Atatürk’ün uyguladığı temel iktisat politikaları dört grupta toplanabilir:
1. Türk Lirası’nın değerini koruyan anti-enflasyonist para-kredi politikası,
2. Gerçek kamu kaynaklarına dayanan "denk bütçe" politikası,
3. Devalüasyonsuz dış ekonomik ilişkiler politikası,
4. Ulusal kaynakların etkin kullanılmasını sağlayan "planlı kalkınma politikası".
Atatürk, döneminin öncüsü olarak geliştirdiği ve başarıyla uyguladığı bu iktisat politikasının olumlu sonuçları şöyle özetlenebilir:
• On milyondan 16 milyona çıkan nüfusun tamamı açlıktan kurtulmuş,yoksulluk göreli olarak azalmıştır. Ununu, şekerini ve basmasını ithal eden ülke, dönem sonunda (1938) bu alanlarda kendi kendine yeterli hale gelmiştir.
• GSMH (Gayrisafi milli hasıla) onbeş yıllık dönemde ortalama olarak % 8 oranında büyümüştür.
• Dönemin ikinci ısından itibaren dış ticaret sürekli olarak fazla vermiş ve liranın dış değeri korunmuştur. Merkez Bankası’nda 36 milyon liralık döviz ( O zamanın Türk lirası ve dolar değerine göre bugünkü ölçülerle karşılaştırıldığında son derece yüksek bir değerdir!) ve 26 ton altın birikmiştir.
• Ekonominin gelişmesini ve bütünleşmesini hızlandıran altyapının ve ulaştırma ağının örülmesinde şaşırtıcı sonuçlar alınmıştır.
• Devletin öncülüğünde başlatılan sanayi yatırımları başarıya ulaşmış ve dönem sonunda ülke 17 sınai işletmeye kavuşmuştur, Öz kaynaklarına dayanılarak geliştirilen bu tesisler, Türkiye’nin sanayileşme hareketine her bakımdan yön veren temel kuruluşlar niteliğinde olmuşlardır. Örneğin, bu kamu kuruluşlarında yetişen yöneticiler ve işçiler, sonraki yıllarda özel sektörün kurduğu ilk sınai işletmelerin başarıya ulaşmasında görev almışlardır.
• Başarıyla uygulanan anti-enflasyonist bütçe ve para politikasıyla, fiyatlarda ve paranın değerinde istikrar sağlanmıştır. Bu sonuçla bozuk olan gelir dağılımının kötüleşmesi önlenmiştir. Ayrıca vergi sisteminde yapılan reformlarla yoksul kesimlerin yükü azaltılmıştır.
• Çıkarılan mali, iktisadi ve sosyal yasalarla ekonominin işleyişini düzenleyen kural ar ve kurumlar oluşturulmuştur.
Atatürk döneminde ana hatlarıyla belirttiğimiz bu ekonomik başarıların elde edilmesinde Atatürk’ün tarihte eşi az bulunur nitelikte bir üstünlüğü birinci derecede etkili olmuştur. Bu da Türk Milleti’nin bir bütün olarak ATATÜRK’e her konuda güvenmesi, O’nunla övünmesi ve O’nun gösterdiği yolda yılmadan ve yorulmadan çalışmasıdır. XX. Yüzyılda milletiyle barışta ve savaşta böylesine bütünleşen ve ulusal kaynakları ülke yararına bütünüyle seferber edebilen bir başka devlet adamına insanlık henüz tanık olmamıştır" (Prof. Dr. Erdinç TOKGÖZ, Türkiye’nin İktisadi Gelişme Tarihi, Ankara 1991, S 67-68 /Hacettepe Üniversitesi, İktisadi ve İdari bilimler Fakültesi Yayınları, No: 16).
"Olaylar yaşandığı günlerde değerlendirilemiyor. İyi bir değerlendirme yapabilmek için olayların üzerinden uzun bir süre geçmesi gerekiyor.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda gerilere, 1838 ve sonrasına bakıldığında Osmanlı ekonomisinin çöküş nedenleri net bir şekilde değerlendirilebildi. Bu çöküşün arkasında Baltalimanı Ticaret Anlaşması’yla başlayan, Batı’ya verilen ekonomik tavizlerin, hesapsız serbest ticaretin, vergileri toplayamamanın ve aşırı dış borçlanmanın yattığı çok iyi görüldü. Atatürk döneminin milli iktisat politikasının oluşmasına, tarihten alınan bu derslerin etkisi büyük oldu. Bu dersler nedeniyle Cumhuriyet Türkiye’si, daha ilk gününden itibaren ekonomik bağımsızlığa , politik bağımsızlık kadar önem verdi. Bir taraftan Lozan’da barış görüşmeleri sürerken İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde, ekonomik zaferlerle donatılmadan, politik ve askeri zaferlerin bağımsızlık için yeterli olamayacağı, Atatürk tarafından vurgulandı.
Oysa Lozan’da Avrupalı diplomatlar, askeri ve politik alanda elde etmiş olduğumuz başarıları ekonomik alanda sürdürebileceğimize inanmamışlardı. Bu görüşleri de çekinmeden dile getirmişlerdi. Lozan Anlaşması ile Avrupa devletlerine kabul ettirdiğimiz istiklal ve beraberlik haklarımızı ileride mali ve iktisadi darlıklar karşısında para bulmak için birer birer feda edeceğimizi söylediklerinde. Cumhuriyeti kuranlar, bu sözleri düşmanlıktan çok imtihan olarak kabul etmişlerdi (Yazarın dipnotu: Ali Süreyya, Ülkü, Şubat 1933). Bugün 2000’li yılların arifesinde, geriye doğru baktığımızda, Cumhuriyeti kuranların bu sınavı başarıyla geçtiklerini görüyoruz. O günün fakir Türkiye’si mucizevi bir ekonomik hamle başlatmakla kalmamış, aynı zamanda Osmanlılardan kalan devlet borçlarını dahi bağımsızlığa taviz vermeden ödemişti.
Aktardığımız bu görüşleri kısaca değerlendirelim: Atatürk döneminde Türk toplumunun ekonomik yapısı, bütün elverişsiz koşullara rağmen, gelişmiştir .Bunu inkar etmek mümkün değildir. Fakat bildiğiniz gibi, ekonomiyi yeniden kurmak son derece zor bir iştir. Bir ülkenin ekonomik bakımdan kalkınabilmesi için çok çeşitli kaynaklara gereksinim vardır. Türkiye böylesine bir kaynak eksikliği içinde, büyük özverilerle pek çok alanda ilerlemiştir. Japonya ve Sovyet Rusya’dan sonra dünyanın en hızlı ve çabuk gelişen sanayisi, 1937 yılı verilerine göre Türkiye’de idi. Bugünkü ekonomik sıkıntılarımız ise çok başka nedenlerden çıkıyor. Ama geride bıraktığımız başarılı yıllar, bize, Atatürk dönemindeki gelişmenin yeniden sağlanabileceğini gösterir. Zira bugünkü olanaklarımız, Atatürk zamanındaki yoksulluk ve bitkinlik ortamıyla karşılaştırılamaz bile. O günlerde inanılmaz zorlukların aşılmasıyla kurulan alt yapıyı genişletme ve onun üzerine dayalı girişimcilik ruhunu canlandırma, böylece dünyanın bugünkü ekonomik koşullarına uyma yolundayız.
Türk Toplum Yaşamına Düzgünlük ve Sağlıklı İşlerlik Getiren Diğer Yenilikler -22
Türk Toplumunu yenileştirmede, modernleştirmede çok büyük etken olmuşlardır. Bütün bu adımlar atılırken Yine toplumun yenileşmesinde işlev görmüş, niteliği bakımından diğerleri ile karşılaştırılırsa belki daha önemsiz gibi gözüken başka işler de yapılmıştır. Ölçülerin değiştirilmesi, soyadının kabulü gibi yenilikler, örneğin harf ve hukuk devrimleri ile karşılaştırılırsa, daha ikinci planda imiş gibi bir izlenim uyandırıyor. Ama bu yüzeysel bir değerlendirme olur. Aslında Türk İnkılabı bir bütündür. Bu inkılabın -veya devrimin- hedefi, Türk Ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak, hatta bu düzeyi aşmaktır. Devrim bütün evreleri ve uygulamaları ile bu hedefe ulaşmaya yöneliktir. Devrimin bazı bölümleri kapsamı ve anlamı bakımından çok geniş olabilir; bazı bölümleri ise belki bu bakımdan daha dar sayılabilir. Ama bunların hepsi inkılap zincirinin irili ufaklı halkalarıdır.
Bu ünitede incelenecek devrim hareketleri, daha çok, temel kurumları ile yenileşmeye açılan Türk toplumuna bir düzgünlük vermek, onu biçimsel bakımdan da modern bir ulus görünümüne sokmak için gerçekleştirilmişlerdir. Zira dış görünüş, içe yansıyabilir. Şapkanın dinle ilgisi olmadığı gerçeği benimsenirse, laiklik anlayışı güçlenebilir. Yani, bu biçimsel değişikliklerin ana felsefesinde, dışın içe etkisi görüşü de rol oynamakta, böylece devrimin bir bütün olarak benimsenmesinde kolaylıklar beklenmektedir. Bu tür yenilikler belli durumlarda temel devrimleri de tamamlarlar. Sözgelimi “soyadı” olmadan kişilerin medeni hukuk alanındaki hakları ve borçları tam olarak kavranıp uygulanamaz. Yine Latin esaslı Türk yazısı yanında Arap rakamlarının yaşaması düşünülemez.
KİŞİLİĞİN HUKUK DÜZENİ İÇİNDE BELİRGİNLEŞMESİNDEKİ ÖGE: SOYADI
Hukuk açısından “ad” bir kişiyi diğerinden ayıran, o insanı toplum içinde belirleyen bir sözcüktür. Her insanın kendine özgü, başkalarına benzemeyen bir kişiliği vardır. İşte bu kişiliğin diğer kişiliklerden ayırdedilmesi, insanın bir ad taşıması ile mümkündür. İnsanlar herhalde, toplum olarak yaşamaya başladıklarından beri birbirlerine adlar koymuşlardır. İnsanların Genellikle iki çeşit adları vardır. Birincisi doğrudan doğruya bir insanın kendisine ait olan addır. Buna “özadı” veya “önadı” denilir. İkincisi ise bir kimsenin içinden çıktığı aileyi, soyu belirten, böylece kuşaklar arasında bağlantı sağlayan soyadıdır. Soyadı kişiliği iyice tamamlar. Kişinin hem kendi ailesi, hem da toplum içindeki yerini kesin çizgileriyle belirtir. Öyle ki özadı, soyadı olmaksızın kullanıldığında pek çok bakımlardan bir belirsizlik yaratır.
Toplumun temeli ailedir. Her insan istese de istemese de, hiç olmazsa hukuken ailesine bağlıdır. Bu bir doğa yasasıdır. Ama bu doğa yasası aynı zamanda toplumsal bir kural durumuna da erişmiştir. İnsanın, kendisi gibi ailesini de toplum içinde belirtmesi, böylece doğal ve toplumsal bir zorunluluk haline gelmektedir. Bu bakımdan da “aile adı” diyebileceğimiz soyadının önemi açıktır. Kişi ancak soyadını kullanmakla toplum içindeki yerini belirginleştirebilir. Batı toplumlarında özadı yanında soyadının da kullanılması, düzenli bir devlet kuran Romalılarda başlamıştı. O zamanlara kadar her insanın sadece bir özadı olurdu ve bu ad o kimsenin çocuklarına erişmezdi. Romalıların çok ileri bir kent yaşamına geçmeleri, toplumun kalabalıklaşması, kişilerin aileleriyle bağını saptamak ve bu ilişkiyi belirtmek zorunluluğunu ortaya çıkardı. Batı’da soyadı kurumu böyle doğdu. Romalılardan sonra yaşamın durgunlaşması üzerine soyadı kullanılması bir süre ortadan kalktı ise de 12. yüzyıldan sonra Yine canlandı. Böylece “ad”, ”özadı ve soyadından” oluşan, kişinin ayrılamaz, vazgeçilemez bir parçası durumuna erişti ve bunun üzerine hukuk düzenince tanınıp korundu. Türklerde çok eski zamanlardan beri önadı alışkanlığı yerleşmişti. Doğan çocuklara ad takılması, eski Türklerde kutsal bir şenlik içinde gerçekleştirilirdi. Bununla birlikte Türklere özadı yanında soyadı geleneğinin ne zaman girdiğini bilmiyoruz. Yalnız, Anadolu ve Rumeli Türklerinde pek çok kişi ailelerinin toplumdaki yerini gösteren ünlerini (şöhretlerini) soyadı gibi kullanırlardı. Bunu biliyoruz. Bu tür ünler,ataların mesleği, o çevrede yaptıkları hizmetler, yaşadıkları yerler gibi ölçülere dayanılarak doğmuş ve kullanılmıştır. Ama her Türkün bir “şöhreti”, yani soyadına benzer bir sıfatı olmadığı gibi, bu tür adları kullanma zorunluluğu da yoktu. Bundan dolayı başta resmi işler olmak üzere pek çok toplumsal ilişki düzensizlik içindeydi. Kişilerin resmi hakları, borçları belirlenirken büyük zorluklarla karşılaşılıyordu. Bir kargaşa sürüp gidiyordu. Resmi makamlar bu kargaşayı gidermek için şöhretle birlikte baba adını da kul anmak yoluna gitmişlerdir “Manisa”da Karaosmanoğullarından Hasan oğlu Hüseyin” gibi. Şöhreti olmayanlar da yalnız baba adı ile anılmışlardır: “Recep oğlu Hüseyin”gibi. Askeri okullarda öğrencinin doğum yeri bir çeşit soyadı yerine geçmiştir: Mustafa Kemal Selanik, Ali Fuat Salacak, Mehmet Ziya Manastır, Recep Konya gibi... Ama bütün bu uygulamalar soyadının yerini tutamıyordu. Çünkü bu tür çözüm yolları kişiyi doğumundan itibaren her yerde ve değişmez olarak bağlayamıyordu.
Batı’da özadı ve soyadının, kişiliğin bir parçası olduğu için hukuk bakımından korunduğunu söylemiştik. Kişilerin haklarını belirleyen medeni kanunlarda bu koruma işi düzenlenmiştir. 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu’nun yurdumuzda kabul edildiğini biliyorsunuz. Bu yasada kişi adının (özadı ve soyadı) korunması için hükümler vardı. Bu hükümlerin işlemesi durumunda hem kişilik haklarının önemli bir bölümü güvence altına alınacak, hem de toplumsal ilişkilere, yurttaşın resmi işlerine bir düzenleme gelmiş olacaktı. Ama soyadı kullanmak yasal bir biçimde düzenlenmediği için bu amaç gerçekleşemiyordu.
Bu kargaşa 1934 yılına kadar sürdü. O yıl kabul edilen bir yasa (Bu kanun 21 Haziran 1924 tarihinde kabul edilmiştir (No: 2525). Hazırlık dönemi dolayısı ile 2 Ocak 1935'te yürürlüğe girmiştir.) ile önemli bir sorun daha çözüldü. “Soyadı Kanunu’na göre “her Türk özadından başka soyadını da taşımaya mecburdur”.
Böylece, yasanın öngördüğü kısa süre içinde bütün Türk aileleri soylarını belirleyen “soyadlarını” aldılar. Bunlar nüfus sicillerine de kayıtlandı. Yasa ırk ve kabile adları, gülünç ve iğrenç sözcükler dışında soyadı seçmede yurttaşı özgür bırakmıştı. Belli bir süre içinde bu işi yapamayanlara da yöneticiler bir soyadı verdiler. Böylece 1935 yılı içinde, eğer denilebilirse, Türk yurttaşları toplumsal ve resmi ilişkilerinde daha kesin olarak belirlendiler. Toplum yaşayışına bir düzen ve disiplin geldi. Medeni Kanunda kişilik hakları ile ilgili hükümler de tam anlamı ile işlerliğe kavuştu.
“Atatürk” Soyadı, Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya ayrı bir yasa ile verildi (Bu Kanun 24 Kasım 1934'te kabul edilmiştir (No: 2587) .Türkiye Büyük Millet Meclisi ulusun temsilcisi olduğundan, oybirliği ile kabul edilen bu yasa ile bütün Türklerin O’na bu soyadını verdiği bir gerçektir. Türkler O’na bu soyadını layık görmüşlerdir. Bu soyadı yalnız O’na bir yasa ile verildiğinden, başka hiç kimsenin, hatta en yakın akrabalarının bile bu soyadı kullanması mümkün değildir. “Atatürk” adı Türk ulusunun ilerleme, çağdaş uygarlığa ulaşma ve onu geçme isteğinin ve iradesinin simgesidir. Bu soyadı Türk ulusu ile özdeşleşmiştir. Aynı yıl kabul edilen bir başka yasa ile (Bu Kanun 26 Kasım 1934'te kabul edilmiştir (No: 2590)) o güne kadar özadlarının yanında kullanılan ve toplum içindeki bazı derece ve ayrıcalık durumlarını belirten unvanlar kaldırıldı: “Ağa, Hacı,Hafız, Mol a, Efendi, Bey, Beyefendi, Paşa, Hanım, Hanımefendi, Hazretleri” gibi gereksiz lakap ve ünvanlar Osmanlı Devleti’nde adın ayrılmaz bir parçası idi. Örneğin bir erkek öğrenci “Efendi” sıfatı ile anılırdı. Bu genç mezun olup yaşama atılınca kendisine “Beyefendi” denilirdi. Mesleğinde ilerlemiş kişilere “Beyefendi Hazretleri” sıfatı takılırdı. Bu tür lakaplar, kişinin ayrılmaz parçası idi ve “yasa karşısında eşitlik” ilkesine tam anlamıyla aykırı sayılmalıydı. Yeni yasaya göre “erkek ve kadın yurttaşlar kanun karşısında ve resmi belgelerde yalnız adlarıyla (ve soyadlarıyla) anılırlar”. Bu yenilik her Türkü yasalar karşısında eşit gören hukuk anlayışının somut bir ifadesidir. Bugün resmi yaşam dışında kullandığımız “hanım, bey, beyefendi, hanımefendi” gibi sıfatları salt incelik ve nezaket gereği kullanıyoruz. Yine örneğin “Paşa” çok güzel bir Türkçe sözcüktür. Bu sıfat Osmanlı devletinde asker-sivil çok üst rütbeli bürokratlara takılırdı. Bugün “paşa” sıfatı siviller için kullanılmıyor. Üst rütbeli askerlere günlük konuşma dilimizde eski geleneğin etkisi altında “paşa” diyoruz. Ama Türk ordusunun resmi askeri sıfatları arasında “paşa” yoktur. Ordumuzda yalnızca “Yineral” sözcüğü ile üst subaylara seslenilir, yazışmalarda da aynı yönteme uyulur. Demek ki bu tür sözcükler artık bir ayrıcalık veya soyluluk ifadesi olarak değil, bir sosyal incelik belirtisi olarak kullanılıyor. Bu bakımdan sözünü ettiğimiz yasa Soyadı Kanunu’nun tamamlayıcısı sayılabilir.
KILIK - KIYAFETİN DÜZGÜNLEŞTİRİLMESİ
Diğer devrim adımlarıyla karşılaştırıldığı vakit belki ikinci planda gibi değerlendirilebilen ve “kılık-kıyafet” düzenlemesi diyebileceğimiz yenilikler, gerçekleştirildiği zamanlarda son derece ateşli tartışmaların, hatta göreceli de olsa bazı huzursuzlukların çıkmasına neden olmuştu. Medeni Kanun’un kabulü gibi toplumu kökünden değiştirecek çok temel bir devrim bile “Şapka Kanunu” adıyla tanınan düzenleme kadar gürültü koparmamıştır. Öyle diyebiliriz ki toplum, ilk planda dış görünüşe çok önem vermektedir. Belki dış görünüş, kişiyi kendi iç düzeni ile özdeşleştiriyor. Bu bakımlardan Atatürk’ün sözünü ettiğimiz konuya da el atmasını yadırgamamak gerektir.
Atatürk’ten çok önceleri II. Mahmut (Hükm. 1809-1839) bu konuda çalışmıştır. Bu büyük reformcu hükümdar, devlet örgütünü modern esaslara uygun olarak düzenlemeye çalışmıştı. Yeni kurulan bürokraside Osmanlı memurlarının halk içinde belli bir saygınlığa sahip olmalarını sağlamak için II. Mahmut, din görevlileri dışındaki kamu görevlilerinin o zamana kadar giydikleri cübbe, kürk, sarık gibi giysileri yasaklamış, onların yerine bugünküne benzer erkek elbiseleri ile, başa fes giyilmesini uygun bulmuştu. Sarık yerine geçen fes aslında Ege adalarındaki yerli Rum halkın taktığı bir başlıktı. II. Mahmut Batı’daki şapkayı getirmeye cesaret edemediği için memurların böyle bir başlık ile dolaşmalarını uygun bulmuş, bu şekilde onların devlet onuruna yakışan bir tarzda giyinmelerini sağlamıştı. Fes, o zamanki toplumda büyük bir tepki doğurmuş, II. Mahmut hemen “dinsizlikle” suçlanmıştı. Bu nedenle II. Mahmut sert davranmak gereğini duydu. Ama başlangıçta “gavurluk simgesi” olarak lanetlenen fes, ne kadar dikkate değer ki zamanla nitelik değiştirerek bu kez “İslamlığın” vazgeçilmez bir simgesi durumuna geldi.
“Din” ileri sürülerek yeniliklere karşı gelmenin aslında dinin özüyle hiç bağdaşmadığını bu olay bize pek güzel gösteriyor. Fesi dine aykırı olarak kullanmayanların en ağır cezalara çarptırılması, ardından da bir süre geçince dinsel sembol durumuna gelmesi son derece dikkatle değerlendirilmelidir. Dinin gerçek, öz kuralları ile bu tür yeniliklerin bağdaşıp bağdaşmadığı ancak o kuralların ciddi bir yorumu ile yapılabilir. Fes olayında böyle bir yorum yapılamamıştır. Yapılmış olsa idi, Yine salt kendi çıkarları açısından bu yorumu kabul etmeyecek olanlar çıkacak ve ortalığı Yine bulandıracaklardı. Demek ki her yenilik, hele biçimsel nitelikte ise, din veya ona benzer toplumsal kurumları kendi amaçları doğrultusunda kullanmak isteyenlerin anlamsız ama kışkırtıcı tepkisiyle karşılaşmaktadır. Fakat zaman geçince din işleriyle uğraşanların dahi bu olayı “dine uygun” biçiminde nitelemeleri önemli bir sosyolojik gerçektir. İşte bir süre sonra “fes”in İslamiyetin bir simgesi olduğu sanki bir “gerçek” gibi öylesine yerleşti ve geniş toplum kesimlerince öylesine benimsendi ki artık kimse ondan vazgeçilebileceğini düşünemiyordu bile.
II. Mahmut’tan sonra aydın kesime mensup olanlar ile geniş halk yığınları fesi benimsemişler , sayıları yüzbinleri bulan medreseliler ise sarık takagelmişlerdir. Böylece Tanzimat ikiciliği kıyafet alanında da kendini en açık biçimde gösteriyordu. Atatürk her inkılap adımını “laiklik” ışığı altında gerçekleştirmiştir. Laikliği topluma sindirebilmek için, onun görüntüsünü bozacak ögeleri de toplumdan uzaklaştırmak gerekirdi. Yani dini, yaşamın her kesimine taşıyan kimseleri bu işten engellerken, onların görüntüsünü de ortadan kaldırmak gerekiyordu. Diğer yandan, ulusal bir niteliği olmayan ve toplumdaki ikiliğin başka bir simgesi durumunda bulunan “fes” de kaldırılmalıydı. Sarık ve fes, Mustafa Kemal’e göre, geriliğin ve eski düzenin simgesi idiler. Toplum temelde yenileşirken, bu kalıplar yenileşmenin ruhuna ve dolayısı ile amacına aykırı düşüyorlardı. Diğer yandan önemli bir amaç da şuydu: Kılık-kıyafet gibi sadece örtünme gereksinimini gideren bir işin dinle uzaktan ve yakından hiçbir ilişkisi yoktur. Ama pek çok toplum binlerce yıl bu işi dinle özdeşleştirmiştir. Türk toplumuna kıyafetin dinle ilişkisi olmadığı da anlatılmalıydı. Bildiğiniz gibi, Osmanlı Devleti’nde Müslüman yurttaşların en basit gereksinimleri dahi dine dayandığı ileri sürülen ama çoğu uydurma bazı kurallara dayanılarak gideriliyordu. Laik bir toplumda din yalnız vicdanların özgür Tanrı duygusunu ve bazı toplumsal gereksinmeleri karşılayan bir kurumdur. Bu anlayışı topluma yerleştirme, “dinle ilgili” sayılan ve aslında onunla uzaktan-yakından hiçbir ilişkisi olmayan sarık ve fesi atmakla büyük ölçüde kolaylaşacaktı. Demek ki atılacak adımın hedefi “batılı gibi giyinip onları taklit etmek” değildir. Asıl amacın böyle bir isteği gerçekleştirmekle hiçbir ilişkisi yoktur. Amaç, dış görünüş yolu ile “içi” düzenlemeye yardım etmektir.
Atatürk’ün seçimi sarık ve fes yerine “şapka” üzerinde olmuştur. Artık bu iki giysi yerine bütün uygar ulusların kul andığı şapka giyilecekti. Böylece insanların dindarlık ölçüsü olarak sarık veya fes giymenin hiçbir değeri olmadığı bir başka açıdan gösterilmiş olacaktı.
Atatürk bu amaçları gerçekleştirmek için 1925 yılının Ağustos ayı sonunda (23 Ağustos-1 Eylül) bir araştırma yolculuğu yaptı. Şapka giyerek yurdun o zamanlar için bir hayli az tanınan Kastamonu ve yörelerinde dolaştı. Gördü ki halk, şapkaya tepki göstermek şöyle dursun, onu hemen benimsemek isteğindedir. Bu saptama üzerine ilkönce Atatürk’ün yolculuğundan dönüşünün ertesi günü (2 Eylül 1925) çıkartılan bir kararname ile devlet memurlarının kılıkları düzenlendi: Memurlar, bütün uygar kişiler gibi giyinecekler ve başlarının üzerinde şapka taşıyacaklardı. Yine aynı gün çıkartılan bir başka kararname ile din kılıklarını, yani sarık ile cübbeyi, kimlerin taşıyacakları belirtildi. İkinci adım “Şapka Kanunu” adıyla ünlenen “Şapka İktisası [Giyilmesi] Hakkında Kanun’un kabulü ile atıldı (Bu Kanun 25 Kasım 1925 tarihinde kabul edilmiştir (No: 671)). Yasaya göre Türk erkekleri, başlarına bir giysi takmak istedikleri zaman şapka giyeceklerdi.
Nihayet 1934 Yılında kılık-kıyafet konusundaki çalışmalar tamamlandı. O yıl çıkartılan bir yasa ile ("Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine dair Kanun" 3 Aralık 1934 (No:2596.) dinsel kılık taşımak sınırlandırıldı. Bu yasaya göre “hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani kisve (giysi) taşımaları” yasaklandı. O tarihe kadar kendinde dinsel bir yetki gören herkes bu kılıkları dilediği yerde ve biçimde taşıyordu. Özellikle büyük kentlerde, imamların yanında hahamların ve papazların da bu kılıklar içinde dolaştıklarını düşünürseniz, kargaşayı anlarsınız. Dünyada belki eşi olmayan bu yasa ile din kılıkları sadece cami, kilise, havra gibi mabetlerde ve özellikle mezarlıklar gibi yerlerde yapılacak ibadet ve ayinler sırasında taşınacaktı. Böylece sokaktan bu çeşit kılıklar silindi. Yalnız belli din ve mezheplerin en üst rütbeli ruhanileri (her birinden sadece tek kişi) dinlerinin kılıklarıyla dolaşabileceklerdi (Yurdumuzdaki Musevilerin en üst ruhanisi olan “Hahambaşı" ile, Türkiye'de dinsel merkezleri bulunan Hıristiyan dininin Ortodoks mezhebinin başkanı (Ortodoks Patriği) ve Yine yurdumuzdaki Hıristiyan Gregoryen mezhebin en üst lideri (Ermeni Patriği) dinsel kılıklarıyla dolaşabilirler. Müslümanlar adına da Diyanet İşleri Başkanımızın bu yetkisi vardır. Ancak İslamlıkta "ruhani" sınıfı yoktur. Diyanet İşleri Başkanı bir devlet memurudur. Asla bir İslam ruhanisi değildir. Bu bakımdan yasa, Türk Diyanet İşleri Başkanına resmi sıfatından dolayı böyle bir hak tanımıştır.) .Bu yasa sanırız ki dinlere laikliğe yaraşan bir saygınlık da getirmiştir. Örnek verelim: Dindar bir kişi, bir imamı günlük yaşamın yakışır yakışmaz her yerinde, örneğin bir otobüs terminalinde, hep sarık ve cübbe ile görürse onu kanıksar. Halbuki bu imam sadece camide bu kılıkla görülürse, ona duyulan saygı daha da artar. Bu aynı zamanda o dine duyulan saygının da yücelmesi demektir.
Bu konuda yapılanları Türk İnkılabı açısından şöylece değerlendirebiliriz:
• Din ile kılık-kıyafetin hiçbir ilişkisi olmadığının anlaşılması, laiklik ilkesinin yerleşmesi için gerekli idi.
• Türk Devriminde bu amaç sadece erkeklerin fes ve sarık giymelerinin yasaklanması,
din kılıkları taşıma yetkisi olanların belirlenmesi ve onların bu kisveleri yalnızca mabetlerde ve ayinlerde giymelerinin sağlanması ile gerçekleşmiştir.
Bunlar dışında erkekler diledikleri kılıklarla dolaşabilirler
(Bu noktada şu husus üzerinde durmak gereklidir: Ahlaka aykırı kılıklarla dolaşılamaz. Yine belli mesleklerde belli kılıklar taşımak gereklidir: Askerlik, denizcilik, polislik... gibi. Ayrıca sivil memurlar ve başka kamu görevliler de giyimlerinde her kurumun iç düzenlemelerinde saptanmış kurallara uymak zorundadır. Bu düzenlemeler her uygar ülkede vardır. Bu söylediğimiz hususlara kadınların da uyması gereklidir. Zira Türk devletinde cinsiyet ayrımı yoktur.)
ÖLÇÜLERİN DEĞİŞTİRİLMESİ
İnsanoğlu yaşadığı çevreyi anlayıp kavramaya başladığı zaman pek çok maddeyi, sonra da olayları belli bir matematik yöntemi ile değerlendirmek gereksinimi duymuştur. Ekonomik ilişkilerde üretilen, satılan ve satın alınan maddelerden tutunuz da en basit işler için eşyaları ölçmek çok doğal ve gerekli bir iştir. İnsan maddelerin ağırlıklarını ve uzunluklarını ölçmek için çeşitli birimler buldu ve onları uygulamaya başladı. Daha sonra soyut kavramları ölçme sırası geldi. Bunların başında elbette “zaman” vardır .İnsanların gerek günlük yaşayışlarını, gerek bütün toplumsal ve bireysel işlerini düzgün ve aksamadan yürütebilmeleri için zamanı ayarlamaları kaçınılmaz bir koşuldur. İnsanoğlu, İlkçağ’dan beri maddeleri ve zamanı ölçmek için çeşitli yöntemler bulmuştur.
İslam dünyasında zamanın ölçülmesi için Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç ettiği tarih, takvim başlangıcı, yani “o” (sıfır) kabul edilmiştir. (Miladi tarihle bu 622 yılını karşılamaktadır). Bu göç olayının Arapça adı “hicret” olduğu için, o tarihe göre yapılan takvime “Hicri Takvim”, bu tarihin yıllarına da “hicri yıl” adı verilir. Her hicri yıl 12 aya ayrılmakla birlikte, bunlar sabit değildir; gökyüzündeki uydumuz Ay’ın hareketlerine göre belirlendiğinden her yıl ayların yerleri değişir. Hicri takvimin bazı noktalarda düzeltilmiş biçimini Osmanlılar buldular. “Rumi Takvim” (Osmanlı Takvimi) denilen bu zaman ölçümünde aylar sabitleştirilmiş, Hicri takvimin bazı başka aksaklıkları giderilmiştir. Bu takvim daha çok mali işlerde kullanılıyordu. Böylece ülkede iki İslam takvimi uygulanıyordu.19.yüzyıldan itibaren Batı ile ekonomik ilişkiler geliştiğinden Miladi Takvim de bazı önemli çevrelerde geçerli olmaya başlamıştı. Böylece Osmanlı ülkesinde zaman ölçme işlerinde de bir kargaşa vardı.
Özellikle ekonomik ilişkiler ile bazı önemli siyasal işlerde kargaşa doğduğu gibi, iki İslami takvimin biri (Rumi Takvim) resmi işlerde geçerli idi. Hicri Takvim ise her yerde her iş için geçerli sayılırdı. Bu durumda sadece hicri takvimle işlerini görme hakkı olan birinin diğer takvimlerdeki karşılıkları bulmak için ne kadar önemli sıkıntılar içine düştüğünü tahmin edersiniz.
İşte bu durum da Cumhuriyet döneminde düzeltildi. 1926 yılında çıkartılan bir yasa ile (Kabul tarihi 26 Aralık 1926, (No: 698)) bütün uygar dünyanın kabul ettiği Miladi takvim, zaman ölçümüne esas oldu. Bu yöntem 1 Ocak 1926’dan itibaren yürürlüğe girdi. Aynı gün kabul edilen bir başka yasa ile (Kabul tarihi 26 Aralık 1926, (No: 697)), “alaturka saat” denilen ve ayrı gün bölümlenmesine göre hesaplanan saat ölçüsü bırakıldı, şimdi kullandığımız ölçü benimsendi. Yani gün, gece yarısından başlatıldı ve sıfırdan yirmi dört saate kadar birimlere ayrıldı. Harf değişikliğinden kısa bir süre önce, ölçüler için çok önemli olan rakamlar konusuna da değinilerek, modern sayı işaretleri kabul edildi (Kabul tarihi 20 Mayıs 1928, (No: 128). Aslında bizim bugün kullandığımız rakamlar, eski rakamlarımızdan farksızdır. Batı'da kullanılan işaretlere "Arap Rakamları" denilir. Arap rakamları, eksi Hintlilerin buluşu olan ve ondalık sistemine göre geliştiren yöntemin, Araplar tarafından İslam uygarlığının yayılması sırasında alınarak daha işler ve işlek bir duruma getirilmesiyle belirdi. Böylece modern rakam sistemini dünya eski Hint ve İslam Bilginlerine borçludur. Batıda ise Roma rakamları hesap işlerinde son derece önemli zorluklar olan Arap rakamlarını benimsediler. Ancak biçimleri biraz değiştirildi. İşte biz, yazıya uygunluk sağlaması bakımından Batı'da kullanılan biçimi ile Arap Rakamlarını "yenileyerek" tekrar kullanmaya başladık. - Arap yazısı sağdan sola yazıldığı halde Arap rakamları her zaman soldan sağa yazılmıştır. Bu da yeni alınan Latin Alfabesine uyumu kolaylaştıran bir başka öğe olmuştur-).
Osmanlı ülkesinde uzunluk ve ağırlık ölçüleri de eski geleneklere göre belirleniyordu. Okka, arşın, endaze, kile gibi, yörelere göre değişebilen ölçüler başta ekonomik yaşam olmak üzere pek çok alanda işin içinden çıkılmaz karışıklıklara yol açıyordu. 1931 yılında bu kargaşa da bitti (26 Mart 1931 tarihli Kanun (No: 1782)). Uzunluk, metre; ağırlık, kilo birimleriyle ölçülecekti. Enerji birimleri de belirtildi. Böylece Türkiye’de ölçüm işleri de tam olarak üzene girdi.
SAĞLIK İŞLERİNİN DÜZENLENMESİ
İnsan sağlığının önemi üzerinde durmak gereksizdir. İlkçağ’dan beri devletler belli ölçüler içinde kalmakla birlikte sağlık işleriyle uğraşmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda başta padişahlar olmak üzere, pek çok hayır sahibi vakıf hastaneler yaptırarak yurttaşın sağlığı ile ilgilenmişlerdir. Özellikle 19. yüzyıldan başlayarak tıp biliminin dev adımlarla ilerlediği bilinmektedir. Batı’da tıbbın ilerlemesine paralel olarak sağlık işlerine verilen önem artmıştır. Böylece sağlıklı insanlar, kuşaklar yetişmiş, bu da Batı’nın ilerlemesine büyük katkılar sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda pek çok reform yapılırken,sağlık işleri üzerinde yeterince durulduğu söylenemez. Açılan Tıp Fakültesi’nden pek çok değerli hekim yetişmişse de, bütün yurt düzeyinde sağlık hizmetleri dağıtılamamıştır. Osmanlılar bir sağlık Bakanlığı bile kurmamışlar, bu işleri başka örgütlere bırakmışlardır. Yurtta hastane yok denilecek kadar azdı. Pek çok yörede hekim, hastane, eczane gibi kavramlar tanınmıyordu bile.
Yeni Türk Devleti 23 Nisan 1920’de kurulunca , oluşturulan ilk hükümette sağlık işleriyle görevli bir bakan da yer aldı. Ulusal Kurtuluş Mücadelesi daha yeni başlamışken sağlık işlerinin Türk tarihinde ilk kez bakanlık düzeyinde örgütlenmesi çok dikkate değer ve son derece olumlu bir adımdır. Yeni kurulan devletin felsefesini, yani halkçılığı yansıtmaktadır.
Böylece sağlık işlerini de yüklenen devlet, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren bu alanda üstün başarılar sağlamıştır. Hekim ve hastane sayısı artmış; tıp mesleği ve eczacılık kural ara bağlanarak düzenlenmiştir. Başta sıtma ve frengi olmak üzere pek çok hastalığın kökü kurutulmuştur. Bu iki hastalık Anadolu insanın önlenemez kaderi sayılır ve özellikle sıtma, yurdu kasıp kavururdu. Her iki hastalığın büyük ve hiç yardım alınmaksızın yürütülen mücadele sonunda yok edilmeleri dünya tıp tarihinin önemli olaylarından sayılmaktadır... Ayrıca felaket [afet] geçiren yurttaşlarımıza hızla yardım sağlanması da sağlık bakanlığına verilen ve oldukça başarı ile yürütülen bir iştir.
Bütün eksikliklerine rağmen bugün, Cumhuriyetin kurduğu sağlık örgütü bilimsel esaslara göre çalışmaktadır. Artan nüfus tıpkı eğitim hizmetleri gibi, sağlık işlerini de aksatmakta ise de, elde edilen başarı bir bütün olarak değerlendirildiğinde son derece olumlu bir bilanço ortaya çıkmaktadır. Yurttaşın beden eğitimi konusunda bilinçlendirilmesi işi, yetersiz de olsa Cumhuriyet döneminde başlayabilmiştir. Çeşitli olanaksızlıklar spordaki gelişmeleri bir ölçüde engellemekte ise de bazı atılımların gerçekleşemediği söylenemez.
Atatürk İlkelerinin Genel Niteliği (Atatürkçülük Bir İdeoloji midir?) -23
Atatürk'ün devrimleri, bunları gerçekleştirirken dayandığı düşüncelerin ve uyguladığı yöntemlerin sistemli bir biçimde ortaya konulması "Atatürkçülük" adı ile ifade edilebilecek bir siyasal-toplumsal ideolojinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu ideoloji içindeki belli bazı ilkeler bütün sisteme can verirler; bunlara da "Atatürk ilkeleri" adını vermek gelenekselleşmiştir. Zaman zaman, her inkılabın üzerinde yükseldiği düşüncelerin bulunduğunu belirtmiştik. Bu düşünceler o devrime can verirler. Dolaylı veya dolaysız belli bir düşünceye veya düşünceler demetine dayanmayan bir devrim olamaz. Yalnızca “eskiyi değiştirmek” amacına yönelik olup da, bu iş başarıldıktan sonra toplumsal kurumların ne biçimde yenileştirilecekleri belli ilkelere dayandırılmazsa o zaman bir inkılaptan değil sadece bir kargaşadan söz edilebilir.
Dostları ilə paylaş: |