1900-1906, California Slavic Studies, Vol III, 1964
Özellikle Tanzimat döneminde yaygınlaşan modern eğitim kurumları, Batılılaşmayı az çok
özümsemiş bir çok bireyi de yaratmıştı. Bu eğitim kurumları modernleşen ve genişleyen
Osmanlı kurumlarına eleman yetiştiren nitelikte oldukları için Batılılaşmada, gayri-müslim
unsurlar bir kenara bırakıldığında, başı çeken Osmanlı yönetici tabakasıydı. Babıali rejimine
muhalif “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”ni yurtdışında kuranlar da bir dönem devletin çeşitli
kademelerinde görev yapmış gazetecilerdi. Bu bağlamda Osmanlı’nın ilk dönem
liberallerinin, Rusya’dakinin aksine sosyo-ekonomik bir tabanda hareket eden kişiler
olmayıp, imparatorluğun Batılılaşması için yönetim sisteminde bazı temsili unsurların
adaptasyonuna odaklanan fikirler üreten yönetici sınıf mensupları olduğu göze çarpmaktadır
Osmanlı sisteminde liberal dönüşümler talep eden aydınların en büyük
handikaplarından biri, Avrupa medeniyetinin yetenek ve yaratıcılık sayesinde yaratılmış
olduğunu düşünürken toplumsal güçlerin etkisini gözden kaçırmış olmalarıydı. Osmanlı
toplumunun hakim unsuru olan Müslümanların ezici çoğunluğunun Doğulu değer sistemi
içinde düşündüğü ve daha da önemlisi modern toplumsal sınıfların varla yok arası olduğu bir
ortamda siyasal açılımlardan daha da önemli olan buna taban oluşturacak sosyo-ekonomik
dönüşümlerdi. Batı ve Doğu arasında sıkışıp kalma, Osmanlı aydınının bir diğer sorunsalıydı;
Batı’daki temsili sistemlerin adaptasyonunu Kuran ve dolayısıyla İslam medeniyetine
dayanarak meşrulaştırma girişimleri hem aydınlar hem de Osmanlı’da kısa süreli meşruti
yönetim deneyini gerçekleştirmiş olan bürokratlar için ortak yönelimdi. Jön Türkler’in,
Osmanlı liberal düşüncesine yaptıkları en büyük ataklardan biri ise parçalanmaya yüz tutmuş
imparatorluğu, etnik tabiyetleri kendinde toplayacak bir Osmanlı üst-kimliği ile
bütünleştirme çabalarıydı. Ancak ulusçuluk çağında, pratik anlamda yabancı bir hanedana
bağlılık şeklindeki bu pragmatist ulusçuluk özellikle gayri-müslim halk arasında hiç bir
sempati yaratmadı. Tanzimat dönemi bürokratlarının da öne çıkardığı Osmanlıcılık fikri,
kendi bilincine varmış unsurları bir arada tutmak için çok zayıftı. Ancak imparatorluğun
parçalanması tehditi Osmanlı Batılılaşması için hızlandırıcı sebeplerin başında gelmekle
birlikte, 1905’teki devrimin de yakın sebebi olmuştur. Osmanlı liberalizmi ise ana hedef
olarak imparatorluğun çözülmesini önlemeye odaklanması itibariyle defansif bir nitelik
gösterir. Kaba güç olarak 19.yüzyıl boyunca zirveye ulaşan Rusya örneğinde ise liberalizm
unsurları bir arada tutmak için önlemler geliştirmekten çok dönüşen ve farklılaşan Rus
toplumunun ihtiyaçlarına cevap veremeyen siyasal sisteme katılımcı öğeler kazandırmaya
odaklanmıştır.
Osmanlı’daki liberal demokrat hareket, Rusya’da olduğu gibi monarşi düzenini
devirerek Cumhuriyet kurulması gibi bir hedefe yönelmeyerek hakim siyasal yapının
anayasal ve parlamenter sistemin adaptasyonunu talep etmiştir. 20.yüzyılın başında
Avrupa’daki parlamentosu olmayan üç ülke, Rusya, Osmanlı ve Karadağ’dı. Osmanlı
İmparatorluğu’nda 1876’da bürokratik bir karar olarak adapte edilen parlemento, II.
Abdülhamit saltanatı esnasında yine bürokratik bir karar olarak rafa kaldırıldı. Rusya’da ise
böyle bir deneyim hiç bir zaman olamadı. 19.yüzyıldaki Rus çarları, Osmanlı padişahlarına
göre ayakları daha yere basan, güçlü hükümdar kişilikleri gösterdiler ve kendi iktidarlarını
sınırlayacak hiç bir siyasal dönüşüme izin vermediler. Osmanlı’da ise, ileriye atılan ok geri
dönmez kuralı çerçevesinde, sınırlı olsa da topluma tanıştırılmış olan meşrutiyet rejimi, geri
kazanımını amaç edinmiş aydınlar ve ilerici asker-memur takımının yarattığı eylemcimuhalif
harekete bir gelecek hedefi sağladı. Osmanlı liberalleri, Rusya’dakilerle
karşılaştırıldığında daha eylemci bir tavır sergileyerek, iktidarla açık bir müdahaleye
girmekten çekinmemişlerdi. Tanzimat döneminde yurtdışından yayınlar ve düşünsel eserlerle
yapılan muhalefet, II. Abdülhamit döneminde ciddi bir örgütlenmeye girişilerekten az çok
devrimci bir nitelik kazanmıştı. İttihat ve Terakki örgütünün genç subaylar arasında
yayılmasıyla, muhalif hareket devrimci bir yola girmiş ve 1908 yılında da Abdülhamit
köşeye sıkıştırılaraktan anayasa ve parlamentonun geri getirilmesi sağlanmıştı. Rus liberalleri
ise 1900’lerin başına dek muhalefle açık bir mücadeleye girmekten kaçınırken, Osmanlı
aydınları gibi yurtdışında örgütlenen radikal liberallerin kurduğu Özgürlük Birliği sayesinde
rehavetlerini bir ölçüde üstlerinden atmışlardır. Sosyalist hareketle otokrat rejimi yıkmak için
ittifak arayışına giren radikaller, 1905 Devrimi’ne giden süreç içinde sınırlı bir etkiye sahip
oldular. 1900’lerin başından beri partileşen sosyalist harekete rağmen, liberaller partileşmeyi
ancak devrimden sonra başarabildiler.
19.yüzyıldaki Rus siyasal düşünce geleneği, sosyalist düşünce ile tam anlamıyla
çalkalandı. 1870’lerde Narodnikler’in ütopik sosyalizm olarak nitelendirilen hareketi, Rus
sosyalizminin temellerini attı. Otokrat rejimi yıkmak için biraraya gelen ilk Rus devrimci
kuşağını temsil eden Narodnikler, kitlelerin harekete katılımını sağlamak için toplumun
yapıtaşı köylülere yönelerek taşrada geniş bir propaganda faaliyetine giriştiler. Halkın
kaderini kendi eline alması gereğine inanarak, iktidardaki zorba bürokrasiyi devirip yerine
köylü sınıfının öncülüğünde halkçı bir düzen kurmayı hedeflediler. Kitlelerin ilgisini
çekebilmek için hükümet temsilcilerine suikast düzenlemeyi esas faaliyet yöntemi gören
“Narodnaya Volya” hizibi, 1881’de Çar II. Aleksandr’ı öldürmüştü. Bu olaydan sonra devlet
tarafından yok edilen Narodnikler’i takiben sosyalist hareketin dönüşümünde en öne çıkan
unsur, Marksizmin devrim fikrine eklemlenmesiydi. 1880’lerin ikinci yarısından itibaren
yoğun sanayileşme, ve akabinde genişleyen proleterya sosyalistler için umut vericiydi.
1890’lara dek enellektüel bir hareket olan sosyalizm, 1903 yılında Sosyal-Demokrat Parti’nin
kurulmasıyla yeni bir ivme kazandı. Ancak Parti’yi kitlesel faaliyetin merkezi olacak şekilde
kurgulayarak, sosyalist devrime giden süreçte aktif bir azınlığın önderliğini esas alan Lenin,
Martov grubunun tepkisini çekti. Bunlar kitlelerin kendi iradesini öne çıkararak Parti’nin
proleteryanın durumunu düzeltmeye çalışacak bir işçi partisi olması gerektiğinin üzerinde
duruyorlardı. Kuruluş kongresindeki bu teorik tartışma Parti içindeki Bolşevikler ve
Menşevikler şeklinde tanımlanacak olan hizipleşmeyi keskinleştirdi. Her iki cephe de
gelecek devrimin otokrasiyi yıkacak bir liberal-burjuva devrimi karakterinde olması
gerektiğinde görüş birliği içindeydiler. Zaten bu dönemde muhalif hareketlerin çoğu bu
yönde bir devrimi destekliyordu. Bu duruma tek istisna 1901 yılında kurulan ve eski
Narodnik hareketini dirilten Sosyalist Devrimci Parti’ydi. Anti-Marksist olan parti, taşradaki
“mir” organizasyonu olduğu öncülüyle, bunlar arasında etkin bir propaganda faaliyetine
girişmişti. Sosyalist devrimin gerçekleşmesi için zamanın uygun olduğunu düşünen
Sosyalist-Devrimciler, iktidar güçlerine karşı düzenlenecek şiddet eylemlerini
gerçekleştirecek özel bir birim kurmuşlardı. Sosyal-Demokratlarla karşılaştırıldığında bu
parti, oldukça eylemci bir karakter göstererek özellikle taşradaki ajitasyonlarla köylü
kitlelerinin 1905 Devrimi esnasındaki ayaklanma ve taşkınlık girişimlerinde önemli tol
oynamıştı.
Sanayileşme açısından bir arpa boyu dahi yol katedememiş Osmanlı toplumunda
sosyalist hareketin gelişmesi için gerekli toplumsal koşullar henüz oluşmuş değildi.
1876’daki Meşruti dönem öncesinde Türkçe basında sosyalist düşünce dine ve ahlaka aykırı
olduğu gerekçesiyle olumsuz bir tavıra maruz kalmıştı. Bu genel tavıra tek istisna, Namık
Kemal ve arkadaşlarının bizzat yerinde gözlemledikleri Paris Komünü’nü savunmuş
olmalarıydı. 1876 sonrasında sosyalist ve komünist düşünce arasında ayrım yaparak
sosyalizmin İslamla bağdaşabileceğini savunan Şemsettin Sami ve Sava Paşa gibi düşünürler
ortaya çıkmıştır347Ancak imparatorluğun ekonomik olarak daha gelişmiş olan Rumeli
eyaletinde azınlık milliyetçiliğiyle harmanlanmış sosyalist hareketler, 19.yüzyılın sonlarında
oldukça kendilerini hissettirmişlerdir. Milliyetçilik ve sosyalizm gibi fikirler imparatorluğa
Avrupa’dan sızmaktaydı ve özellikle gayri-müslim azınlıkların Avrupa’yla daha yakın ve
yoğun ilişkileri olması bu hareketlerin ilk uğrakları olmalarını beraberinde getiriyordu.
347 TUNÇAY, M., Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E.
J. Zürcher, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s: 248-249
Müslümanlar içinde burjuva ve proleter sınıfının oluşmaması bu modern hareketlerin bu
kesim içinde yayılmasını önleyici bir etkendi. Gayri-müslim gruplar içinde bu gibi sınıflar
doğmuştu ancak etnik gruplar arasındaki görece izolasyon fikirsel etkileşime fazla olanak
vermiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal savaşım sorununu incelemiş olan Roza
Luxemburg şöyle bir sonuca varmıştı:
...Türk yönetiminin hantallığı kapitalizmi bile üretmekte yetersiz olmuşturnerede
kaldı ki, sonunda sosyalizmi türetebilsin; onun için, ne kadar çabuk
yıkılır ve ulusal kurucu öğelerine ayrılırsa o kadar iyi olur –o zaman, bu
geri bölge, tarih diyalektiğinin olağan sürecine katılabilecektir348.
Osmanlı azınlıkları da adeta Luxemburg’un görüşünü izleyerek bağımsızlık
mücadeleleri ile sosyalizmi bir potada eritmişlerdir. Hınçak Partisi’nin kurulduğu 1887 ile
Ermenistan Cumhuriyeti’nin Sovyetleştirilmesinin tarihi olan 1921 yılları arasında Ermeni
bağımsızlık hareketinde sosyalizm ile milliyetçilik ayrılmaz biçimde iç içe geçmiştir349.
1890’da Tiflis’te kurulan Boşnak Partisi de Hınçaklar gibi sosyalistti. Ermeni sosyalistleri
dışında Makedonya’nın Bulgaristan’a katılması için uğraş veren IMRO içinde de etkin rol
oynayan bir Bulgar sosyalist grubu vardı. Bunlar 1905 yılında IMRO’dan ayrılarak Bulgar-
Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’ni kurmuşlardı. Bunun yanı sıra Selanik’te üyelerinin
çoğunluğunu Yahudiler’in oluşturduğu bir işçi federasyonu kurulmuştu. Diğerlerinin aksine
Selanik Yahudileri’nin çoğunun Osmanlıcılık öğretisini benimseyerek, statükocu tavır aldığı
dönemin koşullarında federasyon da Osmanlıcı idi. Ancak Osmanlıcılığa, sosyalizm ışığı
altında bakıyor ve imparatorluğun proleteryasını birleştirme çabalarını pekiştirmek için
348 J.P. Nett, Roza Luxemburg, Cilt I (Londra, 1966) adlı eserde alıntılanan Luxemburg’un “Die Nationalen
Kömpfe in der Turkei und die Sozial-demokratie”, adlı makalesinden aktaran, Ahmad, 2000, s: 17
349 Minissian, 2000, s: 165
ondan yararlanmayı umuyorlardı350. Osmanlı’daki bu azınlık sosyalistleri genel olarak kendi
gündemlerine odaklanmışlardı, ancak Ermeniler’in Taşnak Partisi yurtdışında örgütlenen Jön
Türkler’le iletişime geçerek 1907’de Paris’te toplanan konferansın örgütlenmesinde büyük
pay sahibi oldular. Ancak 1908 Devrimi’nde sosyalist örgütlerin ya da sosyalist temanın
kayda değer bir etkisi olmadı. Oysa, 1905 Rus Devrimi’nde sosyalist parti ve örgütler
özellikle Ekim Grevi’nde işçi kitlelerini savaşıma çekmek için büyük çabalar göstermişlerdir.
3.5. 1905 Rus ve 1908 Jön Türk Devrimleri’nin Oluşum ve
Örgütlenme Karakterleri Üzerine Bir Karşılaştırma
1905 Rus ve 1908 Jön Türk devrimleri, I. Dünya Savaşı esnasında kurulan Sovyetler
Birliği ve Savaş sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dayandıkları rejimler açısından
hazırlayıcı safha işlevini görmüştür. 1905 Rus Devrimi’nin öncü kolu proleterya, 1917’de
sosyalist cumhuriyeti kurarken, 1908 Jön Türk devrimi’nin aktif önderi olan askerler 1923’te
kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde en belirleyici rolü oynamışlardır. Bu iki devrimde
kitlelerin oynadığı rol, tartıştığımız konu açısından oldukça önemlidir. 1905 Rus Devrimi’nin
oluş şeklinde devrimci sürecin en başından sonuna dek kitlelerin aktifliği söz konusudur.
Çarlığın güç tekeline ve keyfi idaresine karşı, proleter sınıfı, toplumdaki itici güç olma rolüne
soyunarak burjuvazi ve köylüleri peşinde sürüklemiştir. Rusya’da bu tarihsel görevi üstüne
alacak karakterde bir burjuvazinin olmayışı, burjuva-liberal devriminin toplumun diğer
modern unsuru proletarya tarafından sürüklenmesi koşullarını yaratmıştır. 1905 Devrimi,
dünya tarihinde proletaryanın öncü rolü oynadığı ilk devrim olma özelliğiyle de kayda
değerdir. Dünyanın ilk sosyalist rejiminin Rusya’da kurulmuş olmasını da sağlayan söz
konusu proletaryanın diğer ülkelerdeki sınıfdaşlarına oranla eylemcilik yönündeki
350 DUMONT, P., Yahudi, Sosyalist ve Osmanlı Bir Örgüt: Selanik İşçi Federasyonu, Osmanlı
İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik, 1876-1923, der: M. Tunçay & E. J. Zürcher, İstanbul, İletişim
Yayınları, 2000, s: 79
üstünlükleriydi. 1908 Jön Türk Devrimi’nde ise Osmanlı Devleti’nin Müslüman unsurları
arasında modern sınıfların ortaya çıkmamış olması, devletin dayandığı bu temel toplumsal
tabanın hareketliliğini de sınırlamıştır. Ülkede, II. Abdülhamit devrindeki otokrat
yönelimlere muhalefet edecek bir burjuva sınıfının olmayışı, burjuva-liberal devrimin ilerici
gücü olma görevini ülkedeki aydınlara ve askerlere yüklemiştir. Anadolu’da 1906-7
yıllarında meydana gelen vergi ayaklanmaları, kitlelerin hakim siyasal düzenden rahatsız
olduklarını ve en azından yerel ölçekte kendi yaptırım güçlerini ellerine aldıklarının
göstergesi olması açısından anlamlıdır. Ancak bu ayaklanmalar devrimci bir dönüşüme yol
açamamışlardı. Devrim, imparatorluğun Rumeli bölgesinde görev yapan subayların merkeze
karşı ayaklanmalarının eseriydi. Bu subaylar, Rumeli’deki halkın daha özgürlükçü bir rejim
istemlerinden etkilenmiş ve bölgenin Müslüman ileri gelenleriyle karşılıklı görüş alışverişi
ve işbirliği yapmışlardı. Ancak, 1905’te Rusya’da olan devrimdeki kitlesel katılımla
karşılaştırıldığında, Jön Türk Devrimi halktan oldukça kopuk gerçekleştirilmiş bir hareket
olarak gözükmektedir.
Söz konusu iki devrim arasında en göze çarpan bir diğer farklılık örgütlenme tarzında
ortaya çıkmaktadır. 1905 Rus Devrimi’nin en karakteristik yanlarından biri devrimci süreci
baştan sona kontrol eden herhangi bir örgütün bulunmayışıdır. 1905 Devrimi, öncelikle
“tuhaf” diye tabir edilebilecek bir hareket olup, özellikle iktidar açısından bir çok
talihsizliğin peş peşe gelmiş olması açısından da ilginçtir. III. Nikola yönetiminin riskli
planları ve sürekli olarak bedelini çok ağır ödeyeceği yanlış adımları bu devrimi vücuda
getirirken, süreç, aniden ortaya çıkan durumların kitlelerden aldığı tepkilerin ışığında
ilerlemiştir. 1905’te iktidar karşıtı bir çok siyasal ve toplumsal örgütler otokrasiyi devirerek
yerine anayasal bir yönetimin getirilmesini sağlamak için kısa süreli ittifaklara girmiştir,
ancak olan bitenler, bu ittifakın kontrolünden öte proletaryanın büyük ölçüde “kendiliğinden”
olarak tanımlanabilecek irade ve tavırlarının bir sonucuydu. 1905 yılı Rusyası için
söylenebilecek tek söz vardır: Olaylar durmaksızın çığrından çıktı. Ülkedeki işçi kesim
arasındaki huzursuzluğun kontrol edilmesini sağlamak ve hükümete olan güvensizliklerini
ortadan kaldırmak için II. Nikola’nın kurmaylarının yaptığı oldukça riskli planın hesapları
tamamen alt üst ederek çok farklı yöne kayması 1905’teki devrimci sürecin ateşini yakmıştı.
İşçilerin arasına hükümete sadakatleri onaylanmış ajanlar gönderilerek, bu kesimin özellikle
sosyalist ajitasyondan izole edilmesini sağlamaya dayalı bu deneyin St. Petersburg ayağını
üstlenen Peder Gapon tüm hesapları alt üst etti. Akıl hocası olarak iktidarla uzlaştırmaya
çalıştığı işçiler, işverenlerle itilafa düştüğünde Gapon, bir yerde çaresiz kaldı. Yaşamaya
maruz bırakıldıkları kötü koşulları düzeltmesi için Kışlık Saray’a yürüme fikri ona aitti.
Ancak yürüyüşe geçen kalabalığa ateş açarak bir katliama sebep olunması ise Gapon’a
oynayan iktidarın yaptığı yanlış hesaplardan dolayı şaşkınlığıyla yapılmış ölümcül bir hata
oldu. Kanlı Pazar olayının tüm halk bazında iktidara karşı yarattığı öfke, tüm muhalif
örgütlerin toplanıp yapabileceğinden kat kat daha derin olduğu tartışmasızdır. Kanlı Pazar,
olayı çarlığın halkın gözünde imajını yerle bir ederken, yarattığı öfke ve kargaşa hali
muhalefet için ihtiyaç duyduklarının da üzerinde elverişli koşullar sağladı. Olayın ertesi günü
tüm çalışanların kendiliğinden iş durdurarak olanları protesto etmeleri de oldukça anlamlıydı.
1905’in Ekim ayına kadar tüm ülke grevlerle ve ayaklanmalarla çalkalanırken, bunlar
sosyalist-devrimcilerin taşradaki ajitasyonları dışında, çoğunlukla kendiliğinden gelişti. 1905
Ekim Grevi ise dünya tarihine geçecek değerde bir toplumsal ayaklanma girişimi oldu. O
tarihe dek Rusya bir yana dünyada böyle geniş kitlesel katılım sahip bir greve rastlanmış
değildi. 1905 yılı Ekim ayında tüm ülke toptan greve gitti. Ancak Ekim Grevi, aynı yıl olan
grev ve ayaklanmalara göre daha az kendiliğindendi; ülkedeki tüm muhalif örgütler, liberal
ya da sosyalist ayırd etmeksizin kısa süreli bir ittifaka girerek otokrat rejimi yıkmak için güç
birliği ettiler. Ekim Grevi’nde öncü kol proletarya idi, ancak esnaf kesim de kepenk indirerek
greve katılırken, bazı işverenler, grevdeki işçilerine yarı ve hatta tam ücret vererek oluşumu
desteklemişlerdi. Grev esnasında büyük iş çevrelerinin sosyalist basına da mali destek
yapması bir o kadar kayda değerdi. Grev esnasında işçiler arasında iletişimi ve düzeni
sağlamak amacıyla kendiliğinden oluşan “sovyet” adı altındaki işçi meclisleri bu kesimin
örgütlenme kabiliyeti açısından oldukça çarpıcıydı. Sovyetler, sosyal-demokrat ya da
sosyalist-devrimcilerin kurguladığı ya da kurulma aşamasında bizzat söz sahibi olduğu
oluşumlar değildi. Bunlar, grevin ihtiyaçlarına yanıt vermek için daha çok Menşevik eğilimli
işçilerin vücuda getirdiği oluşumlar olup, sosyalist partiler, bunların kuruluşundan sonra
içerilerinde etkin rol oynamaya çalışmışlardır.
1908 Jön Türk Devrimi’ne bakıldığında tartışmasız tek örgütün hareketin başından
sonuna dek tekelci konumunu elinde tuttuğunu görmekteyiz. 1860’larda Babıali hükümetinin
baskıcı tavırlarına tepki olarak yurtdışına kaçan aydınların oluşturduğu Yeni Osmanlı (Jön
Türk) hareketinin mirasının, Devrim’i gerçekleştiren 1889’da kurulan İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ne dolaysız etkisi vardır. Jön Türkler’in ve Batılı, özellikle de Fransız, düşün
geleneğinin etkisiyle beş tıbbiyeli genç tarafından bir düşünce kulübü niteliğinde kurulan
örgüt, II. Abdülhamit’in despot rejimine muhalefetlerinden dolayı yurtdışına kaçan
aydınların da katılımıyla çeperini ve eylem sahasını sürekli genişletmiştir. 1876’da kurulan
ve Abdülhamit tarafından bir buçuk yıldan az bir süre sonra sonlandırılan meşruti rejimi geri
getirmek için bir araya gelen kişilerin oluşturduğu örgüt, homojen bir yapı göstermiyordu.
Osmanlıcılardan İslamcılara, bir çok görüşe sahip kişiler örgüt saflarında yer alırken
Türkçülük adı konmasa ve açıkça dile getirilmekten çekinilse de güçlü bir düşünceydi. Örgüt,
1895 yılına dek özellikle başkentteki askeri ve mülki okullarda okuyan öğrenciler tarafından
ilgi gördü, ancak 1895’te Abdülhamit’in baskı ve yıldırıları ile karşılaşıldığında etkinlik
sahası yurtdışına kayınca, Paris’te sürgün aydınlar öncü konuma yükseldi. 1906 yılına dek
kitlelerden kopuk şekilde, aydınların kendi basın organları ve düzenledikleri konferanslarla
Abdülhamit rejiminin itibarını yurtdışında düşürme çabaları ana eylem yöntemi oldu. Ancak
1906’dan sonra imparatorluğun merkezden uzak yerlerinde örgütlenilmeye başlandı. 1906-7
yıllarında Anadolu’da baş gösteren vergi ayaklanmalarının örgütlenmesinde İttihatçıların
önemli rolü vardı. 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, Rumeli’deki
Müslüman kitlelerin yanısıra azınlıkların oluşturduğu özgürlükçü örgütlerle temasa geçtiler.
İttihat ve Terakki Örgütü’nün Selanik kolu 1908 yılının Temmuz ayında ordudaki subayların
ayaklanması ile İstanbul’u dize getirirken kitlelere dayanmaktan öte daha çok askeri darbe
olarak tanımlanabilecek bir yönteme başvurmuştur. İttihatçılar, Firzovik olayında
Arnavutlar’ın Avusturya karşıtı gösterilerini kendi denetimleri altına alarak İstanbul’u
ayaklanmalarının kitlesel desteğe sahip olduğu şeklinde bir imaj vermeye çalıştılar. II.
Abdülhamit’in istibdat rejimi tüm imparatorluk çapında hoşnutsuzlukla karşılanmasına
rağmen, Rusya’da II. Nikola’ya karşı girişilen kitlesel gösterilere Osmanlı örneğinde
rastlanmamıştır. Aslında ittihatçı örgüt de özellikle ülke içi örgütlenmelerinde kitleleri
harekete geçirmeye çalışsa da devrim, büyük ölçüde askeri kaba güçle başarılmıştır.
Rusya’daki devrimin oluş şekli ile karşılaştırıldığında karşımıza çıkan bu keskin farklılık
öncelikle her iki imparatorluk arasındaki toplumsal modernleşme ve sınıf bilinci açısından
farklılaşmanın ürünüdür. Rus proletaryasının sahip olduğu bilinç bir yana, Osmanlı
toplumunda özellikle Müslüman halk arasında böyle bir sınıfın varlığı dahi söz konusu
değildi.
İncelediğimiz iki devrimsel olayda üzerinde durulması gereken bir diğer konu, aydın
faktörüdür. Rusya’da, ülkenin gelişmişlik koşullarına bakıldığında olağanüstü olarak
nitelendirilebilecek düşünsel hayattaki canlılık, devrime de damgasını vurmuştu. Ruslar,
19.yüzyılda özellikle felsefe ve edebiyat alanında dünya çapında şaheser kabul edilen eserler
üretmişlerdi. Otokrat yönetimin engellemelerine rağmen Rus aydınları Batı’daki düşünsel
hayatın nabzını tutabilmiş ve düşünsel bir çok alanda kendilerine has açılımlar yapmayı
başarabilmişlerdir. Şehir hayatının Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça sınırlı olduğu
böyle bir ülkede bu denli canlı bir düşünsel hayatın yanısıra aydınların aktivizmi de o denli
göz alıcıdır. 1820’lerdeki dekabrist ayaklanma ile ilk ipuçlarını veren aydın eylemliliği,
1870’lerdeki ütopik sosyalist olarak nitelenen Narodnik hareketiyle birlikte çarpıcı boyutlara
ulaşmıştır. 1880’lerin ikinci yarısında ülkeye giren ve aydınlar arasında büyük ilgi gören
Marksist düşünce, 90’larda işçilere de basitleştirilmiş bir versiyonda sunulmuştu. 1901
yılında kurulan Sosyalist-Devrimci Parti, eski Narodnik hareketini canlandırmaya çalışırken,
1903 yılında kurucu kongresi yapılan Sosyal Demokrat Parti, Marksistler’in bir girişimiydi.
Sosyalist-Devrimciler, Narodnikler’in izinde köylü kitlelere devrimci bilinç aşılamaya
çalışarak onları otokrasiye karşı ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştılar. Oysa Sosyal-
Demokratlar için kitlelerle ve özelde proletarya ile iletişim tarzı belirleme çalışmaları, ateşli
tartışmalara ve hatta hizipleşmelere sahne oldu. Bolşevik hizibinin en öne çıkan kişiliği olan
Lenin, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden oluşamayacağı ve işçilerin ekmek kavgası peşinde
burjuva ideolojisine tabi olacaklarını savunurken sosyalist aydınların işçilerin
bilinçlendirilmesinde etkin olmaları gereğine inanıyordu. Parti’yi yığınların faaliyetlerinde
genel çekim ve kontrol merkezi olacak şekilde kurgulayan Lenin, elitist eğilimli görüşleriyle
Menşevik olarak tabir edilecek bir kısım sosyal-demokrat aydınların tepkisini çekti. Daha
demokratik eğilimleri olan Menşevikler, Parti’nin proletaryanın durumunu düzeltmeyi
amaçlayan bir işçi partisi olarak otokrasiyle savaşında yerini alması gerektiğini
düşünüyorlardı. 1905 Devrimi’nde proletaryanın kendiliğinden, devrimci potansiyelini açığa
çıkararak sovyetler şeklindeki örgütlenmeleri yaratmış olmaları Menşevikleri haklı çıkarır
nitelikteydi. Axelrod’un işçiler arasında öz yönetim birimlerinin oluşması fikriyle paralel
giden sovyet oluşumları, Menşevik eğilimli işçilerin kendi yarattıkları örgütlenmelerdi.
Ancak bu örgütlenmeler içinde herhangi bir partinin tekelci tutumu söz konusu değildi. St.
Petersburg Sovyeti’nin yönetim kadroları için yapılan seçimlerde Menşevikler çoğunluk elde
ederek güçlü bir nüfuza sahip olmuşlardı. Ancak bunlar, partili Zborovski’yi Sovyet Birinci
Başkanlığına getirdikten sonra, bunun kendi görüşleri olan “geniş partizan olmayan
örgütlenme” fikrine ters düşeceğini görerek bir kaç gün sonra yerine partili olmayan bir
hukukçuyu getirmişlerdi351.
Rusya’daki devrimde aydınların çalışmalarının başarıda büyük rolü olmuştur, ancak
asıl belirleyici olan kitlelerin otokrasinin keyfi yönetimine karşı takınmış oldukları uzlaşmaz
tavırdır. Osmanlı’daki devrime ise kitleler değil, aydınlar damgasını vurmuştur. Özellikle
devrimi hazırlayan İttihatçı örgüt 1860’lardaki Jön Türk hareketinin mirası üzerinde
oturmaktaydı. 1895’ten 1906’ya dek örgütün genişlemesini sağlayanlar, özellikle Paris’te
mesken tutan sürgündeki Jön Türk aydınlarıydı. Bunlar tıpkı Rus aydınları gibi devletin baskı
rejimi yüzünden kendilerine yurt içinde hareket sahası bulamamış ya da sürgün edilmiş
kişilerdi. Bu dönemde hem Rus hem Osmanlı muhalif hareketleri yurt dışında yaşayan
aydınlar tarafından basın organları yoluyla sürdürülmeye çalışılmıştır. Jön Türkler, Osmanlı
içinde milliyetçi amaçları için mücadele veren azınlık örgütleriyle de iletişime geçerek
hareketlerinin tabanını genişletmeye çalışmışlardır. 1906 yılında imparatorluk içinde örgütün
yerel şubelerini kurma işini ciddiyetle ele almalarından önce bu aydınların kitlelerle iletişimi
yok gibiydi. Devrimi gerçekleştiren Selanik örgütü de çoğunlukla subay ve memurların
desteklediği bir oluşumdu. Batılı eğitim kurumlarında yetişen bu kişiler, Osmanlı’daki orta
sınıf aydın kesimini oluşturuyorlardı ki bunların yaptığı devrim de aydın hareketi olması
niteliğiyle öne çıkmıştır. 1908 Devrimi’nde özellikle ordunun genç subayları eylemci
çabalarıyla sürece damgalarını vururken, Rusya’da askeri kesimden ayaklananlar çoğunlukla
erler içinden çıkmıştır.
Osmanlı’daki devrimde askeri unsurun bu denli öne çıkmasındaki en önemli
etkenlerden biri, ülkede kurulan ilk ve en sağlam modern eğitim kurumlarının askeri okullar
olmasıydı. Buralarda yetişen subaylar, kaçınılmaz olarak II. Abdülhamit rejiminin gerici
351 Wolfe, 1969, s: 375
zihniyetiyle çelişkiye düşmüşlerdir. Bunun yanı sıra padişahın, eğitimli subayları güvenilmez
bularak başkentten uzak tutması ve ödüllendirmelere gelindiğinde kendisine sadık, eğitimsiz
olan alaylıları öne çıkarması tepki yaratmıştı. Subaylar, sınıf atlama şanslarını oldukça
zayıflatan hakim düzene büyük öfke duymaktaydılar. Ayrıca mevcut yönetimin
imparatorluğun parçalanmaya giden sürecini engelleyemeyeceğini düşünüyorlardı ki söz
konusu parçalanma kendileri için de hayati bir mesele olduğu kuşkusuzdur. Ancak bunlar,
iktidarı ele aldıklarında ne yapacaklarından çok onu bir şekilde ele geçirmeye odaklanmış
oldukları, devrim başarıldıktan sonra ortaya çıkan bir realite olmuştur. Benzer bir durum
Rusya’da Ekim Grevi’ne katılanlar için de söz konusuydu. Otokrasiyi dize getirmeye
odaklanan bu kitleler, çarın manifestosundan sonra amaçlarına ulaştıkları kanaatiyle bir bir
normal hayatlarına geri dönmeye başlamışlardı. Proletaryanın kendi koşullarını iyileştirme
taleplerini kabul ettirememesinin bir sebebi de bu yanılgıydı. Çar,Ekim Manifestosu ile
politize olmamış işçileri radikal olanlardan ayırmayı başarmıştı. Manifesto sonrasındaki
gevşeme, 8 saatlik iş günü talebiyle Kasım ayında yapılan grevleri, Ekim’deki tüm toplum
kesimlerini kapsayan dayanışmaya ortamı kaybolması ve işverenlerin iktidarın yanına
geçmesinden dolayı sonuçsuz bırakmıştı352. Hatta Aralık ayında Moskova’da düzenlenen ve
işçilerin silahlanmasına da sahne olan grevler, çarın şehrin dörtte birini topa tutmasıyla
sonuçlanmıştı. Rusya’daki devrimin asıl itici olan proletarya, devrimden materyal anlamda
kayda değer pek bir kazanım elde edememesine rağmen, Osmanlı’daki askeri sınıf, ülke
yönetiminde belirleyici rol oynayan bir pozisyona gelerekten toplumsal ve siyasal statülerini
önemli ölçüde yükseltmişlerdi.
1905 Devrimi’nin Rus çarlığı için en önemli sonuçlarından biri, Çarlık makamının
halkın gözündeki yerinin tamamen tahrip olmasıydı. 9 Ocak’ta Kışlık saraya doğru yürüyüşe
geçen işçi kitlelerinin üzerine ateş açılması sonucu yüzlerce kişinin öldürülmesi, tüm Rus
352 Wolfe, 1969, s: 287
halkında büyük bir tepki yarattı. Çar II. Nikola, o gün Saray’da olmamasına rağmen tüm olan
bitenlerin sorumlusu olarak görüldü. Çarların tebaalarına karşı şiddete başvurması olgusu,
Rus tarihinde görülmedik bir şey değildi; ancak 20.yüzyılın başında bireyler böyle bir
katliamı sineye çekmediler ve ertesi gün iş başı yapmayarak olayı protesto ettiler. Ekim
Grevi’nde ise bir çok grubu ve insanı bir araya getiren temel dürtü, Çarın keyfi yönetimine
son verilmek istenmesiydi. Bu bağlamda 1905’teki ayaklanmaların çarlığın moral temelinin
yerle bir olmasının göstergesi olduğunu söylebiliriz. Ancak 1908 Devrimi, padişahlık
makamı için bu denli radikal bir sonuç üretmedi. Rusya’da olan bitenlerin merkezi St.
Petersburg olurken padişaha karşı ayaklanma Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı sınırında
meydana gelmişti. Olaylara uzak kalan İstanbul ve Anadolu halkı olan bitenin tam olarak
bilgisine ulaşamamıştı. Rumeli’deki ayaklanmanın dize getirdiği Abdülhamit, İstanbul’da
meşrutiyeti ilan ederken bunu kendisi halka ihsan etmiş görüntüsü verdi. Halk olaylardan
habersiz olduğu için ilanı en başta kuşkuyla karşılamış ancak daha sonra durumun ciddiyetini
anlayarak istibdat rejiminin sonunun gelmiş olmasını coşkulu bir şekilde kutlamıştır.
İttihatçılar ise kendi çabalarıyla gerçekleşen meşrutiyetin ilanı için padişaha teşekkür
edilmesinden rahatsız oldular. Fakat var olan havanın koşullarının bilincine vardıklarında,
Abdülhamit’e karşı çıkışlarında dikkatli olmaları gerektiğinin ve padişahlık makamının
halkın gözünde yüce imajını silememiş olduklarının farkına vardılar. Rusya’da, Kanlı Pazar
Olayı’ndan sonra Çarlık makamının prestiji yerle bir olurken, Osmanlı’da I. Dünya
Savaşı’ndan sonraki dönemde Büyük Devletler’le işbirliği yaptığı ileri sürülerek suçlanan
Vahdettin’e dek saltanat halkın gözündeki yüce imajını az çok korumuştur.
Hem Rusya’da hem Osmanlı İmparatorluğu’nda devrimleri izleyen günlerde,
ülkelerin tarihinde eşi benzeri görülmemiş özgürlük ortamı söz konusuydu. Her iki ülkede de
sansür büyük ölçüde gevşetildi ve gizli örgütler yüzeye çıkarak sevinç gösterilerine katıldılar.
Ancak daha sonraki süreç tamamen farklı gelişmiştir. Rus Devrimi’nde iktidarı denetleyecek
güçte bir örgüt öne çıkamadığı için Çar II.Nikola, Ekim Bildirgesi’nde verdiği tüm
özgürlükleri teker teker geri almaya başlarken, parlamentoya (Duma) dokunmaya cesaret
edemedi. Ancak bu kurumu elinde uysal bir oyuncağa çevirmek için her yola başvurdu. 1906
yılının Nisan ayında bir anayasa yapılmış ve bu anayasayı herhangi bir şekilde değiştirme
yetkisi olmayan daha doğrusu gerçekte hiç bir yaptırım gücü olmayan Duma, yine aynı ay
içinde ilk kez toplanmıştı. Fakat Rusya’daki meşruti rejim, Batı Avrupa’dakilerle hiç bir
şekilde karşılaştırılamayacak denli saltanatın yörüngesinde idi. Çar, en yüksek hakimiyet
makamının kendine ait olacağı ve Duma’nın sadece bir danışma meclisi konumunda iş
göreceği bir rejim kurgulamıştı. Bu tarz bir temsili sistem, Osmanlı’daki I. Meşrutiyet
döneminde olanla bir hayli benzerlikler taşır. Her iki örnekte de padişah, parlamento
karşısında geniş bir hakimiyet ve yaptırım gücüyle donatılmıştı. Yürütme organının başı
sayılan hükümdarlar, parlamentonun kabul ettiği yasaları onaylamak zorunda değildi. I.
Meşrutiyet’te Abdülhamit parlamento içinde tamamen kendi tarafından atanan kişilerden
oluşan Heyet-i Ayan kanadı ile seçilmişleri milletvekillerinden oluşan Heyet-i Mebusan’ı
dengelerken, Rusya’da aynı niyetle “Devlet Konseyi” adı altında bir kurum oluşturulmuştu.
Duma’nın dışında üye sayısının yarısını Çar’ın belirlediği konsey, parlamentonun yasama
faaliyetlerindeki gücünü kırmak için kurgulanmıştı. Bu çerçevede Duma’nın görevleri,
yasaları tartışmak, üzerlerinde düzeltme yapmak ve bakanlardan gelen önerileri
onaylamaktan fazla ötesine geçemiyordu.Daha da önemlisi I. Meşrutiyette olduğu gibi,
Çarparlamentoyu dağıtma yetkisni elinde bulundurmayı başarmıştı ki bu durun Rus
parlamenter yaşamını adeta felç eden gelişmelere zemin hazırlyacaktı.
1908 Devrimi’nden sonra Osmanlı’da saltanat-parlamento ilişkisi, Rusya’dakinden
daha farklı bir seyir izlemiştir. II. Meşrutiyet ilan edilir edilmez 1876 tarihli Kanun-i Esasi
üzerinde değişiklik yapılmadan tekrar yürürlüğe kondu. Devrimin itici gücü olan İttihat ve
Terakki örgütü, meşrutiyet ilan edildikten sonra iktidar içinde nasıl bir rol alacağı sorusuna
pek de hazırlıklı değildi. İttihatçı subaylar, güvensizliklerinden ve gençlerin doğrudan
iktidarının toplumda hoş karşılanmayacağını düşündüklerinden dolayı arka plana geçtiler.
Milletvekilleri seçiminde oyları silip süpüren İttihatçı Parti, seçilenlerin etikette İttihatçılar
olmasından dolayı örgütle partiyi ayrı tutmuştu. 13 Nisan 1909’da meydana gelen ve tarihe
“31 Mart Vakası” olarak geçen karşı-devrimci ayaklanmaya dek Abdülhamit yerinde kaldı.
Ancak başlatanı belli olmayan ve ordudaki alaylıların fiili olarak başı çektiği bu
ayaklanmanın faturası padişaha kesildi. Yeni rejimle uyuşamayacağı sonucuna varılarak
padişah tahttan indirildi ve 1908 yılının Ağustos ayında mevcut anayasada önemli
değişikliklere gidildi. 1909 Kanun-i Esasi’si Meclis-i Mebusan’ı padişahlık kurumunun
önüne geçirememişti. Saltanat makamının harcamaları parlamentonun denetimine tabi
kılınırken, padişahın Meclis-i Mebusan’ı dağıtma yetkisi kısıtlanmış ve dağıtma halinde en
geç üç ay içinde yenisinin toplantı yapması hükme bağlanmıştı. Padişahın veto yetkisi
elinden alınarak, Ayan ve Mebusan meclislerinin üçte iki çoğunlukla kabul ettiği yasayı
yürürlüğe koymak zorunda olduğu ilkesi kabul edilmişti. Yürütme ile ilgili en kayda değer
değişiklik, padişahın atadığı bakanların, hem bireysel hem de toplu olarak Meclis-i
Mebusan’a karşı sorumlu olmasıydı353. Sonuç olarak 1909’daki anayasa değişiklikleriyle
imparatorluk parlamenter yönetim yönünde köklü ve tutarlı atılımlar yapmıştı. Bu durum
dolaysız olarak siyasal hayatta parlamentonun devlet yapısı içinde ağırlık kazanması
sonucunu beraberinde getirdi.
Rusya ve Osmanlı’da devrimlerden sonra meydana gelen anayasal düzenlemelerin
mahiyeti imparatorlukların yıkılmasına dek siyasal hayatın gidişatına damgasını vurmuştu.
Rusya’daki çar yörüngesinde olacak şekilde kurgulanan yeni siyasal rejim, parlamenter
hayatta katı sınırlamalar ve istikrarsızlıkları da beraberinde getirdi. Devrimin hemen
akabinde siyasetin sağ kulvarında kurulan bir çok parti, zaten var olan sosyalist partilerle
353 Eroğul, 1997, s: 191
birlikte ülkenin siyasal hayatına çeşitlilik getirmişti. İlk seçimlerden en başarılı parti olarak
çıkan Anayasal Demokratlar’ın (Kadetler) yanısıra daha muhafazakar Otokrat Parti ile sağın
en öne çıkan oluşumları oldular. Mülksüzlerin, şehirlilerin, işçilerin ve azınlıkların temsilini
kısıtlayan seçim sistemine karşı tavır alan Sosyal-Demokratlar, bu yarı-parlamenter siyasal
hayata katılmak yönünde ikilemler yaşadılar. Yurt çapındaki örgütlenmeleri sınırlı olduğu
için ilk Duma seçimlerine sadece güçlü oldukları Transkafkasya bölgesinde dahil oldular.
Kendisine zorla kabul ettirilmiş olan parlamenter rejimi başından beri hazmedemeyen Çar II.
Nikola, yeni siyasal hayatı soysuzlaştırmak ve içini boşaltmak için elinden geleni yaptı. İlk
Duma’yı muhalefetinden dolayı beğenmeyip dağıtırken parlamenter rejimi yıkmak için değil
yerine daha uysal bir yapı arz edenin gelmesine yol açmak istiyordu. II. Duma, hesaplarının
aksine daha dikkafalı bir tutum gösterince dört ay sonra onu da dağıttı. Seçim sisteminde
yapılan değişikliklerle, 1907 yılında oluşturulan III. Duma’yı kendisine itaatkar bularak,
normal süresini doldurmasını engelleyemedi. III. Duma gibi muhafazakar oktobristlerin
çoğunlukta olduğu IV. Duma’da varlığını çarlığın yıkıldığı 1917 yılına kadar sürdürebildi.
Sonuç olarak II. Nikola, tüm siyasal sistemi kendi çeperinde döndürürken, halkta oluşan
hayalkırıklığı çarlığı yerle bir edecek dönüşümlere taban hazırlamaktaydı.
Rusya’dakinin aksine 1908 Devrimi Osmanlı’da güçlü bir parlamenter rejimin
temellerini atmıştı. Devrimin arkasında askeri bir gücün duruyor olması saltanat makamının
özgür hareket yetisini kısıtlamıştı. Rusya’da ise devrim ittifaka geçen birbirlerinden farklı
siyasal ve toplumsal güçlerin bileşimi sayesinde kazanılmıştı. Devrimin ertesinde ittifak
dağılınca Çar’ı dengeleyecek ya da denetleyecek güçte bir örgüt ya da oluşum ortaya
çıkamadı. Osmanlı’da ise İttihatçı subaylar tam tersine oldukça birlik içinde ve istikrarlı bir
bütün oluşturarak, 1912’ye dek sahnenin gerisinden takip ettiler. Kendilerine rakip olacak bir
siyasal partinin ortaya çıkamamasının da bu birlikte rolü büyüktü. Ancak I. Balkan
Savaşı’nın imparatorluğun çözülmesini daha da derine çektiği ortamda iktidarı tamamen
ellerine aldılar. II. Dünya Savaşı döneminde ise İngiliz ve Fransız denetimi ortadan kalkınca
hedeflerini gerçekleştirmek için özgür bir hareket sahası önlerinde açıldı. Bu dönemde tam
bir ittihatçı diktatörlüğü söz konusuydu ve bu durum savaştaki yenilgiye kadar sürdü. Tüccar
ve büyük toprak sahibi kesimle işbirliğine giren İttihatçılar, köylünün durumunda hiç bir
iyileştirme sağlayamayınca yeni rejim halkta, Rusya’dakine benzer bir hayalkırıklığı yarattı.
Savaştaki yenilgi sonrasında ülke itilaf güçlerinin işgaline uğrarken, ulusal bir bağımsızlık
savaşı başlatmaya çalışan Mustafa Kemal’in köylü kitlelerinden destek almakta zorlanması
da bu hayalkırıklığının sonucuydu.
I. Dünya Savaşı Avrupa’daki imparatorluk yönetimlerinin sonunu hazırlamıştı. Rus
ve Osmanlı imparatorluklarının yerine kurulan cumhuriyet yönetimlerinin siyasal
rejimlerinin belirlenmesinde 1905 ve 1908’de olan devrimlerin köklü etkileri söz konusudur.
1905’te Rusya’da olan bitenler 1917 Devrimi’nin bir nevi provasıydı. 1905’te dünya
tarihinde ilk kez devrim yapan işçi sınıfı, başarısından herhangi bir kazanç çıkartamamıştı.
Savaş çarlığın gücünü en aşağı seviyeye çekerken, II. Nikola’yı 1917 yılının Şubat ayında
tahttan indiren Duma’daki liberallerdi. Ancak bunların yanlış hesapları ve kitlesel destekten
yoksunluğu, işçi-köylü ittifakını yaratmayı başaran Lenin’in önderliğindeki Bolşevikleri
iktidara taşıdı. Bolşevikler, dünyanın ilk sosyalist rejimini Rusya’da kurmayı başaracakları
devrime imza atarken, arkalarındaki işçi kitlesi ilk siyasal deneyimini 1905 yılındaki Ekim
Grevi esnasında kazanmıştı. Grev sırasında vücuda getirilen sovyetler yeni rejimin kurucu
öğeleri olmuş ve yeni cumhuriyet, Sovyetler Birliği adını almıştır. Osmanlı
İmparatorluğu’nda ise 1908’de devrim yapan Batılı zihniyetteki subay kesimi, I. Dünya
Savaşı’ndaki yenilgi sonucu itilaf güçlerince ülkenin parçalandığı ve yönetimdeki padişahın
ve kadrosunun durumu tersine çevirmekte aciz kaldığı ortamda bir kez daha liderlik rolüne
soyundular. Kendisi de bir zamanlar İttihatçı bir subay olan Mustafa Kemal, Osmanlı’nın
enkazından Türk unsuruna dayanan bir ulus-devlet yaratmak için örgütlenmeye giriştiği
bağımsızlık savaşında İttihatçı örgütün eski mensuplarının büyük desteğini aldı. 1908’de
parlamenter rejimi ülkede yeniden tesis eden askerler, 1923’te tarih sahnesine çıkan Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasında öncü rol oynadılar. I. Dünya Savaşı’na dek
Türkçülük düşüncesini hiç bir zaman tamamıyla açığa vuramayan İttihatçıların aksine yeni
cumhuriyetin yönetici kadroları Türk unsuruna dayanan bir ulus-devletin temellerini attılar.
İttihatçılar’ın bir nevi mirasçısı olan Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Partisi kadroları,
pozitivist düşünceyi devralarak toplumu yukarıdan dönüştürmek için yönetimde tekelci bir
tutuma meyletmişlerdir.
Dostları ilə paylaş: |