Askerî kurumların harcamaları şeffaf olmalı ve denetime tabi tutulmalıdır. Savunma harcamaları Sayıştay ve gizlilik önlemleri çerçevesinde de Meclisin Plan ve Bütçe Komisyonu tarafından denetlenmelidir.
Yine Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği ile 1982 Anayasası'na dâhil edilen Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlardan ötürü Yüce Divanda yargılanmalarını öngören hükme yeni anayasada yer verilmemeli, söz konusu suçlardan dolayı yargılamanın adli yargı düzeni içindeki ilk derece mahkemelerinde yapılması ilkesi kabul edilmelidir.
1982 Anayasası'nın 108’inci maddesinde düzenlenen ve Cumhurbaşkanına bağlı olarak çalışan Devlet Denetleme Kuruluna yeni anayasada yer verilmesine gerek yoktur. Zira, mevcut Anayasa'da oldukça geniş yetkilerle donatılan ve bir vesayet makamı olarak düşünülen Cumhurbaşkanının yetkilerinin azaltılmasına paralel olarak söz konusu kurulun varlığına da ihtiyaç kalmayacaktır.
Üniversiteler üzerinde bir vesayet makamı olarak öngörülen Yüksek Öğretim Kuruluna yeni anayasada yer verilmemeli veya anayasada buna yer verilse de çok temel ilkelerle kısa bir düzenleme çerçevesinde yer verilmelidir. Buna ilişkin ayrıntılı hususlar bir kanunla düzenlenmelidir ve yükseköğretim kurumları arasında eşgüdümün sağlanmasından sorumlu yeni bir kurul ihdas edilmeli ve bütün üniversitelerin akademik, idari ve mali özerkliği güvence altına alınmalıdır.
Bir de günümüzde insan haklarının çoğulcu ve çok kültürlü demokrasiyi ve hukuk devletini esas alan bir anayasada herhangi bir ideolojiye referansın bulunmaması gereğinden hareketle Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna yer verilmemelidir.
Nihayet son olarak, belli bir dinî anlayışı esas alarak görev yapan ve hizmet sunan Diyanet İşleri Başkanlığının merkezî idare içindeki mevcut konumu, din ve devlet kurumlarının ayrı olmasını gerektiren lâiklik ilkesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin dinlere eşit mesafede durmasını içeren laiklik ilkesi gereği “diyanet işleri kurumu” adı altında kamu tüzel kişiliğini haiz bir kuruluş hâline dönüştürülmeli ve devletin dinî açıdan tarafsızlığına engel teşkil etmeyecek şekilde bağımsız idarî otorite olarak özerk bir yapıya kavuşturulmalıdır.
Kurum Türkiye'de var olan mezhep ve inanç gruplarını içine alacak tarzda örgütlenmelidir. Ancak bu yapı içinde yer almak istemeyen inanç mensuplarının din hizmetleri sunma amacı güden kamuya yararlı dernek veya vakıf şeklinde örgütlenmelerine imkân tanınmalıdır. Bu yapıların aynı zamanda kendi dinlerini öğretme ve din adamı yetiştirmeye yönelik faaliyetleri de serbest olmalı ancak bu faaliyetler diyanet işleri kurumu tarafından denetlenebilmelidir. Din hizmetleri finansmanı konusunda ise kuruma genel bütçeden pay ayrılmalı, din hizmetlerini sunan dernek ve vakıflara ise talep etmeleri durumunda kurum tarafından ihtiyacın yerindeliği konusunda hazırlanacak rapor doğrultusunda malî destek sağlanmalıdır.
Bu şekilde raporumu ana hatlarıyla sunmaya çalıştım, tekrar teşekkür ediyorum.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Esra Hanım, ben de teşekkür ederim.
Derin bir tahlil yapmışsınız. Bu değerlendirmelerden Komisyon olarak kuşkusuz ki yararlanacağız, istifade edeceğiz. Zahmetleriniz nedeniyle çok teşekkür ederim.
Sunumunuzun ilk sayfalarında Uzlaşma Komisyonuyla ilgili bir değerlendirmeniz oldu, sanıyorum 2’nci veya 3’üncü sayfada olabilir, o tam anlaşılamadı. Bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için bir bakar mısınız hangi bölümdü o?
Oktay Bey, siz de oraya…
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – 13’üncü maddeye…
DOÇ. DR. ESRA ATALAY – Oy birliği şartının aranması… Bildiğim kadarıyla oy birliği şartı gerekiyor karar alınabilmesi için.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Evet.
DOÇ. DR. ESRA ATALAY – Özellikle partilerin kırmızı çizgilerinin olduğu bir…
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Hayır, hayır, alınan kararların Mecliste değiştirilemeyeceği…
DOÇ. DR. ESRA ATALAY – Değiştirilemeyeceği… Değiştirilebilmesi öngörülmemiş yani açıkça belirtilmemiş. Bu durumda belki bir kafa karışıklığına yol açabilir, bir belirsizlik…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Şimdi, bakın, Genel Kuruldan böyle bir anayasa değişikliğini çıkaracak olan nihayet Parlamentoda görev yapan siyasi partilerdir. Biz Komisyon olarak bu siyasi partilerimizin görevlendirdiği kişileriz dolayısıyla bir Anayasa değişikliği metnini hazırlarken siyasi partilerimizden bağımsız olarak bunu hazırlamayacağız, belki her maddeyle ilgili siyasi partimizin bu konudaki görüşlerinin oraya yansıtılması konusunda bir mutabakat arayacağız. Dolayısıyla bizim Komisyonumuzda ortaya çıkacak mutabakat aslında siyasi partilerin de mutabakatı olacaktır. O nedenle…
DOÇ. DR. ESRA ATALAY – İster istemez iç içe geçmiş durumda.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Evet, gayet tabii. Aksi hâlde... İleride değiştirmeye o nedenle gerek kalmayacak çünkü mutabakat burada sağlanmış olacağı için. Biz bunu çokça tartıştık, oradan bir problem çıkmaz. Yeter ki biz Komisyon olarak bir metin üzerinde, kamuoyunun da hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak, geniş bir uzlaşma zeminini yakalayarak bir metin hazırlamayı başarabilelim. İnşallah başarırız. Sizin bu hazırlığınız da bizim çalışmalarımızda mutlaka yararlanacağımız kıymetli bir metin olacaktır, zahmet etmişsiniz.
DOÇ. DR. ESRA ATALAY – Teşekkür ederim.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Ben çok teşekkür ederim, lütfen selam götürün Gediz Üniversitemize, Rektörümüze, dekanlarımıza…
DOÇ. DR. ESRA ATALAY – Sağ olun, ben de çok teşekkür ediyorum ve size çalışmalarınızda başarılar diliyorum, oldukça zor bir görev üstlenmişsiniz ama çok şerefli bir görev.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Eksik olmayın. Ama çok ciddi bir çalışma yapmışsınız, tebrik ediyorum çünkü biz daha önce de buna benzer sunumlar aldık ama derin bir tahlil var.
Kapanma Saati. 11.00
İKİNCİ OTURUM
Açılma Saati: 11.03
-----0-----
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Siz Yüksek İstişare Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyorsunuz aynı zamanda…
BBP YÜKSEK İSTİŞARE KURULU BAŞKANI AHMET TÜRK – Evet. Başkan Yardımcısıyım.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Başkan Yardımcısı…
Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi Murat Bey…
Efendim, hoş geldiniz.
Büyük Birlik Partisinin Türkiye'nin yeni bir anayasaya ihtiyaç duyduğu konusunda zaman zaman yaptığı açıklamaları yakinen takip ediyoruz. Halkımızın da büyük ekseriyetle “Sivil bir anlayışla hazırlanacak yeni bir anayasaya ihtiyaç vardır.” şeklindeki kanaati kuşkusuz ki milletin temsilcisi olan Parlamentoyu da harekete geçirmiş ve 12 Haziran seçimlerinden sonra Parlamentomuzda grubu bulunan siyasi partilerden, onun temsilcilerinden oluşan bir Anayasa Uzlaşma Komisyonu kurulmuştur. Üç ayı aşkın bir süredir komisyonumuz çalışmalarını belirli bir program ve yol haritası dâhilinde yürütmektedir.
Şu anda yapmış olduğumuz çalışma ve yol haritamızdaki evre, kamuoyunun bu konudaki önerilerini toplama, bir nevi veri toplama dönemidir. Şu anda birlikte bu çalışmayı yapacağımız şu komisyon, Anayasa Uzlaşma Komisyonunun bir numaralı alt komisyonudur. Bu komisyon, siyasi partilerimizin ve anayasal kuruluşlarımızın bu konuyla ilgili önerilerini ve tekliflerini tespit etme, bunları toparlayarak değerlendirme komisyonudur.
Bu bağlamda, siz önerilerinizi bize yazılı olarak bildirdiniz ama sözlü olarak da sunmayı arzu etmişsiniz, bundan da büyük bir memnuniyet duyduk.
Şimdi, sizi dinlemeye hazırız.
Oktay Bey, söyleyeceğiniz var mı?
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Hayır.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Altan Bey…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Hayır.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Daha sonra belki de...
O zaman ilk sözü Ahmet Bey’e veriyoruz.
Buyurun efendim.
BBP YÜKSEK İSTİŞARE KURULU BAŞKANI AHMET TÜRK – Öncelikle buradaki hazırunu saygıyla selamlıyorum, muhabbetle selamlıyorum. Bu toplantının da hayırlara vesile olmasını diliyorum inşallah.
Şimdi, üstadım, malumunuz, biliyorsunuz, Büyük Birlik Partisi, 93 yılında kurulduğu yıldan beri Türk siyasi hayatında Anayasa değişikliğini yahut da sivil bir anayasa talebini en gür sedayla dillendiren partilerden biri. Rahmetli Genel Başkanımız Muhsin Yazıcıoğlu’nun 93’ten beri bu işlerle iştigal ettiğini hepimiz biliyoruz. Önceki dönemlerde, Meclis performansı elde ettiği dönemlerde de sık sık bu konuları gündeme getirmişti.
Bu AK PARTİ İktidarı olduğu süreçte Anayasa değişikliği gündeme geldi biliyorsunuz 2002’ten beri sürekli, inkıtaya uğradı, zaman zaman duruldu, askıya alındı. O dönemlerde de biz aktif olarak o konjonktüre göre görüş ve önerilerimizi ve hatta taslak çalışması da yapmıştık, onları kamuoyuyla paylaşmıştık.
Tabii, biz, bu yüz elli senelik anayasacılık geçmişimiz, işte doksan yıla dayanmış bir cumhuriyetimiz, işte altmış yıllık bir demokratik hayatımızda artık anayasa değişikliğiyle alakalı bir konsensüs için çatışmadan, konuşarak, istişare yaparak bir şeyleri hazır hâle getirecek olgunluğa eriştiğimizi düşünüyoruz yani millet olarak. Tabii son beş altı seneden beri Türkiye’de çok olumlu değişiklikler oldu yani bu döneme kadar anayasacılık darbe mahsulü, darbe ürünü bir faaliyet olarak algılanıyordu. Askerlerin yaptığı ve sivil otoritenin önüne koyup alın bunu yiyin dedikleri bir olgu hâline gelmişti anayasacılık, anayasa değişikliği fakat bu beş altı senedir, özellikle bu antimilitarist, siyasete müdahale eden, siyaset üzerinde gölge yapan bazı odaklar üzerinde yapılan bazı faaliyetler ya da hukuki süreçler -tabii herkes bunu farklı değerlendirebilir ama- bu tür işlerin yani bu anayasanın, sivil anayasa değişikliğinin ya da demokratik bazı taleplerin dillendirilmesinin ya da hayata geçirilmesiyle alakalı noktada kolaylık sağlamıştır. Bu konjonktür müsaittir yani 2007’den daha müsaittir yahut da 90’lı yıllardan daha müsaittir.
Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu vefat etmeden evvel, işte 2007’de Meclis performansı varken o dönemde tekrar bu gündeme geldiği zaman, Anayasa değişikliği, biz o zamanlar görüş ve önerilerimizi hazırlamıştık İstanbul’dan rahmetli Durmuş Hacıoğlu vesaire bir ekiple beraber. Burhan Hoca filan bilir, bu onların arkadaşları. Bir çalışma yapmıştık fakat daha sonra askıya alındı, o kaldı.
Rahmetli vefat ettikten sonra, bu süreçte de bu anayasa değişikliğiyle alakalı görüş ve önerilerimizi ihtiva eden bir çalışma yaptık, bir taslak çalışmamız devam ediyor. Onunla alakalı da inşallah, Allah nasip ederse iki üç ay içinde de o da bitecek, hukukçu arkadaşlarımızla. Murat Bey avukatımız, rahmetlinin de avukatıydı, aynı zamanda rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun kaza sürecini de takip eden ekibin başında.
Şimdi, biliyorsunuz, Türkiye’de bu Anayasa değişikliğiyle alakalı talepleri bir havuza topluyorsunuz burada. Herkes geliyor size görüş ve önerilerini sunuyor. Üç aşağı beş yukarı Türkiye’de Anayasa değişikliği dendiği zaman tartışılan kavramlar bellidir yani çatışma potansiyeli olan yahut da uzlaşmazlık potansiyeli olan mevzular da bellidir. Bunlarla alakalı biz de görüş ve önerilerimizi, taslak çalışmalarımız devam ettiği için, bu noktada, bu meyanda biraz topladık. Nedir bu? İşte bu anayasanın demokratik nitelikliğiyle alakalı mevzular, vatandaşlık ve Türk kimliğiyle alakalı mevzular, ondan sonra, bu resmî dil ve ana dil tartışmaları, bizim münhasıran istediğimiz bu idam cezasının tekrar bu müstakbel anayasada yerini almasıyla alakalı düşünce ve önerilerimiz. Tabii anayasada insan hak ve özgürlüklerinin sıralandığını görüyoruz fakat öyle enteresan maddeler var ki yeri geldiği zaman, tırnak içinde söylüyorum, lüzumu üzerine bunlar askıya alınabilir tarzında da ifadeler var yahut da daha sonra konulacak bazı yasalarla bunların içi boşaltılıyor. Bu tür mevzularla alakalı önerilerimiz var. Bu emeklilerle, memurlarla alakalı, ondan sonra, siyasi partilerin finansmanı, seçimlerle alakalı, seçim sistemiyle alakalı, bu militarist üyelerin yani askeriyeyle alakalı gerek askerî yargı olsun gerekse diğer kurumların anayasa maddesi içinde geçmeyecek, anayasal teminattan arındırılacak antimilitarist bir anayasayla alakalı taleplerimiz, anayasa maddesiyle alakalı taleplerimiz. Bu öğretim ve kamusal alanlarda yaşanan özelde başörtüsü, genelde kılık kıyafet sorunuyla alakalı mevzular. Bu dokunulmazlıkla alakalı düzenlemeler. YÖK kurumuyla alakalı düzenlemeler. İşte bu 174’üncü maddeyle koruma altına alınan, güncelliği kalmayan antidemokratik devrim ve inkılap kanunları anayasal güvenceden kaldırılmalı, bununla alakalı mevzular. Bizim görüş ve önerilerimiz içinde Cumhurbaşkanı yetkileri ve görev süresiyle alakalı mevzular. Birazdan arkadaşımız Murat Ekici sizinle paylaşacak. Bu minvalde görüş ve önerilerimizi size sunacağız inşallah.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Evet, Murat Bey herhâlde devam edecek.
Biraz önce Ahmet Bey’in anlatmış olduğu yerden devam etmek istiyorum. Önünüze metin olarak sunduğum için metni bire bir okumak istemiyorum, aslında niyetim okumaktı ama hem zaman hem de sözlü konuşma olsun diye bire bir okumak istemiyorum.
Öncelikle, biz parti olarak, 1982 yılında hazırlanmış olan sanırım 177 madde ve 16 geçici maddeden oluşan 82 Anayasası’nın daha böyle kazuistik, detaylı olduğunu düşündüğümüz için anayasaların genelde daha kısa olması gerektiğini, işin esasını belirleyen hükümler ihtiva etmesi gerektiğini, diğer düzenlemelerin kanunlarla ve diğer alt yönetmelik, tüzük gibi şeylerle desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu sebeple, Anayasa’nın, her şeyden önce, daha kısa olması gerektiğini düşünüyoruz.
Bunun dışında özellikle ana yapı olarak Büyük Birlik Partisinin önerileri anayasayla ilgili olarak: Birinci önceliğinin bu anayasada demokratiklik ilkesinin ön planda tutulması gerektiğini düşünüyoruz. Bu hazırlanacak yeni anayasada bazı maddelerle vatandaşa verilmiş olan hürriyetlerin, mesela 22’nci maddedeki “Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir.” “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.” “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.” Madde 26: “Herkes, düşünce ve kanaatini sözlü, yazılı, resim veya başka yolla tek başına veya toplu olarak açıklama, yayma hakkına sahiptir.” 28’inci madde: “Basın hürdür, sansür edilemez.” 34’üncü madde: “Herkes, önceden izin almadan, silahsız veya saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” 42’nci madde: “Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz.” gibi birtakım maddeler olmasına rağmen özellikle Anayasa’nın 1’inci, 2’nci, 3’üncü maddelerindeki belirtilmiş olan ana kıstaslar ile sınırlandırılabildiğini görmekteyiz. Uygulamada özellikle bu hürriyetlerin tam anlamıyla uygulanmadığını görmekteyiz.
Bunlar tabii ki 26’ncı ve 27’nci maddede belirtilen millî güvenlik, kamu düzeni, cumhuriyetin temel nitelikleri ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanması, başkalarının şöhret veya haklarının özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması ve yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amacıyla sınırlandırılması mümkün olabilir ama özellikle ülkemizde kimi zaman laiklik ilkesinin bahanesiyle, kimi zaman işte bu devlet sırrı da denilerek, kimi zaman da millî güvenlik açısından veya kamu düzeni açısından sakıncalı denilerek bazı sınırlamalar getirilmiş.
Eğer anayasayla yukarıda belirtmiş olduğum gibi verilmiş olan hakların başka maddelerle de sınırlandırıldığını görmekteyiz. Biz, özellikle bu yeni hazırlanacak olan anayasada bu tür sınırlamaların yeterince yani uygun olacak şekilde kaldırılmasını, daha demokratik bir yapının oluşturulması gerektiğini düşünmekteyiz.
Vatandaşlık ve Türk kimliğiyle ilgili olarak, sanırım, yeni Meclisin anayasa yaparken en fazla problem yaşayacağını düşündüğümüz maddelerden birisidir. Biz, parti olarak, vatandaşlık ve Türk kimliğiyle ilgili olarak Türk kimliğinin anayasada bulunması gerektiğini düşünmekteyiz.
Bu kısmı, izin verirseniz, yanlış ifade olmasın diye sizlere okumak istiyorum. Modern ve demokratik ülkelerin anayasalarının çoğunluğunda, o ülkenin vatandaşları, ülkeye adını veren kurucu, tarihî büyük unsurun adıyla anılmaktadır ve buna uygun olarak, bugüne kadarki anayasalarımızda Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşları, hiçbir ayrım gözetilmeksizin, aynı şekilde "Türk" olarak anılmıştır. Bu tanımın son derece modern ve müspet bir tanım olduğuna, Türk kimliğinin hukuki tanımının da bu anayasa maddesi ile vatandaşlık düzleminde yapılmış bulunduğuna dikkat etmek gerekmektedir. Ancak konuyla ilgili olarak -ki bu konu, önümüzdeki dönemde en çok tartışılacak ve dış müdahaleye açık hâle gelecek konulardan biridir- “Vatandaşlık ve "Türk kimliği" tanımında ciddi problemler bulunduğu açıkça ortadadır.
1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu'nda ve 1982 Anayasası’nda "Vatandaşlık" ile "Türklük" kavramları eş değerli ve özdeş olarak tanımlanmış iken bugün kamuoyunda tartışılan öneriler ve tanımlamalarda sıkıntı yaşanmaktadır. Kamuoyunda çok dillendirilen görüşlerin başında gelen tanımda ciddî bir sıkıntı görülmektedir. Bu tanıma göre "Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır" denmektedir.
Bu yaygın tanımdan yola çıkarak:
Bir: "Devlet" tanımındaki ifade boşluğu herhangi bir devlet değil, "Türkiye devleti" şeklinde açıkça zikredilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
1924 ve 1982 Anayasalarının, bir ulus devlet olan Türkiye devletinin vatandaşlarını herhangi bir din, dil, etnik köken farkı gözetmeksizin "Türk" addetmesi son derece modern, ileri bir görüş olduğu kanaatindeyiz ve "Türk" kimliğini de dar etnik köken konseptinin içinde düşünülmemesi gerektiğini düşünüyoruz. "Türk" kimliğinin, zımnen, herhangi bir etnik kimlik düzeyine indirgenmesine karşıyız. İlgili metinde ve maddelerde zikredilmeyen Türk kimliği devletimizin resmî adı olan Türkiye devletini de anlamsızlaştırır ve ileride bu adın meşruiyetini tartışmaya açacak bir ortam yaratabilir.
Ayrıca ulus devletlerin hemen hepsinde vatandaşlık tanımı, o ülkeye adını veren büyük kurucu kitleye nispet edilir; İspanyollar, Fransızlar gibi. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da benzer şekilde "Türk" addedilmesinin de normal ve tabii olarak görülmesi gerekirken bu düşünceye aykırı düşünce üretenlerin bundan duydukları rahatsızlık kabul edilebilir bir şey değildir. Ayrıca bu ideolojik bir terminoloji ürünü de değildir. Kapsayıcı ve eşitlikçi bir tanım olduğunu düşünmekteyiz.
"Türklük ve Müslümanlık" kimliği, Türk vatandaşlarının ortak kimlik paydasıdır. Türklük ve Müslümanlık, Türkiye'nin asli ve kurucu üyelerinin genel ve üst kimliğidir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu iki kimlik unsurunun birlikteliğini belirtmek için aynı tırnak içinde kullandığımız “ve” bağlayıcı yani bizim ortak kimliğimizdir.
Türklük ve Müslümanlık ayrı ayrı değil, Türklük ve Müslümanlık bir ve beraberdir. Nasıl ki Türklük, bütün etnisiteleri de kapsayan genel bir nitelendirme anlamında ise, Müslümanlık da bütün mezhep unsurlarını kapsayan genel bir nitelendirmedir. Bu ikisinin kopmaz birlikteliği, bizim birlikteliğimizin ve bütünlüğümüzün en sağlam teminatı olduğunu düşünmekteyiz. Bu itibarla “Türkiye devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese, din ve ırk farkı gözetilmeksizin Türk denir.” ifadesinin anayasada bulunması gerektiğini düşünmekteyiz.
Resmî dille ilgili olarak da, hazırlanacak anayasada "Türkiye devletinin resmî dili Türkçedir." şeklinde olması gerektiğini düşünmekteyiz çünkü Türkiye Cumhuriyeti olmadığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti de değil, Türkiye devletidir. Buna göre prensip olarak bu ifadenin en sahih şekli "Türkiye devletinin resmî dili Türkçedir" şeklinde olması gerekir.
Eğitim, eğitim dili, ana dil noktasında da “Sağlıklı ve gerçek bir millî ve demokratik sistem, vatandaş merkezli olmalı.” demiştik. Hazırlanacak yeni anayasada Türkiye Cumhuriyeti'nin bütün vatandaşlarına haklarını ve haklarıyla birlikte görevlerini tam olarak müdrik kılacak, içselleştirilmiş bir şekilde, vatandaşlık bilinci ve millî bilinç verecek, en üst düzeyde çağdaş, yaygın ve örgün bir millî eğitim vermek prensip alınmalıdır.
Hazırlanacak yeni anayasanın yüksek oranda tartışılan hususlarından birisi de eğitim öğretim dili konusunda ortaya çıkmaktadır. Öncelikle bilmek gerekir ki dil bir ifadedir, bir kişinin veya toplumun kendisini tanıma, tanıtma, tanımlama ve dışlaştırma, kısacası ifade vasıtasıdır. Fakat dil ile ilgilenen herkesin bildiği bir başka ve mühim gerçek daha vardır. Dil, aynı zamanda siyasetin de taşıyıcısıdır. Siyaset, mücerret, romantik, ideal bir zihnî egzersiz alanı değildir. Siyaset, bir hâkimiyettir ve menfaatler çekişmesi alanıdır. Bu itibarla dil ve siyaset çok yerde örtüşür. Yani dil, kendisini en basit ihtiyaçlar düzleminden en yüksek beşerî faaliyetler düzlemine varıncaya dek, kesintisiz bir şekilde, bütün beşerî alanlarda ortaya koymaktadır. Bir ülkede resmî eğitim dili, hükümranlık ve egemenlik sembolüdür. Bu sebeple, biz, eğitim dilinin de, resmî dilin de Türkçe olması gerektiğini düşünmekteyiz.
Kısaca özetlemek istiyorum, hepsini okumak istemiyorum. Farklı dillere dayalı birçok talep olabilir. Bu farklı dillere dayanma, farklı siyasi talepler demektir. Buradaki farklılık bir kesişmeye dönüşecek olursa buradan yine kaçınılamaz bir surette kesişen siyasi talepler, bu taleplerden doğan çatışmalar ortaya çıkabilir. Türkiye'yi iki dilli, iki halklı veya üç dilli, üç halklı bir ülke olarak önceden fiilen ve sonra da hukuken tescil ettirmek isteyenlere karşı daha uyanık olunması gerektiğini düşünmekteyiz biz bu nokta. O bakımdan resmî dil noktasında ve ana dille eğitim noktasında hassasiyet gösterilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Bir de yıllardan beri toplumumuzda sorun olan şeylerden birisi laiklik ilkesiyle alakalı. Bu konuda din ile devletin barıştırılması olarak özetlenebilecek bir şekilde devlet ile inançlı insanlar arasındaki buzdan duvarların yıkılması gerektiğini düşünüyoruz. Bütün Müslümanların asgari müşterekler etrafında buluşmasını sağlayacak ve bu da millî birlik ve dayanışmayı tekrar kuvvetlendirecek bir laiklik tanımı ile müstakbel anayasada yerini bulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu sebeple, Anayasa’nın özellikle 24’üncü maddesinde belirtilmiş olan ve tanımlanmamış olan laikliğin tanımlanacak şekilde ve özellikle inançlı insanların hassasiyetini de dikkate alacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Yine, din eğitimiyle ilgili olarak partimizin görüşü, din eğitiminin zorunlu olması gerektiğini düşünmekteyiz. Anayasa’mızda bunun teminat altına alınması gerektiğini düşünüyoruz çünkü insan hayatında, kişiliğinin gelişmesinde önemli bir olgu olduğunu düşünüyoruz dinin ve inançların ve manevi değerlerin. Bu sebeple dinî eğitimin okullarda zorunlu hâle, özellikle zorunlu eğitimin olduğu bölümle ilgili olarak, ilk ve orta kısım ve liseyi kastediyorum, burayla ilgili olarak zorunlu din eğitimi olması gerektiğini düşünüyoruz.
Bir de bu Anayasa’da özellikle devletimizin, milletimizin tam bağımsızlığı ve egemenliğinin tescillenmesi anlamında Anayasa’nın 90’ıncı maddesinde 2004 yılında yapılan değişiklik var. Burada özellikle uluslararası maddelerle alakalı yapılmış olan düzenlemeler vardı, milletlerarası anlaşmalar vesaire. Tabii ki gelinen dünyada ve günümüzün koşullarında uluslararası anlaşmaların Türkiye’yi bağladığını, bağlayıcı olduğunu biliyoruz ama burada hani çok tartışılan bir konu vardır, Anayasa mı üstündür, uluslararası anlaşmalar ve maddeler mi daha üstündür noktasında. Burada hukukçuların değişik görüşleri var mutlaka. Gelişen dünyayı da dikkate alarak bir değerlendirme yapmak gerekir ama biz, en azından, anayasa ile uluslararası maddelerin eşit olabileceğini yani uluslararası maddelerin daha üstte değil de en azından anayasayla eşit olabileceğini düşünmekteyiz ve yapılan anayasanın gelişen dünyaya uygun olarak yapıldığı zaman arada bir çatışma olacağını düşünmüyoruz. Özellikle insan haklarına, demokratik dünyaya uygun bir anayasa yapıldığı zaman uluslararası maddeler ve anayasa noktasında geçmişte yaşanmış olan birtakım sıkıntıların bundan sonraki dönemde olmayacağı kanaatindeyiz. Bu biraz da egemenliğimizin ve bağımsızlığımızın tescili anlamında olacağını düşünüyoruz.
Kuvvetler ayrılığı sorunu ile anayasada yine yasamanın, yürütmenin ve yargının daha barışık şekilde ve kuvvetler arasındaki ayrılığı da belirten çünkü biz parlamenter bir sistemiz, parlamenter sistem içerisinde mutlaka kuvvetlerin iş birliği var ancak bu iş birliğinde zaman zaman geçmişte birtakım, özellikle yasama, yürütmedeki çoğunluk dengesine göre birtakım sıkıntılar yaşanmıştı. Biz, burada, kuvvetler arasında iş birliğinin daha sağlam ve sağlayıcı hükümler ihtiva etmesi gerektiğini düşünüyoruz kuvvetlerin iş birliğine dayalı olarak.
Siyasi partilerin finansmanı ve seçimle ilgili olarak da, anayasa, yasaların hangi genel esasa bağlı olduğunu ortaya koyan temel esasların ve ilkelerin belirlendiği yerdir. Yasalar ise uygulamaları, ceza ve müeyyideleri belirler. Yasa ile anayasa arasındaki en temel fark, yasaların anayasaya aykırı olamayacağıdır. Anayasa bağlayıcıdır ve yasayla çelişkili durumlarda anayasa daha üstün bir durumdadır.
Bu çerçevede, çok partili siyasi sistemimizin en aksayan ve demokrasiye aykırı kısımları mevcut Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’dur. Aslında bu unsurların ıslahı demokrasi lehinde yapılmadığı müddetçe anayasalar değişse bile yine sorunlar devam edecektir. Bu minvalde Seçim Kanunu’nun değiştirilerek ülke barajının en azından yüzde 5 seviyesine düşürülmesi gerektiği kanaatindeyiz çünkü yüzde 10’luk ülke barajı her ne kadar istikrarı sağladığı iddia edilse de ülkede büyük bir çoğunluğun temsilcisinin Mecliste bulunmadığı anlamına gelmektedir ve birçok siyasi parti bugün Mecliste temsil edilmemektedir. Bu sebeple, en azından ülke barajının yüzde 5 seviyesine düşürülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu sebeple de Anayasa’da ve daha sonraki aşamada Siyasi Partiler Kanunu’nda da Meclisimizin bu noktada karar alması gerektiğini düşünüyoruz.
Ayrıca partiler arasında seçim iş birliği ve ittifakların sağlanmasının anayasa ve yasalarda meşrulaştırılması gerektiğini düşünüyoruz. Bu hâliyle, siyasi partiler, seçimlerde iş birliği yaparak veya ittifak yaparak girememektedirler. Bunların parti adı ve kimliğiyle seçimlere girmesi ve seçim sonrası için ittifaklarının ilan edilmesi, bunun da anayasayla teminat altına alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Büyük Birlik Partisi olarak, özetle, siyasi hayatta eşit, rekabeti sağlamak adına yapılan yardımlar, bu amaç doğrultusunda genel seçimlerde seçime katılan partilere taban bir yardım yapılmalı, bunun üstündeki yardımlar da tüm partilere aldıkları oy oranında paylaştırılmalıdır. Yani bu siyasi partilerin finansmanıyla alakalı olarak partimizin talepleridir.
Partilere yapılan hazine yardımının miktarı, partilerin senelik makul ve zorunlu harcamaları nispetinde ve toplam gelirini aşmayacak ölçüde düzenlenmelidir.
Toplumun siyasi partilere güveninin sağlanması adına yapılan hazine yardımlarının partiler tarafından nereye harcanacağı denetlenmeli ve kamuya açılmalıdır.
Siyasi hayattaki yozlaşmayı önlemenin yolu sağlıklı bir denetimden geçmektedir. Partilerin gelir kaynaklarını nasıl elde ettikleri, bu gelirleri parti çalışmaları için harcayıp harcamadıkları konusunda düzenli bir mali denetimin varlığı gerekmektedir.
Anayasanın ilgili maddesinin değiştirilmesi hâlinde, kanunla, siyasal parti hesaplarının Sayıştayca denetimi mümkün olabilecektir. Siyasi partilerin mali açıdan denetimi Anayasa Mahkemesi yerine, bu konuda uzman bir kurum olan Sayıştaya verilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Biraz önce Sayın Ahmet Bey’in anlatmış olduğu gibi, tabii ki gelişen modern dünya ve evrensel hukuk sisteminde birçok yerde ve Batı demokrasilerinin birçoğunda idam cezası yoktur. Türkiye’de de, ülkemizde de geçmiş dönemde var ama yakın bir geçmişte kaldırılmıştır, fiilen de uygulanmamıştır uzun yıllar boyunca ama işin doğrusu, ben bir hukukçu olarak, idam cezasının geçmişte olduğu gibi değil ama Türkiye’de ileriki dönemde Türk Ceza Kanunu’nda belli suçlar açısından en azından geri getirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Çünkü idam cezası, malumunuz olduğu üzere, en caydırıcı ceza müeyyide yöntemlerinden bir tanesi ama bu özellikle darbe dönemlerinde Türkiye’de çok yanlış, çok farklı ve hükmü önceden verilmiş olarak kurulan mahkemeler tarafından yanlış uygulanmıştır. Bunu daha sınırlandıracak bir şekilde, özellikle terör yöneticisi ve kurucuları açısından başta olmak üzere ve hunharca öldürülen insanlarla alakalı ve yine on sekiz yaşından küçük olan, çocuk olan, bebek olan insanlara karşı yine hunharca işkence yapılarak öldürme gibi suçlar ile sınırlandırılmak üzere idam cezasının geri getirilmesi gerektiğini idam cezasının geri getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Hatta bunun Anayasa ile teminat altına alınması gerektiğini düşünüyoruz. Elbette ki Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde belli bir aşamaya geldikten sonra bu noktada itirazlar olabilecektir idam cezasının tekrar geri getirilmesiyle alakalı olarak ancak tabii ki değişen toplum yapımız, bir de her ne kadar Avrupa Birliğiyle ilgili daha önce çıkarılmış olan yasalarla Türkiye’de demokratik hayata büyük katkıda bulunuldu ise de idam cezası gibi belli maddelerde bu uyum yasalarına aykırı bir durumun oluşmayacağı, idam cezasının geri getirilmesinin bu uyum yasalarına aykırı bir durum oluşturmayacağı kanaatindeyiz. Bizim toplumumuzun, milletimizin bulunduğu pozisyon gereği idam cezasının geri getirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
BBP YÜKSEK İSTİŞARE KURULU BAŞKANI AHMET TÜRK – Şurada bir parantez açabilir miyiz? Şimdi, bu idam cezasıyla alakalı biz caydırıcılık yönüyle alakalı şeyler söyledik ama aslında idam cezası caydırıcılıktan öte salt bir cezalandırma yöntemidir. Bunun detayıyla alakalı hukukçular ciddi bir şekilde içini doldurabilir ama eğer AB müktesebatına göre yahut da dış müdahaleye açık bazı mevzular yüzünden idam cezası geri getirilmese de şu anda ağırlaştırılmış müebbet hapislerinden bir ceza yöntemi var. Fakat çoğu toplumun, hukukçular bunu bilir ama toplum bilmez, bir insan ağırlaştırılmış cezaya çarptırıldığı vakit ölene kadar hapiste kalacak zanneder ama 1965 tarihli 647 sayılı Cezaların İnfazı Kanunu’nun 19’uncu maddesine göre bunların çoğu yirmi sene içinde ya da yirmi sene sonrasında salıveriliyor, şartlı tahliyeyle salıveriliyor, tali hükümleriyle. Şimdi, eğer idam cezası konusunda bir konsensüs olmazsa en azından bu maddede ciddi bir düzenlemeye gidilmeli, yani eğer gerçekten bir insanın ağırlaştırılmış müebbet hapse…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Müebbet hapis cezasına çarptırılan kişinin tahliye edilmesini engelleyici hüküm konmalıdır.
BBP YÜKSEK İSTİŞARE KURULU BAŞKANI AHMET TÜRK – Yani böyle bir durum olmalı. Sadece bizim böyle bir idam saplantısı anlamında değil.
Bunun haricinde, işte, bu Millî Güvenlik Kurulu statüsünün yeniden belirlenmesiyle alakalı düşüncelerimiz var. Bu 12 Eylül 1980 darbesi siyasi literatürde “milli güvenlik devleti” olarak adlandırılan siyasal düzeneğin kurumlaşma sürecinde zirve noktayı temsil eder. Millî Güvenlik Kurulu ve onun Genel Sekreterliği yirmi yıl boyunca devlet düzeneğinin kilit güvenlik aktörleri arasında yer almıştır. Resmî görüntüde danışma ve bürokratik bir kurum olarak yapılandırılan, askerî otoritenin vesayeti altında işleyen bu kurumlar gizli yönetmelikleri sayesinde 2000'li yıllara kadar geniş müdahale alanlarını derinleştirerek, yargı denetiminden yoksun bir iç iktidar mekanizması kurmuşlardır.
Yürütmeye doğrudan müdahaleyle yetkili bir kurumsal yapı hâline gelmişlerdir. MGK ve Genel Sekreterliğinin millî güvenlik siyaset belgeleriyle sabitlediği siyasetin dışına çıkamayacakları bir mevzuatla "millî güvenlik siyasetinin gereklerine uyma" şerhiyle kuşatılmış, demokratik haklar da aynı şekilde millî güvenlik gerekçesiyle denetim altına alınmıştır. Bütün bu iktidar mühendisliği faaliyeti, Genel Sekreterlik elemanlarının Meclis komisyonlarında ve bütçe planlama süreçlerinde de görev almasıyla yasama organına da yayılmıştır.
1980'lerden 2000'lere otoritesini daha da pekiştirerek gelen bu devlet yapısının çözülmeye başlaması, bir başka deyişle demokrasi ve hukuk devleti kıstaslarına uygun temel düzenlemelerin yapılması Avrupa Birliğine üyeliğin getirdiği şartlara bağlı olarak başlamıştır. 2006-2008 yılları arasında bu eğilimin devam ettiği, MGK ve özellikle Genel Sekreterliğinin yasal düzenlemeler öncesi birçok kurumsal işlevinin kademeli olarak sivil yönetime doğru kaydırıldığı görülmektedir. Bunlar olumlu gelişmeler. Ancak mevcut Anayasa’da devletin idari yapısı içinde özerk bir hüviyete Türkiye Silahlı Kuvvetleri idari başı Genelkurmay Başkanlığı diğer demokratik ülkelerde olduğu gibi Millî Savunma Bakanlığı altında düzenlenmelidir, Millî Savunma Bakanlığına bağlanmalıdır.
Bunların haricinde, Askerî Yargıtay ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi yeni anayasada yer almaması eklidir. Bu askerî mahkemelerin işlevleri ilgili sivil yargı kurumlarına devredilmelidir.
Bu 174’üncü maddeyle koruma altına alınan ve güncelliği kalmayan antidemokratik devrim ve inkılap kanunları var. Malumunuz “Devrim Yasaları” olarak adlandırılan ve sekizi Anayasa'nın 174’üncü maddesi tarafından koruma altına alınmış bu yasalar Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesinin hukuksal yansımaları olarak yansıtılmaktadır. Bu yasalar, 1920-1938 yılları arasında çıkartılmıştır. Şapka İktisası Hakkında Kanun, Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun, işte, Beynelmilel Rakamların Kabulü Hakkında Kanun, Efendi, Bey, Paşa gibi Lakap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun; Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun… Ve malumunuzu bunların çoğu günümüzde kullanım dışı kalmıştır. Bugüne dek de Demokles’in kılıcı gibi anayasal hüküm ile korunan ve çağ dışı hâle gelmiş bu hususları şu anda görmezden gelinmektedir. Pek de kimse gündeme getirmemektedir. Biz Büyük Birlik Partisi olarak bu 174’üncü maddeyle koruma altına alınan ve güncelliğini yitirmiş bu antidemokratik devrim ve inkılap kanunlarının anayasal güvenceden çıkarılmasını istiyoruz.
Bunun yanında YÖK kurumunun da Anayasa’dan çıkarılmasını istiyoruz. Bunun yerine üniversiteler arasında planlama ve koordinasyonu sağlayacak, akademik özgürlük ve üniversite özerkliğini güvence altına alacak, öğrencilerin de dâhil olduğu üniversite kurulları tarafından seçimle gelecek yeni bir kurum ihdas edilmelidir diye düşünüyoruz.
Dokunulmazlıkla alakalı düzenlemeler, tabii, komisyona da bu konularda hemen hemen bütün sivil toplum örgütleri yahut da bu konuyla alakalı fikir ortaya koyan, irade koyanların hepsinin ortak düşüncesi. Biz dokunulmazlığın sadece milletvekilliği fonksiyonu ile alakalı alanlarda geçerli kılınmasını istiyoruz. Milletvekili seçilmeye engel suçlar dokunulmazlık kapsamından çıkarılmalıdır diyoruz. Bunun yanında milletvekili dokunulmazlığı adi suç işlemiş milletvekilleri hakkında işlem yapılmasını zorlaştırarak onlara bir rahatlık sağlamamalı ve adi suç işlemeyi de özendirmemelidir diyoruz.
Öğretim ve kamusal alanda yaşanan özelde başörtüsü, genelde kılıf kıyafetle alakalı sorunlar çözülmeli diyoruz. Bununla alakalı başta dediğimiz gibi -fazla detayına girmedik- bunun çözümünün en pratik yolu yeni bir laiklik tarifinden geçiyor. İşte, bu dinin devlet düzeni içinde saygın bir yer aldığı, seküler bir sistem, sıkı bir mutabakat unsuru hâline gelecek bir laiklik tarifi yapılmalıdır. Bunun hukuk dilini uzmanlar daha iyi yapar. Bunun içinin böyle doldurulması gerekiyor. Biz daha evvel bu kılık kıyafetle alakalı, başörtü sorunuyla alakalı bir öneri getirmiştik bu cari Anayasa’nın 10’uncu maddesinin 1 ve 4’üncü fıkrasıyla alakalı. Bizim önerimiz 1’inci fıkraya ek: "Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep, kılık-kıyafet ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir." diyoruz. 4’üncü fıkraya ek olarak da: "Kamusal alanlardan ve kamu hizmetlerinden yararlanmaları konusunda hiçbir gerekçe ile insanlar arasında ayrım yapılamaz ve farklı bir muameleye tabi tutulamaz." metni bizim önerimizdir, eklenebilir burada.
Bu olağanüstü hâlle alakalı durumun demokratik ülkelerde uygulanan şekliyle yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Tüm demokratik ülkelerde bu tip olağanüstü hâl rejimleri vardır geçici tedbir olarak. Bizde 1982 anayasası güvencesi altındaki olağanüstü hâl vaziyeti maksadı aşan netameli süreçlere ve militarist vesayet altına girebilecek kapıları aralamaktadır. Anayasa’mızda üç tür olağanüstü hâl belirtiliyor: Doğal afet, salgın hastalık veya ağır ekonomik bunalım, şiddetin yaygılaşması ve kamu düzeninin bozulması gibi siyasi durumlar. Sıkıyönetim, savaş hali, savaşı gerektirecek bir durum veya ayaklanma olduğunda ilan edilir. İlk iki olağanüstü hâl durumunda yetkiyi sivil otorite kullanıyor bu doğal afetleri, vesaire ama sıkıyönetimde askerî otorite güç kullanıyor, güç sahibi oluyor.
Müstakbel Anayasa’mızda askerî otoritenin güç sahibi olduğu durumlar yeniden gözden geçirilmeli, yetkiyi sivil otorite ele almalıdır. Temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulmasına mâni olacak düzenlemeler yapılmalı. Olağanüstü yönetim dönemlerinde insan haklarının sınırlandırılmasına ilişkin takdir yetkisi daha fazla daraltılmalıdır.
Emeklilerin verilmeyen hakları anayasal teminata kavuşmalı. Sendikalar Kanunu değiştirilmeli. Emeklilerin de sendikal haklara kavuşması ve tüzel kişiliğinin anayasal teminat altına alınmasını arzu ediyoruz. Sosyal bir devletin gereği, tüzel kişiliğe sahip bir kesim olarak toplu sözleşmelerde emeklilerin taraf olması sağlanmalıdır.
Engellilerin yeni anayasada pozitif ayrımcılığa tabi tutulmasını istiyoruz. Pozitif ayrımcılık yapılarak engellilerin sosyal, kültürel, çalışma, seyahat, sağlık, eğitim, oy kullanma haklarının anayasal olarak güvence altına alınması gerekiyor.
Bir de bizim daha evvel rahmetli Yazıcıoğlu'nun da yasalaşması için çabaladığı kanun teklifi vardı Özürlüler Kanunu’nun "Engelliler Kanunu" olarak değiştirilmesiyle alakalı. Anayasa’da geçen "özürlü" ve "sakat" tanımları yerine "engelli" tanımı kullanılmalı.
Mevcut Anayasa’nın 10, 23, 42, 60 ve özellikle 61’nci maddesi “Devlet, sakatların korunmalarını ve toplum hayatına intibaklarını sağlayıcı tedbirleri alır.” diyor ama aynı anayasanın 65’inci maddesinde bu anayasal hüküm “Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarını bütün bu öncelikleri gözeterek mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getirir” diyor. Yani diğer maddelerde yer alan bütün hakları bu madde ile geri alınıyor. Biz bu çelişkilerin yeni anayasadan kaldırılmasını istiyoruz. İnsan onuruna yakışan engelliyi ayrıştırmadan, ötekileştirmeden özgür bir birey olması için haklarının anayasal koruma altına alınması gerektiğini düşünüyoruz.
Hülasa, biz millî iradeye hiçbir şekilde engel olmayan, ipotek koydurmayan, millî iradenin üstünde veya yanında, hariçte veya dâhilde herhangi bir merci ve ortak kabul etmeyen, Türkiye'nin ülkesi ve milleti ile bölünmez mutlak bütünlüğünü, tam bağımsızlığını ve egemenliğini her türlü tartışmanın dışında bırakan, kuvvetler ayrılığı prensibini ve parlamentarizmi temel ilke alan, vatandaş merkezli, amir devlet değil hadim devlet anlayışlı, sosyal hukuk devleti anayasasını özlüyoruz, bunu talep ediyoruz.
Şimdi, Murat Arkadaşım biraz hızlı geçti de, burada bundan sonraki süreçte de belki bu Anayasa Uzlaşma Komisyonunda da en çok tartışılacak mevzu, hatta uzmanların, bu işin ehli insanların da ileri sürdüğü gibi yani bu komisyondan oy birliğiyle karar alınmasının bu Anayasa değişikliği sürecinde bu işlerin akamete uğrayacağıyla alakalı bazı endişeleri ileri sürenler oluyor. Tabii bu konularda da en mühim mevzu vatandaşlık ve Türk kimliğiyle alakalı mevzular. Şimdi, biz burada demin hızlı hızlı geçtik ama bizim buradaki “Türk” tabiri aslında çok modern bir tabir yani Türkiye devletinin bu ülkeye adını veren kurucu ve tarihî bir unsurun adıyla anılmış bir isim “Türk” ismi. Biz bunu direkt bir etnik temele dayandırmıyoruz yani böyle etnik bir şey yapmıyoruz yani Türk kelimesi bir terim olarak bir ırk ve mensubiyet anlamı taşımıyor. Türk, sadece Orta Asya’dan kopup gelmiş tarihî kurucu unsur olan insanların torunlarını ifade etmiyor, onları da kapsayan, onlarla birlikte bu ülkenin bütün Müslüman vatandaşlarını da kapsayan bir tanım. Bu anlamda olmak üzere Kürt de Türk’tür, Kurmanç da, Zaza da, bir başkası da. Yani hiç kimse kendi sahih nesep bağını ispatlaması mümkün değil. Türk, esas itibarıyla tarih içerisinde teşekkül etmiş, İbni Haldun sosyolojisindeki nesep ve sebep asabiyetlerinin mükemmel bir sentezi olan bir kültürel aidiyet diye algılanmalı. Yani bu işe yaklaşan insanlar hadiseyi bir etnik, ırki bir tavır olarak değil de bu konuda bakmalı. Yani dünyanın her yerinde ulus devletlerin hemen hemen hepsinde vatandaşlık tanımı o ülkeye adına veren kurucu kitleyle nispet edilir yani İspanyol Anayasası’nda İspanya vatandaşlarına İspanyol deniyor, Fransız Anayasası’nda Fransız vatandaşlarına Fransız deniyor. Yani bu İspanyolların içinde… Ya da Amerikan vatandaşlarına Amerikan diyor. Bir sürü etnik unsur var; Hispanicler var, başkaları var, başka yerden göçmüşü var. Ama orada yani bir Amerikan vatandaşı tanımı yani Meksikalısı da var, başka unsurlar, Latinler de var, başka kökenli insanlar da var ama devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Amerikan vatandaşıdır ya da Türk vatandaşıdır. Bu tanım aslında ırki bir terime ya da tabana dayanan bir tanım değil, gayet modern bir tanım ve sorun çözen bir tanım. Yani düşünebiliyor musunuz, böyle bir tanım konulmazsa Türkiye gibi etnik kimliği fazla olan bir ülkede farklı talepler de çıkacak. Uzlaşma çıkmaz, bu işten muhakkak uzlaşma çıkmaz yani bu başka bir yarışa döner. Yani bu egemenlik yahut da hükümranlıkla alakalı farklı tartışmalara döner. Bu konu da hem ciddi ve asgari müşterektir hem de bir orta yoldur diye düşünüyoruz yani fazla saplanılması gerekmiyor bu konularda.
Bu eğitim ve ana diliyle alakalı da bir parantez açalım yani biz devletin resmî dilinin ve eğitim dilinin Türkçe olması konusundaki talebimizi tekrar yineliyoruz. Fakat insanların kendi ana dillerini kullanabilmesi ve bunun her türlü ortamda kullanılmasıyla alakalı serbestiyetin de sonuna kadar arkasındayız yani bunu sadece devletin resmî dili veya devletin resmî eğitim dili anlamında kabul etmiyoruz yani bir Kürt, bir Abaza, bir Çerkez, herkes kendi dillerini yaşatmalı. Bunlar kendi hakkı. Bunlarla alakalı ürettiklerini kendi dilleriyle paylaşabilmeli ve bunları öğretebilmeli, yayabilmeli, insanlarla paylaşabilmeli, kendi dillerini diri tutmalı, bunlarla alakalı her türlü yayın organları, aklınıza ne geliyorsa her türlü üretim yapmalarına zemin hazırlayacak yol ve yöntemler hazırlanmalı. Bu konuda bizim herhangi bir saplantımız yok ama biz gerçekten de resmî eğitim dilinin bir hükümranlık ve egemenlik sembolü olduğunu düşünüyoruz. Resmî eğitim diliyle resmî dilin fonksiyonellik açısından özdeş olduğunu, bire bir olduğunu düşünüyoruz. Yani resmî dil eşittir bizim için eğitim dilidir. Yani bu konularda da farklı bir ayrım yapmaya gerek yok.
Egemenlik kavramıyla alakalı biraz daha detay vermek istiyorum. Mayıs 2004’te 1982 Anayasası’nın 90’ıncı maddesinde bir değişiklik yapıldı. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşmalar esas alınır. Usulüne uygun olarak yapılmış uluslararası, uluslar üstü anlaşma hükümleri Meclis iradesinin yani millî egemenliğin üstüne çıkartılmış hâle getirildi. 1982 Anayasası’nın 3'üncü maddesindeki "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti, egemenliğini Anayasa’nın koyduğu esaslara göre ve yetkili organların eliyle kullanır. Egemenliğinin kullanılması hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz." hükmünü zedelemiştir bu değişiklik, 90’ıncı madde. Daha önce yapılan taslak çalışmalarında da -bu Ergun Özbudun zamanında- burada da böyle benzer bir cümle vardı. "Milletlerarası ve milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır." diyordu. Bu tehlikeli bir cümle. Bu cümle o zaman o taslak çalışmaları sırasında Anayasa’ya dâhil edilmek istenmişti. Bu tür denemeler ülkeyi tam bir egemenlik ilgasına doğru götürmektir. Biz BBP olarak egemenliğin üstünde başka bir egemen merci tanıyan bir devletin bağımsızlığından söz edilemeyeceğini düşünüyoruz. Bağımsızlığından söz edilemez konuma düşürülmüş bir ülkedeyse başka hiçbir şeyden söz edilemeyeceğini düşünüyoruz.
Şimdilik, tabii, bunu hızlı hızlı özet olarak böyle verdik ama detaylı, daha değişik, geniş…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Zaten sizin gönderdiğiniz metin bizim teknik heyetimiz tarafından çok ayrıntılı şekilde değerlendiriliyor, inceleniyor ve bu değerlendirme raporu Komisyonumuza geldiğinde yeni anayasa yapım sürecinde bunlardan kuşkusuz ki yararlanacağız. Biz, gerek Ahmet Bey size gerek Murat Bey’e bu hazırlıklarınız, zahmetleriniz ve sunumunuz için çok teşekkür ediyoruz.
Ancak siz konuşmanıza başlarken… Bizim Anayasa yapmayla ilgili çalışmalarımız henüz bitmedi, bir iki ay içerisinde tamamlamayı düşündüğümüz bir çalışmamız var kitapçık şeklinde. Tabii eğer onu da kısa bir sürede tamamlayıp bize gönderebilirseniz ondan da kuşkusuz ki yararlanacağız.
BBP MKYK ÜYESİ MURAT EKİCİ – Sayın Başkan, bizim 29’unda olağan genel kurulumuz var. O sebepten dolayı da yoğunluk on beş gün oraya kaymış olduğu için bu anlamda bir gecikme olmuş oldu.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Anladım.
BBP YÜKSEK İSTİŞARE KURULU BAŞKANI AHMET TÜRK – Rahmetli Yazıcıoğlu’nun kaza süreci de hızlı gitmeye başladı. Önemli gelişmeler var.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Tabii onu da takip ediyorsunuz bir taraftan.
BBP YÜKSEK İSTİŞARE KURULU BAŞKANI AHMET TÜRK – Tabii bu bizim hayli bir yoğunluğumuzu da alıyor yani bu işleri takip etmek de bizi bayağı bir yoruyor.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Evet, çok teşekkür ederiz.
Sizin bu konuya ne kadar duyarlı olduğunuzu biliyorum, konuşmamın başında da ifade etmiştim.
Oktay Bey, bir şey söyleyecek misiniz?
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Teşekkür ederim.
BAŞKAN – Altan Bey…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Ben bir şey sormak istiyorum: Bu sunduğunuz taslakta Türk ve İslam vurguları yoğun olarak gözüküyor. Bu anlayışınıza göre ulus devleti İslami buluyor musunuz, İslami anlayışa uygun buluyor musunuz ulus devlet anlayışını?
BBP MKYK ÜYESİ MURAT EKİCİ – İslam dairesi sınırındaki bir milliyetçilik anlamında değerlendirmek gerekir diye düşünüyoruz. Zaten Büyük Birlik Partisinin siyasi görüşü… Tabii ki devletimiz bir İslam devleti değil, mutlaka. Ama Türk milleti genel anlamada İslami değerlerle yoğrulmuş olarak kendine göre bir yapı oluşturmuş. Bizim milliyetçilik anlayışımız veya ulus devlet anlayışımız ırkçılık temeline dayanmayan, zaten Türklükle ilgili veya Türk kelimesinin Anayasa’da niçin bulunması gerektiğiyle ilgili olarak -biraz önce özellikle Ahmet Bey daha detaylı bir bilgi vermişti- bizim anlayışımızda ırkçılık olmadığı için ya da etnik ve ırki grubu, zümreyi, kitleyi ön planda tutan bir anlayışımız olmadığı için biz bunu uygun buluyoruz ve milliyetçilik anlayışımız da İslami sınırlar ve daireler içerisinde olduğundan dolayı bizce normaldir.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Teşekkür ederim.
BBP MKYK ÜYESİ MURAT EKİCİ – Ben teşekkür ederim.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Çok teşekkür ederiz. Selam götürün lütfen Genel Başkana, diğer arkadaşlarımıza. Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz. Aynı zamanda bu ayın 29’unda büyük kongreniz varmış, büyük kongrenizin de başarılı geçmesini diliyorum.
Evet, bir yazılı metin de göndermişsiniz. Sanıyorum Mehmet Bey siz bir sunum yapacaksınız değil mi, yoksa Selahattin Bey mi?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ – Başkanım, şöyle, görüşü geçen hafta gönderdiğimizde Fatih Aydın vardı, Başkan Vekili.
Başkanlığımız bu görüşleri, uzmanlarımızın da görüşlerini alarak buraya resmî yolla gönderildi. Yani bu süreç içerisinde Selahattin Bey’in koordinasyon görevi vardı. Ben kendi görüşlerimi de ilettim ama bunların belki bir kısmı buraya yansımıştır. Bireysel olarak arkadaşlar çalışma yaptılar.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Ben sunuma geçmeden önce bir şey öğrenmek istiyorum.
Bürokratsınız değil mi?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ – Evet.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ – Başbakanlık uzmanıyız aslında, şu anda vekâleten bakıyoruz.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Özerkliğiniz var mı?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ – Başkanlığın özerkliği yok tabii, idari ve mali özerkliği yok. Başbakanlık içerisinde bir idari birim.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Onu bilmek zorundayız çünkü düşüncelerinize de ona göre bakacağız yani.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ – Tabii ona göre, ben onu söylemek istiyorum.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Başbakanlığa bağlı bir kuruluşun düşüncelerini farklı değerlendiririm, şahsen ben farklı değerlendiririm. Ama bağımsız, özerk bir kuruluşun bir kuruluşun düşüncelerini farklı değerlendiririz. Sorum o bakımdan.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Evet, değerlendirme aşamasında bütün bunları aramızda tartışırız.
Şimdi, Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığının Türkiye Büyük Millet Meclisince yürütülmekte olan yeni anayasa yapım sürecine katkılarda bulunmasını biz memnuniyetle karşılıyoruz. Zahmet etmişsiniz, bir çalışma yapmışsınız ve şimdi bu çalışmayı yazılı olarak sunduğunuz gibi kısaca özet hâlinde, sözlü olarak da ifade edeceksiniz.
Düşüncelerinizi çok rahatlıkla ifade edebilirsiniz. Biz herhangi bir kısıtlama öngörmüyoruz çünkü hazırlamayı amaçladığımız anayasa toplumun her kesiminin katkısıyla oluşacak toplumsal mutabakatla çıkarılmış bir anayasa olsun arzu ediyoruz, amacımız bu. Bunun tabii ki belirli zorlukları olacaktır ama toplumun büyük bir ekseriyetinin böyle bir talebi var. Millet iradesinin tecelli ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi de milletimizin bu beklentisine uygun bir anayasayı ortaya koymaya gayret etmektedir.
Şimdi, size, Mehmet Altıntaş Bey, İnsan Hakları Başkanlığı Başkan Vekili olarak söz vereyim, kısaca düşüncelerinizi bizimle paylaşın lütfen.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ – Ben bu sunumumu daha önce resmî olarak da gönderdiğimiz… İnsan Hakları Başkanlığı olarak doğrudan bizden görüş istemişti, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı, bu çerçevede görüşlerimi ileteceğim, belki birkaç da açıklamam olacak bu daha önce gönderdiğimiz görüşlerle ilgili. Şimdi, öncelikli olarak başlangıç kısmında insan hakları vurgusu güçlendirilmesi, bu ifademizin tekrar altını çiziyoruz.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Anayasa’nın başlangıç bölümünün muhafazasını.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ – Muhafaza edilecekse. Çünkü biz araştırdığımızda İspanya Anayasası, Avrupa ülkelerindeki anayasalarda çok kısa bir giriş oluyor. Bu kadar uzun, yoruma açık bir başlangıç kısmı ben görmedim. Amerikan Anayasası’nda da sadece Amerikan vatandaşlarının birey hak ve özgürlüklerine, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne vurguda bulunan bir temenni cümlesinden, birkaç cümleden öteye geçmeyen yorumlar olduğunu gördüm. Biz de yine burada mutlaka insan hakları, temel hak ve özgürlüklere vurguda bulunulması, hukukun üstünlüğünün ve bu Anayasa’nın temel felsefesinin bireyin hak ve özgürlüklerinin esas olduğu, sınırlamalarının istisna olduğu, böyle bir temenni cümlesi, çok da yoruma açık olmayacak şekilde -benim şahsi görüşüm de çok ideolojik ifadelerde bulunmayacak şekilde- böyle bir başlangıç kısmı muhafaza edilecekse eğer bununla yetinilmesi insan hakları vurgusunun da devam etmesi konusunu ben ifade etmek istiyorum. Yine bir başka konu –ben Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum- orada sürekli 1960 Anayasası’nın “insan haklarına dayalı” dediğini ama 82 Anayasası’nın bunu kaldırdığını, “saygılı” ifadesinin çok böyle muğlak… Saygının derecesi nedir? O belki değişir. Bunun mutlaka dayalı yani “insan haklarına dayalı olması” ifadesinin Anayasa’da yer alması gerektiğini söylüyoruz. “İnsan haklarına bağlı” veya “dayalı” ifadeleri….
Yine eşitlik konusu da çok önemli, bunun altını çizmek istiyoruz. Anayasa’mızda, şu anki Anayasa’mızda kanun önünde eşitlik ilkesi… Bu başlık bizce yeterli değildir. Bunun her hâlükârda, sadece kanun önünde değil her şartta eşitliğin bu Anayasa’mızda vurgulanması gerektiğini yani Türk vatandaşı olmayan insanlara da -buraya geçici olarak gelmiş mülteciler olabilir, bu ülkede geçici bir sürede yaşamak zorunda kalan insanlar da olabilir- her hâlükârda, şartta bir eşitliğin vurgulanması gerektiğini, daha geniş bir bakış açısına ihtiyaç olduğunu tavsiye ediyoruz. Suç ve cezada kanunilik ilkesiyle ilgili de bizim bildiğimiz gibi cezalar Anayasa’da kanunlarla belirleniyor ama suçları belirlenmiyor. Suçların da kanunla belirlenmesi gerektiği yine Anayasa’mızda belirtilirse iyi olur.
İnsan hakları kurumlarıyla ilgili bu açıklayacağımız konu bu açıklayacağımız konu bizim Başkanlığımızı da çok yakından ilgilendiriyor çünkü süreçle ilgili kısaca size bilgi vermek isterim.
2005 yılında ulusal, bağımsız bir insan hakları kurumu kurulması için çalışmalar yapılmıştı. Ömer Dinçer Bey Müsteşarımızdı. Fakat o süreç içerisinde bekletildi, değişik aşamalardan geçildi ama 2010 yılında Anayasa Komisyonumuzca kabul edildi, Meclis gündemine gelmeden de seçime gidildiği için kadük kaldı. Sizin mutlaka bilginiz vardır. Bizim kanaatimiz Kamu Denetçiliği Kurumu, parantez içerisinde “ombudsman” diye bildiğimiz kurumla birlikte, eğer bu da çıkarılacaksa, biz bunun yanında ulusal, idari ve mali özerkliğe sahip bir Ulusal İnsan Hakları Kurumunun anayasal teminat altına alınması gerektiğini önemle vurguluyoruz. Sadece kamu denetçiliği değil. Eğer detayına girersek: Kamu Denetçiliği Kurumu Avrupa’da, İsveç’teki örneklerine bakıldığında idarenin işleyişiyle ilgili aksaklıkları çözen, bireysel başvuru alan bir mekanizma olarak daha çok görülüyor ama ombudsmana insan haklarıyla ilgili ihlalleri araştırma, inceleme, rapor verme görevi de yüklenebilir. Yani “Tek bir kurum olsun.” denilirse ombudsmana bu yüklenebilir ama ombudsman sadece idarenin işleyişine ilişkin başvuruları alıp da yapacaksa -Danimarka’da, İsveç’te, başka ülkelerde de var- bir enstitü şeklinde çalışabilecek, eğitim, bilinçlendirme boyutunu da ihmal etmeyecek… Çünkü toplumun bilinçlendirilmesi aynı zamanda bu ihlalleri de azaltacak. “Toplum” derken kamu görevlilerinin bilinçlendirilmesi, farkındalık konusu… Yani telafi edici olmaktan ziyade biraz da önleyici bir mekanizmaya da ihtiyaç var. Yine OPCAT çerçevesinde “Optional Protocol” diye bildiğimiz Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ni Meclisimiz de onayladı, bu Sözleşme’ye göre bir yıl içerisinde ulusal bir denetim mekanizmasının da kurulması gerekiyor. Yine bu mekanizma böyle bir kurumun içerisinde yer alabilir. Ombudsman içerisinde de yer alabilir, kamu denetçiliği kurumu. Bir diğer, İçişleri Bakanlığımızın da koordine ettiği -Beşir Atalay Bakanımızın- Eşitlik ve Ayrımcılıkla Mücadele Kurumu vardı. O da aslında son aşamaya gelmişti. Bence o da güzel bir kurum çünkü eşitlik ve ayrımcılıkla mücadele kurumunun özelliği şu: İnsan hakları ihlallerinden başka özel sektörün de yapabileceği ayrımcılıklarla ilgili şikâyetleri alıp -her türlü ayrımcılık, engellilerden tutun, inancından dolayı, dilinden dolayı, ırkından dolayı- bunları değerlendirecek bir kurum. Bu özel ihtisas kurumudur. Yani dilenirse bu yine İnsan Hakları Kurumunun altına da yerleştirilebilir, olabilir. Yani mevcut yapıyı sizlere aktarmayacağım ama ombudsman, Ulusal İnsan Hakları Kurumu, Eşitlik ve Ayrımcılıkla Mücadele Kurumu ve önleyici mekanizmalar, ulusal denetleyici mekanizma bu OPCAT çerçevesinde işkence ve kötü muamelenin olması ihtimali olan yerlere denetimler yapacak daha çok önleyici bir mekanizma. Bunların hepsi tek bir kurum altında da olabilir, öyle de olabilir ama biz Ulusal İnsan Hakları Kurumunun anayasal teminat altına alınması gerektiğini özellikle vurguluyoruz yani bu bizim için çok önemli. Belki size sadece bunu söylesek yeterlidir.
Ben asgari ücret konusunda -bizim Başkanlığımızın bu konuya- şu aşamada çok açıklama gerektiğini duymuyorum. O sizin takdirlerinize…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Asgari ücret mi?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Evet, bazı medya kuruluşları ön plana çıkarmış biraz daha popülerleştirmek için.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Asgari ücretin anayasal bir teminata kavuşturulması konusu mu?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Asgari ücretin vergi dışı bırakılması konusunda ama biz bu konuda ısrar etmiyoruz, sadece bir teklif olarak, öneri olarak size iletelim.
Yine, sosyal güvenlik bakımından muhtaç çocuklar, engelliler ve yaşlılara ilişkin son dönemde düzenlemeler yapıldı. Bu konular da yine anayasal teminat altına alınırsa iyi olur.
Kanun hükmünde kararname konusuna çok şey yapmıyoruz.
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Önemli tespitiniz var, kanun hükmünde kararnameler…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – “Çıkarma yetkisi tamamen kaldırılmalı…” Okusanıza bunları niye çekiniyorsunuz? Zabıtlara geçsin.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Bu çok genel. Genel ifadeyle şöyle: Biz akademik bir çalışma yaptık arkadaşlarla.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Hayır efendim, çekinmeyin. Efendim, Başbakanlığa bağlı bir birim olarak görüşlerinizi burada serdetmek sizin açınızdan “Bir sorun teşkil eder.” düşüncesiyle görüşlerinizi söylemekten çekinmeyin lütfen.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Evet, benim şunu açıklamam gerekiyor o zaman…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Çünkü burası Parlamento. Bu Komisyon her türlü fikri, düşünceyi ve öneriyi dinleme, alma ve değerlendirme imkânına sahiptir. Hiç kimse bizim bu Komisyonumuzda düşüncelerinden, önerilerinden dolayı herhangi bir sıkıntıya girmez, girmemelidir. Böyle bir şeyle karşılaşırsak biz Komisyon olarak büyük tepki gösteririz.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Başkanım, ondan hiç şüphemiz yok. Siz öyle çalışıyorsunuz.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Mesela kanun hükmünde kararname… Niye okumuyorsunuz ki?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Yok, okuyacağım ben…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – “Kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi tamamen kaldırılmalı veya olağanüstü hâllerle sınırlı olmalıdır.”
OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Çok doğru.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Doğru bir şey.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Söyleyin. Gerçi biz bunları siz söylemeseniz de… Zaten gelmiş, bizim metinlerimizde olacak bu. Yani kanun hükmünde kararnameyle ilgili bölümü biz Komisyon olarak değerlendiririz. Yani “Kim ne demiş?” diye baktığımızda sizin bu konudaki öneriniz de karşımızda olacak zaten.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Ben burada şu açıklamayı yapayım: Genel hukuk bilgilerimiz, Siyasaldaki hocalarımız da bize vurgularlar temel hak ve özgürlükler olağanüstü yollarla düzenlenmemeli. Kanun hükmünde kararname de hükûmetlere verilmiş olağanüstü bir yetkidir. Bizim dediğimiz, aslında söylemek istediğimiz budur. Bu da zaten herkesin bildiği, gördüğü bir konu ama konjonktür olarak belki çok dikkat çekmiş olabilir. Yani söylediğimizde bir yanlışlık yok, onu demiyoruz.
Buraya bizim görüş gönderişimiz sırasında şöyle bir şey oldu: Biz doğrudan buraya… Çünkü bizden doğrudan görüş istendiği için biz doğrudan gönderdik.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Tamam, iyi yapmışsınız. Yani Başbakanlığa sormamış…
ALTAN TAN (Diyarbakır) – Doğrusu da bu. Sorsanız Başbakanlık görüşü gelir.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Dolayısıyla bu, Müsteşarlık kanalıyla…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – “Ne buyurursunuz?” filan diye sormadan göndermişsiniz. Aslında demin söyledikleriniz önemli.
ALTAN TAN (Diyarbakır) – En doğrusu da o.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – İnsan Hakları Başkanlığı, demin söylediğiniz, birtakım var olan, kurulacak olan birimleri de içerisinde toplayan özerk bir yapıda olmalı ki -Türkiye'de tabii ombudsmanlıkla yani kamu denetçiliğiyle falan da irtibatlandırdınız- özerk olursa, bağımsız olursa herhangi bir insan hakkı ihlali karşısında gösterilmesi gereken tepkiyi çok rahatlıkla gösterebilir, onunla ilgili alınması gereken tedbirlerin de alınmasında daha aktif bir rol oynama imkânına sahip olursunuz.
Tabii ben herhangi bir fikir serdetmeyeceğim. Biz Komisyon üyeleri olarak düşüncelerle ilgili doğru veya yanlış diye bir değerlendirme yapmıyoruz ama İnsan Hakları Başkanlığının önemli bir görev ifa edebileceğini düşündüğüm için bunları söylüyorum.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Kapasite var evet.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Devam edebilirsiniz.
Buyurun.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Bu Ulusal İnsan Hakları Kurumu ile ilgili idari ve mali özerkliğe sahip olması şu anlama da gelmemeli, Anayasa’da o nasıl ifade edilir, bilemiyorum: Mevcut düzenleyici üst kurullar mantığıyla yani memur mantığıyla bu düzenlenmemeli. Yani bir Tütün Üst Kurulu gibi, bir Rekabet Kurumu, bir RTÜK gibi bir şey düşünülüyorsa bu o şekilde ifade edilmemeli. Gerçekten idari, mali özerkliğe sahip, hükûmetlerle bir şeyi olmayacak, tamamen temel hak ve özgürlükleri…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Bu İnsan Hakları Başkanlığı içerisinde sivil toplum örgütü temsilcilerinin falan da bulunduğu bir yapı vardı. O yapı hâlâ yok mu sizde?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Vardı o 2006’da en son toplantısı…
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Kaldırıldı mı?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Yok, kaldırılmadı. Danışma Kurulu vardı.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Danışma Kurulu var evet, tamam.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Biliyorsunuz birtakım hadiselerden sonra toplantı yapılmadı.
Ulusal Komite vardı İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi, akademisyenlerin üye olduğu. Onların üyelik süreciyle ilgili konu var, o da hiyerarşik, Müsteşarlığın takdirinde.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Siz devam edebilirsiniz. İdarenin yargısal denetimiyle ilgili bir düşünceniz var.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Yani İnsan Hakları Kurumu bağımsız ve özerk bir İnsan Hakları Kurumu gerektiğinde o dönemdeki mevcut hükûmetleri de eleştirebilecek şekilde olması için anayasal teminat altına alınmalıdır.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Gayet tabii, zaten onun için söylüyorum. Yani insan haklarına aykırı birtakım uygulamalar varsa bu Kurum bunun tespitini yapmalı ve düzeltilmesiyle ilgili işlevsel bir görevi de olmalı.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Yargı değil zaten bu yargı gibi değil, rapor hazırlayıp bunu ifşa edecek.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Yargı değil, evet, gayet tabii. Yani kamuoyu baskısı oluşturur en azından.
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Evet.
Kanun hükmünde kararnamelerle ilgili burada ilk cümle şu: “Yetkisi tamamen kaldırılmalıdır ve olağanüstü hâllerle sınırlı olmalıdır.” Bu cümle belki en sonda olsaydı biraz açıklaması geldikten sonra diyecektim. Bunu şöyle açabiliriz deminki söylediklerimize ilaveten: Bu son dönemdeki KHK düzenlemeleriyle bir bağlantısı yoktur bu düşüncelerimizin. Arkadaşlarımız genel bir akademik çalışma yapmışlardır. O çerçevede ele alınacağından, sizin de o şekilde değerlendireceğinizden bir kuşkumuz yok. Buradan da anlaşılıyor zaten. Yani ekleyecek bir konu olmadığı için ben… Hiç bahsetmemek gibi bir şey anlaşılmasın.
İdarenin bu yargısal denetimi, yine hiçbir istisna olmadan yine yargı denetimine tabi olmalı konusu önemli. Memurların yargılanmasıyla ilgili konu da önemli ama bu konuda bir izin mercisi yani “Bunun için ayrıca bir izin mercisi aranmamalıdır.” diye ben buradaki ifadeyi tekrar ediyorum.
Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruyla ilgili söyleyeceğimiz şu: Bu da bir, dolaylı olarak, dolaylı değil, hatta doğrudan bir insan hakları kurumu hâline gelecek bireysel başvuru almaya başladıktan sonra. Ama bu başvurular sadece İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki hak ve özgürlüklerle sınırlanmış. Bunun Anayasa ve Anayasa’nın anayasal bir yetkiye, anayasal güce sahip olan uluslararası sözleşmelerle, usulüne uygun olarak kabul edilen sözleşmelerle de bağlı olması gerektiğini ifade ediyoruz. O şekilde başvuru almalıdır.
Yüksek yargı üyeliğiyle ilgili bu süreleri de bir öneri olarak sadece kabul edin. Onun altını çizme gereği duymuyorum.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Anayasa Mahkemesi için getirilen üyelerle ilgili yeni düzenlemenin diğer yüksek yargı organları için de getirilmesini öneriyorsunuz herhâlde değil mi?
BAŞBAKANLIK İNSAN HAKLARI BAŞKANLIĞI BAŞKAN VEKİLİ MEHMET ALTINTAŞ (Devamla) – Evet, doğrudur.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) – Anladım.
Evet, çok teşekkür ederiz. Kısa ve öz düşüncelerinizi yazılı olarak ve sözlü olarak ifade ettiniz. Ben gerek Mehmet Bey’e gerek Selahattin Bey’e teşekkür ediyorum. Diğer arkadaşlarınıza lütfen selamlarımızı götürünüz.
Sizin ilave edeceğiniz bir şey var mı Selahattin Bey?
BAŞBAKANLIK UZMANI SELAHATTİN BATUR – Belki şeyde yer almıyor ama bizim ulusal insan hakları kurumları konusu gerçekten çok önemli. Burada yer almıyor. Kuruluş şekliyle ilgili olarak belki bir öneri getirebilirim. Yani “Bakanlar Kurulu seçer üyeleri.” diyor. 11 üyelik bir şey var. Onu Meclis eğer seçerse gerçekten sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla bir seçim olursa bu Kurumun, Ulusal İnsan Hakları Kurumunun güçlü bir şekilde doğacağı kuşkusuzdur. Bu husus belki biraz…