ATİLLA KART (Konya) – Değerli konuklar, tekrar hoş geldiniz. Saygılar sunuyoruz.
Anayasa Uzlaşma Komisyonu 3 no’lu alt komisyon olarak Adalet ve Kalkınma Partisinden Karabük Milletvekili Sayın Mehmet Ali Şahin, ben Cumhuriyet Halk Partisinden Konya Milletvekili Atilla Kart, Oktay Öztürk Bey, Milliyetçi Hareket Partisinden Erzurum Milletvekili ve Altan Tan Bey, Barış ve Demokrasi Partisi Diyarbakır Milletvekili. Hepimiz hoş geldiniz diyoruz, çalışmamızı başlatıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, Anayasa Uzlaşma Komisyonu olarak çalışma kurallarımız ağırlıklı olarak şu şekilde yoğunlaşıyor: Bizler sizleri burada dinleyeceğiz. Bizler dinleyici konumdayız. Tartışmalara katılmamız, bir karşı tez getirmemiz söz konusu değil. Sizler görüşlerinizi özgürce ifade edeceksiniz. Görüşleriniz kayıt altına geçiyor, tutanaklara bağlanıyor. Bunlar Anayasa çalışmaları esnasında bizim için çalışma notu olarak, çalışma bilgisi olarak, doküman olarak değerlendirilecek olan tutanaklar. Görüşme süremiz kırk dakikadır, bunu bir kişi de kullanabilir, kendi aranızda da paylaşabilirsiniz, o sizin takdirinizde olan bir konudur.
Genellikle, son beş on dakikayı bir soru-cevap şeklinde bırakırsanız uygun olur. Bizler açıklık kazanmasını istediğimiz konularda size soru yöneltebiliriz tartışmayı olgunlaştırmak amacıyla, görüşmeyi olgunlaştırmak amacıyla.
Buyurun.
MOR GABRIEL MANASTIRI VAKFI BAŞKANI KURYAKOS ERGÜN - Efendim, ben Mor Gabriel Manastırı Vakfı Başkanı Kuryakos Ergün. Anton Bey, bizim Midyat’taki Kiliseler Yönetim Kurulu Başkanı, Rudi Bey de bizim avukatımızdır.
İster Türkiye’deki olsun ister diasporadaki Süryanilerimizin genel taleplerini dile getirmek için şu anda karşınızda bulunuyoruz.
Sayın Komisyon üyeleri, seksen beş yıllık bir cumhuriyette anayasal değişiklikle ilgili ilk kez azınlıklarla ya da azınlık vasfını taşıyan halklarla görüşülerek bir Anayasa hazırlayan Meclisimize öncelikle teşekkür etmek istiyoruz.
Azınlıklarla ilgili sorunun muhataplarıyla ilgili ortak bir çalışma yapmak ve anayasal değişikliğe gidilmesi 21’inci yüzyıl Türkiyesi’ni daha ileri götürecektir.
Mezopotamya dediğimiz coğrafyada altı bin yıllık kadim bir halk olan biz Süryaniler cumhuriyet tarihi boyunca devletimizle belli bir mesafede ve hoşgörü içerisinde iletişimlerimizi bugüne değin sürdürdük.
Yine ilk kez bu ülkede Anayasa değişikliği için azınlık sorununun muhatabı olan halklar ve dinî kurumlara gidilerek bu ülkeden taleplerimizi, beklentilerimizi bizatihi bizden istemelerinden ayrıca onur duyduğumuzu da belirtmeliyiz.
Cumhuriyet tarihi boyunca yok sayılan, görmezlikten gelinen çok zorluklar yaşayan halkımıza ilk kez bir el uzatılmıştır.
Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan bir Türkiye'nin daha ileriye gitmesi için Kopenhag Kriterleri’ne uygun, azınlıklarla ilgili yeni yapılacak Anayasa olmazsa olmazıdır bu ülkenin.
Kanun önünde eşitlik bireyin bütün değerlerinin ve her türlü kimlik tercihinin de saygı görmesi ve korunması, hâlen yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın 24’üncü maddesinde herkesin vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğu ve ibadet, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı zorlanamayacağı, dinî inanç ve kanaatlerinden ötürü kınanamayacağı ve suçlanamayacağı yazılıdır. Ama bu yasanın pratikte hayata geçirilmesi ancak ve ancak azınlıklar lehine güvencelerle mümkündür.
Bizler demokrasiye, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına saygılı, azınlık haklarını koruyucu, farklı kültürlerin gelişimi anlayışına dayalı, temel hak ve hürriyetleri korucuyu bir Anayasa istiyoruz.
Başta Süryani kimliğinin ve diğer etnik kimliklerin yeni sivil bir anayasal güvenceye alınmasını ve tanınmasını, Süryani dili ve kültürü önündeki her türlü engelin kaldırılmasını ve ana dilde eğitim hakkını istiyoruz. Ana dilde eğitim en temel insan hakkıdır.
Süryanilerin azınlık statüsünün anayasal ve yasal anlamda güvence altına alınmasını, düşünce, inanç ve ifade özgürlüğü temelinde serbestçe siyaset ve örgütlenme özgürlüğü yapabilmek, etnik ve toplumsal kökene dayalı her türlü ayrımcılığın kaldırılarak anayasal güvenceye alınmasını, Toplumsal Uzlaşı Projesi’yle yurt dışında yaşayan Süryani vatandaşların ana yurtlarına dönebilmeleri için yasal düzenlemeler yapılarak kolaylıklar sağlanmalı.
Ayrıca, ekonomik, politik, sosyal nedenlerle vatandaşlıktan çıkarılan Süryanilerin iadei itibarlarının yeniden verilmesini…
Bizler dinî vecibelerimizi korkusuzca yerine getirebilmek ve yaşatabilmek için azınlık vakıf mallarının demokratik bir şekilde yönetilmesinden tutun da gayrimüslim vatandaşlara yönelik ayrımcı açık ve gizli uygulamaların derhâl kaldırılıp, Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde okutulan ders kitaplarını nefret söylemi ifadeleriyle bezemek yerine dayanışma içerisinde Millî Eğitim Bakanlığının ders kitaplarıyla ilgili müfredata uygun ve Süryani tarihçileriyle ortak bir heyet oluşturarak yeniden yazılmasını…
(F) maddesine paralel olarak laiklik ilkesinden hareketle, dinler arası eşitlik ilkesinden yola çıkılarak, cami, mescit, Diyanet İşlerine bağlı dinî kurumlara sağlanan maddi veya manevi kolaylıkların Süryani halkına da sağlanmasını, kiliselerimize bağlı din adamlarımızın Diyanet İşleri bünyesinde oluşturulacak bir bütçeyle maaşa ve sosyal güvenceye bağlanmasını…
Sosyal devlet ilkesine dayalı, yargı, askerî gibi alanlarda ve kamuda Süryanilerin yer almasını, toplumsal hizmet sağlayacak alanlarda, yol, su, elektrik, eğitim, sağlık, sosyal güvenceye, anayasal güvenceye bağlanmasını istiyoruz.
Başta Mor Gabriel davası olmak üzere diğer azınlık mallarının vakıf davalarının hukuk devletine yakışır bir biçimde sonuçlandırılmasını, idareyle uzlaşma müessesesinin hayata geçirilmesini istiyoruz.
Bu taleplerimizin hayata geçmesi, bu ülkenin azınlıklara verdiği değerle ilgilidir. Bizler bu ülkenin en kadim halkıyız, misafir değiliz, altı bin yılı aşkın yaşadığımız bu topraklarda Süryaniler olarak devletimizden beklediğimiz tek şey ötekileştirilmeden, ayrımcılığa uğramadan, barış içerisinde yaşamaktır.
Yukarıda taleplerimiz anayasal güvenceyle hep birlikte huzur içerisinde, kardeşçe yaşamak içindir.
Saygılarımla.
MOR GABRIEL MANASTIRI VAKFI VEKİLİ RUDİ SÜMER – Ben, Mor Gabriel Manastırı Vakfının Vekiliyim, Mardin Barosuna kayıtlıyım. Heyetimizle beraber gelmemizi istemeleri üzerine burada hazır bulunuyoruz. Ben birkaç husus ekleyeceğim.
Sivil anayasa çalışmaları hazırlıkları kapsamında biz cemaat vakıflarının, toplumun her kesimini görüşlerini almanızdan ötürü ayrıca teşekkür ediyoruz.
Sayın Başkanımız genel hatlarıyla Süryani halkının, gerek Türkiye’deki gerekse diasporadaki Süryani halkının sorunlarını dile getirdi. Ben biraz daha özele inip birkaç hususu ifade etmek istiyorum.
Süryanilerin şu anda yaşamakta oldukları en büyük sorunlarından biri, bir defa Lozan Anlaşması kapsamında azınlık olarak kabul edilmemeleridir. Normalde, devletimizin kurucu anlaşması olan Lozan Anlaşması’nda azınlık tanımı yapılırken dine dayalı bir ayrım yapılmıştır, bütün gayrimüslimler azınlık olarak kabul edilmiştir ve 37’nci maddeden itibaren gayrimüslim vatandaşlara, başta eğitim, din, dil alanında olmak üzere birçok alanda ayrıcalıklar tanınmıştır. Şu anda, biz fiiliyatta maalesef bu haklardan yararlanamamaktayız. Uygulamada azınlık hususu dile geldiğinde, genelde Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlarımız anlaşılmaktadır. Ama hiçbir surette Süryani hususu dile gelmemektedir. Azınlık olarak kabul edilmeyince de sözleşme kapsamındaki haklarımızdan yararlanamamaktayız.
Bu sorunla ilgili olarak din eğitimi konusunda çok ciddi sıkıntılarımız var. Özellikle din adamı yetiştiremiyoruz. Din adamı yetiştirme kurumları açamıyoruz. Dinimizi çocuklarımıza aktaramıyoruz. Sadece aile içerisindeki bir ortamda, çok amatör şekilde din öğretimi söz konusu olmaktadır. Mesela, İslam dinimiz, ilk, orta dereceli okullarımızda, imam hatip liselerinde, ilahiyat fakültelerinde, Kur'an kurslarında, çok seçenekli alanlarda eğitim verilirken, maalesef Hıristiyanlık dininin eğitimi konusunda çok büyük sıkıntılar yaşamaktayız ve buna Anayasa bazında hem güvence hem bir çare bulunmasını istiyoruz.
Din adamı hususunda şöyle bir durumumuz var: Din eğitimi verilemediği için profesyonel anlamda din adamı yetiştirilemiyor, sağlıklı şartlar, ortamlar oluşmadığı için de artık cemaatimizin gençleri, fertleri din adamı talebinde bulunmuyorlar. Bulunmadıkları için de din adamı açığımız oluşuyor. Şu anda, Midyat’ta olsun, Mardin’de olsun birçok Süryani köyünde din adamımız yoktur, bulunamıyor. Ne yapıyoruz? Bu durumda, dışarıdan da din adamı getirmekte -vatandaşlık sorunu olsun, başka sorunlar olsun- çok zor şartlarla karşılaşabiliyoruz. Çözümü bulunsun istiyoruz.
Din ve dil eğitimi hususuna kısaca değinmek istiyorum. Biliyorsunuz, UNESCO’nun yapmış olduğu bir araştırma var, Süryani dili çok yakın bir tehlikeyle karşı karşıya, ölmek üzere olan diller arasında kabul edilerek bir rapor hazırlanmış. Sanırım, Sayın Meclisimizin de dillerle ilgili, dil hakkını anayasal güvenceye kavuşturmak için yapmış olduğu bir çalışma var. Bu hususun görülmesini istiyoruz. Lozan Anlaşması kapsamında, Süryaniler eğer azınlık olarak kabul edilirse kendi eğitim kurumlarını açabilecekleri için kendi dilleriyle de eğitim verme hakları olacaktır. Onun haricinde de sadece dille ilgili profesyonel anlamda Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olabilir, bir kurum açılması imkânının tanınmasını biz talep ediyoruz.
Bu hususların haricinde, Süryanilerin çok çok büyük bir mülkiyet sorunu var şu anda yaşamakta oldukları. Biliyorsunuz, 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında terör olaylarından dolayı birçok köyümüz boşalmıştır, terk edilmiştir. Bundan en çok da hiçbir silahlı gücü, feodal yapısı, aşireti olmayan Süryaniler etkilenmiştir, ilk kaçanlar da onlar olmuştur. Çok yoğun şekilde, gayrimenkulleri, toprakları, köyleri terk edilmiştir. Şu an, çoğu yurt dışında ve 2000’li yılların ortalarından itibaren başlayan kadastro çalışmalarında köylerine gelip gayrimenkullerini adlarına tapulatmaya çalışmışlardır ve çok büyük bir orman sorunu ve hazine sorunuyla karşılaşmışlardır.
Orman sorununu ben şöyle size arz edeyim: Fiiliyatta tapulama ve kadastro çalışmaları yapılırken devletimizin orman haritası var, orman haritasını açıp yeşille görülen her yer orman yapılıyor ve 1 santimlik kayma binlerce dönümün kaybı anlamına gelmektedir. İnsanlar tabii köylerini terk edince bazı gayrimenkulleri doğal bitki örtüsüyle kaplanmıştır. Ama olayda da bir olağanüstü durum, mücbir bir sebep var yani bu insanlar keyfî nedenlerle gayrimenkullerini, köylerini terk etmemişlerdir, kaçmak durumunda kalmışlardır, devletten yeterince koruma almadıkları için kaçmışlardır. Şu anda birçok Süryani vatandaşımızın gayrimenkulü orman olarak kabul edildiği için köylerine gelip gayrimenkullerini işleyemiyorlar çünkü arazilerin zaten verim durumu çok düşük. Arazilerini işleyemedikleri için ekonomik açıdan güçsüz kaldıklarından köylerine geri dönüş konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşıyorlar.
Bir diğer konu da yine bu bağlamda, köylerin terk edilmesinden sonra yapılan geri dönüşlerde gayrimenkuller bakımsız, kayalık, taşlık, devletin malı olarak vasıflandırdığımız kapsama alınmışlardır. Bu kapsama alınmasına da yine ortada bir mücbir sebep, terör olayı oluşu olgusu, terörle mücadele faaliyetleri kapsamında köylerin boşaltılması olayı var. Devletin yasa mevzuatı açısında burada çok ciddi bir çelişki var. Ben bunu izah etmek istiyorum. 5233 denen bir yasa çıktı, hepinizin malumu olduğu üzere. Bu Yasa kapsamında, devlet vatandaşını terör olayları ve terörle mücadele faaliyetleri kapsamında korumadığı için bir yandan tazminat öderken, öbür taraftan “Vay kardeşim, sen niye gayrimenkulünü işlemedin, tarımsal amaçlı kullanmadın, zilyetlik, mülkiyet ilişkini kopardın.” diye ellerinden alınma durumu söz konusu olabiliyor. Bu iki mevzuatın çelişmesinden ötürü çok ciddi şekilde bir mülkiyet kaybımız oluyor.
Öte yandan, Süryaniler bölgesel açıdan, devlet açısından zayıf bir etnik grup olarak görüldükleri için maalesef çevre köylerdeki halktan, ahaliden sürekli işgaller oluyor. Süryani halkı sürekli olarak göç veren insanlar. Biliyorsunuz, bir avuç insan kaldı yani Mardin dolaylarında 1.500-2.000 insan kaldığı istatistiği var ortada, bir gerçeği var ama ortada onlarca Süryani köyü var. Çevredeki köy ahalisi de Süryani gayrimenkullerinin boşaldığını görünce bu defa en zayıf halk gördükleri Süryanilerin gayrimenkullerini işgal etmeye başlıyorlar ve bu konuda da savcılıklara yapılan şikâyetler, mahkemelerde açılan müdahale davaları maalesef biraz yetersiz kalmaktadır. Mülkiyet hakkının çerçevesi çizilirken anayasa düzeyinde bu hususa dikkat edilmesini istiyoruz.
Bu bağlamda, yine köy sınır sorunu var. Mor Gabriel Manastır Vakfımızın da yakın tarihte yaşamış olduğu bir sorun. Tapulama çalışmaları yapılırken Süryani köylerinin sınırı çizilirken sürekli olarak komşu ve civardaki köyler sınırlarını Süryani köyleri aleyhinde genişletip o köyün, Süryani köyünün ormanını, merasını, devletin malını kendi köylerine dâhil ettirip yasal anlamda yararlanma haklarını elde etmeye çalışıyorlar. Bu konuda da ciddi sıkıntılarımız var.
Türkiye'nin kanayan yarası hâline gelen cemaat vakıfları sorununa biraz değinmek istiyorum.
Şu anda Vakıflar Kanunu’nun geçici 11’inci maddesi eklendi, doğrusu uygulamasını daha henüz tam olarak görmedik, biz yakın tarihte müracaat edeceğiz. En büyük temennimiz öncelikle uygulamada sorunlarla karşılaşmamak çünkü yasal mevzuat açısından güzel çalışmalar oluyor, bunu hepimiz takdir ediyoruz, inşallah, böyle de devam eder. Yalnız uygulamada, 2003 yılında da buna benzer bir çalışma yapılmıştı, çıkarılan yönetmelikler, uygulamalar maalesef yeterince hayata geçmemişti. Umarım öyle bir sıkıntıyla karşılaşılmaz.
Şu anda, başta Mor Gabriel Manastırı Vakfımız olmak üzere, diğer vakıflarımızın Orman ve Maliye Hazinesiyle yaşamış oldukları bir kısım sorunlar var, mallarının bir kısmı orman alanı olarak kabul edilmiş, bir kısmı hazine malı olarak kabul edilmiş ve bunlar hâlen mahkemelerde devam etmektedir.
Özellikle orman alanı sorunu, maalesef mahkemelerde, vakıflarımız, cemaat vakıflarımız tarafından tasarruf edildiği kabul edilmekle beraber, 1936 Beyannamesi’nde beyan edildiği kabul edilmekle beraber, Anayasa’nın sanırım 169’uncu maddesinin, tam emin değilim, ormanla ilgili düzenlemesinden ötürü, bir türlü o sorunu aşamıyoruz.
2B yasasının çıkarılacağı söyleniyor. Umarım, o yasal düzenleme bir adım ileri gidip gerçek hak sahiplerine bu gayrimenkullerin bedelsiz şekilde iade edilmesinin de yolunun açılmasını biz talep ediyoruz.
Bir de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda yakın zamanda yapılan bir değişiklik var. Birinci derece kültür varlığı kabul edilen alanlar henüz tapulanmamışsa yani kazanılmış hak statüsüne girmemişse doğrudan doğruya Hazine adına tescil edilebiliyor. Sayın Maliye Bakanımız Mehmet Şimşek’in köyü var, Batman-Gercüş ilçesi Arıca köyü, oradaki Mor Gabriel Manastırı Vakfımızın iki tane kilisesi bu gerekçeyle, birinci derece kültür varlığı ilan edilmesi nedeniyle Hazine adına tescil edilmişti ve yargıya konu oldu. Bu gayrimenkullerin, bu kiliselerin geçmişi beş yüz yıldan erken değildir, daha ötededir. Bu gayrimenkullerimizi zaten koruyabildik ki, bugüne kadar gelebilmiş. Bu tarihî varlıkları biz çok iyi üstlenebildik, koruyabildik ama sonuçta sırf kültür varlığı diye, birinci derece ilan edilen kültür varlığı diye el konuluyor ve dolayısıyla mülkiyet hakkı ihlali gündeme gelebiliyor.
Bunun gibi, birinci derece haricinde kültür varlığı ilan edilen diğer kiliselerimizin -bütün kiliselerimiz hemen hemen kültür varlığı ilan edilmiş- restorasyonu konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşıyoruz.
Restorasyon hemen hemen mümkün değil. Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurullarının da yapmış oldukları çok sıkı restorasyon çalışmaları yok. Bu durumda, yapılar zaman içerisinde gittikçe çürümeye yüz tutuyor.
Ayrıca, bizim, Lozan Anlaşması’yla cemaat vakıflarıyla ilgili güvence verildiği için yeni cemaat vakıflarının da kurulması yönünde talebimiz var, federasyonlaşma talebimiz var. Cemaatlere tüzel kişilik tanınması talebimiz var. Bu hususu da zaten raporumuzda ayrıntılı bir şekilde ileri sürdük.
Kültürel haklara biz güvence tanınmasını talep ediyoruz çünkü kültürel haklara Anayasa düzeyinde bir güvence tanınmazsa bunlar sürekli ihlallerle karşılaşabiliyorlar.
Ben somut bir olayı da sizlere arz etmek istiyorum: Mesela Süryanice soyadı konusu gündeme geldi. Şu an Süryani vatandaşlarımız diledikleri Süryanice ismi kullanabiliyorlar ama Süryanice soy ismini kullanamıyorlar. Bu konuyu biz yerel mahkemede dile getirdik ve Anayasa Mahkemesine taşındı bu konu. Anayasa Mahkememiz, maalesef 8’e karşı 9 oyla bu hususun Anayasa’ya aykırı olmadığını, aslında bu hükmün yani herkesin Türkçe soyadı kullanma zorunluluğunun ayrıştırıcı değil birleştirici bir hüküm olduğunu kabul etti. Bu davanın da şu an yakın tarihte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gitme durumu var. Bunun gibi Süryani yerleşim yerinin Süryanice isimlerle tanınmasını, kullanılmasını talep ediyoruz. Yani dil hakkı olsun, soy ismi olsun, yerleşim yerleri adları olsun, buna benzer bütün hususlar yaşatılmaması hâlinde bu kültürler ölüyor yani Süryanilik olsun, Süryani etnik kökenli vatandaşlarımız olsun veya diğer etnik kökenli vatandaşlarımız, diller olsun bu ülkenin zenginliğidir. Biz Osmanlı Devleti’nde olsun, ondan önce olsun, sürekli olarak bir arada yaşamayı başarmış olan milletleriz ama biz kültürümüzü, dilimi, dinimizi yaşayamazsak bunlar zaman içerisinde ölebilir. Bu konuda anayasal güvence sağlanmasını biz talep ediyoruz.
Sayın Başkanımızın da sözünü ettiği gibi, laik bir devletiz. Laik bir devlette devletin tüm dinlere eşit mesafede olması ve tüm dinlere eşit hakları tanımasını biz talep ediyoruz.
Mesela Vakıflar Kanunu’nda yapılan değişiklikle Vakıflar Meclisi denilen bir müessese kuruldu ve bundan çok memnunuz çünkü artık bir cemaat vakfı temsilcimiz var ve artık kendi aramızda daha organize olup, daha organize ve profesyonel şekilde taleplerimizi devletimize iletebiliyoruz. Bu tür bir düzenlemenin yapılması, gayrimüslimlerin kendilerini, Diyanet İşleri Başkanlığı nezdinde olabilir veya kurulacak yeni bir müessese nezdinde temsil ettirebilmesini, ayrıca tüm dinlere devletten sağlanan hakların, yapılan finansmanın diğer dinlerdeki din adamlarına ve müesseselere de eşit şekilde dağıtılmasını biz talep ediyoruz.
Değiştirilmesini istediğimiz çok önemli bir hüküm daha var. Anayasa’mızın 90’ıncı maddesinin son fıkrasında 2004 yılında yapılan bir değişiklik var. Temel hak ve hürriyetlere ilişkin uluslararası anlaşma hükümleri ile kanunlarının hükümlerinin çatışması hâlinde, temel hak ve hürriyetlere ilişkin anlaşmanın uygulanacağından söz ediliyor. Maalesef bu hüküm hayata geçememiştir. Her ne kadar anayasal düzeyde bir güvence verilmiş ise de somut olaylarla karşılaştığımızda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları başta olmak üzere, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi hükümlerini biz takdim ediyoruz ama maalesef yerel mahkeme düzeyinde uygulanmıyor, yerel mahkeme düzeyinde uygulansa bile Yargıtay, yüksek mahkeme nezdinde bunlar uygulanamıyor. Dolayısıyla, aynı sorunla ilgili defalarca dosyalar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine gidiyor ve Türkiye aleyhinde tazminat kararları çıkabiliyor. Bunun en güncel olaylarından biri de orman olayı.
Örneğin, vatandaşın gayrimenkulü adına mahkeme kararıyla, 60’larda olsun, 70’lerde olsun, 80’li yıllarda olsun tapulandıysa genel kadastro çalışmalarında bir anda orman yapılabiliyor. İşte “Ben gayrimenkulümü sizin, Türkiye Cumhuriyeti mahkemesi kararıyla tescil ettirdim.” diyorsunuz, onu bile dinlemiyorlar. Orman oldu mu direkt mülkiyet hakkı sorunu yaşanabiliyor ve bunlar defalarca tekrarlanıyor. Cemaat vakıflarıyla ilgili çok sık yaşanan sorunlar oldu, sıkıntılar oldu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden gelen.
Temel hak ve hürriyetlere ilişkin anlaşmalarla ilgili, özellikle de ben genel bir çerçeve de çizilmesini istiyorum yani insan hakkı vurgulamasını yapmak istiyorum. Bu hususlarla ilgili Anayasa’mızda mutlak surette güvencenin sağlanmasını biz talep ediyoruz.
Bu bağlamda diğer bir sorun da yapılan yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi. Bazen bakıyorsunuz çok güzel bir yasa hazırlanabiliyor, yalnız bu yasanın hayata geçmesi konusunda çıkarılan yönetmeliklerde olsun, genelgelerde olsun çok kısıtlayıcı, sınırlayıcı hükümler yer alabiliyor. Devlet memurlarımız da direkt yasaya tabi değil yani kendilerini ilgili kurumdan gelen genelgeyi uygulamakla yükümlü hissettikleri için, bu genelgelerin, yasalara göre çıkarılacak yönetmeliklerin uyumlu olmasını ve meslek içi eğitimlerin sıklaştırılmasını istiyoruz ki, yasaların hayata geçirilmesi söz konusu olabilsin.
Demin yine arz etmiştim, 2003 yılında cemaat vakıflarının mal edinmesiyle ilgili çıkarılan bir hüküm vardı. Orada cemaat vakıflarına mal iadesiyle ilgili yapılan bir değişiklik vardı Vakıflar Kanunu’nda ama öyle bir yönetmelik çıkarıldı ki, sanırım yapılan başvuruların yüzde 5’i, yüzde 6’sı bile kabul edilmemişti yönetmelikten dolayı.
Sorunlarımızın bir tanesi de vatandaşlık tanımı, vatandaşlık kabul şartlarıyla ilgili bir sorundur. Zamanında vatandaşlarımızın Türkiye Cumhuriyeti’ni çeşitli olaylardan dolayı terk edip yurt dışına yerleşmesinden sonra kendi alt soyu, çocuğu, şu an yabancı ülkede doğmuş, Türkiye nüfusuna kaydettirilmediği için yapmış olduğu başvurular var. Bu başvurularda maalesef yurt dışına zamanında göç eden vatandaşımızın aldığı kimlik bilgileriyle Türkiye’deki kimlik bilgileri arasında en ufak bir tutarsızlık olması hâlinde vatandaşlık talepleri kabul edilmiyor. Askerlik sorunu var. Askerlikten atılanların tekrar vatandaşlığa geri dönüşlerinin sağlanmasını istiyoruz. Vatandaşlıkla ilgili yapılacak olan tanımlamanın dil, din, ırk, renk, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin herkesi kucaklayıcı bir tanımlama hâline dönüştürülmesini istiyoruz.
Ayrıca, bu bağlamda yine eşitlik ilkesinin mutlaka Anayasa’yla güvenceye alınan tüm hakları kapsayacak şekilde sağlanmasını istiyoruz yani 10’uncu maddemizin lafzına baktığınızda, güzel bir madde, yeterince tatmin edici bir madde olabilir ama maalesef diğer hakların uygulanması konusunda sıkıntılar yaşanabiliyor.
Bu şekildeki taleplerimizi ben özet olarak sunduktan sonra, bu taleplerimizin Anayasa’da güvenceye bağlanmasını talep ediyoruz çünkü bu Anayasa değişikliğinden sonra mutlaka çok yoğun bir yasal süreç başlayacaktır, yasalarımız değişecektir.
Bu taleplerimizin dikkate alınması suretiyle sorunlarımızın giderilmesi hâlinde çok çok büyük bir sorunun aşılmış olacağına inanıyoruz ve sizlere tekrar teşekkür ediyoruz.
ATİLLA KART (Konya) – Biz teşekkür ediyoruz.
Arkadaşlar, sorularınız varsa…
Buyurun Sayın Şahin.
MEHMET ALİ ŞAHİN (Karabük) - Ben de çok teşekkür ederim gerek Sayın Ergün’e gerek Sayın Sümer’e.
Zaten bir yazılı metin hazırlamışlar. Bu yazılı metinde Türkiye’de yaşadıkları sorunlar ayrıntılı şekilde ifade edilmiş. Kendileri de biraz önce sözlü olarak da bu sorunları ifade ettiler.
Daha önce üstlenmiş olduğum görevler sebebiyle yurt dışına gittiğimde, Stockholm’de, New York’ta, sizin oradaki cemaat yetkilileriyle de bir araya gelerek, Türkiye’de yaşadığınız bu sorunlarla ilgili karşılıklı fikir alışverişinde bulunmuştuk. Bu görüşmelerden de biliyorum ki, Türkiye’de, özellikle (Deyrulumur) Mor Gabriel Manastırıyla ilgili yaşanan mülkiyet sorunu konusunda hâlâ sorunun çözümüyle ilgili çalışmaların devam ettiğini biliyorum.