EL-ALİYY (C.C.)
“Pek yüce.”
Yokluktan varlık husule getiren Allah pek yücedir, bütün âlemlerin üstündedir. Yani bu yüksek cisimlerin yüksekliği gibi, yukarıda olanlara daha yakın, aşağıda olanlara daha uzak demek değildir. Öyle ki kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır. Bu nisbet hiç mi hiç değişmez. Ne gece, ne gündüz, ne kış, ne yaz, ne insan, ne cin O'nun bilgisinin haricine çıkamaz. “Vehüve me'aküm eyne mâküntüm = Nerede olursanız O sizinle beraberdir.”
“Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” gibi âyet-i kerîmeler bunu ifade ediyor. Ancak Yüce Allah'ın Zât-ı Kerîmi, maddelere, cisimlere ve hiçbir şeye benzemediği gibi, yakınlığı, uzaklığı da cisimlerin birbirine olan yakınlığına, uzaklığına benzemez. O, herşeyi ilmiyle ihata etmiştir.
“Göklerle yeri korumak, ona zor gelmez. O çok yüce, çok büyüktür.” 131
O'nun yüceliği ve büyüklüğü karşısında akıllar hayrete düşmüşlerdir. Allahü Teâlâ'dan daha üstün ve daha büyük bir varlık düşünülmesi imkânsızdır. Düşünceler de, hayaller de, tasavvurlar da birer mahluktur. Yüce Yaratıcı ise bütün bunlardan münezzehtir. O'nun bir benzeri, misli, ortağı ve yardımcısı yoktur. Mülk O'nundur. Her şey O'nun mahlukudur.
Evet:
Yer O'nun, semâ O'nun,
Herşey dâima O'nun!..
Âleme nice insanlar, nice büyük peygamberler gelmiştir. Nice cihangir padişahlar bu toprak kürede mekân tutmuştur. “Büyük Peygamber, büyük padişah” dediğimizde, bu büyüklük, kendi gibi insanlar arasında büyük demektir. Yoksa Allah'a karşı birer kuldurlar. Yaratıklardan hiç biri O'nun sıfatlarından bir sıfatın ifade ettiği mânâların bir kısmını dahî kapsayamaz. O, bütün mahlûkatın üstündedir. Kadri pek yücedir.
Şanına yakışmayan her şeyden münezzehtir. Bütün mahlûkat bir nefes durmaksızın O'nun şanını övse; O'nun azamet ve büyüklüğü yanında bu övgüler hiç kalır...
Gökler O'nun hükmüyle başımızda bir şemsiye gibi durmakta, güneş O'nun emriyle ışık saçmakta, ay O'nun keremiyle bize gülümsemekte, baharlar O'nun lütfuyla coşup çağlamaktadır. Kudretde, ilimde, irâde ve hükümde ve bütün kemâl sıfatlarında O en üstündür.
Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur. Şu halde “El-Aliyyü” , herbir şey kendinin emrinde ve hükmü altında olan Zât-ı Ecell ü A'lâ demektir.
Meselâ: İnsanlar arasında Kabe'ye Allah'ın evi, Salih Aleyhisselâm'ın devesine Allah'ın devesi, Hacerü'l- Esved'e Allah'ın eli demişlerdir. Kabe, Allah'ın evidir demek, Allahü Teâlâ burada geceliyor demek değildir. Yine deveye öyle söylemek de böyle. Kara taşa Allah'ın eli demek de aynı şeyleri ifade eder. Yani bu izafet tebcil ve teşrif içindir. Bunların çok çok mübarek ve kudsî olduğunu beyandan ibarettir.
Tekrar ifade edecek olursak: O'nun dengi ve benzeri yoktur. Yerler gökler, yerlerle gökler arasındaki herşey O'nun kudret elindedir. O hiçbir vekile, vezire muhtaç değildir. Zamandan, mekândan münezzehtir. Zamanı, mekânı yaratan O'dur. Hiçbir zerre, hiçbir nefes yokken O vardı. Yok bile yokken Allahü Teâlâ vardı. Ve bütün varları bir anda yok etmek de O'nun için pek kolaydır. Hayatımız ve ölümümüz de yine O'nun kudret elindedir. Başı dumanlı dağlar O'nun hükmüyle yerlerine oturup kalmışlardır. Bazı kere yanardağlar görürsünüz. O dilerse, dağların gönlünü böyle ateşle doldurur, dilerse altın cevheri koyar.
O halde, kullukta kusur etmemeye çalışmalıyız. Çünkü bizi bir bekleyen var!..
Affına ümit bağlar, yetim, dul, yoksul Rabbim,
İzzet, ikbâl hep Senden, kapındadır kul Rabbim!
Kim ki baş çevirirse izzet ikram bulamaz,
Zalimler hiçbir zaman kahrından kurtulamaz!.. 132
EL-KEBÎR (C.C.)
“Her hususta pek büyük.”
Büyük ki, hem ne büyük! O'nun büyüklüğü karşısında bütün büyükler küçük kalır. Çünkü büyükleri yaratan da O'dur. İçinde bulunduğumuz şu dünya, dünyadan bin misli büyük yıldızlar ve daha neler, neler O'nun kudretinin eseridir. Bu kadar muazzam varlıkları vücuda getiren Zât-ı Akdes, elbette en büyüktür. Ve zerreden küreye ne varsa, hepsi, hepsi O'nun büyüklüğüne delâlet eder.
Kendisinden başka kimse tam kemâliyle O'nun büyüklüğünü bilemez. O'nun yüce zâtı hakkında düşünmek de hoş değildir, ancak yaratıklarına bakmak kâfi. Çünki zât-ı kerîmi hiçbir şeye denk olmaz ki, insan tasavvur edebilsin...
Güneş mülküne bak, mehtaplı gecelere nazar et, bulutlardan elmas taneleri gibi yere dökülen kar tanelerine ve kuru dallar üzerinde gülümseyen türlü türlü çiçeklere akıl elini uzat. Bütün bunları yokluktan varlık âlemine getiren zâtın ne kadar büyük olduğunu anla. O'nun büyüklüğü hiçbir şeyle kıyas edilemez.
“Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Herbir ağzında yüz bin lisânı vardır. Her lisanında yüz bin bürhanı var ki, herbiri çok cihetle Vâcibü'l-Vücud, vâhid-i ehad, herşeye kadir, her şeye alîm bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve evsâf-ı kudsiyesine ve Esmâ-i Hüsnâsına şehadet ederler...”
“... Hangi tesadüf şu acâib-i masnûât ile dolu sefine-i rabbâniyeyi bir meşher-i acâip yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede bir senede süratle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?
Hem, zemin yüzündeki acîb sanatlara bak; anâsırlar, ne derece hikmetle tavzif edilmişler, bir Kadîr-i Hakimin emriyle zemin yüzündeki Rahman misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar.
Hem, acîb ve garip sanatlar içinde rengârenk acîb hikmetli zemin yüzünün sîmâsındaki bu nakışlı çizgilere bak; nasıl sekenelerine enhâr ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri, ayrı ayrı mahlûklarına ve ibâdına lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye yapmış. Sonra, yüz binler ecnâs-ı nebatat ve envâ-ı hayvanâtı ile kemâl-i hikmet ve intizam ile doldurup, hayat vererek şenlendirmek; vakit be vakit muntazaman mevt (ölüm) ile terhis ederek, boşaltıp yine muntazaman ba'sü ba'de'1-mevt suretinde doldurmak, bir Kadîr-i Zülcelâl'in ve bir Hakîm-i Zülke-mâl'in vücûb-u Vücuduna ve vahdetine yüz binler lisânlarla şehâdet ederler...”
“İşte ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası, yüz bin ağız, herbirinde yüz bin lisân ile Allah'ı tanıttırsa; ve sen O'nu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder; bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar.” 133
Aklını tabiatla bozanlar ve kuş beyinliler hariç, hiç kimse Allahu Teâlâ'nın büyüklüğünü ve birliğini inkâr edemez. Çünkü O'nu inkâr, insanın kendisini inkârdır. Bir zaman o insandan dünyada eser yoktu, gün gelecek yine dünyaya veda edecektir. Böyleyken, inkârın kuyusuna düşüp başını dalâlet kayalarına çarpmak akıl kârı değildir.
Âlemde görünür görünmez her şeyin varlığı ve yokluğu, Aziz ve Celîl olan Allah'ın bir irâdesine bağlıdır. O, bir şeyin var olmasını veya yok olmasını murâd ettiğinde, o şey hemen oluverir. Artık düşünmek, fikretmek gerekir ki, O'nun büyüklüğünün ve kudretinin sonu yoktur.
Allahü Teâlâ'yı bırakıp fânileri büyük bilenler ve onun bunun eseriyiz diyenler başlarına gelecek felâketi pek yakında görüvereceklerdir.
O'nu sevenler ve O'nun rahmetinin gölgesine koşanlar iki cihanın da baharını elde edeceklerdir. Âlemde O'nun aşkı, gecesi olmayan bir gündüz gibidir.
Şu hale bir bakınız: Bir gün, adamın biri Ebu Hâtem'in konağına geldi. Kapının halkasını tutup güm, güm, çaldı. Şanlı Şeyh içeriden seslendi:
“Kimdir o?”
Dışarıdaki cevap verdi: “Bir derviş, Allah diyen bir derviş!” Ebû Hâtem, hizmetçilerine fırsat vermeden kendi koşup kapıyı açtı. Kapıda perişan kılıklı bir adam.
Hemen dışarı attı kendini, yere eğildi, yüzünü gözünü toprağa sürdü ve şaşkın şaşkın baknan dervişin çıplak ayaklarını öptü. Sonra ayağa kalktı, doğruldu, yüzünü mesafelere çevirdi ve dedi:
“Ey insanlar! Başka Allah diyen var mı? Gelsin ayağını öpeceğiz!”
Allah aşkı böyledir ve Allah için ayakları öpmek de sezadır. 134
Dostları ilə paylaş: |