Aydın Tarih ve Özgürlük), Ankara, İmge Kitabevi, 2000, s: 99
ve akabinde gelişen köylülerin toprağa giderek yabancılaşması ve üreticilerin toprak
sahiplerince daha fazla sömürüye maruz bırakılması, yalnızca dış etkiye açık, şehirleşmiş
bölgelerde yaşanan gelişmelerdi338. Rusya’ya oranlandığında tarımda ticari üretimin
yaygınlaşması oldukça sınırlı kalmıştır. Emeğin toprağa oranla kıt olduğu Osmanlı ülkesinde,
Rus taşrasında ortaya çıkan mülksüzleşme olgusu kendini ciddi şekilde hissettirmemiştir.
Mülksüzleşme ya da sistemi kaosa sürükleyecek denli kıtlıkların yaşanmadığı Osmanlı
ülkesinde, köylünün proleterleşmesi ya da tarım dışına itilen emek fazlalığı koşulları
oluşmamıştır. Rusya’da serflerin özgürlüğü kanunu hazırlanırken proleterleşme koşullarının
oluşmaması için dikkatli davranılmaya çalışılmıştır. Komün ve komünal mülkiyetin
genişletilmesi ve korunması çabalarının altında yatan amaç köylülerin proleterleşmesinin
önüne geçilerek, Batı Avrupa’daki devrimci ayaklanmaların Rusya’da ortaya çıkmasına ket
vurmaktı339. Ancak süreç bu yönde ilerlemedi ve sürekli düşen yaşam standartları köylüleri
açlıkla yüz yüze bıraktığı noktada şehirlere akın başladı.
Osmanlı ve Rus imparatorluklarının 19.yüzyıldaki tarihsel evriminde kapitalist dünya
sistemine eklemlenme şekilleri en belirleyici unsur olmuştur. Rusya, kapitalist sistemin
Avrupa’da ortaya çıkmasından itibaren gelişen ilişkilere hemen hemen eş zamanlı olarak
kendini adapte etmiş olsa da kapitalist gelişmişlik düzeyi olarak Avrupa’nın oldukça
gerisinde kaldı. Özellikle IV. İvan’ın saltanat döneminden başlayarak Rus tüccarları tam bir
sınıfsal karakter göstererek devletin özellikle dış politikasının oluşturulmasında büyük roller
oynadılar. Büyük Petro döneminde ise tüm agresif dış politika burjuvazinin çıkarları
çerçevesinde ele alınmıştı. Rus burjuvazisi doğuşundan beri devletin korumacı şemsiyesi
altında dış rekabetten görece uzak bir ortamda gelişimini sürdürdü. Rus hükümetinin sıkı
gümrük politikası Avrupa mallarına giriş yolunu neredeyse tamamen kapatıyordu. Rusya’da
338 İnalcık, 1998, s: 24
339 Zakharova, 1995, s: 13
ürünlerinin fiyatını düşürebilme olanağının ellerinden alındığı bu koşullarda yabancı sermaye
bu devasa doğu pazarına finans çerçevesinde giriş yaptı. Rus finans pazarının her canlanışı
daima dışarıdan yeni borçların alınması sayesindeydi340. Osmanlı örneğine bakıldığında ise
devletin kendi iç pazarını yabancılara bahşedilen kapitülasyonlar yüzünden kontrol
edemediği görülmekteydi. Kapitülasyon rejimi, yabancı tüccarlara verilen ayrıcalıklardan
dolayı milli burjuvazinin yaratılma ve desteklenme koşullarının oluşmasını zora soktu.
Rusya’nın tersine iç pazarı yabancı denetiminden kurtarabilme mekanizmalarını üretemeyen
Osmanlı Devleti, ülkedeki gayri-müslim unsurların kapitülasyon rejiminden yararlanmaya
başlamalarıyla birlikte ekonomik alanda ciddi bir sorunla yüz yüze kaldı. Gayri-müslimlerin
oluşturduğu işbirlikçi burjuvazinin yabancı tüccarların tüm ayrıcalıklarından yararlanabiliyor
olması, ülkede oluşacak Müslüman unsurların başı çekeceği milli burjuvazinin oluşacağı
koşulların ortaya çıkma sürecine ket vurdu.
Avrupa sermayesi, Rus duvarını para şeklinde, Osmanlı duvarını ise tek tarafın lehine
işleyen ticari anlaşmalar çerçevesinde geçerek her iki ülkenin kapitalistleşme sürecinde farklı
etkilenimlere yol açmışlardır. Avrupa’dan sosyo-ekonomik ve teknik geriliğin bilincine varan
Rus Devleti’nin kapitalistleşme sürecine kendi rızasıyla oldukça erken dönemlerde başlamış
olması, Rus feodal ilişkilerinin de eş zamanlı olarak çözülmesinin gerçekleşmemesi
yüzünden ülkenin sosyo-ekonomik yapısında dualite görünümünü arz eden koşulları da
beraberinde getirdi. Rus hükümeti kapitalistleşmeyi tutarlı bir politika izleyerek
sürükleyememesi özellikle 19.yüzyılda ülkenin sosyo-ekonomik ilişkilerini kaosa sürükledi.
1861 tarihli serfliği kaldırılma kanunu Rusya’nın sanayi kapitalizmini etkin biçimde
yapılandırması için çok büyük bir aşama oldu ancak 1880’lerin ikinci yarısına dek Çarlığın
tutarlı ve aktif bir sanayileşme politikası izlememesi ülkenin bu yöndeki gelişmesini
yavaşlattı. Osmanlı Devleti ise Rusya gibi milli bir burjuvazi yaratamamıştı. Ticaretin
340 Troçki, 2000, s: 27
yoğunlaştığı Balkanlar bölgesinde gelişen burjuva sınıfı Osmanlı tahakkümünü çıkarlarına
ters görerek buralardaki ulusçu hareketlere tam destek vererek imparatorluğun çözülme
sürecini derinleştirmişlerdir. Rusya gibi Batı’yı tehdit eden bir askeri gücü olmayan Osmanlı
Devleti, çözülmeyi durdurmak için Batı’dan aldığı desteği oldukça ağır ekonomik diyetler
ödeyerek temin edebilmiştir. 19.yüzyılın sonlarında Rusya, Batılı devletlerin yön verdikleri
emperyalizm yarışına katılacak güçte kendini hissetmiş ve Ortadoğu ve Uzakdoğu’da izlediği
aktif emperyalist eylemleri özellikle İngilizler’i oldukça rahatsız etmiştir.
Dünya kapitalist düzeniyle farklı şekillerde bütünleşen Rus ve Osmanlı
imparatorluklarının sınai gelişmişlik düzeyleri arasında adeta uçurum vardı. Rusya, Batı’nın
teknolojik gelişmelerini özellikle askerlik alanında olanlar başta olmak üzere dikkatle takip
etti. Fiili bir üretici fonksiyon geliştiremeyen Rus şehirleri askeri ve idari merkezler olarak
öne çıkmışlardı. Rus sanayileşmesi Napolyon Savaşları esnasında ortaya çıkan ülkenin tecrit
durumu dolayısıyla iç pazarın ihityaçlarını karşılamak için oluşturuldu. Ancak ciddi bir
sanayi atılımının yapılması, 1880’lerin ortaları gibi Batı Avrupa’yla kıyaslandığında oldukça
geç bir tarihi buldu. Ünlü Alman ekonomisti List’in milli ekonominin öncelliğinin
vurguladığı tezinden etkilenen dönemin maliye bakanı Witte, Rusya’nın uluslararası
etkinliğinin artmasıyla ülkenin ekonomik gelişmişliği arasında dolaysız ilişki bulunduğu
görüşünden hareketle geniş ölçekli bir sanayileşme projesinin hayata geçirilmesinde büyük
rol oynadı. Listçi ekonomi anlayışı özellikle İttihatçılar’ın iktidara tam olarak yerleştikleri
1912 yılından beri temel esin kaynakları olması bakımından Osmanlı İmparatorluğu için de
yol gösterici olacaktır. Almanya’daki anti-liberal, himayeye dayalı Listçi ekonomi
politikasının Rusya ve Osmanlı gibi totaliter siyasal sistemlerle yönetilen ülkelere cazip
gelmesi oldukça doğaldır. Witte, Rusya’nın ucuz tarım ürünleri ihraç ederek dışarıdan sınai
metalar alan konumunun Batı’yla ekonomik ilişkilerinde metropol bir ülke olma aşamasına
gelmesinin yolunun hızlı bir sanayileşmeden geçtiği sonucuna varmıştır. Witte’nin
sanayileşme projesinde yabancı sermayenin ülke içine akışının kilit rol oynaması hızlı
aşamalar kaydedilmek istenmesiyle ilgiliydi. Yabancı sermaye, yerli sermaye birikimini
hızlandıracaktı. Ancak bu hızlı sanayileşme projesi çerçevesinde Rus Devleti, Batılı ülkelerin
hiçbirinde görülmemiş oranda sürece iştirak ederek tam bir kontrol kulesi olma işlevini
üstlenmesi, sanayi burjuvazisinin Çarlık’la önceli olan ticari burjuvaziden çok daha yoğun bir
bağımlılık ilişkisi geliştirmesinin de ortamını hazırladı. Burjuvazinin Çarlıkla bu denli kader
birliği yapması, gelecekteki Rus devriminin gidişatı üzerinde belirleyici bir unsur oldu.
Bağımlı ve zayıf Rus burjuvazisi çağdışı otokrat rejime başkaldırmak ya da onu dönüştürmek
için oldukça pasif bir konumda kalarak, Batı Avrupa’daki burjuvaziden devrimci kapasite ve
tavır olarak keskin şekilde farklılaştı. Hobsbawm’a göre 19.yüzyılın belki de en hızlı gelişen
ekonomisine sahip Rusya’nın I. Dünya Savaşı olmasaydı, devrimden kaçınarak liberal bir
toplum olma yönünde geliştirebileceği yönündeki savlar oldukça geçersizdir; 20.yüzyılın başı
itibariyle devrimin istenir olmaktan çok kaçınılmaz da olduğuna inanılan bir devlet varsa o
da Rus Çarlığı’ydı341. Hızlı sanayileşmenin tarımsal kesimi adeta açlıkla yüz yüze bırakacak
denli geniş bir sömürü sayesinde sürdürüldüğü ortamda, ülkenin sosyo-ekonomik yapısının
kaotik dönüşümlere gebe bırakılması madalyonun sadece bir yüzüydü. Proleteryayı doğrudan
sömüren ve köylüleri de devlet aracılığıyla soyan Rus burjuvazisi daha en baştan halk
kitlelerinden kendini soyutlayarak, Çarlıkla işbirliğine girmişti. Bu durumda Batı
Avrupa’daki gibi burjuvazinin toplumsal sınıfları kendi çıkarı doğrultusunda bir iktidar
karşıtı savaşıma sürüklemesinin koşulları ortadan kalkmıştır. Rus burjuvazisi, 1905’e dek
iktidar karşıtı herhangi bir yönelim göstermeye yaraşmadığı için liberal hareket ağırlıklı
olarak aydın aristokrat kesim tarafından sürüklendi.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ise sanayileşme 19.yüzyılın sonu itibariyle varla yok
arası bir durum arz etmekteydi. Yüzyılın başındaki Sanayi Devrimi’ne dek kapitülasyonlar
341 HOBSBAWM, E.J., İmparatorluk Çağı, 1875-1014, Ankara, Dost Kitabevi, 1999, s: 316
yıkıcı bir nitelik taşıyacak denli ciddi tehditler yaratmadı. Ancak sanayi kapitalizmi,
merkantalist dönemle karşılaştırıldığında Osmanlı’daki gibi zayıf bir teknolojiyle üretim
yapan bir ekonomiye çökertici bir etki yapma kapasitesi kuşkusuz çok daha güçlü olacaktı.
1838 İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşması ile iç gümrüklerin ve bazı mallardaki ticari tekellerin
kaldırılması yabancı tüccarlar için geniş bir hareket serbestisi sağladı. Piyasanın ucuz sanayi
mamülleriyle doldurulması geleneksel imalat sektörünü büyük ölçüde çöküşe sürükledi.
Osmanlı’nın sanayileşme ya da genel anlamda milli burjuvazisini oluşturmasına engel teşkil
eden bir çok yapısal sorunu vardı. Bunlardan biri geleneksel olarak Müslüman unsurların
ticari hayata fazla bir alaka göstermeyerek tarım sektöründe üreticiler olarak yaşamlarını
sürdürmeleriydi. Osmanlı’nın kapitalistleşmesi için devlet, Rusya’daki gibi etkin bir öncü
rolü üstlenmemiş ya da üstlenmemişdi. Teoride ülkedeki tüm toprakların tek sahibi olan
padişah, taşradaki geniş toprak sahibi sınıfların ortaya çıkışını engelleyememişlerdi. Ancak
bunların hepsi sonuçta illegal yürütülen faaliyetler olup, siyasal otoriteden bağımsız sermaye
birikiminin garantisi yoktu. Gayri-müslim tüccarların, yabancı pasaportu almalarını teşvik
eden nedenlerden en öne çıkanlarından biri de bu mallarının müsadere edilebileceği
tehlikesini bertaraf etmekti. Herşeyden önce, Batı’daki mülkiyet biçimi, her an geri alınabilen
ayrıcalıkların yerini, sağlamlaşmış hakların almasına dayanmaktadır. Kapitalist mülkiyet
ilişkilerinin temeli olan bu olgu, iki noktayı öne çıkarır: öncelikle mülk bir mutlaktır ve
kişinin belli bir mülk üzeirndeki sahiplik hakları geri alınamaz. İkinci olarak mülkiye
aktarılabilir ki bu da toprağı diğerlerinden farksız bir metaya dönüştürür. Avrupa’da güçlü
toprak mülkiyeti haklarının ortaya çıkmasıyla birlikte üretim sistemleri devrim niteliğinde
dönüşümler geçirdi. Mülkiyet, devletin tecavüzüne karşı bir savunma ve devletin ihlal
edemeyeceği bir meşruiyet zeminiydi. Osmanlı’daki mülkiyet biçimi bu tarz bir mülkiyet
değildir. Tanzimat bürokratları da devletin müsaderesi tehlikesi olduğu sürece ülkede
kapitalist dönüşümün gerçekleşemeyeceğinin farkındaydılar. Tanzimat Fermanı’yle tebaaya
bahşedilen mal güvencesi yine de modern anlamda mülkiyet ilişkilerinin kurulabilmesi için
yeterli olmaktan uzaktı. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi Büyük Devletlerin baskıları sonucu
çıkartılmış ve topraktaki kiracılık koşullarını devletin ünvanını koruyarak büyük ölçüde
genişletmiştir. Ancak bu çerçevede dağıtılan tapular ihlal edilemez mülkiyet haklarının
göstergesi değil, toprağın kesintisiz olarak işlenmesine bağlı tasarruf haklarının ifadesiydi342.
Modern mülkiyet haklarının tam anlamıyla tebaaya bahşedilmemesi, ülkenin kapitalistleşme
sürecine aleyhte etkilerde bulunurken yine de 19.yüzyılın sonunda büyük toprak sahibi sınıf
hissedilir ölçüde gelişmiştir.
Osmanlı sanayileşme çabaları pazardaki yabancı ve gayri-müslim egemenliğinin
kırılamamasından dolayı başarısızlığa mahkum oldu. Osmanlı Devleti Batı’nın ekonomik
nüfuzunu kırmak için fabrika ve şirketlerin kurulmasını teşvik etmeye ve yerli ürünlere Pazar
olanaklarını sağlamaya çalıştı. 1873 tarihli bir kanunla fabrika kuracaklara gümrük
kolaylıkları ve vergi muafiyetleri tanınmasına rağmen amaçlanan gelişmeler sağlanamadı.
Osmanlı Devleti, Rusya’da olduğu gibi büyük ölçekli tesisleri kendi kurmaya çalıştı. Devlet,
özellikle 19.yüzyılın ikinci yarısında oldukça önemli oranlarda dış borçlanmaya gitti, ancak
bu borçlar, Rusya’nın 1890’larda yaptığı gibi milli bir burjuvaziyi finanse etmek yerine
askeri teçhizat ve sarayın lüks harcamalarına aktarıldı. Ülkedeki en sanayileşmiş bölgeler ise
Batı’yla daha yoğun ilişkiye geçen Balkanlar bölgesiydi ve özellikle Selanik vilayeti ülkenin
en gözde ticari limanlarından biri olmasının da etkisiyle modern imalat sanayiinin
filizlenişiyle öne çıkmaktaydı. Selanik’te de yoğun Müslüman nüfuza rağmen bu modern
işletmeler tamamen Hıristiyan ve Yahudiler’in ellerindeydi.
1905 Rus Devrimi’nde en aktif rolü oynayacak olan proleter sınıf, 1890’lardaki çok
hızlı seyreden sanayileşme sürecinin bir çırpıda ortaya çıkardığı bir toplumsal tabakaydı..
342 ARICANLI, T., 19. Yüzyılda Anadolu’da Mülkiyet, Toprak ve Emek, Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve
Ticari Tarım, içinde, der: Ç. Keyder & F. Tabak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s: 134
Serfliğin kaldırılmasından önce kazanımlarının bir kısmını toprak beylerine ödeyen
emekçiler bu kanunla bireysel bağımsızlıklarını kazanarak gerçek bir toplumsal sınıf olma
yoluna girdi. 1890’lardaki sınai kalkınma işçilerin nüfus içindeki oranında patlamaya yol
açarken, bunların kolektif bir sınıf bilincine ulaşmalarının koşullarını da yaratmıştır.
Rusya’daki sanayi üretiminde binden fazla kişi çalıştıran işletmelerin büyük bir orana sahip
olması, hem işçi bilincinin gelişmesi hem de siyasal propagandalar için oldukça lehte
sonuçları beraberinde getirmiştir. Tarımdaki düşük üretkenlik ve devlet-burjuvazi-aristokrasi
üçlüsünün yoğun sömürüsü köyleri ucuz emek rezervlerine çevirdiği ortamda işçi ücretleri
oldukça düşük tutulmuştu. Ücretlerin ödenme şeklinin işverenlerin keyfine bırakıldığı ve
çalışma esnasında meydana gelen tahribatlardan dolayı ücretlerden önemli kesintilere
gidildiği ortamda işçiler tamamen işverenin insafına terk edildi. 1886’da çıkarılan kanun
ücretlerin ödenmesi konusunda işçilerin leyhine önlemleri öngörürken, greve başvuranların
cezalarını arttırmaktaydı. 1906’ya dek sendikaların yasal olmaması işçilerin legal olarak
taleplerini dile getirmelerinin de önünü tıkadı. Buna rağmen özellikle 1895-1904 yılları
arasında grev sayılarında büyük sıçramalar oldu. 1905 yılına dek Rus proleteryası tepkilerini
otokrasiye değil doğrudan işverenlere yöneltti.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıf sınai gelişimi, proleter sınıfın genişleme koşullarını
ortadan kaldırmıştır. Tanzimat dönemi esnasında yavaş yavaş sınai bir altyapının kurulması
yönündeki çabalar ülkede böyle bir sınıfın doğuş koşullarını hazırlamış olsa da,
imparatorluğun yıkılmasına dek işçiler toplumsal yapı içinde oldukça dar bir kesimi
oluşturabilmişlerdir. Nüfus içindeki düşük sayısal oranlarının yanı sıra etnik işbölümü
temelinde fabrikalar içinde konumlanmış olmaları işçilerin kolektif sınıf bilincine
ulaşmalarını engelleyici sonuçlar doğurmuştur. İmparatorluk içindeki işçilerin etnik ve yerel
bağlamda örgütlenmeleri, birbirlerinden bağımsız gündemlere odaklanmalarını da
beraberinde getirmiştir. 20.yüzyılın başı itibariyle hem işletmeci hem de çalışanlar olarak
Türk unsurunun belli belirsiz olması ve özellikle Hıristiyan azınlıkların öne çıkması dikkate
değer bir diğer olgudur. 1908 yılı öncesinde ülkedeki grev hareketleri genel olarak ekonomik
taleplere yoğunlaşmıştır. İşçi-işveren ilişkilerini ya da işyeri koşullarını düzenleyen
kanunların olmamasının grev hareketlerinin oluşumunda etkisi büyüktür. Genelde geleneksel
zanaat sektöründe istihdam edilen Osmanlı işçilerinin sosyalist bilince ulaşmaları imkansıza
yakın bir ihtimaldi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen sosyalist hareket özellikle
imparatorluğun daha fazla sanayileşmiş Batı kesiminde 19.yüzyılın sonlarında kendini
hissettirmeye başladı. Ancak sosyalizm Osmanlı ülkesinde azınlık milliyetçiliğiyle iç içe
geçmişti.
1905 Rus ve 1908 Jön Türk devriminin gerçekleştirilme tarzında, kapitalist
gelişmişlik düzeyi belirleyici bir unsur olmuştur.Kapitalist gelişme sürecine, Batı’yla kültürel
yakınlığından dolayı Osmanlılar’dan çok daha erken dönemde başlayan Rus Çarlığı, Osmanlı
Devleti’ne göre bu uğurda oldukça yol alabilmişti. Ancak ülkenin kaynaklarını güçlü bir
askeri kompleks kurmak için seferber eden çarlık, ülkenin ekonomik kalkınması için yeter
derecede bir sermaye birikiminin burjuvazi tarafından yapılabilmesinin de bir bakımdan
önünü tıkadı. Geleneksel partneri aristokrasiyi feda etmekte uzun süre direnen aristokrasi,
kendi varlığını idame etmek için aşırı boyutlara varan köylü sömürüsüne dayandı.
Otokrasinin aristokrat ve burjuva sınıflarını bürokratize ederek bunları kendi yörüngesinde
döndürdü. Özellikle burjuvazinin Çarlık rejimiyle geliştirdiği bağımlılık ilişkisi ve zayıflığı,
çağdışı yönetimi alaşağı etmek isteyen radikal hareketler için tam bir sorunsal durumu arz
ediyordu. Kendi tarihsel misyonunun bilincine varamayan burjuvazi iktidara muhalefet
edemeyince, kendisinden daha yeni bir sınıf olan proleterya, dünya tarihinde de bir ilke imza
atarak 1905 yılındaki liberal-burjuva karakterli devrimi kendi araçlarıyla hayata geçirdi.
Burjuvazi, proleteryanın bu savaşımında Çarlık’la açık bir çekişmeye girmeden mali
desteğiyle direnişi destekledi. Sadece üç yıl gibi kısa bir süre sonra bir liberal-burjuva
devrimiyle sarsılan Osmanlı İmparatorluğu’nda ise devrimci süreç, kitlelerden görece
bağımsız şekilde gelişmişti. Avrupa’dan kültürel izolasyon ve dünya kapitalizmiyle yarısömürge
karakterli bütünleşme imparatorluğun, toplumsal güçlerinin modernleşme sürecini
oldukça yavaşlatmıştır. 20.yüzyılın başında ülkede burjuva olarak nitelendirilebilecek asıl
unsur, kapitülasyon rejiminin yarattığı işbirlikçi gayri-müslim tüccar sınıfıydı. Devletin asıl
müşterisi olan Müslümanların girişimci bir sınıf yaratamamış olmaları, Osmanlı Devleti’nin
liberalleşme sürecinin toplumsal kitlelerden kopuk bir karakter arz etmesinin temel
nedenlerinden biridir. Kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu yönde şekillenecek sınıf
ilişkilerinin sınırlı gelişimi, kitlelerin iktidarı dönüştürmek için bilinçsel ya da ekonomik
altyapıya sahip olmalarını engellemiştir. Rusya’yla karşılaştırıldığında 19.yüzyılda görece
daha yoğun bir liberalleşme süreci yaşayan Osmanlı Devleti, ekonomik alanda bunu
destekleyemeyince kazanımları korumakta aciz kalmıştı. Bu çerçevede karşı-devrimci II.
Abdülhamit’in anti-liberal yönelimlere karşı durmak, toplumsal sınıflardan çok bürokrasi
içindeki memnuniyetsiz, aydın tabakaya kalmıştı.
3.4. 19. Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarında Oluşan
Muhalif Siyasal Hareketler Üzerine Bir Karşılaştırma
1789 Fransız Devrimi’nin öncelikle Avrupa’nın 19.yüzyıldaki sosyo-politik
dönüşümüne düşünsel ilham verdiği ortamda, kıtanın doğu sınırında iki imparatorluk olan
Rusya ve Osmanlı’da, geleneksel yönetim sisteminde liberal dönüşümleri talep eden
toplumsal kesimlerin ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kapitalist dünya sisteminin yapısal unsuru
olan emperyalizmin bağımlı dünyanın seçkinlerine ya da seçkin olma potansiyeli taşıyan
kesime sunduğu temel şey, batılılaşmaydı343. Gelişmiş Batı dünyasıyla karşı karşıya kalan
ülkelerin hükümetleri ve elitleri için batılılaşmanın bir var olma mücadelesi olduğu, özellikle
19.yüzyılın son çeyreğinde açıkça görülebilen bir olguydu. Avrupalı olmayan toplumların
343 Hobsbawm, 1999, s: 90
giderek aşağı, zayıf, geri ve hatta çocuksu olarak görülmeye başlanmaları, yine 19.yüzyılın
getirdiği bir yenilikti344. Avrupa’nın doğu sınırı olan Rus ülkesi, Batı uygarlığının hem içinde
hem dışında olması itibariyle kendi koşullarına özgü bir modernleşme çizgisine sahiptir.
Modernleşme sürecini, Avrupalı toplumlardan geç, ancak dünya ölçeğinde
değerlendirildiğinde oldukça erken başlatan Rusya, uluslararası askeri prestijine rağmen iç
gelişim koşulları bağlamında pre-kapitalist ve hatta ilkel bir çok niteliği içinde
barındırmaktaydı. Gerikalmışlığın verdiği öfke, Rus siyasal ve kültürel yaşamında 1820’lerde
Sovyet dönemine dek merkezi bir tema olarak kalmıştır. Rusya, 19.yüzyılda Asya, Afrika ve
Latin Amerika halklarının ve uluslarının daha ileri tarihlerde yüzleşeceği sorunsallarla
boğuşmaktaydı. Bundan dolayı 19.yüzyıl Rusya’sı, 20.yüzyılda beliren Üçüncü Dünya’nın
bir arketipi olarak görülebilir345. Rusya gibi Avrupa’nın doğusunda konumlanan Osmanlı
İmparatorluğu ise Batı ile her dönemde, ticaret bir yana savaşlar yoluyla daima yakın bir
etkileşimde bulunmuştur. Ancak Batı’daki kapitalist toplumun ortaya çıkış koşullarını,
Rusya’nın bir ölçüde yapabildiği gibi değerlendirme durumuna gelinememesinin altında
yatan en önemli sebep, hakim siyasal ve toplumsal tebaanın Müslüman olması itibariyle
Doğu dünyasına aidiyetti. Avrupa dünyası, haçlı zihniyetinin de etkisiyle, Osmanlılar’a ortak
düşman gözüyle bakmaktaydı. Osmanlıları Hıristiyan halkların haklarına ve egemenliklerine
tecavüz eden barbar bir halk olarak gören Avrupalılar ve de daima kendi medeniyetini üstün
tutan Avrupa’yı darül harb olarak gören Osmanlılar arasında, aslında 19.yüzyıla dek kültürel
bazda yakın bir iletişim kurulamamıştı. Osmanlı’nın Batı dünyasından tecrit durumu, geri
kalmışlığının da en önemli sebeplerinden biridir. Osmanlı devlet adamları, 19.yüzyıla dek
sistemde yaptıkları her yenilikte imparatorluğun destansı eski dönemlerindeki geleneksel
yapıyı revize etmeye yönelmişti ki bu tutumda kendi klasik kurumlarının Batı’da olanlardan
344 Hobsbawm, 1999, s: 92
345 Berman, 1999, s: 235
üstün olduğu düşüncesinin etkisi büyüktü. Oysa Petro, 17.yüzyılın sonlarında Batı
dünyasındaki ilerici dinamiğin Rus sisteminde olmadığının farkına vararak, ilerlemenin ve
Avrupalı ordular karşısında ayakta durabilmenin yolunun Batılılaşmaktan geçtiğini
kavrayabilmişti.
Rus ve Osmanlı imparatorlukları, toplumsal yapıda ezici çoğunluğu oluşturan
köylülerin geniş oranda bir sömürü ve baskı rejimiyle artı-değerlerinin merkeze ya da yerel
idari ve feodal unsurlara aktarımı çerçevesinde ayakta durmaktaydı. Taşradaki durgun
yapının ve kendine yeter üretim süreçlerinin yanı sıra, şehirlerin üretici faaliyetlerinden çok
idari ve askeri merkezler olarak öne çıkmaları Rus ve Osmanlı toplumsal yapılarının
hantallığını ve yavaş gelişme kabiliyetlerini de beraberinde getirdi. Genel olarak bakıldığında
hem Rus hem de Osmanlı köylüleri, kendileri aleyhine işleyen iktidar ilişkilerine muhalif
ciddi bir toplumsal tehdit oluşturamadılar. Rusya’da 17 ve 18.yüzyıllarda ortaya çıkan Razin
ve Pugatchev ayaklanmaları, her ne kadar yerel ölçekte büyük sarsıntılar yaratarak, merkezi
hükümeti de tehdit edecek boyutlara varsa da ülke devletin istikametini değiştirecek denli
ciddi etkiler yaratamadılar. Osmanlı’yla karşılaştırıldığında toplumsal güçler üzerinde daha
güçlü bir denetim sistemi kurmayı başaran Rus Devleti, genel itibarla daha zayıf muhalefetle
karşılaştı. Aristokrasi ile sıkı ittifak, bunların taşrada merkezi otoritenin denetim
mekanizmalarında etkin bir görevi üstlenmeleriyle, toplumsal yapıda önemli ölçüde istikrar
sağlandı. Oysa daha zayıf bir otoriteye Osmanlı hükümdarları, merkezde dahi güç tekeli
kuramazken taşradaki egemen unsurlara karşı daha sınırlı bir hareket serbestisine sahip
olabildiler. Bundan dolayı, Osmanlı’da iktidara karşı muhalefet, genel olarak merkez ve
taşradaki yönetici sınıflardan yükseldi.
Rus ve Osmanlı toplumlarında muhallif düşünsel hareketlerin ortaya çıkmasıyla
sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyi arasında sıkı bir bağlantı vardır, ancak Rusya örneğinde
bu unsur daha belirgin şekilde kendini göstermektedir. Avrupa’nın düşünsel hayatında
devrimci dönüşümlere zemin hazırlayan matbaanın, icat edilişinden neredeyse üç asır sonra
ithal eden Osmanlı’da ise düşünsel dönüşümlerin yavaş olması ve kitlesel tabandan kopuk
olması kaçınılmazdır. Rusya’da sosyo-ekonomik hayat Avrupa toplumlarıyla
karşılaştırıldığında oldukça yavaş ilerlerken ülkedeki düşünsel hayat çok daha hızlı ve canlı
bir gelişim süreci izlemiştir ki özellikle 19.yüzyılda Rus düşünsel hayatı felsefi ve yazınsal
platformda üretilen bir çok şaheserle taçlandırılmıştır. Ancak pragmatik bir Batılılaşma
anlayışı çerçevesinde, kendi için zararlı gördüğü fikirlerin ithalini var gücüyle engellemeye
çalışan Rus otokratları, özellikle katı sansürle düşünsel hayatı felç etmişlerdi. Bu durum
özellikle 1820’lerde işbaşına gelerek otuz altı yıl iktidarda kalan I. Nikola döneminde
uygulanan sansür, bu duruma verilecek en iyi örnektir. Osmanlı’nın Batılılaşma yönünde
kesin adımlar attığı Tanzimat döneminde ise benzer bir durum ortaya çıktı. Batılılaşmanın
vücuda getirdiği kitlesel basın hayatı, iktidara karşı eleştirinin yükseltildiği durumlarda sıkı
sansürlerle kesintiye uğratıldı. Batılılaşmaya en az Çarlık kadar pragmatist yaklaşan Osmanlı
yönetici elitleri, sürecin kendi iktidarına tehdit oluşturduğu boyutlara gelindiğinde otoritesini
ortaya koymakta gecikmedi. Oysa basına getirilen kısıtlamalar, muhalifleri iktidardan
yabancılaştırarak, tavırlarında daha da keskinleştirdi ve ülkenin Batılılaşması ve çöküşe dur
demesi için devrimden başka yol olmadığı fikrine yöneltti.
Fransız Devrimi, 19.yüzyıldaki liberal demokratik hareketin tüm Avrupa’da
hakimiyet kurarak, halihazırdaki rejimlerin bu yönde kendilerini yapılandıracağı süreci
başlatmıştır. Fransız Devrimi’ne karşı oluşan muhafazakar ittifakta başı çeken devlet olan
Rus Çarlığı, bu yüzyıl boyunca Avrupa’da gericiliğin kalesi oldu. Ancak otokrasi, 1821’deki
gibi erken bir tarihte, toplumun liberal eğilimli kesiminin sürüklediği bir ayaklanma
girişimiyle sarsılmıştı. Ülkenin Batılı eğitim almış aristokrat gençlerinin ve aynı zihniyetteki
subay takımının vücuda getirdiği dekabrist ayaklanma, liberallerin ülke tarihinde
gerçekleştirmiş oldukları ilk ve tek devrimci başkaldırı olmuştur.Ancak yine de Rus
liberalizmi, Batı Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça uysal ve uzlaşmacı bir karakter
gösterdi. 19.yüzyılın sonuna dek liberaller, monarşi ile liberal değerlerin uzlaştırılabileceği
ve işbirliğinin mümkün olduğu kanısıyla hareket etmişlerdi. Bu yüzyıl boyunca işbaşına
gelen tüm Çarlar ise anayasa ve parlemento talepleri karşısında, Rusya’nın bunları sisteme
adapte edecek denli bir toplumsal gelişmişlik düzeyine ulaşmadığı bahanesine sarılmışlardır.
Rus liberalizminin gelişimini engelleyen ve çelişkilere sevk eden en önemli faktör, egemen
sınıfların aşırı ölçekte bürokratize edilmesiydi. Rus burjuvazisi, 1905 Devrimi’ne dek
otokrasiyle çatışmaya girmemek için özel çaba sarf etti. Devletin Batılı hiç bir ülkede
görünmeyen oranlarla ulusal ekonomiye nüfuz etmesi, beraberinde Batı’dakilerden çok daha
uzun süre kendini devletten ayıramamış bir burjuva sınıfını da beraberinde getirdi. Rus
liberalizminde daha da ilgi çekici olan hareketin ağırlıklı olarak aydınlanmış aristokratlar
tarafından yönlendirilmesiydi. II. Aleksandr’ın taşra reformu çerçevesinde yerel öz yönetim
birimleri olarak oluşturduğu zemstvo kurulları, liberal hareketin çekim merkezi haline geldi.
1881 tarihinden sonra zemstvolar, ortak bir örgüt altında birleşme çabalarına başladılar,
ancak 1900 yılına dek konferanslarını illegal olarak düzenlemek zorunda bırakıldılar.
20.yüzyılın başında ise liberal akım, radikal unsurların belirmesiyle farklı yöne çekilmeye
başladı. Yeni jenerasyon liberaller, otokrasiyle uzlaşmanın boş düşler olduğu öncülüyle,
mevcut sistemin yıkılarak yerine Batı tarzında parlamenter bir rejimin kurulması gerektiğini
düşünüyorlardı. Yeni liberal trendi, daha radikal kılan bir diğer unsur, var olan sosyalist
devrimci hareketleri kendileri için kaçınılmaz müttefik görmeleriydi. Radikal liberaller,
Almanya’da 1903 yılında kurdukları “Özgürlük Birliği” çatısı altında toplandılar. Zemstvo
üyeleri ile liberal profesör ve gazetecilerin oluşturdukları örgüt, kitlesel huzursuzluğun
iktidara karşı yönlendirilmesini savunarak, amaçları farklı olsa da devrimcilerle aynı taktiği
benimsemişti346. Liberaller, devrimciler gibi cumhuriyet peşinde olmayıp anayasal monarşi
346 Rus liberallerinin stratejileri için bir inceleme, Bkz. ROGGER, H., The Formation of the Russian Right,
rejimini talep etmeleri çerçevesinde farklılaşmaktaydılar. Devrimci partilerle ittifak
arayışları, muhafazakarların tepkisine hedef olunca liberal hareket ikiye bölündü. Rusya’da
liberalizm, hiçbir zaman büyük bir kitlesel destek sağlayamadı. Burjuva ve aristokratların
otokrasi karşısındaki güçsüz durumları ve sürtüşmeden kaçınmaları, liberal hareketin eylem
sahasını sınırlayan etmenlerin başında gelmiştir. Hareketin burjuvaziden çok Batılı
zihniyetteki aristokratlarca sürüklenmesi, Rus liberalizminin en karakteristik öğelerinden biri
olmuştu.
Osmanlı İmparatorluğu içinde ise Rusya’da olduğu gibi belirgin toplumsal çıkar
grupları çerçevesinde sürüklenen bir liberal hareket olgusuna rastlanmaz. Ancak Jön Türk
hareketi, hedefleri ve düşünsel çerçevesiyle Türk tarihinde liberal bir düşün geleneğinin
öncüsü sayılabilecek bir yere sahiptir. Osmanlı’nın Batılılaşmayı, düzenli ve koordineli
reformlarla bir gelecek hedefi haline getirdiği Tanzimat Dönemi’nin en büyük
kazanımlarının başında, kendi aydınını yaratabilmiş olması gelir. Modern basın hayatıyla ilk
kez bu dönemde tanışan Osmanlılar, eş zamanlı olarak canlı bir düşünsel hayat geleneğinin
de oluşmasına şahit oldular. Ancak basın, otokrat bürokrasiyi hedef almaya başladığı gibi
sansür olgusu da Osmanlı’daki basın hayatını felç etti. Babıali bürokratlarının tekelci
idarelerine ve düşünsel hayatın özgürlüğünü engelleme girişimlerine tepki olarak yurt dışına
kaçan aydınlar, Osmanlı yönetim sistemine liberal-demokrat öğelerin kazandırılması
gerektiği üzerine yazdıkları eserlerle Jön Türk akımına hayat verdiler. Tam anlamıyla bir
aydın hareketi olarak başlayan Osmanlı liberalizmi, tam bir açmazlar ve çelişkiler
yumağıydı. Herşeyden önce Osmanlı toplumu, hem sosyo-ekonomik hem de kültürel
bağlamda Batılı toplumlarla karşılaştırılamayacak denli zayıf bir gelişmişlik düzeyine sahipti.
19.yüzyılın başlarında yurtdışında açılan elçilikler ve oralara gönderilen öğrenciler sayesinde
Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı dünyası ile tanışık Müslüman elitler ortaya çıkmıştı.
Dostları ilə paylaş: |