'ın lügat ve ıstılah mânâlarım, nevi ve derecelerini kısaca izah edeceğiz :
tema', Arapça bir kelimedir. Bu dilde icma', iki mânâda kullanılır :
1- Azim ve kasıt mânâsında. Çünkü Araplar : «Ecmaa Fü-
lânün alâ el-Hacci» derler ki; «Fülân hacc'a gitmeye azmetti» demektir.
2- İttifak mânâsında. Nitekim Araplar :«Ecma el - Kavmu alâ keza» derler ki; «Millet şu mes'elede ittifak etti» mânâsına gelir.
Bu her iki kullanışta da, cenı'etmek ve toplamak mânâsı vardır. Çünkü azimde his ve duygular, ittifakta da reyler toplanır 69
Istılahta ise tema : «Peygamberimizin vefatından sonra, herhangi bir asırda, o asırda yaşayan İslâm MBctehidlerinin, dînî bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.» 70
O halde İcma'da en mühim esas; İslâm Müctehidlerinin ittifaklarıdır. Icma', ictihadlann birleşmesidir. İctihad ise, dînî bir ihtisas işidir. Herhangi bir asrın müctehidleri, o asrın kemâlini, ilim ve irfanını temsil ettiklerinden «Ümmet-i Kâmile» hükmündedirler. Bu sebeple ittifaklarına da «İcma-ı Ümmet» denmiştir.
Şimdi, yukarıdaki tarifi biraz açıklayalım :
Tarifteki «ittifak'tan maksat»; îtikâdda, veya sözde, veya fulde, veya sükûtta birleşmektir.
«Müctehidlerin ittifakı» kaydı; icmâın, ancak müctehid derecesinde olan Fakihlerin ittifakıyla hâsıl olacağına, halkın ittifakının, veya halktan muayyen bir sınıfın, veya bazı müctehidlerin ittifaklarının «İcma'» hükmünde olamıyacağına delâlet eder.
Bu sebeple, âlimlerin büyük çoğunluğu nazarında; Hülefâ-yı Râşidinin, veya Medîne Ehlinin, veya Peygamberimizin Ehl-i Beytinin ittifakları, îcma' sayılmaz. Bu sayılan zevatın ittifakları îcma' hükmünde olmamakla beraber, sözleri dînî bir nass'a istinâd etmesi bakımından, amel eclümesi gereken bir hüccetdir. Yani kesin bir delildir.
Müctehidlerin «islâm» olması şartı; icma'ın ancak müslüman-lara mahsus bir delil olduğuna, geçmiş milletlerin ittifaklarının, müslümanlar için bir delil teşkil etmiyeceğine işarettir.
«Herhangi bir asırda, o asırda yaşayan...» kaydından; herhangi dînî bir mes'elede icma'ın, yalnız o asır müctehidlerinin ittifakıyla vâki olacağı anlaşılır. Çünkü her asırda yaşayan bütün müctehidlerin ittifakı şart koşulsaydı, icma'ın vâki olması imkânsız hale gelirdi.
«Peygamberimizin vefatından sonra» kaydı da; Peygamberimizin zamanında icma'ın mevzuubahs olmadığına işarettir. Çünkü Peygamberimizin sözü veya fiili müstakil bir delildir. Bu sebeple, Sahabe ile ittifaka lüzum yoktur. Yalnız Sahâbe'nin ittifakına, Peygamberimiz muhalif ise, ona icma' denemez.
Ve nihayet tarifteki «dînî bir hüküm» kaydı; dînî olmayan mes'elelerde varılan ittifaka icma' denmiyeceğini açıklar 71
O halde, icma', Peygamberimizin Âhirete irtihâlinden (vefatlarından) sonra vâki olan dînî bir delildir. îslâmda ilk icma', Hz. Ebu Bekir (r.a.)'in hilâfet makamına seçilmesi hususunda vâki olmuştur. Fakih olmayanlar, veya fâsık olanlar icma1 ehlinden sayılmazlar. Ulemânın ittifakına göre; kesinlik ifade etmeyen icma'ın, hüccet (kesin delil) oluşunu inkâr etmek, küfrü gerektirmez. Ancak, üzerinde icma' (yani ittifak) olunan şeyi inkâr etmek, küfrü gerektirir 72
b) İcma'ın Rükünleri :
Yukarıda açıkladığımız tariften de anlaşılacağı veçhile, Usulü Fıkıh ulemâsı «Sarih icmaVın dört rüknü ihtiva etmesi gerektiğini söylemişlerdir ;
Birincisi : îcma'a konu olan dînî mes'ele veya hâdisenin vuku bulduğu asırda, birden fazla «Müctehid»'in mevcut olmasıdır. Hiçbir müctehid bulunmazsa veya tek bir müctehid mevcut olursa, o asırda Şer'an icma' akdolunamaz. Zira icma'da ittifak şarttır. Bunun için de, bir fetva veya hüküm üzerinde ittifaka varacak birden fazla Müctehid'in bulunmas zarurîdir. Peygamberimiz (a.s.) zamanında icma'ın vâki olmaması, Peygamberimizin sözünün veya fiilinin, müstakil Şer'î bir delil hükmünde olmamasındandır. Nitekim, «Sünnet», Şer'î (dînî) delillerin ikinci rüknüdür.
İkincisi : Hâdise veya mes'elenin vukua geldiği asırda yaşayan bütün Müslüman Müctehidler'in, (memleket ve milliyet farkı dikkâte alınmadan) ittifak etmeleridir. Bu husus, icma'ın aynı ''amanda bir şartı sayılır.
Bu esasa göre; bir veya iki ülkenin, meselâ, yalnız Mekke ve Medine, veya yalnız Mısır ve Hicaz Müctehidlerinin ittifakıyla şer'an icma' meydana gelmez. Çünkü icma'ın ikinci rüknü, hâdise zamanında yaşayan islâm Dünyasının bütün Müctehidlerinin ittifakıdır. Miîctehidlerin ekserisinin hükmü, usulcülerin çoğuna göre, dînî bir hüccet sayılır.
Üçüncüsü: İttifakın; Müctehidlerin her birinin, söz konusu dînî mes'ele hakkındaki re'yini (görüşünü) açıkça söylemesi suretiyle meydana gelmesidir. Bu da, verilen fetva veya hüküm (karar) lerir* birleştirilmesi şeklinde olabileceği gibi, açıklanan görüşlerin toplanması sonunda ittifakın (fikir birliğinin) ortaya çıkması veya akdolunan bir kongreye gelen muasır bütün İslâm Müctehidîeri'nin yaptıkları müzakere ve fikir teatisi sonunda söz konusu dînî mes'elede görüş birliğine varmaları ve bunu müşterek bir karar halinde* açıklamaları şeklinde olabilir.
Dördüncüsü: Bütün Müctehidlerin vardıkları dînî hüküm bir» yani aynı olmalı ve bu husustaki ittifak, fiilen gerçekleşmelidir. Varılan hükümde ayniyet, yani birlik olmazsa, iema1 meydana gelmez. Eğer çoğunluğun ittifakına, az da olsa bazı müctehidlerin muhale* fet ettikleri anlaşılırsa, icma' da aranan mutlak ittifak fiilen gerçekleşmez, binnetice icma' da tahakkuk etmiş olmaz. Çünkü azınlığın görüşünün doğru, çoğunluğun vardığı hükmün yanlış olması ihtimali vâriddir. Bu sebeple, çoğunluğun ittifakı, «zannî bir hüküm» olacağından, «dînî kat'î (kesin) bir hüccet» sayılmaz.
Bu dört rüknü ihtiva eden icma', mutlaka dînî bir nass'a isti-nad edeceğinden, kat'iyyet ifade eden «Şer'î bir kanun» hükmündedir, îtikad ve amelde uyulması gerekir, karşı çıkılması caiz değildir. Böyle sarih bir icma' ile hükme bağlanan bir dînî mes'ele, sonraki asırların birinde yaşayan Müctehidler tarafından tekrar ic-tihad konusu yapılamaz 73
c) îcma'm Nev'ileri :
îcma' ild yoldan biri ile vâki olduğundan iki nev'idir. Bunları şöyle özetleyebiliriz :
1- Azimet yolu ile vukua gelen Sarih tema' :
Bu icma'; bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin dinî bir mes'ele üzerinde aynı sözü söylemek, veya aynı hükmü vermek, veya aynı şekilde hareket etmek suretiyle ittifak etmeleridir. Zor
vâki olan bu gibi icma'lara, «Sarih icma'» dendiği gibi; «Kavîî» veya «Amelî icma'» da denir. Bu nevi icma'lar kat'iyyet, yani kesin hüküm ifade eder.
2- Ruhsat yolu ile vâki olan Sukûtî îcma :
Bu icma' ise; bir asırda yaşayan Müctehidlerin bazısının dîni bir mes'ele üzerinde söz veya amelle yaptıkları ittifakı, o asrın diğer miîctehidleri duyunca, bir mâni olmadığı halde, kâfi sayılan bir müddet içinde itiraz etmiyerek, rızalarına delâlet eden sükût ile karşılamaları suretiyle akdolunan icma'dır. Bu gibi icma'lar daha kolay vâki olursa da, kat'iyyet ifade edip etmediği ihtilaflıdır. Hattâ bunu icma' olarak kabul etmiyenler de vardır. Bu yolla yapılan icma'lara «Sukûtî» veya «Zımnî» icma' denir. Kat'iyyet ifade eden birinci nevi icma' karşılığı olarak bu nevi icma'a, zan ifade ettiği için, «Zannî icma'» adı da verilir 74
d) tema'm Dereceleri :
îcma'ın akdolduğu devir ve ittifak eden Müctehidlerin müslü-manlar nazarındaki derecelerine göre, icma'ın dört derecesi vardır :
1- Sahâhe-i Kiramın ve Hulefâ-i Râşidin'in sözleri veya amelleri ile yaptıkları «Sarih icma*» dır. Bu icma', bize tevatür yoluyla Cumhura (Ulemânın Ekserisine) göre ise, bu son sayılanların hiçbiri «icma'» hükmünde değildir.
2- Sahâbe-i Kiramın sukûtî icma'larıdır. Bu icma', Hanefilerin ekserisi nazarında kesin bir icma' ise de, İmâm-ı Şafiî'ye, Dâ-vûd-ı Zâhirî'ye ve Ebû Bekr el-Bâkillânî'ye göre icma' olmadığı gibi, dinî bir delil de sayılmaz.
3- Sahabeden sonra» «üzerinde ihtilâf vâki olmadan» yapı-laa bir icma'dır. Bu icma' tevatür yolu ile sabit olmuşsa, kat'iyyet ifade eder. İmâm-ı Ahmed'den bir kavle göre Sahabe devrinden sonra «İcma'» mümkün değildir.
4- Sahabeden sonra üzerinde İhtılar vâki olduğu halde, daha sonra hâsı) olan icma'dır.
Bu suretle vâki olan. ittifakın icma' olup olmadığı hususu, Usul uleması arasında ihtilaflıdır. Meselâ : İmâm-ı Âzam'a, bazı Şafiî'lere ve Hadîs âlimlerine göre; «geçmişteki ihtilaf, gelecekteki ittifaka mâni teşkil eder.» İmâm-ı Muhamnıed'e ve bazı âlimlere göre ise; «geçmişteki ihtilâf, gelecekteki ittifaka mâni değildir.» 75 Bir veya iki müetehidin ihtilâfı, bazı Usul âlimlerine göre icma'm vukuuna mâni değil ise de, Cumhur nazarında mâni teşkil eder. Fakat Müctehidlerin ekserisinin ittifak ettikleri hüküm, dînî bir hüccet sayılır 76
Her icma' dînî bir nass'a, veya mânâsına, yani mutlaka şer'î bir esasa istinâd ettiğinden, bütün nev'ileri kıyâstan daha kuvvetlidir.
Sarih icma', kesinlik ifade eden dînî bir nass gibi, şer'î bir hükmü isbat eden kat'î (kesin) bir -delildir.
e) îcma'ın Dînî Hüccet Oluşunun Delilleri :
Bütün îslâm Müctehidlerinin ittifak ettikleri bir hüküm, temsil ettikleri «îslâm Ümmeti»'nin hükmü sayılır. İslam Ümmeti'nin hatadan masun olduğu hususu, aşağıdaki âyet-i kerîme ve sahîh hadislerle sabittir. Nitekim :
1- Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruyor :
«Ey îman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir (buyruk) sahiplerine de itaat edin.» 77
Bu âyeti kerîmecfe geçen «Ulu'l Emr»'den maksat; din işlerinde söz sahibi olan Müctehidler ve âlimler ile, müslümanların dünya işlerinde söz ve hüküm sahibi olan müslüman devlet ve hükümet adamlarıdır 78
2- Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) iki sahîh hadisinde şöyle buyuruyor :
«Ümmetim, dalâlet (ve hata) üzerinde ittifak etmez.»79
«Müslümanların iyi gördüğü şey Allah indinde de iyidir.»80
İşte, İslâm Ümmetini temsil eden bütün Müctehidlerin vardıkları ittifaklar, Peygamberimizin hadislerine göre, hata ve dalâlet olamaz. O halde böyle bir ittifak, hak ve gerçeğe delâlet eden 81
Netice.
İcma', kesinlik ifade eden dînî bir nassa dayanırsa, o delili daha Çok kuvvetlendiren dînî bir hüccet olur. Fakat müstakil bir delil sayılmaz. Zan ifade eden «Haber-i» Vâhid'e veya Kıyas'a istinad ederse, o dînî hükmü kesinleştirir ve müstakil bir delil sayılır.
İslâm âlimleri arasında ihtilaflı olan icma'lar «Haber-i Vâhid» hükmündedir.
İttifak edilen sarih icma'lar ise; kesin bir hüccet olup, gelecek asırlarda yeniden ictihad konusu olamaz. Çünkü yukarda da söylediğimiz gibi, kesinlik ifade eden dînî bir delil ile sabit olan mes'ele-lerde yeniden içtihada lüzum yoktur.
tema', yalnız «ibâdât ve muamelât» gibi fıkhî mes'elelerde câridir, ttikâdi, amelî veya dînî olmayan dünyevî mevzularda yapılan ittifaklar, icma' sayılmaz 82
Buraya kadar kısaca izah ettiğimiz dîn dört delil, yani; Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyas, Usul âlimlerinin istikra yoluyla tesbit ettikleri ve müslümanların büyük çoğunluğunun «Edille-i Şer'iyye»; olduğunda ittifak ettiği «Dînî Delilleredir. Bunların başında; diğerlerinin aslı ve menbâı olan Kitap, yani Kur'ân-ı Kerîm, gelmektedir. Sonra kuvvet derecesine göre; Sünnet, îcma' ve Kıyas gelir. Nitekim, herhangi amelî, fer'î bir mes'elenin dînî hükmünü anlamak için Fıkıh âlimleri, önce Kur'ân'a baş vururlar. Hükmünü bulurlarsa ona uyarlar. Bulamazlarsa, Sünnet'e müracaat ederler. Hükmünü bulurlarsa, yürürlüğe korlar. Onda da bulamazlarsa, herhangi bir asırda yaşayan Müctehidlerin ittifak edip etmediklerine bakarlar. Bir icma' yapılmamışsa, o vakit, dînî bir nassa (Kur'an ve Sünnete) dayanarak ictihad ederler; yani Kıyas yaparlar. Bu, tarzda hareket edilmesi lüzumunu Hak Teâlâ, Nisa Sûresinin 59. âyetinde emir ve beyan buyurmuştur.
Dînî hükümlerin kaynağı olan bu dört delilden başka, müslümanların çoğunluğu tarafından, dînî delil sayılmayan, fakat bazılarınca sayılan deliller vardır. Bunların en meşhurları şunlardır :
1- İSTÎHSAN (Tahsin olunup iyi görülen şeyler);
2- MASIAHAT-I MÜRSELE (Yani umumun menfaatıjBlan şeyler);
3- ÖRF (Dîne aykırı olmayan, yerleşmiş ve mutetaflg ıvı âdetler);
4- ÎSTİSHAB (Hali üzere kalmasına hükmedilenler);
5- BtZDEN ÖNCEKİLERİN ŞERİATI;
6- SAHABE YOLU'dur...
Bu altı delil'in, dînî delillerden olduğu hususunda ittifak yoktur 83
Dostları ilə paylaş: |