BaşÖRTÜSÜ raporu 2007 Sakarya Başörtüsü Platformu


III. d. “Hukuki” Tartışmalar ve Başörtüsü



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə5/102
tarix30.10.2017
ölçüsü2,1 Mb.
#22656
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102

III. d. “Hukuki” Tartışmalar ve Başörtüsü

Başörtüsü yasağının hukuki bir gerekçesi olmadığı iyi bilinen bir gerçektir. Tabi ki, askeri darbe süreçlerinden kalma pratiklerin ve görüşlerin değiştirilmesi dahi teklif edilemez bir “kanun”muş gibi algılandığı bir sistemde, hukuki metinlerde yazılı olmadığı bir yasağın uygulanabilmesi şaşırtıcı değildir. Her alanda ortaya çıkan çelişkiler ve tutarsızlıklar, bu sorunda da mevcuttur. Şayet sorunun ‘hukuki’ değil bizatihi sisteme ilişkin temel bir sorun olduğu layıkıyla anlaşılamazsa, ‘hukuki’ olmayan bir yasağın ‘hukuki’ yollarla kaldırılma girişimi gibi trajikomik bir durumun, yasakçı zihniyet tarafından neden büyük bir gürültü ile karşılandığı da anlaşılamayabilir. Bu bağlamda, yasakçılar sorunun ‘teknik’ bir mesele olmadığının farkındadır ve farklı kavramlarının arkasına saklanmayı tercih ederek neye karşı çıktıklarının bilincindedir. Buna karşı, ‘başörtüsü’nün neyi temsil ettiğini doğru anlamadan yapılacak düzenlemeler de, istenilen sonuçları veremeyecektir.

Türkiye, 2007 yılı içinde yukarıda tarif ettiğimiz durumu, Anayasa değişikliği çerçevesindeki hukuki tartışmalarda sık sık yaşamıştır. Yasakçı zihniyet, darbe ürünü 1982 Anayasası’nın, sistemin ideolojisi ve çıkarları doğrultusunda hazırlandığını bildiği için, özgürlükçü ve adil bir yönetim inşa edebilecek hiçbir hukuki girişime müsaade etmemektedir. Köklü bir değişiklik ise ciddi, kararlı ve kendinden emin bir girişimin ısrarlı mücadelesiyle gerçekleşebilir.

2007 yılında yaşananlar; darbe heveslisi yasakçı zihniyetin ideolojisine en ufak bir müdahalede bulunulmasına müsaade etmeme kararlığını bir kez daha ortaya koyarken; toplumun hak ve özgürlük taleplerini yerine getirmesi gereken siyasi iradenin böylesi bir perspektife sahip olmadığını, değişiklik talebinin belirli konularda sınırlı kaldığını ve bunu dahi yapabilmek için iktidar seçkinleri ile uzlaşı arayışı içinde kaldığını göstermiştir.

Anayasa değişikliği ve ‘sivil’ anayasa konularında, tartışmaların sürekli olarak ‘başörtüsü’ merkezli hale gelmesinin bir anlamı vardır. Bu Kemalist ideolojinin değerler sistemi ile İslam’ı değerler sistemi arasındaki farklılıkların bir potada eritilemeyecek olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple, hem resmi ideolojiden ödün vermemek hem de gerçek anlamda hak ve özgürlük sağlayan bir anayasa metni hazırlamak, bir takım tutarsızlıkları aşma çabası mesabesinde kalacak ve sonuçları beyhude olacaktır. AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağına ilişkin tartışmaların kısır bir döngüye saplanıp kalması da bu tespite örnek teşkil etmektedir.

Başörtüsünün hukuki bir dayanağının olup olmadığı sorusu, ilk olarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle gündeme geldi. O güne kadar başörtüsü sorununa ilişkin ciddi bir gündem oluşturmayan, fiiliyatta uygulanan yasağı ‘suç’ kabul edip bu suçla mücadeleyi ön plana çıkarmayan AKP; Cumhurbaşkanlığı seçimleri süresince de sorundan şikayet eden ama çözüme yönelik hamle yapmayan politikasını devam ettirdi.

Örneğin, AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak 26 Şubat 2007 tarihinde şunları söylüyordu “Daha zaman var ve cumhurbaşkanı Meclis'in içinden, bir milletvekili olacaktır. Başbakan'ın eşi türbanlı oluyor, bundan kimse rahatsız olmuyor da Köşk'e çıkan birinin eşi türbanlı olursa neden rahatsız olsunlar.” Fırat, seçimden önce “türban sorununu çözeceklerine dair” kimseye söz vermediklerini vurgulamayı ihmal etmeyerek, şöyle konuşuyordu: “Anayasa'da türban yasağı yok, fiili bir yasak var." Fakat bu tespitten hareketle atılan bir adım henüz yoktu. Çözüm, Köşk’e endekslenmiş gibiydi...

AKP’nin bu konudaki tutarsızlığın bir diğer örneği ise 12 Eylül rejiminin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden "fahri hukuk doktorası" payesi verdiği İhsan Doğramacı’nın, TBMM Onur Ödülü’ne layık görülmesiydi. YÖK gibi ideolojik bir kurumun kurucusu olan, "türban" modelini icat ederek sorunun derinleşmesinde rol oynayan Doğramacı, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından aday gösterilmiş ve ödüllendirilmişti.

Kendisine karşı gösterilen bu iltifatçı yaklaşıma rağbet etmeyen yasakçı zihniyet ise yasağa hukuki dayanak olarak Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve AİHM’in Leyla Şahin davası kararını gösteriyordu. YÖK, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Şubat ayı sonunda sunduğu “Türkiye'nin Yüksek Öğretim Stratejisi” başlıklı raporunda şu ifadelere yer vermişti: “‘Türban’ diye adlandırılan ve ‘İslami simge’ haline getirilen, genç kızların örtünme biçiminin, kamusal alanda kullanılmasının yasaklanması ile ilgili bir ön tespit yapmakta yarar vardır. Zira bu örtünme biçiminin, kamusal alanda yasaklanması, önce ulusal yargı organlarımızın, ardından da uluslararası mahkemelerin bağlayıcı kararlarına dayanmaktadır. Üniversiteler de diğer bütün kurumlar gibi, bu kararlara uymakla yükümlüdür.”

* * *


2007 yılında sorunun hukuki boyutuyla ilgili bir diğer gelişme ise Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kapatılan Fazilet Partisi milletvekillerinden Merve Safa Kavakçı, Nazlı Ilıcak ve Mehmet Sılay tarafından 2001 ve 2002'de yapılan başvurularda verdiği karardı. Mahkeme, Türkiye'yi, 'serbest seçim hakkı'nı ihlal ettiği gerekçesiyle para cezasına mahkum etti. Seçilmiş kişilere uygulanan müeyyidelerin de 'ağır ve orantısız' olduğunu söyledi ancak kararın gerekçesinde FP'nin kapatılmasını da haklı buldu. Siyasi haklara getirilen geçici kısıtlamaların 'laikliği koruma amaçlı' olduğuna vurgu yapılan kararda, Anayasa Mahkemesi'nin laiklik ilkesini tehdit eden siyasi partileri kapatmaya hakkı olduğunu belirtildi.

Kararın tartışmalara sebep olan tarafı, başörtülü kadınlara milletvekili seçilme yolunu açıp açmayacağı hususuydu. Çünkü Kavakçı'nın avukatı Salim Özdemir, AİHM'ye yaptıkları başvuruda müvekkilinin milletvekilliğinin başörtüsü nedeniyle düşürüldüğüne vurgu yaptıklarını belirterek AİHM’in bu kararla insan hakları ihlali yapıldığı sonucuna vardığını söylemekteydi.

Merve Kavakçı kararı, “başörtüsü mağdurlarının kazanımı” olarak değerlendirdi: “AİHM'nin kararı, başörtülü diye hastane kapılarında insanların ölüme terk edilemeyeceğini ve başörtülü annelerin üniversite kapılarında bekletilemeyeceğini ortaya koyuyor. Artık başörtülüler de milletvekili olabilir ve özgür bir şekilde TBMM'ye girebilir.”

Uluslar arası mahkeme kararlarının, yasakçıların niyetine göre okunup değerlendirildiği gerçeği, bu karar sonrasında da kendisini gösterdi. Hüküm hemen verildi: “Mahkemenin kararının ne "Bundan böyle başörtüsüyle Meclis'e girilir" anlamına gelen bir tarafı var ne de "Bu milletvekillerine yaptırım uygulamak ve ayrıca partilerini kapatmak, Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi'ne aykırı görülmüş" demek mümkün.” Fakat tartışılan yasağın hiçbir hukuki dayanağı olmadığı gerçeği o kadar netti ki, 1980 askeri darbesinin sorumlularından Kenan Evren dahi bu durumu kabullenmişti:

Evren, katıldığı bir televizyon programında Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığına aday olması durumunda eşinin başörtüsünün bir engel teşkil edip etmediğine ilişkin bir soruyu şöyle yanıtlıyordu: “Anayasa ve kanunlarda bunu yasaklayan bir şey yok. Bugüne kadarki cumhurbaşkanlarının hiç birinin eşinin başı örtülü değildi. O yüzden bu garipseniyor. Erdoğan Köşk'e çıkıp tarafsızlığını korursa ve hanımı da başını açarsa, kendisi büyük bir takdir toplar.”

Evren, yasağın hukuksuzluğu itiraf etse de, yasakçı zihniyetin asıl niyetini de ifşa etmekten kendini alıkoyamamıştı: “Hanımı da başını açarsa...” Bu, yasakçıları tatmin edecek, takdirlerini kazanacak tek yoldu.

* * *

28 Şubat sürecinde üniversitelerde başlayan, zaman içinde “kamusal alan” bahanesiyle tüm sosyal alanları kuşatan bu acımasız uygulama için kanuni bir gerekçe uydurma zahmetinde dahi bulunmayacak kadar kendisine güvenen ve her türlü zorbalığı yapma hakkını doğal olarak kendisinde gören sistem; ‘hukukun üstünlüğü’ ifadesinden ‘kendi çıkarları doğrultusunda uygulanan bir hukukun’ üstünlüğünü anlıyordu. Bu sebeple Genelkurmay’ın bir yandan “Hem vatandaş hem TSK'nın bir personeli olarak cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişinin cumhurbaşkanı seçilecek olmasını umut ediyoruz. Bunu biz bilemeyiz. Karar Meclis'in kararıdır. Cumhurbaşkanlığı konusunda zaten bundan başka da bir şey söyleme durumunda değilim. Hukuken de hakka sahip değilim... Şu anda görevde ve sorumlu bir kişiyim. Her attığım adım yasalar çerçevesinde olmalı. Hukuken doğru olmalı. Yanlış adım atmamalıyım...” gibi hukuka bir sürü atıfta bulunulan demeçler vermesi bir yandan da 27 Nisan 2007’de olduğu siyasete, hukuka ve topluma muhtıra vererek müdahale edebilmesi arasında bir çelişki aranmamalıdır.



Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan’da verdiği muhtıra ile Anayasa'nın 138. maddesine göre açıkça suç işlemişti. Üstelik yapılanı “suç” olarak tanımlayan da, 12 Eylül askeri rejiminin hazırladığı Anayasa’nın ta kendisiydi. Üstelik, “biz yaptık, biz çiğneriz, bizden başkasına da elletmeyiz” mantığı ile hareket eden bu zihniyete karşı, herhangi bir hukuki yaptırım sergilenemiyor; ceza vermek bir yana dava dahi açılamıyordu. Dava açanlar ise görevlerinden en ağır biçimde uzaklaştırılıyordu.

Türkiye’de sosyal ve siyasal olaylara yön verecek uygulamalarda alınan hukuki kararların keyfiliğini ve bu keyfiliği belirleyen gücün silahlı bürokrasiden beslendiğini gösteren birçok örnek mevcuttur. Eşinin başörtüsü sebebiyle Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için alındığı apaçık belli olan “367” kararı, bu durumun 2007 yılındaki en çarpıcı örneği oldu. Anayasa Mahkemesi'nin, 27 Nisan Muhtırası ve CHP lideri Deniz Baykal’ın “Kaos” tehditleri gölgesi altında verdiği karar; “hukuk devleti” tanımının sözden ibaret kaldığını gösteriyordu.

CHP’nin başvurusunu inceleyen Anayasa Mahkemesi raportörü, başvurunun reddedilmesini isteyerek 1980 darbesine zemin hazırlayan ve 150 tura yaklaşan Köşk seçimi sürecini hatırlatmış, Anayasa'nın seçimi kolaylaştırmayı amaçladığına dikkat çekmişti. Anayasa Mahkemesi'nin esastan incelediği kararda ise bunun tam tersi bir yorum yapıldı. Mahkeme'nin esasa ilişkin gerekçeli kararında, Anayasa'nın cumhurbaşkanı seçimine ilişkin 102. maddesinin birinci fıkrasındaki "Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile seçilir." ifadesinin karar yeter sayısı değil toplantı yeter sayısı anlamına geldiği belirtildi.

Daha önceki seçimlerde bu şekilde yorumlanmayan Anayasa maddesi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanan ‘başörtüsü sorunu’ bağlamında yeniden incelenmiş ve böylece önceki kararlara taban tabana zıt bir yorum yapılabilmişti. Yorum yoluyla bir tür anayasa değişikliği gerçekleştirilmişti ama hukuki zeminde böyle bir değişiklik mevcut anayasaya göre mümkün değildi. Darbeci geleneğin mirasına, bu kez hukuki bir darbe ruhu üflenmişti. 367 kararı, siyasallaşan ve ideolojik bir aygıt gibi çalışan yüksek yargı oligarşisi, aldığı karar ile asıl önemli olanın ‘hukuka uygunluk değil; iktidar seçkinlerinin niyetlerine uygunluk’ olduğunu göstermiş oldu.

Mevcut anayasanın sorunlu halleri, hak ve özgürlükler konusundaki sınırları, ırk temelli tek tip bir kimliği referans alması, resmi ideolojiyle teçhiz edilmesi ve toplumsal sorunlar karşısındaki açmazları, yeni bir anayasaya gerek duyulduğu sonucunu çıkarıyordu. 22 Temmuz seçimlerinden hükümet olarak çıkan AKP de bu konuda açılım vaadi veriyordu. Fakat taslağın bazı maddelerinin medyaya yansıdığı ilk günden itibaren, tartışmalar birçok konuda olduğu gibi, bu konuda da ‘başörtüsüne özgürlük’ meselesinde kilitlendi. Merkez medyanın “türbanlı anayasa” diye tarif ettiği ve tüm değişikliği tek kriter üzerinden eleştirdiği yeni anayasa taslağı, başörtüsüne ne şekilde olursa olsun izin verilemeyeceği yönündeki bir itirazın da odağı oldu.

Oysa ki, taslağın medyaya yansıyan bölümlerinden, hazırlananın gerçekten de toplumsal ihtiyaçları bütünüyle karşılayacak, sivil, özgürlükçü, bütüncül ve sağlıklı bir anayasa değişikliği yapılmadığı sonucu da çıkabilirdi. Mevcut anayasa ile karşılaştırıldığında ‘ileri’ bir aşama görülebilirdi ama yeni hali de olması gerekenin uzağındaydı. Üstelik AKP, anayasaya ruhunu veren maddelere dokunulmayacağını ve hatta yeni düzenlemelerle laikliğin daha da güçlendirileceğini söyleyerek; taslağa meşruiyet sağlamayı amaçlıyordu. Başlangıçtaki şu cümleler, hem iktidar seçkinlerinin tatmin etmeye hem de hak ve özgürlük taleplerini dile getirenleri ikna etmeye yönelik hazırlanmış olmalıydı sonuçta kimsenin beklentisini karşılamayacağı anlaşılabilirdi. Böyle bir ortamda siyasi irade daha cesur davranarak, gerçek bir adalet ve özgürlük ortamını tesis etmeyi, belirli bir azgın azınlığı ikna tatmin etmeye tercih edebilirdi, lakin klasik siyaset usulünden vazgeçilmeyeceği belliydi:

“Birey ve toplumun hürriyeti, adalet ve barış içinde bir arada yaşamasını sağlamak amacıyla herkesin insan haysiyetinden kaynaklanan evrensel hak ve hürriyetlerini güvence altına alan, farklılıkları kültürel zenginliğin kaynağı olarak görüp her türlü ayrımcılığı reddeden, vatan ve milletin bütünlüğünü esas alarak, demokratik ve laik Cumhuriyet'in kurum ve kurallarını insan hakkı ve hukukunun üstünlüğü temelinde düzenleyen bu anayasa, Cumhuriyet'in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık hedefi ve ebedi barış idealine olan bağlılığının ifadesi olarak Türk milletinin egemen ve hür iradesiyle kabul ve ilan edilmiştir.”

Hükümet, söyleminde sürekli olarak Kemalist ideolojiye ve bu ideolojinin veciz sözlerine atıfta bulunarak kendisine meşruiyet şemsiyesi sağlamaya çalışsa da, sadece ‘başörtüsü’ dahi sistemin gözünde her şeyin bir kenara bırakılması için yeter şarttı. Nitekim, anayasadaki değişikliklerin çoğu göz ardı edilerek, tüm tartışmanın şu maddeye endekslenmesi bu durumu doğruluyordu: “Ceza hukuku veya genel ahlâka aykırı olmamak kaydı ile hiç kimse kılık ve kıyafetinden dolayı yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz.” Başörtüsü yasağıyla ilgili düzenlemede, kılık kıyafetin yasaklanamayacağına ilişkin ibare yer alırken, bu uygulamanın sadece yükseköğrenimle sınırlı tutulması, hak ve özgürlükleri parçalayan bir yaklaşımın sahiciliğini eleştiriye açık hale getiriyordu.

Yasakçı zihniyetin bahaneleri aynıydı: “Başörtüsüne serbestlik geliyor, laiklik elden gidiyor.” Hukuki açıdan itiraz ise Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararına ve AİHM’in Leyla Şahin davasındaki kararına dayandırılıyordu. Anayasa taslağını hazırlayan komisyonun başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun ise Zaman’da yayınlanan bir yorumunda bu eleştirileri şöyle yanıtlıyordu: “Taslak'ın lâikliği zayıflattığı iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. Lâiklik açısından 1982 Anayasası'nda korunup da Taslak'ta korunmayan hiçbir husus mevcut değildir... Taslağın, Anayasa'dan Atatürkçülüğün izlerini silmeyi amaçladığı iddiası da, aynı derecede mesnetsizdir. Taslağın Başlangıç bölümünde “Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık hedefi ve ebedî barış idealine olan bağlılık" vurgulandığı gibi, 2'nci maddede "Atatürk milliyetçiliğine bağlı" ifadesi muhafaza edilmiş, milletvekili (m. 58) ve Cumhurbaşkanı (m. 80) yeminlerinde "Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı"lık ifadeleri yer almıştır...

Eğer lâikliğin zayıflatılmakta olduğu iddiasının mesnedi, yükseköğretim kurumlarında hiç kimsenin kılık ve kıyafetinden dolayı öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağı yolundaki önerimiz ise, bunu da haklı bulmaya imkân yoktur. Kız öğrencilerin başlarını örtüp örtmemeleri, bir lâiklik sorunu değil, bir bireysel tercih ve insan hakları sorunudur. Kimsenin bu öğrencileri, dinî inançları ile öğrenim hakkı arasında tercih yapmaya zorlama hakkı yoktur. Lâikliğin bir unsuru ayrım gözetilmeksizin herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip bulunması olduğuna göre, böyle bir düzenleme lâikliğe aykırı değil, aksine onun bir gereğidir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye'deki başörtüsü yasağını Sözleşme'ye aykırı bulmayan Leyla Şahin kararı karşısında Türkiye'nin Anayasa'sını değiştirmek suretiyle dahi bu yasağı kaldıramayacağı iddiası ise, ya Avrupa insan hakları koruma mekanizmasının mahiyeti konusunda tam bir bilgisizlikten, ya da daha büyük ihtimalle maksatlı bir çarpıtma gayretinden kaynaklanmaktadır. Bir yasağın Sözleşme'ye aykırı bulunmaması, ilgili devletin o yasağı sürdürmeye mecbur olması anlamına gelmez; çünkü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, azami hürriyet alanlarını değil, asgari hürriyet alanlarını belirlemektedir. Bu yasağı sürdürüp sürdürmemek, tamamen ilgili devletin takdirindedir. Nitekim Avrupa Konseyi üyesi devletlerin hiçbirinde, üniversiteler düzeyinde böyle bir kıyafet yasağı yoktur.”

Anayasa tartışmasına ilişkin söylenenler, Türkiye’de hukukun ve birçok hukukçunun hangi amaçlara hizmet ettiğini ortaya koyar nitelikteydi. Her dönem ‘hukukun siyasallaştığından’ şikayet edenler bunu atamalarla ilgili bir mevzu gibi dile getirirken, asıl siyasallaşmanın resmi ideoloji tabanında gerçekleştiği gerçeğine nedense değinilmiyordu. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde hız kazanan bürokratik oligarşinin, her makamı topluma karşı bir mevziye dönüştürmesinin anlamı sorgulanmıyordu.

Susurlukta, Şemdinli’de, Atabeyler Çetesi’nde, Küre Operasyonu’nda yaşanan skandalları sorgulayamayan, her darbenin, brifingin ve muhtıranın yargıyı daha çok militerleştirdiğini eleştirmeyen ve hukukçuların kanunları hangi kıstaslara ve kimin keyfine göre yorumladıklarını değerlendirmeyenler; Anayasa değişikliğine karşı çıkmayı ‘hukuku savunma’ adına yaparak, nasıl bir çelişki yaşadıklarını ve hangi efendilere hizmet ettiklerini de gözler önüne seriyorlardı.

Bu yaşananlarda AKP’nin ‘hak, özgürlük ve adalet talebini’ ortaya koyamamasının da ciddi payı vardır. Sistemle barışık bir görüntü vererek, onun değerlerini ve resmi ideolojisini her defasında kutsayarak izlenen bir siyaset; gerçekleşmeyecek ‘kurumsal mutabakat’ bahaneleri ardında çözüm beklentilerini ertelerken, karşı tarafın da güçlenmesine vesile oluyordu. İlkeli ve tutarlı bir siyaseti inşa edememek, değerlerini ve iddialarını net bir kimlikle ifade edememek gibi sıkıntılar, kısa vadeli ve tutarsız adımların atılmasıyla sonuçlanıyordu. MHP ile işbirliği içinde mevcut Anayasa’da gerçekleştirilen değişiklik de ayrı bir örnekti.

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin başörtüsüne üniversitelerle sınırlı bir serbestliğin; hizmet alan/veren ayrımına dayalı olmak üzere, anayasanın 10’uncu maddesindeki değişiklikle sağlanabileceğini söylemesi ve AKP’nin de kendi önerisiyle desteklediği bu süreçte, hiçbir hukuki/yasal dayanağı olmayan yasakçı bir uygulamanın, anayasal bir değişiklikle kaldırılması gibi, dünya tarihine geçecek bir vaka yaşandı.

Değişikliğin psikolojik baskı oluşturarak yasağın kaldırılmasına yönelik bir hamle olduğu belliydi, fakat mevcut maddelerin özgürlük alanının genişletilmesi ve özgürlüklerin hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak şekilde somut olarak teminat altına alınması yerine daha az tepki toplayacağı umulan bir yol seçildi. Fakat bu durum dahi, yasakçı zihniyeti memnun etmedi.

Yasağı hukuki yollardan kaldırmak girişimi, hukuki bir dayanağı olmadığı için akamete uğraması muhtemel bir yoldu. Üstelik maddede yapılan değişikliklerle, başörtüsü yasağının üniversitelerde serbest bırakılmasına karşılık, tüm diğer alanlarda yasaklamak gibi sakıncalı bir taraf da taşıyordu. Hizmet alan ve hizmet veren şeklindeki bir ayrımın yapıldığı bu madde, bugüne kadar ‘başörtülü-başı açık’ şeklinde tanzim edilmek istenen toplumu, biraz daha ayrıştırıyor ve başörtülüleri de kendi aralarında ‘hizmet alan-veren’ şeklinde iki gurupta topluyordu. Görülüyordu ki, adalet temelli bir çözüm, özgürlüklerin önünü açan bir perspektif; siyasi partilerin dar çerçevesine sığmamaktaydı.

Başörtüsü konusunda yaşanan hukuki tartışmaları genel hatlarıyla değerlendirdiğimizde vardığımız sonuçları şöyle özetleyebiliriz: Bugüne kadar hiçbir hukuki dayanağı olmayan bu yasak, darbe dönemlerindeki fiiliyatla geçerlilik kazanmıştı ve bunu yasakçılar da itiraf etmekteydi. Dolayısıyla çözümü yasal değişikliklerle sağlama girişimleri, her defasında ideolojik hukuk aygıtının duvarına çarpmaktaydı. Başörtüsü konusundaki yasakçı tavrından kesinlikle taviz vermeyen yargının büründüğü oligarşik yapı, çeteci ve militer yapılar karşısında, siyasete verilen muhtıralarda ise derin bir sessizliğe bürünerek, bir bakıma hizmet amacını da deşifre ediyordu. Düşünce, ifade ve eleştiri özgürlüğünden, diğer alanlardaki hak ve özgürlüklere kadar temel konularda takındığı ideolojik tutumla, nasıl bir ayrımcılığı beslediği ve adil bir yönetim/hukuk hakkına sahip olması gereken topluma nasıl zarar verdiği yeterince açıktır.



III. e. Medya ve Başörtüsü

Medya, başörtüsü tartışmalarında yaptığı haber ve yorumlarla, anketlerle ve analizlerle 2007 yılı süresince sorunun gündemden hiç düşmemesinde önemli bir rol oynadı. Başörtüsü yasağı sorunu üzerinden yaşanan gerilim ve ayrışma, doğal olarak medyada da etkisini gösteriyordu. Başörtüsü sorununa yaklaşım tarzları; alternatif yayın çizgisine sahip olanlarını yapılan değerlendirmelerin dışında tutarsak, basın-yayın organlarının, merkez/kartel medya veya muhafazakar medya başlıkları altında genelleyebileceğimiz iki kategoriden hangisine dahil olduğuna göre değişiyordu. Merkez medya ise izlediği yayın politikası ile yasak sorununun bir parçası haline geliyordu. Yaptığı provokatif ve ihbarvari haberlerle, suni kaygılar ve korkuları kitlelere yaymada öncü bir rol üstlenen merkez medyanın bu tutumu; kamuoyunun gerçekte ne düşündüğünü örtbas ediyordu.

Bilindiği gibi “kamuoyu”, tüm kamunun sahip olduğu ortak bir görüşü ifade etmez; daha ziyade bir konu etrafında belirli bir gurup insanın oluşturduğu genel kanaattir. Dolayısıyla herkesin aynı fikri sahiplenmesinden ziyade çoğunluğun savunduğu fikirler kamuoyunda ayrı bir yere sahiptir. Türkiye gibi azınlığın çoğunluğa tahakkümünün geçerli olduğu ülkelerde ise adına ‘kamuoyu’ denilen şey, genellikle iktidar sahiplerinin seslendirdiği görüşlerdir. Kitle iletişim araçlarıyla kamuoyu adına yapılan açıklamalar, haberler ya da anketler, gerçekte toplumun ne düşündüğünü değil; iktidarı elinde tutan gücün ya da güçlerin toplumdan ne düşünmesini istediklerini anlatır.

Yukarıdan dayatılan görüşlerin toplum tarafından derhal kabulleneceğini söylemek yanıltı olabilir. Yine de toplumu ikna etmek için her türlü imkanı seferber edilerek yoğun bir propaganda yapmaktan vazgeçilmez. Şayet iktidarın elindeki imkanlar fazla ise ve bu imkanlardan yeterince faydalanılıyorsa, toplumu yanıltmada ya da belirli bir istikamete yöneltmede etkili de olabilirler. Bu sebeple, toplum mühendisliği çalışmaları için kamuoyu oluşturmada medyaya özel bir önem atfedilir. Yaşadığımız zaman diliminde, özellikle internetin yaygınlaşmasına bağlı olarak, iktidar sahiplerinin medya egemenliği aşınmaya başlamıştır. Tabi ki bu vaka, yazılı ve görsel medyanın önemli bir kısmını elinde tutanların gücünün kalmadığı şeklinde değerlendirilemez.

Türkiye’de başına merkez, akredite ya da kartel sıfatını getirdiğimiz medya, kamuoyu oluşturmada etkin bir işleve sahiptir. Dolayısıyla yakın çıkarlar etrafında toplanan güçler, iktidar savaşında bu silahı topluma karşı tehdit unsuru olarak kullanmaya devam etmektedir. Medya üzerinden kopardıkları gürültüyü, kamuoyunun yansımasıymış gibi sunarak sanal bir ortam oluşturmaktadırlar. Böylece kendi taleplerini dikte etmek için yaptıkları, azınlık bir tabana yaslansa da merkez medya vasıtasıyla çoğunluğun ortak talebiymiş gibi gösterilebilmektedirler.

Başörtüsü sorunu, toplumsal ve siyasal birçok olayda nasıl turnosol kağıdı işlevi görüyorsa, bu konuda da aynı işleve sahiptir. Medyanın başörtüsü sorunu karşısında takındığı hallere bakılarak, kimin ne istediği rahatlıkla anlaşılabilir. Haberlerin, araştırma sonuçlarının ya da anketlerin zamanlamalarına, diline, sunumuna ve bunlara dayanılarak yapılan yorumlara bakılarak; toplum mühendislerinin nasıl bir kamuoyu oluşturmaya çalıştıkları izah edilebilir. 2007 yılı boyunca medyanın başörtüsüne karşı sergilediği yaklaşım, kimin gerçekten kamuoyunu seslendirdiğini kimin de iktidar seçkinlerine dublaj yaptığını artısı ve eksisiyle ortaya koyuyordu.

* * *

Merkez medyanın başörtüsü sorunu konusundaki ilk önemli gündemi, cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Tehditkâr üslup, daha yılın başında kendisini gösteriyordu. Kurtul Altuğ’un Gözcü Gazetesi’ndeki “Çankaya'nın önemi” adlı köşe yazısında yer alan şu ifadeler, daha sonraki süreçte merkez medyadaki birçok köşe yazarı tarafından farklı şekillerde ama özü itibariyle aynen tekrar edildi. “Çankaya'ya bayrağı diker, post modern Cihadın simgesi olarak oraya Türbanı çıkarabilirsiniz ama, O Çankaya'da ne kendiniz huzur bulabilirsiniz, ne de ulusunuza yararlı olacak ortamı! Denemek bedava! Ama sonradan çıkan fatura ağır olabilir...”



Merkez medya, başörtüsünü, İslami bir “cihadın simgesi” olarak görüyor ve buna karşı da ideolojik bir savaşım başlattığını ilan ediyordu. Buna karşı muhafazakar medya ise bu tavrın bir takım marjinal grupların kavgası bağlamında değerlendiriyordu. Örneğin Zaman Gazetesi yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı şu tespitte bulunuyordu: “Bütün Türk halkını kucaklaması şart olan bu makamı kendileri için bürokratik hak olarak görüp kendilerini sistemin asıl sahipleri olarak düşünen çıkar çevreleri var. Onlara göre halk iradesinin -ister parlamentodan gelsin isterse direkt sandıktan- önemi bulunmuyor.” Dumanlı, çıkar çevreleri başlığı altına kimlerin girdiğini söylemediği gibi, silahlı bürokrasinin bu kapsama giren bir görüntü vermesinden de rahatsızlık duyduğunu ifade ediyordu. Bu bir bakıma, yasağın asıl kaynağının anlaşılamadığının da önemli bir işareti olarak değerlendirilmeliydi. Bu klasik tavrın siyasi sahnedeki yansıması da “birkaç kötü adam” marifetine indirgenen yasağın, makamlardaki tasfiye süreciyle aşılabileceği yönündeki uygulamalardı.

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasındaki anayasa tartışmalarında başörtüsü konusundaki en yasakçı ve faşizan bir üslubu tercih eden, eleştirmekten ziyade hakaret eden, hiçbir bilgiye ya da belgeye dayanmadan karalayan medya organı ise Cumhuriyet Gazetesi oldu. Hemen her köşe yazısında ya da röportajda, Köşk seçimleri “irticanın karşı-devrim çabası” şeklinde yansıtılıyor, “türban, sıkmabaş, kara çarşaf” gibi kelimelerin ardından İslam’a ve Müslümanlara her türlü çirkin yakıştırma fütürsuzca yapılıyordu. Cumhuriyet, başörtüsü tartışmalarındaki ayrışmanın şu iki siyasi projenin mücadelesinden kaynaklandığını açıklıyordu: “Laik, bağımsız Atatürk Cumhuriyeti” ile “din eksenli ılımlı İslam cumhuriyeti”

Köşelerinde sürekli darbe imasında bulunan Cumhuriyet yazarlarından biri olan Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya, örneğin Abdullah Gül’ün adaylığı sonrası şunları yazıyordu:

“Biliyorsunuz, Abdullah Gül'ün eşi Hayrünisa Gül "sıkmabaşlı". Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi'ne "sıkmabaşın giyim kuşam özgürlüğü" olduğu gerekçesiyle dava açmış, kaybedeceğini anlayınca da davayı geri çekmişti Hayrünisa Hanım. Türkiye'ye karşı dava açan Hayrünisa Hanım, şimdi cumhurbaşkanı eşi olarak Çankaya'da oturacak... Abdullah Gül, cumhurbaşkanı seçilince Türk Silahlı Kuvvetlerinin başkomutanı olacak... Başkomutanın eşi sıkmabaşlı, komutanların eşlerinin ise başı açık olacak bu yaz! Başbakan Erdoğan ve AKP, 14 Nisan'daki Tandoğan Mitingi'nden ders almamış! Türkiye'yi çok sıcak bir yaz bekliyor.” Aynı günlerde görüş aldıkları sivil toplum kuruluşlarının ise şu mesajı verdiği yazılıyordu: “Çankaya'ya türbanlıyı oturtmayacağız!”

Cumhurbaşkanlığını “Tehlikenin farkında mısınız?” reklamlarıyla, laikliğin ve Kemalizm’in yıkılma sürecinin son durağı gibi gösteren Cumhuriyet, 27 Nisan muhtırasını AKP’nin hak ettiğini savunarak şu iddiayı yazdı: “Genelkurmay'ın açıklamasından sonraki durum nedir? Bir: AKP taca çıkmıştır. İki: Yeniden sahaya dönebilmesi belli koşullara bağlıdır. Üç: Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması mümkün değildir. Dört: Türbanı Çankaya'ya çıkarma planı iflas etmiştir. Ve buna benzer planlar bundan sonra da hep iflas edecektir…”

Muhtıra sonrası süreçte fiili bir darbe beklentisi içinde olan, toplum mühendisliği dışında bir de siyaset mühendisliği rolüne bürünerek CHP-MHP koalisyonu için “işkenceci” dedikleri MHP’lileri affettikleri söyleyen Cumhuriyet, bu yayın politikası ile Kemalist ideolojinin bu süreçteki tek kriterinin ‘AKP karşıtlığı’ olduğunu ortaya koyuyordu.

Elbette bu görüş, AKP’nin gerçekten “İslamcı” bir siyaset izlemesinden değil, partiye kendilerinin biçtiği gömlekten kaynaklanıyordu. Her ne kadar AKP kendisinin “İslamcı” olmadığını sürekli vurgulasa ve söylemini ortaya koyduğu fiiliyatta desteklese de, “başörtüsü” bu konuda da tek gösterge kabul ediliyordu.

Cumhuriyet’le birlikte Hürriyet ve Vatan’da yukarıda örnekleri sergilenen bir yayın çizgisini takip etti. Hürriyet, konunun “başörtülü eş” üzerinden tartışılmasına karşı çıkanlara, neden böyle yaptıklarını şu görüşleri savunmaktaydı: “Mehmet Yakup Yılmaz, Hürriyet’teki yazısında, Başbakan Erdoğan’ın muhtemel adaylığı hususunda eşinin başörtüsünün gündeme getirilmesi hususundaki rahatsızlığını ifade etmesini eleştirerek, “cumhurbaşkanı adayının her şeyi tartışılabilir” dedi. Yılmaz, yazısında şu cümlelere yer verdi:

“Şu anda Cumhurbaşkanlığı için adı geçen en önemli aday Recep Tayyip Erdoğan. Ve bir demokraside, Cumhurbaşkanlığı gibi önemli bir göreve aday olan kişilerin, sadece kendilerinin değil, tüm aile fertlerinin de kamuoyunda mercek altına alınmasında bir tuhaflık olamaz... Kendisi de önemli kamu görevlerine atadığı kişilerin eşlerinin türbanlı olup olmadığına bakmıyor mu? Siyasette böyle makamlara talip olanların sadece kendilerinin değil, eşlerinin ve ailesinin öteki fertlerinin de "temsil kabiliyetine sahip olup olmadıklarını" tartışmak, yapılması gereken bir şeydir.”

“Başörtülü” bir hanımın Türkiye’deki kadınları temsil edemeyeceği görüşü, elbette Kemalist ideolojinin kadın modeliyle ilgili tek tip şablonik yaklaşımının bir tezahürüydü. Bu sebeple, konunun Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığına indirgenmesine karşı Yalçın Doğan, “Ya bir başka eşi türbanlı çıkarsa” başlıklı yazısında; Nimet Çubukçu aday gösterildiği takdirde “Çankaya'da türban tartışması sona erecek” derken, sebep olarak Çubukçu’nun “başının açık” olmasını gösterdi. Doğan, adayların en ayırt edici özelliklerinin eşlerinin örtüsü olduğu şu ifadeleriyle açıkça ortaya koyulmuştu: “Sanki, şimdi eğer, Gül seçilirse, onun eşi türbanlı değil mi? Ne fark edecek? Değişen ne olacak? Ya da eşi türbanlı, bir başka biri çıkarsa?”

Cumhurbaşkanlığı seçiminin 367 kararıyla kesilmesi ve 22 Temmuz seçimlerinin kararlaştırılmasından sonra tüm stratejisini seçimden istedikleri gibi bir sonuç elde etmeye odaklayan merkez medyanın basın-yayın organları, özellikle militarist bir yayın çizgisini ısrarla sürdürüyor, 27 Nisan’daki muhtıranın arkasının gelip gelmeyeceğini merak eden bir tutum sergiliyorlardı.

Artık ‘başörtüsü’nden sonra ‘namaz’ haberleri de gündeme gelmeye başlamıştı. Bu haberler bir bakıma karşı çıkılanın sadece ‘başörtüsü’ değil, her yönüyle, emri ve uygulamasıyla Allah’ın dini olduğunu net biçimde ortaya koyuyordu. Doğan Haber Ajansı, adeta bir ihbar mercii gibiydi ve 2007 yılı boyunca gündeme sık sık ‘başörtülü çalışan’ ya da ‘namaz kılınan oda’ haberleri geliyordu. Bu haberlerde son derece rahatsız edici bir dil kullanılıyor, “başörtüsü ve seccade” birer suç aletiymiş gibi gösteriliyordu.

* * *

Merkez medya, genişlettiği bu başörtüsü karşıtı cephede her türlü argümanı ve aracı medyatik bir silaha dönüştürüyordu. Bunlardan birisi de kamuoyu araştırmaları/anketlerdi. Bunlardan en çok konuşulanı ise Konda’nın hazırlayıp sunduğu 'Din, Laiklik ve Türban' başlıklı çalışmasıydı. Yılın son döneminde en önemli tartışma konusu olan araştırmanın sonuçlarına göre, AKP yönetiminde geçen son dört yılda başını örtenler kendi içinde yaklaşık yüzde 8'lik artışla yüzde 64.2'den yüzde 69.4'e yükselirken, “türban”la örtünenlerin oranında ise 4.7 katlık artışla bir patlama yaşanmış durumda: “Türban”la örtünenlerdeki artışın eğitimli gençler arasında çok daha yüksek olması da dikkat çekici olarak değerlendirildi. Örtünme biçimi ve "neden özel olarak türban" gerekçelendirmelerine eğitim kümeleri üzerinden bakıldığında, “türban” kullananların tüm gruplarda en yüksek oranda İslam'ın emrine uyduklarını vurgulamaları dikkat çekici bir unsur şeklinde lanse edildi. Örtünmeyenlerde ise “türban kullananların siyasi eğilimlerini gösterdikleri algısı” olduğu tespiti öne çıkarıldı.



Tarhan Erdem’in anketi, Eylül ayında 32. Gün ve A&G araştırma şirketinin ortak çalışması sonucu hazırlanan ve toplumun “türban, muhafazakarlık ve yeni sivil anayasaya bakış açısını” ortaya koyan bir araştırmasıyla ayrı sonuçlar vermişti. Çünkü araştırmaya göre, Türkiye'de her yüz kadından 61'i başını kapatıyordu ve buna göre son 3.5 yılda başını örten kadın sayısında yüzde 2.9'luk bir azalma tespit edilmişti. Benzer bir sonuç daha önce TESEV’in hazırladığı saha araştırmasında da ortaya çıkmıştı. Tarhan Erdem’in önce “Türban serbest olursa, üniversitede başı açık kalmaz.” deyip, sonra da medyaya “türban dört kat attı” başlığıyla verilen bir anketle çıkması da ilgi çekici bir husustu.Bu durum “türban” anketlerinin sosyal bir veri ortaya koymaktan önce, siyasal bir mücadelenin argümanı olarak değerlendirildiğine delil teşkil eder mahiyetteydi.

Anket merkez ve muhafazakar medyada her yönüyle tartışıldı. Anket sonuçlarının sosyolojik değerlendirilmesinden, “irticanın geldiğinin kanıtı” olarak sunulmasına; araştırma tekniklerinin ve sorulardaki “başörtüsü-türban” ayrımının temelsizliğinden kaynaklanan hatalardan, AKP’nin kadınlara “zorla başını örttürmeye çalıştığı” iddialarına kadar birçok görüş ve karşı görüş ortaya atıldı. Değişmeyen gerçek ise, başörtüsü sorununun kimin nerede durduğunu gösteren bir işleve sahip olduğuydu. Dış basın ise “başörtüsü”nün nasıl bu kadar etkili bir güç olabileceğini yeni fark ettikleri bu süreçte, konunun özetle temelde bir iktidar mücadelesi olduğu belirtiliyor ve şöyle yazıyordu: “Kemalistler, AKP'nin kadınları başörtüsü takmaya zorlamasından değil, halk üzerindeki tahakkümlerini kaybetmekten korkuyor.” Başörtüsü tartışmalarıyla ilgili dış basında yer alan yazıların çoğu bu sosyal/siyasal düzlemde yorumlar içeriyordu.

2007 yılı içinde merkez medyada tartışılan konu başlıklarından bir diğeri ise “Türkiye’nin Malezya” olup olmayacağı mevzusuydu. Konuyu gündeme getiren Hürriyet Gazetesi’ydi. Ayşe Arman’ın sosyolog Şerif Mardin’le yaptığı röportaj “Türkiye ne Malezya olur diyebilirim, ne de olmaz” başlığıyla verildi ve daha önce birçok kimsenin yabancısı olduğu bir ülke, Malezya, her açıdan incelenmeye başladı.

Şerif Mardin, yayınlanan söyleşide “Sayılar açısından azınlık-çoğunluk başka bir şey, moral açısından azınlık- çoğunluk başka bir şey. Bu ikisinin birbiriyle uzlaşması lazım. Cumhuriyet Halk Partisi, kendisini Türkiye’nin ahlaki değerlerini taşıyan parti olarak görüyor. Ama AK Parti de diyor ki, "Ben de senden farklı değilim. Ben de buna tarafım. Senin gibi ben de milli menfaatleri düşünüyorum." Biz de Türkiye’de "AK Parti, samimi mi değil mi, takiye yapıyor mu yapmıyor mu, gerçekten milli menfaatleri düşünebilir mi, düşünemez mi"yi tartışıyoruz. İçinden çıkamadığımız da bu. Cumhurbaşkanı meselesi bile bunun etrafında dönüyor. Bazıları "Düşünemez" diyor. Bazıları da "Bu riski alın, düşünebilir" diyor.” şeklinde düşüncelerini dile getirdikten sonra Arman’ın “laik-antilaik” perspektifinden gelen sorularına şu eklendi: “Yani bir gün Malezya olur muyuz, olmaz mıyız? "Olmayız" deyip, içimizi rahatlatır mısınız lütfen...”

Mardin’in cevabı ise şöyleydi: “Rahatlatamam. Çünkü olmayız diye bir söz veremem. Kimse veremez. Öyle dinamikler var ki dünyada, öyle tuhaf iç yapılanmalar, her şey olabilir. Endonezya’da 1960’larda kimse İslam’dan fazla bahsetmiyordu. Ama bugün Endonezya’da İslam, çok önemli bir siyasi güç olmaya başladı. Niçin ve nasıl böyle olduğunu da, Avrupa’da her gün kaleme alınan 100 bin makale anlamaya çalışıyor. Terörizm dendiğinde ne yazık ki din ve terör birlikte algılanıyor. Sadece nasıl geliştiği değil, nasıl bir arka bulduğu, sırtını nerelere dayadığı ve nasıl meşrulaştığı araştırılıyor...”

Röportajda, Şerif Mardin, başörtüsü konusundaki görüşlerini de açıklamıştı: “Bir tek bu türban meselesinin anti-demokratik bir uygulama olduğu konusunda yüzde 100 eminim. Bu mesele, artık olguların toplanmasına ihtiyaç olmayan bir ahlaki meseleye dönmüştür. Orada kararım net, türbanlı öğrenciler üniversiteye girebilmeliler. Türban, benim kararımı verebildiğim nadir alanlardan bir tanesi. Ama kadınlar konusundaki problemin çok ciddi olduğuna inanıyorum. Kadınların Türkiye’de kendi durumlarının tehlikede olduğunu düşünmelerini haklı buluyorum. Çünkü orada henüz halledilmemiş bir sorun var. Nasıl türbanlıların üniversiteye girmesini destekliyorsam, bu ülkede kadınlarla ilgili çok ciddi bir problemin olduğuna da inanıyorum.”

Her ne kadar Mardin yasağı eleştirdiyse de, Hürriyet Gazetesi bundan tatmin olmadı ve röportajdan “Türkiye’nin Malezya olacağı korkusuna kapılması gerektiği” sonucunu çıkaran bir yöntem izledi. Türkiye’nin İran olup olmayacağı tartışmalarına, Cumhuriyet Gazetesi, Cakarta örneğini de katmak istemişti ama asıl gündem Malezya ile birlikte oluştu. Sonuçta herkesin kendisine göre bir Malezya’sı olduğu ortaya çıktı. Merkez medya, Malezya’dan “dini çoğunluğun tahakkümü ve kadınların hızla örtündüğü” görüntüsü verirken, muhafazakar medya ise “farklı dinlere mensup insanların hoşgörülü birlikteliğinin” görüntüsünü öne çıkarıyordu. Nihayetinde maksat, Malezya’nın ne olup olmadığı değil, Türkiye’de başörtüsü sorununun ne olacağını ortaya koymaktı.

Malezya örneği, “başı açıklara baskı yapılacağı” korkusu oluşturmak ve bu sebeple başörtüsüne özgürlük tanınmaması gerektiğini savunmak için bir argümandı. “Türban serbest olursa sarık da girer, çarşaf da girer” “Türban serbest olursa bir tane başı açık öğrenci kalmaz,” “Türbanı yüksek öğretimde serbest bırakırsanız, ilköğretime de iner” şeklinde yapılan yayınlarla, bir yandan “laik hassasiyetli çevreler”e endişe duymaları gerektiği mesajı verilirken, diğer yandan da askeri çevrelere 28 Şubat öncesi tartışmaların yeniden başladığı görüntüsü veriliyordu.

Anayasa tartışmalarında “rejim değişiyor” başörtüsü konusunda “laiklik elden gidiyor” gibi klişe sloganların ardından yapılan bu medyatik savaşım; yıllardır başörtülülere ve İslami hassasiyet taşıyan insanlara yapılan baskıları meşrulaştırmak için de yoğun bir gayret sarf ediyordu. Kendi soyut endişelerine karşı topluma somut baskı ve şiddet uygulanmasını haklı kabul eden, kendisini herşeyin merkezinde konumlandırarak, çevresinin kuşatıldığı kaygısıyla her türlü yasak ve zorbalığı meşru gören bu zihniyet, her yönüyle problemliydi.

Mustafa Akyol da, Star’daki bir yazısında mahalle baskısı tartışmasına değinerek, şu görüşleri dile getiriyordu: “Keşke Türkiye vatandaşlarının maruz kaldığı baskılar, sadece ‘mahalle’lerden gelseydi. O zaman çoğulculuğu ve diyalog kültürünü yayarak bir çözüm geliştirebilirdik. Ancak problem daha büyük, çünkü toplumla değil devletle ilgili. Çünkü toplumdaki mahalleler karşısında tarafsız olması gereken devlet, bunlar arasında açıkça taraf tutuyor. Devletin demokratik denetime pek açık olmayan çatık kaşlı ‘kurumları’, bazı mahallelerin sakinlerini kendi has vatandaşları olarak kabul edip korurken, diğerlerine tepeden bakıyor. Hatta onları ‘iç düşman’ ilan edip, haklarını ellerinden alıyor. Üniversitelerde ve bir Türkiye icadı olan ‘kamusal alan’da süregiden başörtü yasağı, söz konusu ‘taraf tutan devlet’in en göze batan icraatı. Başörtülü vatandaşlar, diğerleriyle aynı oranda vergi ödemelerine, aynı vatandaşlık sorumluluklarını yerine getirmelerine rağmen, eğitim hakkından mahrum bırakılıyor, ‘ikinci sınıf vatandaş’ muamelesi görüyorlar. ‘Muasır medeniyet’te örneği bulunmayan bu yasak, bugün Türkiye’deki en büyük özgürlük problemidir.”



Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   102




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin