BaşÖRTÜSÜ raporu 2007 Sakarya Başörtüsü Platformu


III. c. Köşk Seçimi, Siyasi Partiler ve Başörtüsü



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə4/102
tarix30.10.2017
ölçüsü2,1 Mb.
#22656
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102

III. c. Köşk Seçimi, Siyasi Partiler ve Başörtüsü

2007 yılında 27 Nisan e-muhtırası ve Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla akamete uğratılan, ancak 22 Temmuz seçimlerinden sonra gerçekleştirilebilen 11’inci cumhurbaşkanının seçimi, daha önceki adayların seçilme sürecinden farklı oldu. Süreci farklı kılan, Çankaya Köşkü’ne çıkacak adayın yerine, eşinin başörtüsünün tartışılmasıydı. Köşke yüklenen sembolik anlama karşı, başörtüsüne yüklenen sembolik anlamın çatıştığı bu seçimde; sistemin hangi değerler üzerine inşa edildiği ve ideolojik aygıtlarına yüklenen misyonların deşifre olduğu bir süreç yaşandı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi, 2007 yılından devralınan bir gündemdi. Henüz adayın açıklanmadığı zaman dilimi içinde, en çok konuşulan muhtemel aday Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dı. Çankaya’yı laikliğin ilan edildiği yer olarak görüp kutsayan yasakçı zihniyet, Erdoğan’ın geçmişinin oraya çıkmasına mani teşkil ettiği vurgusu üzerinden bir muhalefet yürütüyordu.

Her ne kadar Başbakan Erdoğan, ‘gömlek değiştirdiğini’ söylese de, eşi Emine Erdoğan’ın başörtüsü, muhalefetin ikna olmaması için yeter şarttı. Tez şuydu: “Türban laik çevreleri duyarlı kılıyor.” Bu tez, başörtüsünü ve onun temsil ettiği değerleri ötekileştiren, dışlayan ve toplumsal alandan uzaklaştırmak için direnen kesimin, kendi ‘duyarlılıkları’nı toplum için tartışmasız tek seçenek kabul ettiklerini ortaya koyuyordu.

Başbakan Erdoğan aday olmamıştı, fakat tartışmalar 2007 yılının ilk günlerinden itibaren eşi Emine Erdoğan’ın başörtüsüne odaklanmıştı. Kemalist ideoloji, 'çağdaş Türk kadını’na ya da 'Cumhuriyet kadını’na, başı açık bir görüntü tayin etmişti ve bu görüntüye aykırı başka bir görünüme müsaade edilemezdi!

Resmi ideolojinin parti muhafızlarından Cumhuriyet Halk Partisi, konuyu temel bir sorun olarak ortaya koydu. Başörtüsüne karşıtlığını yıllardır sürdüren parti organları ve mensupları, sözde ‘halk partisi’ olarak bu konuda halkı ayrımcılığa tabi tutmada ve başörtüsünü destekleyen geniş bir kitleyi ‘yok’ saymada herhangi bir beis görmedi. Başörtüsü kesinlikle reddedilmeliydi ve bunun için her türlü yönden konu tartışmaya açıldı.

Bu yönlerden biri de, Cumhurbaşkanı olacak kişinin aynı zamanda ‘Başkomutan’ da olacağıydı. CHP lideri Deniz Baykal, kurmaylarıyla cumhurbaşkanlığı seçimleri konusundaki stratejisini paylaştığı bir toplantıda, Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olması durumunda Anayasa'nın 104. maddesi gereği TSK'nın da başkomutanı olacağını gündeme getirerek, Erdoğan'ın eşini, geçmişte söylediklerini ve yıprandığını gerekçe göstererek "Cumhurbaşkanı olamaz" dedi.

Aday belli değildi ama hiç ara vermeden yoğun bir şekilde ‘başörtüsü’ tartışılıyordu. Konu farklı biçimlerde dile getiriliyor gibi görünse de, asıl amaç ‘Eşi başörtülü olan biri Cumhurbaşkanı seçilemez’ cümlesini doğrudan kurmak yerine dolaylı anlatımlarla mesaj verme gayretiydi. Yine de birçok yazar ve başörtüsü karşıtı gibi, Bilal Çetin de, Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığına niye itiraz edildiği sorusuyla başladığı 3 Şubat 2007 tarihli köşe yazısında, bu gerçeği açıkça ifade edebilmişti:

“Birkaç gün önce sohbet ettiğimiz bir politikacı şöyle bir Türkiye resmi çizdi: ‘Üniversitelerde okuyan kız çocuklarına! türban takması yasak. Hem de bu konuda Anayasa Mahkemesi karan var... Ama şimdi bir an için Mayıs sonrasını, 11. Cumhurbaşkanı seçildikten sonrasını düşünün; Cumhurbaşkanı'nın eşi türbanlı, Meclis Başkanı'nın eşi türbanlı, Başbakan'ın eşi türbanlı, Bakanların eşleri türbanlı, Üst kademe sivil bürokrasinin eşleri türbanlı...’

Eğer Mayıs'ta seçilecek olan cumhurbaşkanının eşi de türbanlı olursa Türkiye'nin bütün first leydileri türbanlı olacak… Cumhurbaşkanlığı seçiminde elbette çok sayıda denklem var. Ama, herkes telaffuz etmekten özenle kaçınsa da ana denklemin temelinde türban sorunu var, yeni Türkiye fotoğrafı var...”

“Türkiye fotoğrafı” konusu Kemalist sistem için önemliydi. Yukarıdan dayatmacı politikalarla ülkeyi ‘batılılaştırma’ çabası içinde olan, lakin geniş katılımlı bir toplumsal karşılık bulamadığı için ‘görüntüyü kurtarmayı’ dert edinenler; Türkiye’deki ‘başörtülü’ fotoğraf tan çok rahatsızdı. Bu sebeple, başörtüsü karşıtlarının toplandığı ‘cumhuriyet mitingleri’nden sonra yapılan yorumlarda, ‘çağdaş Türk kadını’nın meydanlarda Türkiye’nin imajını kurtardığından bahsedebiliyorlardı. Örneğin Cumhuriyet Gazetesi’nin konuyla ilgili yorumu şöyleydi:

“Bugüne dek Türkiye'de çekilen sözde belgesellerde kara çarşaflı, sıkmabaşlı kadınlar, şalvarlı, takkeli, eli tespihli erkekler görülürdü... Son mitinglerle “çağdaş Türk kadını” fotoğrafı öne çıktı. Çağdaş Türk kadını başörtüsünü, yemeniyi, yazmayı, eşarbı sever ve başına takar! Kimse de buna bir şey demez! Siyasal İslam’ın simgesi olan "sıkmabaş" değildir bu örtünme yöntemi. Bursa'nın ipek eşarpları, Anadolu'da genç kızlarımızın çeyiz sandıklarında sakladıkları oyalı yazmaları, yemenileri çağdaşlığın simgesidir. Onun için hiç kimse sapla samanı karıştırmasın!”

Kendi şekilci ve içeriksiz ideolojisine güvenmeyen sistem; İslam’a referans yapan başörtüsünün, içeriksiz ve basit bir örtünme şekli olmadığını gördüğü için, seçim süresi boyunca sert bir muhalefet izledi. Katı ve yasakçı tutum, kendisi için ‘kale’ gördüğü Çankaya’nın ‘düşmemesi’ için adeta ideolojik bir savaşım başlattı. Açılan cephe, sadece ‘eşi başörtülü’ başbakanı değil, ‘başörtüsü’ üzerinden tüm İslami değerleri ve Müslümanca yaşama talebini karşısına alıyordu. ‘Laik-antilaik’ kutuplaşmasını besleyerek, seçimi ‘laikliğin korunması’ için kaybedilmemesi gereken bir mevzi olarak görüyordu.

Bu süreçte, ortaya atılan diğer bir tez de şuydu: “Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, çok açıktır ki; Çankaya Köşkü'ne ve 23 Nisan, 30 Ağustos, Cumhuriyet balolarına türbanlılar rahatlıkla girecek, kamusal alan kavramı, birçok yer ve alanda türbanlılar açısından rafa kalkacak... İş orada kalmayacak! Devamı gelecek! Üniversiteler, resmi daireler, kamusal alanlar türbanın mekânı olacak!.. İş o noktaya geldiğinde başı açık olmak, önceleri toplum dışına itilmeyi, devlette iş verilmeme, terfi edememe gibi durumları ortaya çıkaracak, sonra da "suç" ölçeğinde algılanmaya başlanacak!”

Bu tez, ‘laiklik’ taraftarlarında belirli bir kaygı ve korku psikolojisini besliyordu. ‘Başörtüsü’ne karşı açılan cephedeki safları sıklaştırmak için sık başvurulan bu argüman, kendisini ‘laik’ olarak tanımlayan insanların belirli bir ‘hayat tarzı saldırısına’ uğramak üzere olduklarına inandırılması için gündemden hiç düşürülmedi. Bu sanal bir korkuydu ama kimliğini ‘İslam’ ile tanımlayan insanların inançlarına, değerlerine ve hayat tarzlarına yönelik yıllardır yapılan baskı, yasak ve saldırılar gayet somuttu...

AKP kurmayları ise daha önceki dönemlerde olduğu gibi, bir kez daha çıktıkları programlarda “Başbakan'ın eşi türbanlı oluyor, bundan kimse rahatsız olmuyor da Köşk'e çıkan birinin eşi türbanlı olursa neden rahatsız olsunlar,” yaklaşımıyla, konuyu muhaliflerin çekmek istediği zeminden uzaklaştırmaya çalışıyordu. Onlar için başörtüsü hiçbir iddia taşımayan, tamamen bireysel bir tercihti ve ‘rejim sorunu’ haline getirecek bir yönü yoktu.

Örneğin, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu Milliyet’te yayınlanan bir röportajında, eşi başörtülü bir adayın sorun olup olmayacağı sorusuna şu yanıtı veriyordu: “Türkiye tartışmayı bence asla bu boyutta ve bu seviyede götürmemeli. Yani bir insanın eşinden ve eşinin bireysel tercihlerinden dolayı adaylığı tartışılmamalı. Bir insanın bireysel inançları ve tercihlerini sorgulayarak Cumhurbaşkanlığı makamını yıpratmamalıyız.”

Oysa ki; sorunun, muhtemel cumhurbaşkanı adayının eşinin başını örtme tercihinden kaynaklandığını düşünmek ve itirazı ‘bireysel tercih’ argümanıyla gerçekleştirmek yanıltıcıydı. Çünkü başörtüsüne itiraz edenlerin doğrudan söylemedikleri ama yaptıklarıyla doğrudan gösterdikleri şey, ifade edildiği gibi, sorunun kaynağında ‘Din’in toplumsal ve siyasal hayatı şekillendirme potansiyelinin bulunmasıydı.

* * *

Bu süreçte yasakçılar ve destekçilerinin başörtüsüne karşı yürüttükleri mücadelenin bir diğer cephesinde ise ‘367’ şartı yer alıyordu. Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun 2006 yılının sonuna doğru merkez medyada gündeme getirdiği, başta CHP olmak üzere birçok başörtüsüne muhalif yapının da dört elle sarıldığı bu formülün öncelikli amacı, cumhurbaşkanlığı seçimini mevcut Meclis’e seçtirmeyerek, zaman kazanmaktı.



Sabih Kanadoğlu, Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısında gündeme getirdiği yazısında özetle şu iddiaları ortaya atmıştı: “Anayasa'nın 96/1. maddesinde toplantı ve karar yetersayıları belirlenirken Anayasa'da başka bir hüküm yoksa üye tamsayısının 3'te 1'i ile toplanılacağı ve katılanların salt çoğunluğu ile karar verileceği, ancak karar yetersayısının üye tam sayısının 4'te 1'inin bir fazlasından az olamayacağı vurgulanmıştır.

Anayasa'nın 102. maddesi uyarınca, Cumhurbaşkanı TBMM üye tam sayısının 3'te 2 çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilecektir. İlk iki tur oylamada, yoklama istenemeyeceğine göre 102. maddede karar için aranan nitelikli çoğunluk üzerindeki katılımın, aynı zamanda toplantı yetersayısı olduğuna kuşku yoktur. Bunun sonucunda, birinci oylamaya en az 367'nin üzerindeki TBMM üyesinin katılmadığının anlaşılması halinde, ikinci oylamaya geçilemeyecektir. Birinci oylama yapılmamış sayılacaktır. Bu diğer oylamalara da geçilmemesi demektir.

Bugün AKP'nin milletvekili sayısı 354'tür. Bu sayı ilk oylamadaki gerekli oy sayısına (367) ulaşmamaktadır. Gerek ana muhalefet gerekse diğer partilerin milletvekillerinin var olan söylemlerini devam ettirmeleri halinde Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçlanması olanaklı değildir. Anayasa'ya göre 30 gün içinde Cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlanmadığı takdirde TBMM seçimlerinin yenilenmesi ve Cumhurbaşkanının oluşacak yeni meclis tarafından seçilmesi kaçınılmazdır.

AKP ilk oylamada 367'nin üzerinde bir katılım olmamasına rağmen, ikinci oylamayı gerçekleştirir ve izleyen üçüncü oylamada salt çoğunluğun sağlandığını ileri sürerse, içtüzükte buna ilişkin bir hüküm olmadığı için bu "içtüzük ihdası" niteliğini taşır. Anayasa Mahkemesi'nin böyle bir seçimi iptali zorunlu olacaktır.”

Kanadoğlu’nun şahsi yorumu, resmi ideoloji muhafızlarının en ciddi kozuna dönüştü. Sürekli gündemde tutulan bu tartışma, mevcut sorunu bir bakıma ‘hukuki’ bir zemine kaydırma görüntüsü de veriyordu. Sorun, ‘başörtülü eş’ tartışmasından bağımsızmış gibi sunularak, tamamen bir yalan perdesi hazırlanmıştı. Bu tartışmada ayrıca “cumhurbaşkanının seçilememesi durumunda, yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar, görev süresi dolan Ahmet Necdet Sezer göreve devam eder” iddiası da kabul ettirilmek isteniyordu.

12 Nisan 2007 tarihinde, asker bir kez daha siyasete müdahale ederek, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisini taraf olarak ortaya koydu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Karargahı'nda ‘gündemdeki konuları değerlendirme’ amacıyla bir basın toplantısı yaptı. Büyükanıt, konuşmasının sonunda, gazetecilerin sorularını almadan önce, ilk olarak hangi sorunun sorulacağını bildiğini söyleyerek, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı'nın nitelikleriyle ilgili bir değerlendirme yaptı ve şunları söyledi.

“Şimdiye kadar bu konuda hiçbir şekilde, hiçbir zeminde, hiç kimseyle konuşmadım. Bir hususu belirtmek istiyorum: Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yalnız basın mensupları değil Türk milleti de yakından tanıyor. Bizim temel düşünce yapımızı, inandığımız temel değerleri, cumhuriyet ilkelerine, laiklik ilkesine bağlılığımızı bilmeyen kimse yoktur herhalde. Olamaz... Bu konulardaki hassasiyetimizi Türk milleti biliyor. Onun için bunları tek tek saymaya gerek yok. Bu değerler manzumesine sahibiz.

Bir diğer önemli husus, seçilecek cumhurbaşkanı aynı zamanda TSK'nın başkomutanıdır. Bu yönüyle TSK'yı yakından ilgilendirmektedir. Biz hem cumhurbaşkanımızın hem de aynı zamanda başkomutanımızın Silahlı Kuvvetler ve Türk milletinin sahip olduğu cumhuriyetin temel değerlerine, anayasamızda ifadesini bulan laik, demokratik ve sosyal hukuk devleti idealine, devletin üniter yapısına bağlı ama sözde değil özde, bunu davranışlarına yansıtacak şekilde bir cumhurbaşkanının oraya seçileceğine olan inancımı belirtmek istiyorum.

Tabii ki yasal mevzuatı, anayasayı, hukuku, cumhurbaşkanı nasıl seçiliyor, bunların hepsini biliyoruz. Hem vatandaş hem TSK'nın bir personeli olarak cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı seçilecek olmasını umut ediyoruz. Bunu biz bilemeyiz. Karar Meclis'in kararıdır. Cumhurbaşkanlığı konusunda zaten bundan başka da bir şey söyleme durumunda değilim. Hukuken de hakka sahip değilim.”

Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, gazetecilerin sorularını yanıtlarken, Habertürk televizyonu Ankara Temsilcisi Taki Doğan şöyle bir soru sordu: “Türk Silahlı Kuvvetleri'nde subay eşlerinin türban takması yasaktır. İhlal ettiği takdirde Silahlı Kuvvetler'den ihraç ediliyor. Acaba TSK'nın başkomutanının eşi türbanlı olursa başkomutanın altında çalışan subay, astsubay ve komutanların tavrı, bakış açıları nasıl olur?” Büyükanıt ise “Cumhurbaşkanlığı konusunu bitirdim, ama sorunuzu aldım.” diyerek “sözde değil özde bağlılık” sözlerine atıfta bulundu.

Hukuki tartışmaların sürdüğü, silahlı bürokrasinin en üst düzeyde müdahil olduğu bu süreçte; yasakçı zihniyet, bir takım paramiliter örgütlerin taşeronluğu sayesinde, toplumsal bir tabana da sahip olduğu görüntüsü vermeyi ihmal etmedi. 14 Nisan’da, Ankara’da düzenlenen Tandoğan Mitingi, bu durumun ilk kamusal işareti oldu. Eylemi düzenleyenler, ‘Laiklik elden gidiyor!” kaygısıyla mobilize ettikleri kitlenin içinde, “siyasiler, yargıçlar, rektörler, askerler de vardı” vurgusunu yaparak, sistemin temel unsurlarının işbirliği içinde hareket ettiği ve ‘başörtüsünün Köşk’e çıkmasına müsaade edilmeyeceği’ mesajı vermek istiyordu.

Bu tartışmalar, AKP hükümetini baskı altında tutuyordu. ‘Gösterilecek adayın yıpratılmaması’ düşüncesinden hareketle, kim olduğu gizli tutulan aday, 24 Nisan 2007 tarihinde yapılan AKP Grup toplantısında, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından kamuoyuna duyuruldu ve 11’inci cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü gösterildi.

Abdullah Gül’ün Köşk için aday gösterilmesiyle birlikte başörtüsü karşıtlarının çıkardıkları gürültü de artmaya başladı. Hayrünnisa Gül’ün başörtülü olması ve ayrıca başörtüsü yasağından ötürü, her ne kadar daha sonrasında geri çekse de, T.C.'yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne şikayet etmiş olması; başörtüsü karşıtları tarafından ‘Cumhuriyete meydan okuma’ olarak değerlendirildi. Abdullah Gül ise ‘Milli Görüşçü’ tabandan gelmesi ve içeriği son derece tartışmalı olan ‘kayıp trilyon’ davası dolayısıyla eleştiriliyordu.

Siyasi, hukuki ve ‘sivil’ unsurların elbirliğiyle yürüttükleri mücadele, öncelikle 27 Nisan tarihinde birinci turu yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimini engellemeyi amaçlıyordu. Şayet bu başarılır ve Meclis erken seçime zorlanırsa, yeni tablodan istedikleri gibi bir sonucun çıkacağından emindiler. Toplum mühendisliğinin başarısızlığı ihtimaline karşı ,bir ihtimal daha vardı; o da askeri bir müdahale.

Mecliste temsil edilen CHP, Anavatan Partisi, Doğru Yol Partisi, Halkın Yükselişi Partisi ve Sosyal-demokrat Halk Partisi, seçime katılmayarak, hükümeti yalnızlaştırmayı, böylece cumhurbaşkanının meşruluğunu tartışmalı hale getirmeyi planlıyordu. 27 Nisan 2007 günü yapılan birinci turda, 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için, seçim ikinci tura kalmıştı.

Aynı gün, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), “anayasanın ilgili hükmü gereği, ilk oturumun açılabilmesi için 367 üyenin Mecliste hazır bulunması gerektiği gerekçesi” oturumun iptali için Anayasa Mahkemesi'ne dava açtı.

Süreci etkileyen asıl gelişme ise, aynı günün gecesi yaşandı. Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesine, gece saat 23:10'da yerleştirilen ‘Basın açıklaması,’ 28 Şubat darbesindeki gibi, yeni bir ‘balans ayarı’ olarak değerlendirildi. Kutlu Doğum Haftası’ndaki başörtülü kız öğrencilerin örnek gösterildiği e-muhtırada, “TSK'nın yasalar ile kendine düşen görev ve yetkileri kullanmaktan çekinmeyeceği” dile getirilerek, daha önceki darbelere gönderme yapılıyor ve "Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır" denilerek de, toplumdaki kutuplaşmayı derinleştiriliyor ve toplumun belirli bir bölümü ‘düşman’ ilan ediliyordu.

AKP, bu muhtıra karşısında, daha önceki hükümetler gibi klasik bir refleks sergilemedi. Bildiriyi üzerine aldı ve Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek bir basın açıklaması yaparak, kendilerinin de laiklikten yana olduğunu bildirdi. Açıklamada ‘TSK’nın Hükümet’e bağlı olduğu bildirilerek’ bir bakıma yapılan müdahalenin hoş karşılanmadığı ifade edildi. Bu ilk çıkışın altı, daha sonraki süreçte doldurulamadığı için, önemli bir kazanım fırsatı, Hükümet eliyle kaçırılmış oldu.

Açıklamadan birkaç gün sonra, Genelkurmay açıklamasında vurgu yapılan okullardaki “irticai faaliyetlerle” ilgili görüşmelerde bulunmak için Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Orgeneral Büyükanıt'la iki saat süren bir görüşme yaptı. Bu hesap sormak yerine, hesap vermeyi kabul eden bir yaklaşım olarak değerlendirildi.

Bildiriden bir hafta sonra ise Dolmabahçe Sarayı'nda çevrilmesine neden oldu. Başbakan Erdoğan ile Büyükanıt arasındaki telefon görüşmesinden sonra bu ilk yüz yüze buluşmaydı. Görüşmenin içeriğine ilişkin hiçbir açıklama yapılmadı ve kapılar arkasındaki görüşme, Dolmabahçe Protokolü olarak tanımlandı.

Diğer taraftan, AKP Hükümeti, “Cumhurbaşkanı'nı halkın seçmesi ve 5+5 modelini” içeren bir anayasa değişikliği paketiyle de gündeme geliyordu. Parlamenter sistemin ne şekilde işleyeceğini tartışmaya açan ve "Cumhurbaşkanını halk seçsin" anlayışına yaslanan bu değişiklik de, ‘Rejim değiştiriliyor’ ekseninde tartışılıyordu.

Nisan ayının sonu, askeri muhtıra, Dolmabahçe görüşmesi ve paramiliter kuruluşların düzenlediği Çağlayan Mitingi ile gelirken; Mayıs ayı Anayasa Mahkemesi’nin “Meclis'in Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk oturumunu iptal” kararıyla başladı. CHP, bu süreçte tavrındaki kesinliği korurken, bazı çevreler DYP ve Anavatan Partisi’nin durumlarını gözden geçireceğini ve Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu ikilisinin ikinci tura katılacağını umuyordu. Fakat her iki parti lideri de, ayın yerden tembihlenmiş gibi hareket etti ve 6 Mayıs 2007 tarihinde Meclis’te yapılan iki yoklamada da toplantı yeter sayısının bulunamayışı yüzünden 11’inci Cumhurbaşkanının seçilmesi imkanı tamamen yitirildi.

Gerçekleştirilmeyen seçim süreci, sivil-asker ilişkilerinde baskın unsurun kim olduğunu yeniden gün yüzüne çıkaran bir özellik sergiledi:

Sisteme bağlılık mesajları veren, asker-sivil ilişkisindeki toplum ve siyaset aleyhinde olan mevcut yapıyı bozmamaya çalışan ve söyleminde her defasında Kemalist kodları kullanmaya itina gösteren AKP Hükümeti, e-muhtıra ile birlikte, ilk anda, boşuna kürek çektiği hissine kapıldı. Meclisteki adaylık süreci boyunca, kamuoyu önünde sözde hukuka bağlılık mesajı veren askeri iktidar da, yayınladığı e-muhtıra ile klasik reflekslerini terk etmeyeceğini deklare etti.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin krize dönüştürülmesi sürecinin diğer bir yönü ise bugüne kadar Türk-Kürt çatışması eksenli senaryolara, laik-antilaik çatışması eksenli senaryolarının da daha güçlü biçimde eklenmesiydi. Böylece iktidar seçkinleri, imtiyazlarını kaybetmemek için oluşturduğu bu tehlikeli kamplaşmalarla kısa vadede seçimi bloke etme şansına kavuşmuşsa da, orta ve uzun vadede ne tür riskler doğuracağı kolayca tahmin edilebilen bu tür bir ateşi yakmakla, bir bakıma gözünü nasıl bir iktidar hırsı bürüdüğünü de göstermiş oldu.

* * *


Aslında yaşanan sürecin yoldaki işaretleri belliydi. Avrupa Birliği’ne karşı geliştirilen milliyetçi refleksleri göğüsleyerek, mevcut sistemin köhnemiş yapısını değiştirmeye yönelik kalıcı adımlar atamayan AKP Hükümeti, içerideki gürültüye boyun eğdiğinde, inisiyatifi eline alma fırsatını kaçırmış sayıldı. Buna karşı, oligarşik sistem, Kıbrıs ve Kuzey Irak üzerinden topluma sürekli bölünme paranoyası enjekte etti.

Kurulduğu bugünden beri toplumun bu parçalanma travmasından çıkarak normalleşmesini istemeyen iktidar seçkinleri, ellerindeki fırsatı değerlendirmeye yönelik adımlar atmaya başladı. Tam bu noktada patlayan Şemdinli skandalı, sistem içinde askeri olması gereken konuma çekebilmek için Hükümet’e tarihi bir fırsat verdi fakat AKP’nin kendini meşrulaştırma niyetiyle yaptığı vahim hatalar; ağır bir faturaya dönüştü.

Şemdinli’de gücünü sivil yönetime kabul ettirmenin güveniyle harekatına devam eden iktidar sahipleri, böylece siyaset, eğitim, hukuk ve merkez medya üzerindeki tahakkümünü pekiştirecek yeni adımlar da attı. Perde arkasından, militer ideolojisiyle techiz edilen ‘sivil’ toplum kuruluşlarını örgütlüyordu. Durumu geç fark eden AKP ise yakaladığı tarihi fırsatları değerlendirememenin bedelini, Cumhurbaşkanlığı seçimi etrafında oluşan krizi yönetemeyerek ödedi.

E-muhtıra ile yüksek yargının aldığı 367 kararı, muhalefet partilerinin birleşme telaşı, mitinglerin farklı şehirlere taşınması ve medyanın bu mitingleri özel programlarla canlı yayınlaması, rektörlerin sık sık siyasi demeçler vermesi, muhalif aydınların dahi bir ‘şeriat’ karşıtlığının altını çizmesi vs. iktidar seçkinlerinin yeni süreçte daha aktif mücadele edeceklerini gösteriyordu.

AKP ise geride kalan dört yıllık hükümet süresi zarfında, özellikle sivilleşme ve özgürleşme yolundaki adımları sürdürmeyerek, eğitim ve hukukta köklü reform paketlerini uygulamaya sokamayarak kendi aleyhinde işletilebilecek bu tür mekanizmaları tahkim ettiğini maalesef fark edememişti.

Bu gelişmeler üzerine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan erken seçime gidileceği açıklamasını yaptı ve tarih olarak 22 Temmuz 2007 belirlendi. Genel seçimler, bir bakıma Cumhurbaşkanlığı seçimini topluma götüren bir referanduma dönüştü. Bu referandumda oylanan ise Abdullah Gül’ün adaylığından ziyade, eşinin ‘başörtüsü’ olacaktı. Böylece, o güne kadar elinde imkanlara rağmen başörtüsü yasağına karşı sahici bir somut atmayan AKP hükümeti, kendisini ‘mağdur’ olarak konumlandırdı ve bunun giderilmesini topluma havale ettiğini ifade etti.

AKP, kendisine cumhurbaşkanı seçtirilmemesi konusunun seçim sürecindeki en önemli kozu olduğunun farkındaydı. Fakat bu durumu, sistemin ikiyüzlü ve yasakçı yüzünü deşifre etmenin bir imkanı haline dönüştürmedi, bilakis sisteme karşı bugüne kadar belirli rezervleri olan toplumu, tamamen merkeze yaklaştırmak için bir hamle olarak değerlendirdi.

Muhafazakar zihniyetin klasik arızi yaklaşımı kendisini bir kez daha ortaya koyuyordu. Bu yaklaşıma göre sorun ‘sistemden değil sistemin içindeki belirli mevkilerde bulunanlardan’ kaynaklanıyordu. ‘Köşk seçimi, sistem içinde kazanılması gereken önemli bir mevziydi ve birçok sorunun çözümünde anahtar roldeydi.’

Bütüncül bir perspektife yaslanmayan ve sahih bir sistem analizine dayanmayan bu yaklaşım, aynı zamanda Müslümanların İslami bir siyaseti inşa etmekten ziyade, sisteme entegre olarak hızlı ve kolaycı çözümleri öne çıkarıyordu.

Sistemin meşruiyetini sorgulamak, ideolojik yapısını çözümlemek yerine; kendisinin meşruluğunu ispata muhtaç hisseden bu yaklaşımın öncü taşıyıcılarından AKP, konuşmalarında ‘vatan ve millet sevgisi, milli değerler’ gibi kavramların içeriğini, Kemalist ideolojinin sahipleri tarafından itiraz edilmeyecek şekilde doldurup, yeniden üretirken; diğer yandan bunu kendisine yakın kitlelere de empoze ediyordu.

Kimliksiz, renksiz, iddiasız ve talepsiz bir ‘Din’ elbette, iktidar seçkinlerince şimdiki gibi bir muhalefetle karşılaşmazdı. Ortada stratejik bir hamle değil, tamamen teslim olmuş bir politika mevcuttu ve bu politika, kendisine meşruiyet kazandırmak için, kendi görüşlerinin aslında resmi ideolojiyle çatışmadığını ispatlama gibi bir kaygıyla hareket ediyordu.

Buna karşı iktidar seçkinleri, toplum mühendisliği faaliyetlerini her koldan sürdürüyordu. 22 Temmuz seçimlerini ‘laik-antilaik’ kutuplaşmasına getiren ve adeta ‘cumhuriyetin kaderinin’ oylandığı bir varlık-yokluk mücadelesi gibi ortaya koyan bu yaklaşım; bir bakıma kendi toplumsal tabanını/tabansızlığını da yoklamış oluyordu. Doğru Yol Partisi ve Anavatan Partisi birleşmeye zorlanarak ‘sağda birlik,’ Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokratik Sol Parti birleştirilerek de ‘solda birlik’ sağlanmak isteniyordu.

Başında darbe heveslisi emekli askerlerin bulunduğu bir çok Kemalist yapı ise bu birliklere sivil destek sağlamak için mücadele ediyordu. Artık çabalar, Çankaya’ya başörtüsünün çıkmaması için ‘yeniden milli mücadele’ şeklinde tezahür ediyordu. Halk için halka rağmen ve hatta halka karşı başlatılan bu gürültülü kampanyada; Cumhurbaşkanlığı seçimini terk eden sağ partilerin etkisizliği kısa zamanda ortaya çıkınca, sisteme bağlılıklarından şüphe duyulmayan CHP ve MHP’nin isimleri yan yana zikredilmeye başlandı. Fakat MHP, bu kampanyaya pek itibar etmedi.

Kamuoyu anketleri hükümetin ‘Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerilim çıkardığı’(!) için ciddi şekilde oy kaybettiğini gösteriyor, ‘Laiklik elden gidiyor’ mitinglerindeki kalabalıklar ise ‘dinciliğe karşı yeni bir halk hareketi’ olarak lanse ediliyordu. AKP ise, ‘en devletçi, en laik, en Atatürkçü’ partinin kendisi olduğunu sık tekrarlayarak, ‘telaşa mahal yok’ mesajı vermeyi sürdürüyordu. Üstelik, Saadet Partisi gibi seçim bildirgesine ‘başörtüsüne özgürlük’ vaadi koymadığı için de, geçmişiyle hiçbir bağlantısı kalmadığını ortaya koymuş oluyordu.

Başörtüsüne karşı hiçbir vaadi bulunmayan, seçimlerde temsil adaletini sağlamak adına tek bir başörtülü vekil adayı çıkarmayan, sistemle karşı karşıya gelecek en ufak bir açıklamaya müsaade etmeyen, parti içindeki karşıt görüşlerin sesini dahi ‘gerilim olmasın’ politikası içinde kısan bir yaklaşım, bu konuda iktidar sahiplerinden ‘icazet almadan’ bir çözümü sunamayacağını ortaya koyuyordu.

Doğru Yol Partisi’nin ‘Demokrat Parti’ adıyla girip başörtüsüne çözüm vaat ettiği, CHP’nin hem ‘laiklik ve irtica’ konulu demeçlerle başörtüsüne karşı çıkıp hem de bazı illerde başörtüsü dağıtıp ‘başörtüsüne değil türbana karşıyız’ gibi asılsız bir iddia temelli propaganda yürüttüğü, Saadet Partisi’nin ‘Milli Kurtuluş Seferberliği’ ilan ettiği, sol yapıların başörtüsüne ya sert karşıtlık sergilediği ya da tutarsız söylemlerle sahiplenir göründüğü, AKP’nin bir önceki seçimde de olduğu gibi hiçbir kimlik eksenli ya da toplumsal talep içermeyen ama ‘tek devlet, tek millet, tek vatan’ sloganı ile mevcut sistemi tahkim eden seçim faaliyetleri, toplum tarafından tek zaviyeden okunuyordu.

Sol yapıların birçoğu ise ‘Din’ ve onun somut ifadelerinden olan ‘başörtüsü’ konusundaki tutarsız yaklaşımlarını devam ettirdiler. Genel olarak “Hem darbeye hem de şeriata karşıyız” tarzı sloganıyla olaylara yaklaşan bir zihniyet, bilerek ya da bilmeyerek, Kemalist sistem ile aynı safta buluştular.

* * *


22 Temmuz seçimleri gerçekleştiğinde, ortaya çıkan tablo, toplumun başörtüsünü sahiplendiğinin göstergesi olarak değerlendirildi. Medyada ‘e-muhtıraya karşı halkın muhtırası’ şeklinde yapılan analizlere itiraz AKP kanadından geldi. Seçime böyle bir anlam yüklenmesiyle, silahlı bürokrasi ile bir kez daha karşı karşıya gelmek istemiyordu. Seçim sonucunda militarist ideolojinin ve Kemalist azınlığın tahakkümünün geriletebileceği beklentisi yükselirken, sonrasında yaşanan süreç bu beklentilerin sanıldığı gibi kolay gerçekleşmeyeceğini ortaya koydu.

“Laikliğin oylandığı” havası estirenler, seçim sonrası konuyu bu şekilde gündeme getirmekten imtina etti. Asker de seçim sonucu ile muhtıra arasında bir ilişki olmadığı yönünde kanaat bildirdi. Fakat bunların hiçbiri, seçim sonuçlarında başörtüsü tercihinin ağır bastığı gerçeğini değiştirmiyordu. Öyle ki, Cumhuriyet yazarı İlhan Selçuk bile her ne kadar durumdan şikayetçiyse de “Türban seçimde ağır bastı” diye yazmak zorunda kaldı. Seçim sonuçları, Milli Gazete’deki bir yazıda başörtüsü sorunu etrafında şöyle değerlendirildi:

“Milletin "Bizim başörtüsü diye bir sorunumuz yok" diyenleri bu defa eskisinden daha büyük oy oranı ile iktidar koltuğuna oturtmuş olmasının ilk bakışta bir çelişki gibi görünmüyor. AKP'nin aksine milletimizin bir başörtüsü sorunu olduğunu, başörtüsüne sahip çıkmak adına AKP'ye yüklenmiştir. Milletin bu tavrı karşısında AKP'nin atacağı adım, takınacağı tavır önem kazanıyor.

Abdullah Gül'ün sırf eşi başörtülü diye cumhurbaşkanı seçtirilmeyişini milletimiz protesto etmiş, "Siz ne düşünürseniz düşünün başörtüsü düşmanlığına karşı tavır koyuyorum" demiştir. Çünkü, milletin seçim sandığının dışında tavır koyması mümkün değildir.

Bunun için önüne getirilen seçim sandığına attığı oylarla AKP'ye de bir ikazda bulunmuştur. "Siz her ne kadar başörtüsü sorunumuz yok diyorsunuz ama benim var" anlamına gelen bir tavır sergilemiştir... Buna rağmen yeni dönemde de AKP "Başörtüsü sorunumuz yok" şeklinde bir tavır sergileyecek olursa milletin karşısına getirilecek ilk seçim sandığında kaybolup gidecektir.”

Laik ve kemalist kesim, başörtüsü karşıtlığında seçim sonuçlarını baz alan bir siyaset izlemedi ve klasik tavrını sürdürdü. Kısa süreli sarsıntıyı atlatan çevreler, hemen ‘anti-türban’ cephesi altında mücadeleye kaldıkları yerden yeniden başladılar. Amaç, ‘eşi başörtülü’ bir adayın Cumhurbaşkanı olmasını engellemekti. Nitekim AKP de, aday olarak bir kez daha Abdullah Gül’ü göstermişti. Seçim sonuçlarından sonra aksi bir hamle, AKP’nin siyasal anlamda kendisini tasfiye etmeye başlayan bir sürecin başlangıcı olurdu. Çünkü, toplumun seçimlere yüklediği anlam, başka bir adayı ihtimal dışına itiyordu.

Abdullah Gül, kendisine itiraz edenlere karşı “Eşimin başörtüsü kendi kişisel tercihidir. Benim için hiçbir şekilde sorun teşkil etmiyor. Türkiye'de başörtüsü takmak da yasalara aykırı değil. Ayrıca ben Cumhurbaşkanı olacağım eşim değil...” savunması yaparak, konuyu kişisel tercih bağlamına taşıyordu. Başbakan Erdoğan ise başörtüsünü meşrulaştırma arayışıyla yaptığı çıkışta, geleneksel sağ siyasetin ‘karşıtından medet umma’ hamlesini tekrar etti. AKP MYK toplantısının ardından düzenlenen basın toplantısında, Hayrünnisa Gül'ün başörtüsü nedeniyle yöneltilen, "Bu konuda bir gerginlik olur mu, yoksa konu kapanır mı?" sorusuna şu yanıtı verdi:

“Bütün bunları hepsi maalesef huzursuzluk tohumu ekmek isteyenlerin çabasıdır. Bizim işimiz bu olmamalı. Yeri geldiği zaman 'Annem benim böyle giyiniyor. Nenem benim şöyle giyiniyor' diye bunu söylersiniz. Neden bunu söylüyorsun, söylemeye gerek yok ki. Madem annenin, ninenin böyle giyinmesinden memnunsun, kalkıp bunları gündeme getirme. Cumhuriyetimizin birinci Cumhurbaşkanı Atatürk'ün eşine de bak, annesine de bak. Eğer örnek alacaksan, 1. Cumhurbaşkanı Atatürk'ün eşi nasıl giyiniyor, buna bakarsın. Bu da size bir ders olur. Öyle zannediyorum ki, herhangi bir yanlış söz konusu değildir.”

Latife Hanım’ın ‘başörtüsü’ tartışması, sağcı/muhafazakar zihniyetin klasik tavrının anlamlı bir örneğiydi. Kendi değerlerini kendi görüşlerine ve örneklerine yaslanarak savunmaktan aciz, fakat sistemin kendi değerlerini kendi niyeti çerçevesinde kullanmaya çalışan bu tür bir yaklaşım; beklenilen sonucu vermemekte, bilakis sisteme belirli bir meşruiyet kazandırmaktaydı. Latife ve Zübeyde Hanım’ların başörtüsü üzerinden yapılan bu tartışmada, herkesin kendisine göre bir ‘Latife Hanım’ tarifi olduğu ortaya çıktı, tıpkı herkesin kendi görüşlerine uygun bir Mustafa Kemal’i olması gibi...

Seçim sonuçları ve başörtüsü arasındaki korelasyon, Hayrünnisa Gül ile Latife Hanım’ın örtüsü arasındaki benzerlikler ve farklılıklar, başörtüsüne karşı askerin nasıl bir tavır sergileyeceği tartışmalarının gölgesinde geçen günler, seçim takvimiyle devam etti.

Gül, 20 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi birinci turunda 341 oy aldı. 24 Ağustos 2007 tarihinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turunda 337 oy aldı. Anayasaya göre ilk iki turda üçte iki çoğunluk olan 367 sayısına ulaşılamadığı için cumhurbaşkanı seçiminden bir sonuç alınamadı.

MHP ve DTP vekillerinin katılımıyla gerçekleştirilebilen turlar, Abdullah Gül’ün 28 Ağustos 2007 tarihinde yapılan üçüncü turda 339 oy alarak 11’inci cumhurbaşkanı seçilmesiyle sona erdi. Başörtüsü tartışması ise tüm hararetiyle devam ediyordu.

Daha önceki cumhurbaşkanlarının yemin töreninde hazır bulunan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarının gerekçe göstermeden Meclis’in açılışına katılmaması, askerin “başörtüsüne” ve “DTP”ye tepkisi yorumlarına neden oldu. Oylamanın üç turuna da katılmayan CHP, YÖK Başkanı Prof. Teziç ile Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu'nun da olmayışı, başörtüsüne muhaliflerin görüşlerinden vazgeçmeyeceklerinin ifadesiydi. Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonraki ilk ay, askerin Abdullah Gül’e karşı temkinlik ve soğuk yaklaşımı sebebiyle yaşanan protokol krizleriyle geçti.

Bu süreçte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın başörtülü eşlerine uygulanan yasak da devam etti. Örneğin Meclis Başkanı Köksal Toptan’a eşli davetiye gönderilirken, protokol açısından ondan daha üst bir makamda bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşine karşı ayrımcılık uygulanıyordu. Tüm bu yapılan gösteriyordu ki; sistem başörtüsüne karşı yaklaşımındaki izleği takip etmekteydi. Nitekim daha sonraki günlerde yaşanan gelişmeler de, bu durumu doğruladı.

Genel seçimler ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde istediği sonucu elde eden AKP’nin gündeminde Anayasa değişikliği paketi yer alıyordu. Askerin gündeminde ise Kuzey Irak’a yapılacak bir harekat... Her iki konudan biri, yaşanan gelişmelere göre ya birinci sıraya yerleşiyor, ya da ikinci sırada kalıyordu ama daha alt sıralara düşmüyordu. Bu siyaset satrancında asker, kuralları koyanın kendisi olduğunu ima eden bir yaklaşım sergilerken, AKP de oyuna ortak olma niyetini ifade ediyordu. Kürt sorununa karşı ‘militer’ çözüm anlayışının ağır bastığı ve DTP’ye karşı şahin bir tavır takınan AKP’nin ‘ortak düşman’ vurgusu üzerinden sistemle uzlaşı arayışı içinde olduğu gözlemlenen bu süreçte, silahlı bürokrasi yönetimde etkisini artıyordu.

Tüm bu gelişmelerin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde yürütülen pazarlıklarla ilişkilendiği hesaba katıldığında, artık sorunların daha çetrefilli bir hale geldiği, kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıkların gelişmelere göre takip edilebildiği ve küresel hegemonyanın çıkar hesapları arasında bölge halklarının geleceklerinin ipotek altına alındığı anlaşılıyordu.

Yaşananlar, toplumsal sorunlar karşısında daha ilkeli, tutarlı ve adil bir mücadele siyasetinin gerekliliği ortaya koymaktadır. Bunun anlamı, siyaset partilerin reel-politik düzlemde yaptıklarından bağımsız ve özgürlükçü bir siyasetin inşasıdır. Topluma zulüm ve adalet arasındaki farkı güncele angaje olmadan fakat yaşanan gerçeklikten de kopmadan anlatabilecek, topluma öncü olabilecek sivil bir muhalif hareket önemli bir eksikliktir.

Mevcut siyasi partilerin merkeze oturma çabaları ve bir takım imtiyazlar elde edebilmek adına çoğu zaman sistemle uzlaşmaları, bu uzlaşı neticesinde zaman içinde saf değiştirmeleri ya da güç kaybetmeleri, ciddi ve tutarlı bir söylem-eylem bütünlüğü içinde hareket etmek yerine pragmatist davranmaları ve bu faydacılık anlayışlarının genellikle toplumsal taleplerin aleyhinde işlemesi gibi sebepler, siyasi mücadele zemininin partici zeminden bağımsızlaştırılması gerektiğine işaret etmektedir.

Kısa vadeli ve yerel bazlı kıpırdanmalar yerine, planlı, programlı ve söylemiyle eyleminde netlik ve tutarlılık kazanmış bir hareketin geliştirilmesinin çabası içinde olunmalıdır. Başörtüsünün, bu mücadelenin inşasındaki somut bir sembol olarak değerlendirilmesi ise tabi ki kaçınılmazdır... Başörtüsünü merkeze alan ve sistemi, resmi ideolojiyi, askeri vesayeti, siyasal/hukuki/ ekonomik/bürokratik sorunları bu merkez etrafında değerlendirerek geliştirilecek bir söylem, topluma öncülük edecek uzun vadeli bir eylem planı ile desteklendiğinde daha sağlıklı sonuçlar üretebilecektir. Bu sebeple sivil ve muhalif hareketlerin, özellikle İslam iddiasını sahiplenen kesimlerin mevcut tabloyu doğru değerlendirmesi, ciddi bir özeleştiri yapması ve yenilenmesi gereklidir.


Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin