S:79
Ondokuzuncu Lem'a 1935 Ramazandan sonra Ispartada Yirminci ve Yirmibirinci
Lem'alar 1934 Kat'î Barlada.
Yirmikinci Lem'a 1934 Iparta'da kesin
Yirmiüçüncü Lem'a Tesbit edilemedi
935
Yirmidördüncü Lem'a 1934 Isparta'da kesin.
Yirmibeşinci Lem'a 1934 Isparta'da Kat'i
Yirmialtıncı Lem'a 1934 Ekser ricaları Isparta'da kat'i Yirmiyedinci Lem'a 1935-36 Eskişehir Müdafaanamesi Yirmisekizinci Lem'a 1935 Eskişehir Hapsinde
Yirmidokuzuncu Lem'a 1935 Eskişehir Hapsinde
Otuzuncu Lem'a 1935-36 Eskişehir Hapsinde
Otuzbirinci Lem'a onbeş şuadan ibarettir.
Otuzikinci Lem'a bir cihette matbu Lemaat eseridir.
Otuzüçüncü Lem'a 1921-23 Mesnev-i Arabidir.
Ç-ŞUALAR BÖLÜMÜ:
RİSALE İSMİ TE'LİF TARİHİ ME'HAZI
Birinci şua 1936 Te'lif, 1938 Tebyiz.Başındaki
tarifden
İkinci şua 1936 Eskişehir Hapsi
Üçüncü şua 1937 Kastamonu Osmanlıca
Kastomonu-2 Lahikası S:47
Dördüncü şua 1938 Tahminen
Beşinci şua’ 1938 KastamonuLahikasıOsmanlıca
S:35
Altıncı şua ‘ Tesbit edilemedi
Yedinci şua 1938 diğer bir me'haz de 1941 Osmanlıca Sikke-i Tâsdik S:90
Sekizinci şua 1942 Aynı Eser S:90
Dokuzuncu şua 1940 Onbeşinci Lem'adan sonra Tesbit edilmedi Nurların fihristi
Onuncu şua 1940 Denizli Hapsi1944 Denizli Hapsi
Onbirinci şua 1943-44 Denizli Hapis Mektupları
936
Ondördüncü şua 1943-44 Afyon Mahkemesi Müdafaanamesi ve hapishane mektupları
Onbeşinci şua 1948-49 1949 Afyon Hapsi
NURLARIN TE'LİFİYLE İLGİLİ MÜHİM BİR KAÇ NOKTA
Birincisi: Üstte tanzim ettiğimiz cedvelde görüldüğü gibi, Nur risalelerinin kesin tarihleri tam tamına maalesef tesbit edilememiştir. Sözler bölümününki daha azdır. Fakat otuzüç adet sözlerin te'lif başlangıcıyla sona ermiş tarihleri 1926-1931 yılları arasında olduğu kesindir. Ancak Sözler'in te'lifi yapılırken aynı zamanda arada mühim bazı mektupların da te'lifleri
aynı tarihler de olmuştur. Amma Sözlerin tek tek tamamının, sene olarak te'lif tarihlerini maalesef bulamadık. Hele günü ise, hiç belli değildir. Mektubat bölümünün tarih sıralaması nisbeten daha bellidir.
İkinci Nokta: Hazret-i Üstad Nur risalelerinden birisinin te'lifıne başladığı zaman ve başlarken; O risalenin bir nevi' şemasını çizer tarzında, içindeki mevzuların noktalarını veya nüktelerini başta kaydeder. "Şu söz, şu kadar nüktelerden veya noktalardan veya makamlardan ibarettir" diye önceden belirler.
Üçüncü Nokta:Risale-i Nurların kâffesi için, yüz otuz risale tabirleri çokca nurlarda medar-ı bahis olur. Bu tabir, bir keyfiyetin azametini ifadedir. Yoksa Risale-i Nurun manevî azameti ve fevakaladde kıymetliliği ve orjinallik vasıfları taşıması gibi; maddetende büyük ve hacimce kalın ve çok kabarık risalelerin kemiyeti murad değildir.
Geçmişteki büyük ve dahî bazı İslam müelliflerinin ekseriya tasnifat yoluyla te'lif ettikleri on cildlik, yirmi cildlik büyük eserleri gibi; Sahifeler cildler ve muhteva itibariyle çok kabarık ve büyük oldukları gibi, Risale-i Nurlann da o derecelerde büyüklüğü diye bir şey mevzu' bahis değildir. Umum risaleler yanyana gelse belki de eski İslam müelliflerinin meselâ büyük eb’adlı bir onbeş cildlik eserlerinden üç-dört cildi kadar da olmıyabilir.
Lâkin herkesçe bilindiği gibi, Nur risaleleri tasnif değil, metin olarak te'lifdirler. Şerh değil, özdürler. Kabuk ve kışır değil, halis lübbdürler. Hem îcaz-ı i'cazînin bir şu'lesi olarak cevamiül kelimdirler. Hem vakıf malı olmuş ve selef ve halefin arasında müştereken mütedavil ma'lûmat ve birbirinden nakil ve rivayetlerin tafsilâtı da değildirler. Belki Nur Risaleleri, müellifinin de bir çok defa beyan ve ifadeleriyle; Kur'an'dan gelmiş ve İslâm'ın
937
ukde-i esasiyeleri olan temel bilgilerin ruhu mesabesinde ki hakikat ilminden istihraç edilmiş mücmel ve mûcez hakikatlar manzumesidirler. Bu i'tibarla ve binler ehl-i hakikat ulemanın da şehadet ve ikrarıyla; Risale-i Nur'un bazen bir cümlesi başka kitaplann bir kaç satırı kadar.. Ve bir satırı bir sahifeleri kadar.. ve bir sahifesi başkalanmn bir risalesi kadar hakikatları câmi' olduğu kesindir ve meydandadır.
İşte bu noktadan ve keyfiyet cihetinin şu muazzam hakikatından dolayı, Risale-i Nurlar için "Yüzotuz parça" tabiri hiç bir zaman kemiyetinin fevkalâde büyüklüğünden değil, keyfiyetinin azamet ve ihtişamını ve câmi' ve külliliğini i'lândan ibarettir.
Dördüncü Nokta: Cedvelde de görüldüğü gibi; Risale-i Nurların te'lif tertibi; -mübalağasız bir hakikat olarak- herhangi bir sıra takib etmemektedir. En başta SÖZLER BÖLÜMÜ, te'lifte sıra takib etmediği gibi; MEKTUBAT VE LEM'ALAR kısmı da, bazıları sözlerin te'lifi içinde, bazen de birbirleri içinde te'lif edildikleri gibi; sıra tertibi de takib edilmemiştir. 1,2,3, ta otuz, otuzüçe kadar rakamlar ve isimler verilerek dizilmeleri; te'lifinden bir müddet sonra tahakkuk etmiş ve ihtiva ettikleri mevzuların ehemmiyetine göre ve hem yine ihtar ve sünûhatların manevî iş'arlarıyla makamlarına yerleştirilmişlerdir. Nitekim üst taraflarda bu hususa dair bazı vesikalar takdim edilmiştir.
Bir İhtar:
Son zamanlarda bazı zevzek cahil-cühelanın veya sinsî maksadlı perde altında bir takım müfsitlerin işaa ettikleri; Risale-i Nur hakkında tahrif iftiralarına cevab olarak delil ve ispata dayanan belge ve vesikalarla mücehhez bir fasıl buraya dercedilmişti ki, bütün o işaaların aslı
faslı hiç bir hakikata dayanmıyan boş bazı teranelerden ibaret olduğu ispatlanmıştı. Ancak onu buraya değil, Hazret-i Üstad'ın vefatından sonraki "zeyl" kısmı içinde dercedilmesi daha uygun görülerek buradan kaldırılmıştır.Ayrıca, yine, “Zeyl” kısmına Risale-i Nurları sadeleştirme düpedüz bir tahrif ameliyesi olacağınıda dercetmiş bulunuyoruz.
İLMÎ, DİNÎ, FIKHÎ VE TASAVVUFÎ BAZI SUAL VE CEVABLARI
Hazret-i Üstad Barla'da bulunduğu yıllarda, başta Hulusi Bey olmak üzere Re'fet Bey, Şeyh Mustafa, Binbaşı Asım vesaire bazı talebeleri bir çok mevzularda Üstad'a husûsî ve umumî sualler sormuşlardır. Hazret-i Üstad ise, suallerin değerine göre cevablar vermiş. Bu suallerin cevablarından en
938
mühim olanları Mektubat ve Lem'alar'a, Risale olarak girmişlerdir. Risalelik makamından bir derece aşağı kısımları da lahikada kalmıştır. Risalelere geçen kısımlar malûm ve münteşir ve geniş izahlı ve Risale makamında bulunduğundan; bunların içinden sadece dünyanın ömrü hakkında vürûd eden bir hadisin ilmî tahkikatıyla ilgili olan parçayı kaydetmek isteriz. Bunu da lahikalardan kayd edeceğimiz cevabların akabinde dercetmek niyetindeyiz.Şimdi Barla Lahikası'na geçmiş sualler kısmından umuma faydalı olan bir kaçını alıyoruz. Bunları da bir kaç sınıfa ayırarak sıraya koyuyoruz:
1- Fıkhî mes'eleler
2- İtikadî mes'eleler
3- Gıybet ve kazf-ı muhsanattan zecr..
FIKHÎ VE DİNİ MES'ELELERDEN
KFFARET MESELESİ
Aziz, Sıddık, müdakkik kardeşim Re'fet Bey!
Sorduğun suale en kolay ve ruhsatlı cevab senin cevabındır. Mülteka şerhi Damad'ın ve Merakayilfelah ikisi demişler: İki Ramazan için bir keffaret kâfidir. Müteaddit vak'alara bir keffaret kifayet eder. Çünki tedahül vardır.. Ve demişler.
Hakikat nokta-i nazarında bu meselede azimet var, ruhsat var. Azimet hali: Kuvveti müsaid ise, her Ramazan için ayrı bir keffaret var. Fakat ruhsat ciheti; tedahül sırrına binaen, müteaddit Ramazan için bir keffaret farz, ayrı ayrı keffaret müstehab derecesinde kalır. Bu keffarette manay-ı ukubetle manay-ı ibadet ikisi dahil, münderiç olduğu için; hem kerhen icbar edilmiyecek, hem tedahül eder.
Aziz Kardeşim, Fıkh-ül Ekber olan esasat-ı imaniye ile meşgul olduğumuz için, nakle ve ehl-i içtihadın medarikine ve meahizine bakan dekaik-ı mesail-i fer'iyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih olamıyor. Zaten yanımda da kitaplar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki müracaat edeyim. Hem Ulema-yı İslam o kadar tedkikat-ı saibe yapmışlar ki; füruata dair tedkikat-ı amikaya ihtiyaçları kalmamış. Eğer hakiki ihtiyaç hissetseydim, böyle füruata dair müçtehidinin derin me'hazlerine gidip, bazı beyanatta bulunacaktım. Belki de daha o nevi hakaika meşguliyet zamanları gelmemiş...(165)”
(165) Barla Lahikası, S:351
939
FIKHİ MESELEDEN DİŞLERİN KAPLANMASI HAKKINDA:
“1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevab veremiyorum. Fakat bu mesele ile münasebettar bir iki mes'ele-i şeriatı icmalen yazıyorıun. Şöyle ki:
Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil, sünnettir: Fakat gusül hengamında ağzını yıkamak farzdır. Az bir şey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplamak lehinde ulemalar fetva vermeye cesaret edemiyorlar. İmam-ı A'zam ile İmam-ı Muhammed (R.A) gümüş ve altından dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş meselesi umum-ul belva suretinde o derece intişarı var ki, ref i kabil değil. Ümmeti bu belva-i azimeden kurtarmak çaresini düşündüm.. Birden kalbime bu nokta geldi: “Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i içtihadın vazifesine karışayım!..”
Fakat bu umum-ul belva zaruretine karşı, fetvalara tarafdar olmadığım halde, diyorum ki: Eğer mütedeyyin bir hekim-i hazıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa, altındaki diş, ağzın zahirisinden çıkar, batın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması guslü iptal etmez. Çünki üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor.
Evet, cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından, ceriha yerine yıkanması şer'an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi, böyle ihtiyaca binaen sâbit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü iptal etmez. Vel-ilmû indallah! madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünki, hatta zaruret derecesine geldikten sonra, böyle umum-ul belvalar eğer bilerek su-i ihtiyarıyla olsa, o zaruret ibahaya sebebiyet vermez. Eğer bilmiyerek olmuş ise, zaruret için elbette cevaz var.
SAİD-İ NURSİ(166)”
FIKHÎ MESELEDEN CEMAAT ADETİNİN EFDALİYETİ HAKKINDA
"Rabian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için Hanefi ulemasının kavillerini ve ehadisin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence böyle efdaliyet meselesinde kabulu ammeyi ihsas eden adet-i cemaat medar-ı tercihdir. Adet-i İslamiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.
(166) Barla Lahikası, S:351
940
Birinci sualiniz: Eğer Kur'an okunurken, namazın, tesbihatın tetimmesi ise; Kıbleye karşı duranlar vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur'an müstakil olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihat-ı sitte ile mukayyed olmıyan ruh kulağıyla dinliyen adam, kıbleye karşı teveccüh etse ve cismani kulağıyla dinliyen adam okuyana karşı teveccüh etse evlâdır.
İkinci sualiniz: Cemaatın iştiyakını ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül eder.
Üçüncü sualiniz: Üç ihlâs bir fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.
Dördünücü sualiniz: Kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi şâfiice sünnettir. Hanefice dahi müezzin için her namazda sünnet olması gerektir...(167)
FIKHÎ VE DİNÎ SUALLERDEN
LAYUHTÎLİK MESELESİ
"Aziz Kaddeşlerim, Üstad'ınız layuhtî değil.. Onu hatasız zannetmek hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla, bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetden düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla insaf odur ki, bir seyyie, bir hata görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp i'tiraz etmemek gerektir...
Biliniz kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatamı gördüğünüz vakit, serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hatta başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz...(168)"
İTİKADÎ VE DİNÎ MES'ELELERDEN OLAN
MÜSLİM-İ GAYR-İ. MÜ'MİN MESELESİ
“Müslim-i gayrı mü'min ve mü'min-i gayr-i müslimin manası şudur ki: Bidayet-i hürriyette İttihatçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki;
(167) Barla Lahikası, Envar Neş'riyat, S:251
(168) Aynı eser ilk baskı Envar neşriyat S: 99
941
İslâmiyet ve Şeriat-ı Ahmediye; Hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhasaa siyaset-i Osmaniye için gayet nâfi' ve kıymettar desatir-i aliyeyi câmi' olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-ı Ahmediyeye taraftar idiler. O noktada Müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak tarafdarı oldukları halde, mü'min değildiler. Demek Müslim-i gayr-ı mü'min ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise, firenk usûlüne ve medeniyet namı altında bid'akârane ve şeriatşikenane cereyanlara tarafdar olduğu halde; Allah'a, ahirete, Peygambere imanı da taşıyor ve kendini de mü'min biliyor. Madem hak ve hakikat olan Şeriat-ı Ahmediyenin kavanînini iltizam etmiyor ve hakiki tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü'min oluyor.
İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz iman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor denilebilir.(169)"
İÇTİMAİ AKİDEYE TAALLUK EDEN BİR MESELE
(ZEYDİLER HAKKINDA)
“Saniyen: Yemen İmamı olan Zeydîler seyyidi hakkındaki sualiniz hakikaten ehemmiyetli ve yümünlüdür. Fakat meymenetsiz bir zamana rastgeldi. Hem zihnim kapalı, hem hal müsaid değil, hem ve hem... Yalnız bu kadar var ki; meşhur İmam-ı Zeyd, Sâdât-ı azimeden ve eimme-i âl-i beytdendir. Ve müfrit şiaları reddeden ve deyip, Hazret-i
Ebubekir ve Hazret-i Ömer'den teberriyi kabul etmiyen ve o iki halife-i zişanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etba'ları şiaların en mu'tedili ve sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşaallah Vehhabilerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi, ehl-i sünnet velcemaatten, Zeydilerin inhirafları dahi istikamet kesbedip ehl-i sünnete iltihak edip imtizac edecekler.
Bu ahirzaman çok çalkalanıyor.. Bu fitne-i ahirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor...(170)”
YİNE FIKHA VE AKİDEYE TAALLUK EDEN
YEDİ KEBAİR MESELESİ
“...Hem mektubunuzda yedi kebairi soruyorsunuz. Kebair çoktur. Fakat Ekber-ül kebair ve mûbikat-ı seb'a tabir edilen günahlar yedidir.
(170) Aynı eser, S:106
942
“Katl, Zina, şarap, Ukuk-u valideyn (Yani kat'-ı sıla-ı rahim) kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara tarafdar olmaktır.(171)”
GIYBET VE KAZF-I MUHSANAT MESELESİ
“ Gıybet şu ayetin kat'î hükmiyle nazar-ı Kur'anda gayet menfûr ve ehl-i gıybet gayet fena ve alçaktırlar: Gıybetin en fena ve en şeni'i ve en zalimane kısmı: Kazf-ı muhsanat nev'idir. Yani gözü ile görmüş dört şâhidi gösteremiyen bir insan, bir erkek veya kadın hakkında zina isnad etmek, en şeni' bir günah-ı kebair ve en zalimane bir cinayettir. Hayat-ı içtimaiye-i ehl-i imanı zehirlendirir bir hiyanettir. Mes'ud bir ailenin hayatını mahveden bir gadırdır.
Evet, sûre-i Nur bu hakikatı o kadar şiddetle göstermiş ki, vicdan sahibini titretiyor ve tüylerini ürpertiyor:
şiddetle ferman ediyor ve diyror ki: “Gözü ile görmüş dört şâhidi gösteremiyen merdud-üş şehadettir. Ebedî şehadetlerini kabul etmeyiniz. Çünki yalancıdırlar.”
Acaba böyle kazfe cesaret eden hangi adam var ki, gözü ile görmüş dört şahidi gösterebilir. Kur'an-ı Hakim bu şartı koşturmakla, böyle şeylerde şakk-ı şefe etmeyiniz,bu kapıyı kapayınız demektir.
tehdidiyle öyleleri münafık gibi ehl-i imanın hayat-ı içtimaiyelerini böyle işa'alar ile ifsad ediyorlar, ifade ediyor... Bilhassa böyle gıybet, ehl-i namus ve ehl-i haysiyet hakkında olsa.. ve bilhassa ehl-i ilim hakkında olsa.. ve bilhassa akıldan hariç bir tarzda olsa; mesela namuslu bir zat, kendi gayet yakışıklı, her cihetle mükemmel ve ailesine kemal-i i'timadı olduğu halde; hiç bir cihette ona mukabil gelemiyen ve onun hizmetkârı hükmünde ve ona nisbeten çirkince bir insan ve dünyada onların içtimaını hiç bir fıtrat ve vicdan kabul etmediği bir surette o biçare ailesini o surette gıybet etmek, bu nevi gıybetin en şeni'dir.
Böyle eşna' gıybetin sebebi, olsa olsa; insanın dest-i ihtiyarında olmıyan bir muhabbet vasıtasıyla, yine kadınların kıskançlığından ve habbeyi kubbe görüp ve kendi iffetini göstermekle başkasını ittiham etmek
(171)Aynı eser, 2. baskı S:335
(172) Barla Lahikası,ilk baskı Envar Neşriyat, S:154
943
nev'inden bu nevi şayialar meydan alıyorlar. Bu işaadan tevbe etsinler... Yoksa kahr-ı ilâhî gelmesi kaviyyen me'muldur. Öyle iftira edenler, böyle iftiraya maruz kalacakları, cezay-ı amelleri olmak ihtimalini düşünsünler. Said-i Nursi (172) ”
DİNÎ VE TASAVVUFÎ MES'ELELERDEN BİRİNCİSİ:
LETAİF-İ AŞERE MESELESİ
Aziz sıddık kardeşim Re'fet Bey!
Mektubunda letaif-i aşereyi sual ediyorsun. Şimdi tarikatı ders vermek zamanında olmadığımdan; tarik-ı Nakşi muhakkiklerinin letaif-i aşereye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcud mesaili nakil değildir. Gücenme tafsilat veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki: Letaif-i aşereyi, İmam-ı Rabbani: Kalb, Ruh, Sır, hafi, ahfa, insanda anasır-ı erba'ının her bir unsurdan o unsura münasib bir latife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkde her mertebede bir latifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir. Ben kendimce görüyorum ki; İnsanın mahiyet-i camiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var.. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hatta hükema ve ulema-i zahire dahi O letaif-i aşerenin pencereleri veya numûneleri olan havass-ı hamse-i zahire ve havas-i hamse-i batına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar. Hatta avam ve havas beyninde taarüf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarikin letaif-i aşeresiyle münasebettardır.
Mesela: Vicdan, a'sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i adabiye gibi letaifi; kalb, ruh, ve sırra ilâve edilse; letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaifden başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku' gibi çok letaif var. Bu meseleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur. Vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.(173)”
İKİNCİSİ: VEFATTAN SONRA BAZI
VELİLERİN TASARRUFLARI HAKKINDA
“Saniyen: Gavs-ı A'zam gibi memattan sonra hayat-ı hızırıyyeye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs'ın hususî ism-i A'zamı "Ya Hayy" olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi; gayet meşhur Ma'ruf-u Kerhî denilen bir Kutb-u A'zam ve Şeyh Ha
(173) Barla Lahikası; İlk baskı Envar Neşriyat S: 203
944
yat-ül Harranî denilen bir kutb-u azim Hazret-i Gavs'dan sonra, mematları hayatları gibidir. Beynel evliya meşhur olmuştur.(174)"
ÜÇÜNCÜSÜ: İBRAHİM HAKKÎ'NIN
İSM-İ A'ZAM CÛ'DUR DEMESİNİN MANASI:
"İkinci sualin: İbrahim Hakkı "CÛ' " ism-i a'zamdır" demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır. Fakat İsm-i Rahman, madem çoklara nisbeten ism-i A'zam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî Cu' ve açlık, o ism-i A'zamın vesile-i vüsûlü olduğuna işareten mecazî olara,k "CU ' " ism-i A'zamdır" yani bir İsm-i A'zama bir vesiledir denilebilir. (175)"
DÜNYANIN ÖMRÜ
İlmî ve dinî ve âkidevî bir mesele olan dünyanın ömrü hakkında vürud eden bir hadis-i şerif'ın tahkikatı hakkında:
“İkinci kısım: Yeni yazdığımız Kur'anın başında âyat-i Kur'aniyenin adedi altıbin altıyüz altmışaltı (6666) olmakla; envar-ı Kur'aniye ve Hakikat-ı Furkaniye eyyam-ı şeriye ile altıbin altıyüz altmış altı (6666) sene kadar küre-i Arzda hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair
sualinize, o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için, izahlı cevab veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: "Asım'ın (RH) suali ehemmiyetlidir, cevab ver!" Ben de o ihtara binaen üç esasla bir parça izah edeceğim..
Birinci esas: Nasılki Nur-u Muhammedî ve Hakikat-ı Ahmediye Aleyhisaelâtü Vesselâm divan-ı Nübüvvetin hem Fatihası, hem hatimesidir. Bütün Enbiya onun asl-ı nurundan istifade etmeleri ve hakikat-ı diniyenin neşrinde onun muinleri ve vekilleri hükmünde oldukları, Nuru Ahmedî Aleyhissalâtü Vesselâm cebhe-i Âdemden ta Zat-ı mübarekine müteselsilen tezahûr edip, neşr-i nur ederek intikal ede ede, tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur. Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye Aleyhiasalatû Vesselam -Risale-i Mi'racda kat'î bir surette isbat edildiği gibi- şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en ahir ve en mükemmel meyvesi olmuş.. Öyle de, Hakikat-ı Kur'aniye zaman-ı Âdemden şimdiye kadar Hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselam ile beraber müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşr ederek, gele gele tâ nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etemmi olan Kur'an-ı
(174) Aynı eser, 5:193
(175) Aynı eser, S:203
945
Azimüşşan suretinde cilveger olmuştur.. Ve bütün enbiyanın usûl-u dinleri ve esas-ı şeriatları ve hulasa-i kitabları Kur'anda bulunduğuna ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen, fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile: " zamanı Âdemden kıyamete kadar eyyam-ı şeriye ile tabir edilen yedibin seneden fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra, altıbin altıyüz altmışaltı (6666) sene kadar Din-i İslâmın sırrını neşr eden hakikat-ı Kur'aniye küre-i arzda ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar edeceğine âyatın adedi işaret ediyor demektir.
İkinci esas: Malumdur ki, küre-i arzın mihveri üstündeki hareketiyle gece-gündüzler.. ve medar-ı senevi üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin, belki sevabitin de ve Şems-i Şumusun dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde everanı dahi bir nevi seneleri gösteriyor. Halık-ı arz ve semavatın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irade ettiğine delili şudur ki; Furkan-ı Hakimde:
(1)
(2)
gibi âyetler isbat ediyorlar.. Evet, kış günlerinde ve şimal taraflarında gurub ve tulu' mabeyninde dört saatlik gününden.. ve bu iklimde kışda sekiz dokuz saatlikten ibaret olan eyyamlardan tut, tâ güneşin mihveri üstünde bir aya yakın mahsus gününden tut, tâ kozmoğrafyanın rivayetine göre tabiriyle Kur'anda nâmı ilan edilen şemsimizden büyük "Şİ'RA” namındaki diğer bir şemsin, belki bin seneden ibaret olan gününden dahi tut git, ta Şems-üs Şümûsun mihveri üstündeki ellibin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye var.
İşte semavat ve arzın Rabbi ve şems-üş şümûsun ve şi'ranın halıkı hitab ettiği vakit, o semavat ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir. Madem eyyamın lisan-ı şerîde böyle ıtlakatı vardır, İlm-i tabakat-ul-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriye ulemasınca nev-i beşerin yedibin sene değil, belki yüzbinler sene
geçirdiğini teslim de etsek; "Ademden kıyamete kadar ömr-ü beşer yedibin senedir" olan rivayet-i meşhurenin sıhhatine ve beyan ettiğimiz altı bin altıyüz altmış altı sene Nur-u Kur'an hüküm-ferma olduğuna münafi olmaz ve cerh edemez. Çünki eyyam-ı şeriyenin,
Secde sûresi ,Ayet: 5
(2) Maaric sûresi , Ayet: 4
946
dört saatten ellibin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikatı o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu, şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasib değil.
Üçüncü esas: Şu mes'elede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeayı beyan ediyorıım. Şöyle ki:
Şu dünyamızın bir ömrü; ve şu dünyadaki küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü; küre-i arzda yaşayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü rdırBu bir biri içinde üç nevi mahlûkatın ömürleri saatın içindeki dakika, saniye, saatları sayan çarkların nisbeti gibidir.
Nev-i insanın ömrü, küre-i arzın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyam ile olduğu gibi; zihayatın vücuduna mazhar olduğu zamanından itibaren küre-i arzın ömrü ise, merkez-i irtibatı olan, şemsin hareket-i mihveriyesi ile hasıl olan eyyam ile olması hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir. Şu halde nev-i insanın ömrü yedibin sene eyyam-ı malume-i arzıye ile olsa, küre-i arzın hayatına menşe' olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı şemsiye ile ikiyüz bin seneyi geçer. Alem-i bekadan ayrılıp küremize bakan sems-üş-şûmusun işarat-ı Kur'aniye ile her günü ellibin senelik olmasına binaen, yedi bin sene o eyyam ile, yüzyirmi altı milyar sene yaşarlar. Demek eyyam-ı şeriye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur'aniyede bunlar da dahil olabilir. Semavat ve arzın Halıkı semavat ve arza bakan bir kelâmıyla semavat ve arzın sebeb-i hilkatı ve çekirdek-i aslisi ve en mükemmel ahir meyvesi olan Habib-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm'a karşı hitabında o eyyamları istimal etmek, Kur'anın ulviyetine ve muhatabının kemaline yakışır aynı belâğattır.
Dostları ilə paylaş: |