1982 Anayasası'nın 65’inci maddesindeki "Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir." hükmü, sosyal ve ekonomik haklar alanında devletin yükümlülüklerini zayıflatan genel nitelikte bir hükümdür bu hükme yeni anayasada yer verilmemelidir. anayasada yer almamalıdır. Bu düzenleme yerine sağlık, eğitim, barınma ve sosyal güvenlik gibi yaşamsal açıdan büyük önemi haiz alanlarda devlete birtakım yükümlülükler öngörülebilir. Bunun dışında kalan alanlarda ise söz konusu 65’inci madde hükmü çerçevesinde devletin sosyal haklarla ilgili görevlerini maddi imkânları çerçevesinde yerine getireceği belirtilebilir.
Yeni anayasada ister istemez küreselleşmenin etkisi altında bulunan sosyal hakların sadece mevcut piyasa koşullarına bağlı bir düzen içinde tanınmaması gerekir. Kamu-özel sektör ayrımı yapılmaksızın, tüm sektörlerde çalışanlara örgütlenme özgürlüğü çerçevesinde sendika kurma, toplu sözleşme yapma ve grev hakkı tanınmalıdır. Toplumun zayıf ve güçsüz kesimini oluşturan yoksullar, kadınlar, engelliler ve çocuklara ilişkin var olan eşitsizlikleri gidermeye yönelik olarak sosyal haklar alanında alınması gereken önlemler açıkça belirtilmelidir. İnsanların en temel ihtiyaçlarını oluşturan sağlık, barınma ve eğitim alanlarında devletin ne gibi yükümlülüklerle mükellef olduğu uluslararası hukuk göz önünde bulundurularak tespit edilmelidir.
Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması rejimi:
Temel hak ve hürriyetler sınırlandırılırken getirilen sınırlama ile sınırlama amacı arasındaki dengenin isabetli bir biçimde tayin edilmesi son derece önem taşır. Bu nedenle genel sınırlama hükmüne yer verilmemesi gerekir yeni anayasada, sadece özel sınırlama nedenleri yer alabilir temel hak ve hürriyetlere ilişkin olarak ve her temel hak ve hürriyetin kendi bünyesine uygun olarak, koruma altına aldığı yaşam kesitine uygun olarak, onun subjektif niteliğine uygun olarak özel birtakım sınırlama nedenleri söz konusu olabilir ve bu sınırlamalara başvurulabilmesi için bir zorunluluk olması ve mutlaka ölçülülük ilkesinin birlikte değerlendirilmesi gerekir.
Yine mesela, 1982 Anayasası'nın 13’üncü maddesinde yer alan “Sınırlamanın laik cumhuriyetin gereklerine aykırı olmaması.” gibi soyut, belirsiz, bakış açısına göre farklı uygulama biçimlerine yol açabilen ifadelere yer verilmemelidir. Nitekim böyle bir şart çağdaş demokrasilerde rastlanmayan alışılmadık bir şarttır. Ayrıca belirtmek gerekir ki temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması ile laik cumhuriyetin gerekleri büyük oranda birbirleriyle alakasız konulardır.
Yine, temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılmasını yasaklayan 14’üncü madde hükmü, bu konuda evrensel standartlara aykırı bir biçimde devlete hürriyetleri sınırlamada geniş yetkiler tanıyacak şekilde düzenlenmiş ve bilindiği üzere, uygulamada da ağırlıklı olarak insan haklarının sınırlandırılması hususunda anayasal dayanak olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla “İnsan onuru” ve “İnsan haklarını” eksen kavramlar olarak kabul eden özgürlükçü bir yaklaşımın esas alınacağı yeni anayasada bu yönde bir hükme yer verilmemelidir. Ayrıca, hiçbir temel hak kötüye kullanılmak amacıyla tanınmadığına göre kötüye kullanma yasağı doğası gereği her hak ve hürriyeti sınırları içinde zaten yer almaktadır.
Yine 1982 Anayasası’nın “Kişinin Dokunulmazlığı Maddi ve Manevi Varlığı.” başlığını taşıyan 17’nci maddesi birtakım belirsiz ifadeler kullanarak güvenlik gerekçesiyle insan yaşamına müdahale hakkına yer vermiştir. Maddenin son fıkrasında yer alan “Sıkıyönetim ve olağanüstü hâl.” ifadeleri yeni anayasanın yaşam hakkını düzenleyen maddesinde yer almamalı, “Güvenlik güçlerine verilen şiddet kullanılmasına dair yetkilerin ancak ölçülülük ilkesi çerçevesinde kullanılabileceği.” özellikle belirtilmelidir.
Bilindiği gibi üç çeşit olağanüstü hâl usulüne yer veriyor 1982 Anayasası. Bunlardan bir tanesi olan sıkıyönetim hâlinde kolluk görev ve yetkileri askerî makamlara geçmekte, bazı suçlar sıkıyönetim askerî mahkemelerinde yargılanmakta, sıkıyönetim komutanlarına tanınan yetkilerin kullanılmasına ilişkin idarî işlemler hakkında iptal davası açılamamaktadır. Bu nedenle bu özellikler sıkıyönetimi ve diğer iki olağanüstü hâl rejiminden oldukça farklı bir hâle getirmekte. Bu nedenle yeni anayasada sıkıyönetime yer verilmemesinin isabetli olacağı düşüncesindeyiz. Diğer iki olağanüstü yönetim usulünün kapsamının aşıldığı ve silahlı kuvvetlerin kullanılmasının gerekli olduğu durumlarda sıkıyönetim sürecinde söz konusu olabilen sıkıyönetim ilan edilmeden, kontrolün siyasi otoriteye bırakılması ve gerek duyulduğu ölçüde silahlı kuvvetlerden yararlanılması daha yerinde olacaktır.
Yine, tabii ki 1982 Anayasası'nın olağanüstü hâl, sıkıyönetim ve savaş hâllerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde dava açılamayacağını öngören 148’inci madde hükmü hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmamaktadır. Özellikle bu dönemlerde etkin yargısal denetim yolları hiçbir sınırlamaya tabi olmadan tanınmalıdır.
Siyasal partiler rejimine gelecek olursak, demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurları arasında yer alan siyasi partilere ilişkin olarak 1982 Anayasası’nda yer alan yasaklayıcı kuralların bir kısmında 1995 ve 2001 yıllarında yapılan Anayasa değişiklikleriyle kısmî bir iyileştirme sağlanmıştır bu konuya ilişkin olarak ancak maalesef yine kısıtlayıcı hükümler Anayasa’da yer almaya devam etmektedir. Özellikle bu hükümler siyasal partilerin amaçlarına, örgütlenmelerine, çalışmalarına ilişkin yasakları içermektedir ve Siyasi Partiler Kanunu’nda oldukça antidemokratik hükümler bulunmaktadır. Nitekim, Avrupa'da 1952 yılından beri sadece üç parti kapatılırken, -1952 ve 1956 Almanya’da, biri komünist partisi, biri aşırı sağcı parti; 2003’te de İspanya’da bir parti kapatıldı, onun dışında bir parti kapatılmadı- bildiğiniz gibi bu sayı, rakam veremeyeceğim ama oldukça yüksek Türkiye’de kıyaslanamayacak kadar. Bu konuda Venedik Komisyonunun 1999 tarihli Yol Gösterici İlkeler Raporu’ndaki kriterlere uygun olarak parti kapatmaya ilişkin yaptırımlar sadece şiddet yöntemlerini benimseyen veya şiddet kullanılmasını tavsiye eden partilere ilişkin olarak söz konusu olabilir ve yine “Irkçılık, savaş kışkırtıcılığı ve nefret” cümlelerinin teşvik edilmesi de şiddetin spesifik tezahür biçimleri arasında sayılabilir. Yine, söz konusu rapora göre bir siyasi partinin anayasanın barışçıl bir şekilde değiştirilmesini savunması olgusu tek başına partinin kapatılması için bir gerekçe teşkil etmez.
Siyasi partilerin tüzük ve programlarında yer alan ifadeler sebebiyle doğrudan doğruya kapatılmaları mümkün olmamalı, bunun yerine söz konusu ifadelerin düzeltilmesine ilişkin bir ön uyarı yöntemi benimsenmelidir. Yine kapatma kararından önce para cezası verilmesi gibi kapatma yaptırımı içermeyen formüller geliştirilmelidir.
Yeni anayasada siyasi partilerin kapatılması davası ile ilgili süreci Türkiye Büyük Millet Meclisinin başlatması ve Meclisin bu konudaki talebi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının davayı açması yöntemi benimsenmelidir. Siyasi partilerin kapatılmasına karar verilse dahi bireylerin siyasi yasaklılığı hiçbir şekilde söz konusu olmamalıdır.
Yeni anayasada siyasal partilerin finansmanıyla ilgili bir düzenleme bulunmalı, bu konuda ayrıntılı düzenleme kanunla bırakılmalıdır. Devlet siyasi partilere adil bir şekilde mali yardımda bulunmalıdır. Son derece önemli bir diğer husus ise, siyasi partilerin mali denetiminin nasıl yapılacağı somut kıstaslar çerçevesinde belirlenmesidir.
Seçimlere gelecek olursak, 1982 Anayasası'nın 67’nci maddesine 1995 yılında eklenen ve seçim kanunlarının temsilde adalet ve yönetimde istikrar ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenmesi gerektiğini öngören fıkraya yeni anayasada yer verilmemelidir. Zira, söz konusu bu iki ilkenin birbiriyle bağdaştırılması ve tek bir potada eritilmesi mümkün değildir mantıken. Ayrıca, Seçim Kanunu'ndaki yüzde 10 ülke barajı yüzde 5'e indirilerek demokratik bir seçim sistemi sağlanmalıdır. Zira yüzde 10 ülke barajı demokratik ülkelerin hiç birinde yer almayan çok yüksek bir baraj olup demokratik seçim sisteminin önündeki bir engel niteliğini taşımaktadır. Çoğu demokratik ülkelerde bu baraj yüzde 2 ile yüzde 5 arasında bilindiği gibi değişmektedir.
Yüksek Seçim Kurulunun yapısı içinde yargı mensuplarının yanı sıra öğretim üyeleri ve Mecliste grubu bulunan siyasi partilerin temsilcilerine de yer verilmelidir. Ayrıca, kurulun kararlarına karşı bir hukuk devletinde olması gerektiği gibi, etkili itiraz veya yargı yolu benimsenmelidir.
Hükûmet sistemi:
Sert kuvvetler ayrılığına dayanan başkanlık sistemi, bilindiği üzere Amerika Birleşik Devletleri dışında başarılı olmuş bir model değildir. 1876 tarihli Kanunu Esasi'den itibaren parlamenter sistemi benimseyen ülkemizde böyle bir sisteme geçilmesi tüm mevzuatımızda köklü değişiklikler yapılmasını gerektirecektir. Ayrıca, ülkemizde siyasi partilerin disiplinli yapısı, parti sayısı ve siyasette hâkim olan uzlaşmacı davranış modelinden ziyade çatışmacı davranış modeli ile Türkiye'nin durumu Amerika Birleşik Devletleri'nden oldukça farklıdır. Bu nedenle yeni anayasada bu tip radikal değişikliklere gidilmesi yerinde olmayacaktır.
1982 Anayasası'nın hükûmet sisteminde en önemli sorun, devlet başkanının yetkilerinin esas itibarıyla sembolik ve temsili olduğu parlamenter sistemden sapılması ve bir vesayet makamı olarak düşünülen cumhurbaşkanlığına oldukça geniş takdiri yetkiler verilmesidir. Bu nedenle cumhurbaşkanının yetkileri gerçek bir parlamenter rejimde olması gerektiği gibi temsili ve sembolik yetkilerle sınırlandırılmalıdır. Bu sağlandığı takdirde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesinin önemli bir soruna yol açmayacağı düşünülebilir. Nitekim, cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği Portekiz ve Finlandiya gibi yarı başkanlık sistemini benimsemiş ülkelerde sistem sıkıntısız bir biçimde şekilde işleyebilmektedir. Ancak cumhurbaşkanına parlamenter sistemin özüyle bağdaşmayacak surette geniş yetkiler tanındığında, özellikle karizmatik ve hükûmetten farklı bir siyasi görüşe sahip cumhurbaşkanı ile hükûmet arasında ülke yönetimine ilişkin ciddi sorunlar baş gösterebilir. Nitekim, cumhurbaşkanının yetkilerinin oldukça geniş tutulduğu Fransa'da bir dönem görüldüğü üzere, Mitterand, Chirac dönemi… Sosyalizm sonrası dönemde Batı tipi anayasaları benimseyen Orta ve Doğu Avrupa devletlerinin bir kısmı cumhurbaşkanının parlamento tarafından seçilmesini, bir kısmı da halk tarafından seçilmesini öngörmüştür. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi yolundaki tercihin altında söz konusu ülkelerde tanık olunan siyasal parçalanmışlık karşısında konumu itibarıyla güçlü bir cumhurbaşkanının uyum faktörü olarak görülmesi yatmaktadır. Ancak rejimin olası bir otoriter başkancı rejime dönüşmesini engellemek amacıyla bu ülkelerin anayasalarında cumhurbaşkanının yetkilerinin Fransa'ya göre daha sınırlı tutulduğu görülür.
Türkiye'nin uzun yıllara dayanan parlamenter rejiminden vazgeçmesine yol açacak şekilde ne Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde görülen bir siyasi parçalanmışlık durumu söz konusudur ne de cumhurbaşkanını halkın seçmesini gerektiren özel bir durum veya sorun mevcuttur. Yeni anayasada cumhurbaşkanının yetkilerinin klasik parlamenter sistemde olması gerektiği şekilde düzenlenmesi ve bunun yanı sıra cumhurbaşkanının Parlamentoda herhangi bir kilitlenme söz konusu olmadan seçilmesi için gerekli hükümlerin yer alması yeterlidir. Türkiye'nin Avrupa'da genel olarak geçerli olan parlamenter rejimini devam ettirmesinin isabetli olacağı düşüncesindeyiz.
Yargıya ilişkin olarak, bilindiği gibi hukuk devletinin en önemli unsurlarından bir tanesi yasama ve yürütme organları ile idare makamlarının her türlü eylem ve işleminin hukuka uygunlukları yönünden yargı denetimine tabi olmalarıdır. Yargının bağımsızlığı ve onun ayrılmaz bir parçası olan yargının tarafsızlığının ne kadar hayati değerde bir ilke olduğu aşikârdır. Zira, yargı fonksiyonu doğrudan doğruya adaletin gerçekleştirilmesi amacına yönelik bir niteliğe sahiptir ve hukuki uyuşmazlıkları kesin olarak çözme özelliği taşır. Bundan dolayı hangi hükûmet sistemi benimsenmiş olursa olsun tüm demokratik hukuk devletlerinde yargı organının bağımsızlığı ilkesi kabul edilmiştir. Yargının bağımsız ve tarafsız olabilmesi için gerek siyasi kurumlardan gerekse de yargının kendi içinden gelebilecek her türlü olası baskı ve müdahalelerden korunması gerekir. Bunun için her şeyden önce yargı mensupları ideolojik bir tavır sergilememelidirler. Devletin ideolojik tarafsızlığının sağlanması yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanabilmesinin ön koşulunu oluşturur. Bunun kadar önem taşıyan bir başka husus ise yargı denetiminin içeriği ile ilgilidir. Yeni anayasada yargı denetiminin sadece hukuka uygunluk denetimi ile sınırlı olduğu ve yerindelik denetimi yapamayacağı açıkça kabul edilmelidir.
Anayasa mahkemesine gelecek olursak, sahip olduğu fonksiyon açısından son derece önemli bir yargı organı olan Anayasa Mahkemesinin demokratik meşruluğunun arttırılabilmesi için hâkimlerinin önemli bir bölümünün Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından nitelikli çoğunlukla seçilmesi kabul edilmelidir. Eğer Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kabul edilirse bu durumda Anayasa Mahkemesine kendisinin de üye seçmesi kabul edilebilir ama bizim görüşümüz bu yönde değil. Ayrıca, Yargıtay, Danıştay, Türkiye Barolar Birliği ve Sayıştay Anayasa Mahkemesine doğrudan üye seçebilmelidir. Üye seçiminde liyakati ön planda tutan objektif koşullar aranmalıdır.
Bilindiği üzere 2010 tarihli Anayasa değişikliği paketine Anayasa şikâyeti de dahil edilmiş ve söz konusu kurum için "bireysel başvuru" kavramı tercih edilerek anayasal düzen içindeki yerini almış, bu bağlamda, "Herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir." hükmü getirilmiştir. Bu hüküm çerçevesinde bireysel başvuru hakkının sınırlandırılmış olması, hakkın daha en başından daraltılması anlamını taşır. Yeni anayasada Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru imkânı tanınmalı ancak bu hak sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki haklar bakımından değil, tüm hakları kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Zira, her şeyden önce 1982 Anayasası'nda tanınmış hak ve özgürlükler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde yer alanlardan daha fazladır. Bunun yanı sıra, Türkiye'nin uymakla yükümlü olduğu uluslararası insan hakları hukuku kuralları sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile de sınırlı değildir dolayısıyla Birleşmiş Milletler bünyesinde kabul edilen ve Türkiye'nin de taraf olduğu evrensel insan hakları kurallarının da bireysel başvuruya konu teşkil edebilmesi sağlanmalıdır. Ayrıca, bireysel başvuru bir uzmanlık konusu teşkil ettiğinden yeni anayasada Anayasa Mahkemesi üyelerinin belirlenmesi konusunda bu yönde bir düzenleme yapılması gereklidir.
Askerî yargıya gelecek olursak, birçok çağdaş demokratik devlette askerî mahkemeler yer almaktadır ancak bunların görev alanları münhasıran askerî disiplin suçları ile sınırlıdır ve giderek bu alanlar sivil yargı lehine daralmıştır. 2010 Anayasa değişiklikleri ile askerî mahkemeler nedeniyle ortaya çıkan ve demokratik bir sistemde kabul edilmesi mümkün olmayan yargıda iki başlılık durumuna ilişkin önemli iyileştirmeler yapılmıştır. Ancak yeni anayasada bu iyileştirmelerin ötesinde daha köklü çözümlerin benimsenmesi zorunluluk teşkil etmektedir. Bilindiği üzere Askerî Yüksek İdare Mahkemesi 1971 tarihli Anayasa değişikliği ile hukuk sistemimize dâhil olmuş, 1982 Anayasası ile de yetkileri daha da arttırılmıştır. Yargı organının demokratik ilkelere uygun olarak yeniden yapılandırılması açısından Batı demokrasilerinde yer almayan Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ve Askerî Yargıtayın varlığına son verilmelidir. Askerî mahkemelerin yetkisi sadece askerî disiplin suçları ve münhasıran askerî suçlara ilişkin olmalıdır. Ayrıca, hukuk devletinin bir gereği olarak söz konusu mahkemelerin hükümlerinin Yargıtay ve Danıştayın özel bir dairesinde temyiz yolu ile incelenmesi şeklinde bir düzenleme getirilmesi isabetli olacaktır.
Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu:
2010 Anayasa değişiklikleri ile yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanmasına ilişkin olarak bu kurumun oluşumu ve yetkilerinde önemli iyileştirmeler yapılmıştır ancak bu yönde atılması gereken birkaç adım daha vardır. Her şeyden önce Kurulun meslekten ihraç kararlarının yanı sıra tüm kararlarının yargı denetimine tabi tutulması hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Kurulun yasama, yürütme ve yargı organlarına karşı bağımsızlığının sağlanabilmesi için özerk bir kurum olarak düzenlenmesi gerekir. Kurul çoğulcu bir yapıya sahip olmalıdır. Bunun için üyelerin farklı alanlardan seçimine özen gösterilmelidir. Her düzeyde yargı organından üye seçilmeli, bunun yanı sıra akademisyenler, avukatlar ve yöneticiler de Kurul üyesi olabilmelidir. Cumhurbaşkanı tarafından Kurula üye seçilmesi yöntemine son verilmeli, bunun yerine, yargı kökenli olmayan üyelerin Meclis tarafından nitelikli çoğunlukla seçilmesi yöntemi benimsenmelidir. Ayrıca Kurulun demokratik meşruiyetini arttırmak için Meclis tarafından seçilen üyelerin sayısının arttırılması -örneğin üçte 1 gibi- yerinde olacaktır.
Kurulda yürütmeyi temsil eden üyelere yer verilmesi Venedik Komisyonunun “Yargısal Atamalar" başlığını taşıyan ve yüksek yargısal kurulların oluşumu ile ilgili belirlediği ilkeleri içeren raporu ile çelişmemektedir. Ancak Kurula Adalet Bakanının başkanlık yapması söz konusu raporla bağdaşmamaktadır dolayısıyla Kurulda Adalet Bakanının üyeliğinin devamı konusunda her hangi bir sorun yoktur ancak Kurulun başkanlığını seçilen üyelerden birinin yapması daha yerinde olacaktır.
Vatandaşlığa ilişkin olarak, bilindiği gibi "millet" kavramı sosyolojik bir kavramdır, hukuki bir kavram değildir. Mevcut Anayasa'nın 66’ncı maddesinde yer alan "Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür." şeklindeki vatandaşlık tanımı, vatandaşlığı doğrudan bir etnisiteye bağlamakta ve bu yüzden de geniş tartışmalara neden olmaktadır. Oysa Venedik Komisyonunun raporları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihatları ve Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi çerçevesinde, vatandaşlık tanımının herhangi bir millete veyahut bir etnik gruba atıfta bulunulmadan düzenlenmesi ve güvence altına alınması gerekir.
Yeni anayasada “vatandaşlık” kavramına ilişkin olarak önerilen bir diğer kavram "Türkiyelilik" kavramıdır ancak bu kavram da toplumun her kesimi tarafından kabul görmüş değildir. Ayrıca, bizim ülkemizin adı “Türkiye” olduğuna göre nihayetinde ülkemizin adını değiştirecek de değiliz. Bu nedenle demokratik ülke anayasalarında vatandaşlığın giderek artan bir oranda nötr olarak tanımlandığı görülmektedir. Bu bağlamda yeni anayasada vatandaşlığa ilişkin her hangi bir tanıma yer verilmemesi ve vatandaşlığın, devlet ile vatandaşlar arasındaki hukuki bağı ifade ettiğinin belirtilmesi daha isabetli olacaktır.
Eğitimde ana dilin kullanılması:
Günümüzde siyasi gündemin en önemli maddelerinden birisini etnik ve kültürel kimliklerin tanınması talebi oluşturmaktadır. Kültürel hakların önemli bir bölümü ise ana dille eğitime ilişkin talepler ve ana dilin kamusal makamlarla kurulan ilişkilerde kullanılması oluşturmaktadır. Gerçekten dil hem kişinin karakterinin şekillenmesinde hem de toplumsal bütünleşmenin biçimlenmesinde son derece önemli bir rol oynar. Bu nedenle bir ülkede demokrasinin sağlıklı işleyebilmesinin temel koşullarından bir tanesi, toplumsal kesimlerin dile ilişkin taleplerini karşılayacak yasal ve anayasal düzenlemelerin yapılmasıdır.
Yeni anayasada resmî dilin Türkçe olması ilkesi korunmakla birlikte, Türkçeden başka ana dillerin isteğe bağlı olarak devlet okullarında öğretilmesi güvence altına alınmalıdır. Özel okulların ise Türkçe ile birlikte başka bir dilde yani iki dilli eğitim yapabilmeleri serbest olmalıdır. Bu düzenlemeler yapılırken Avrupa Konseyi Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı ve diğer milletlerarası sözleşme hükümleri temel alınmalıdır. Bunun yanı sıra, kamusal işlemler için Türkçeden başka ana dillerde de müracaat hakkı tanınmalı ve bu işlemlerde bireylere kendilerini ifade imkânı açısından devlet tarafından tercüme hizmeti sunulması esası kabul edilmelidir.
Yerel yönetim reformu:
Türkiye devleti üniter bir yapıya sahiptir. Ancak Avrupa'daki en merkeziyetçi idare sistemine sahip olan ülkelerden biri olarak Türkiye'de kamu yönetimi yerinden yönetim ilkesi uyarınca ve hantal merkeziyetçiliği ortadan kaldıracak şekilde reforma tabi tutulmalıdır. Yerel yönetim reformu, Türkiye'nin de taraf olduğu Avrupa Yerel İdareler Özerklik Şartı esas alınarak gerçekleştirilmelidir.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi amacıyla toplanan vergilerden bu birimlere ayrılan pay artırılmalı, eğitim, sağlık ve altyapı hizmetlerinin merkezî yönetimin koordinasyonu çerçevesinde öncelikle yerel yönetimler tarafından gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır. Ama bunun dışında birtakım bölgesel devletler oluşturulması şeklinde bir düşünceye sıcak bakmıyoruz. Bunlar sağlandığı takdirde, yukarıda söylenen hususlar sağlandığı takdirde üniter yapısının güncel ihtiyaçlara cevap verebileceği düşüncesindeyiz.
Vesayetsiz bir düzenin sağlanmasına ilişkin öneriler:
1982 Anayasası'nı hazırlayan kurucu iktidar vesayet ideolojisinin en otoriter ve en devletçi yorumunu benimseyerek, vesayet organlarının demokratik siyaset ve toplum üzerindeki yetki ve gücünü sağlamlaştırmıştır. Söz konusu vesayet organlarının başında ise Türk Silahlı Kuvvetleri gelmektedir. Zira, askerî müdahalelerden sonra yapılan 1961 ve 1982 anayasalarında askerî makamlara oldukça geniş anayasal yetki ve imtiyazlar tanınmıştır.
Yeni anayasada tam demokrasinin tesis edilebilmesi ve vesayetsiz bir sisteme geçilebilmesi için atılması gereken adımlar şunlardır:
Egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağını hükme bağlayan 1982 Anayasası'nın 6’ncı madde hükmüne yeni anayasada yer verilmemelidir. Demokrasi, çoğulculuk ve hukukun üstünlüğünü referans noktaları olarak kabul eden bir anayasada egemenlik halka ait olup egemenlikten kaynaklanan yetkilerin kullanımı sadece devletin temel organları olan yasama, yürütme ve yargıya ait olmalıdır. Aksi takdirde "yetkili organlar” tabiriyle neyin kastedildiği tam anlamıyla belirgin olmadığından, demokratik rejime bürokratik unsurlar aracılığıyla müdahalede bulunulması imkânı doğmaktadır.
Gerek 1961 gerekse 1982 anayasalarında anayasal bir kurum olarak düzenlenen Millî Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olmaktan çıkarılmalıdır. “Millî güvenlik” kavramı yeniden tanımlanmalı ve kurul yetki alanı sadece savunma ile sınırlı olan Bakanlar Kurulunun gerek duyduğu takdirde başvuracağı bir danışma organı olarak kanunla düzenlenmelidir. Ayrıca, kurulun üye kompozisyonu da değiştirilerek Genelkurmay Başkanı dışında asker bürokratlara yer verilmemelidir. Kurula Cumhurbaşkanı yerine, siyasal açıdan sorumlu olan Başbakanın başkanlık etmesi prensibi benimsenmelidir.
Diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi Genelkurmay Başkanlığı Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır. Zira, demokratik ülkelerde askerî otoriteler seçilmiş organlara bağlı olarak faaliyette bulunurlar.
Bunun yanı sıra, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yüksek kademesine yapılan atamalar, kanunla düzenlenen ve bu konulardaki yetkiyi siyasi otorite ile silahlı kuvvetler arasında paylaştıran bir kurul tarafından yapılmalıdır. Kuşkusuz siyasi otoritenin yetkisinin etkin olması ve kurulun istisnasız bütün işlemlerinin yargı denetimine tabi tutulması gerekir.