Ehl-i Sünnet'e Göre İmamet.
Ehl-i sünnet'e göre imamet, din ve dünya işlerinde, herhangi bir şahsın, Rasûlullâh'ın halifesi sıfatıyla ümmeti idare etmesidir. (Mevâkıf, İst. 1239; s. 603). Hattâ imâm bir kötülük işlerse, halkın malım-mülkünü zorla gasp ederse, haram olarak kan dökerse, kulların haklarım zayi' edip hükümlerde tasarrufa kalkarsa, gene imamdır ve o makamdan düşürülemez (E't-Temhîd; s. 186); imâmın suç işlemesi, hükümleri bilmemesi, azline sebep teşkil etmez; yine de ona itaat gerektir; ancak doğrulukta, bulunması için ona öğüt verilir; imâmın, ümmetin en seçkin kişisi olması da şart değildir. (Şerhu'l Makaasıd; II, s. 271). imâm'ın tayinine icmâın bile lüzumu yoktur; çünkü Sakıyfe'de Ebubekr Hazretleri, beş kişinin reyiyle halife olmuş, Ömer Hazretleri ise, Ebu-bekr'in tayiniyle o makama gelmiştir. Şûra'da Osman Hazretleri, Abdurrahman bin Avf in reiy ve tensibiyle imamet makamını elde etmiştir. (Şerh-i Muvakıf; III, 265; El ahkâm-us Sultaniyye s. 4; Et-temhîd; s. 178). Ümmetin içinde, imâmdan daha üstün kişi bulunabilir; fakat o üstün kişiden daha aşağı olan biri askerî ve idarî bilgide daha bilgili, daha tecrübeli olabilir (Şerh-i Muvakıf; III,s.279).
Meşveret.
İmametin, ümmetin ileri gelenlerinin görüşüp ve danışmanlarıyla, bunun sonucunda da bir karara varmalarıyla tahakkuk edeceğini sananlar da vardır.
Kur'ân-ı Mecîd'de, danışma hakkında üç âyet-i kerîme mevcuttur; bunlardan bahsetmiştik; fakat bir kere daha gözden geçirelim; bunların birincisi, III. Sûre-i Celîle'nin (Al-i İmrân) 159. âyet-i kelimesidir ve meali şudur:
"Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın; kötü huylu, katı yürekli olsaydın çevrenden dağılırlardı; artık bağışla onları, onların yargılanmalarım dile ve iş hususunda danış onlarla; amma bir işe girişmeyi kurunca da artık dayan Allah'a; Allah, dayananları sever."
Sûre-i Celîle'de Uhud savaşından bahis buyrulduktan sonra Hazret-i Peygamber'e (s.a.a), hitab edilerek ahlâkı övülmekte, ashabın, çevrelerinden dağılmamalarına, yumuşak davranmalarının, katı yürekli olmamalarının sebep olduğu bildirilmekte, onların kusurlarını bağışlamaları, onların yargılanmalarını dilemeleri, gönüllerini hoş etmek için, bir işe girişirlerken onlarla danışmaları, fakat karar verince de Allah'a dayanıp o karan yerine getirmeleri emredilmektedir. Hazret-i Peygamber'e (s.a.a) hitaben gelen bu emirler, bütün ümmetedir.
Nitekim "Danışılan kişi, emin olan, kendisine emniyet duygusu beslenen kişidir. Sana da danışıldı mı, kendin, yapacağın işi, öyle bir halde verecek en doğru ve yerinde karan düşün, ona göre söz söyle" hadis-i şerifi, kiminle danışılması gerektiğini, kendisiyle danışılacak kişinin vasfını ve danışılan kişinin, nasıl karar vermesi icap ettiğini göstermektedir (Câmi'üs-sagıyr; II, 173); "İstihare eden mahrum olmadı; danışan nedamete düşmedi; iktisâda riâyet eden de yoksulaşmadı" hadîs-i şerifi d£ ümmete, bir işe başlanırken ma'nevî ve maddî esenlik yollarını anlatmaktadır (ayni; s. 124),
Vahiyle hareket eden, sözleri, hareketleri takrirleri (birini bir-şey yaparken görüp menetmeyişleri hüccet olan Hazret-i Resûl-i Ekrem'in (s.a.a) ashâb-ı kirama danışmaları, Katâde, Rabî' ve İbn İshak'a göre, onların hatırlarını hoş etmek, aralarını bulup, onla-n bir reiyde birleştirmek içindir. Bu emir, kendilerine, ümmetin danışarak iş görmelerini sağlamak için verilmiştir; bu yorum da Süfyân b. Uyayne'nin yorumudur ki Hasan ve Dahhâk bunu kabul ederler. Gerçek Öğüt verenle yanlış hükmü sapanın belirmesi içindir; bu danışmak, savaşa, dünyâ işlerine aittir de denmiştir.
İkinci âyet-i kerîme, XLII. Sûre-i Celîle'nin (Şûra) 38. âyet-i kelimesidir. Bu âyetten önceki iki âyet-i kerîmede, inananlara ve Rablerine dayananlara, Allah katındaki lütuf ve ihsanın, dünya mallarından daha hayırlı olduğu, inanan ve rablerine dayanan kişilerin, büyük suçlardan, çirkin şeylerden kaçındıkları, kızdıkları zaman, küçük suçlan görmezlikten geldikleri bildirilip "ve Rablerine icabet ederler ve namaz kılanlar ve işlerini, aralarında danışarak görürler ve onları rızıklandırdığımız şeylerden bir kısmını yoksullara harcarlar" Duyurulmaktadır. Bu âyet-i kerime, açıkça inanan ve rablerine dayanan kişilerin özelliklerini beyan buyurmaktadır.
Üçüncü âyet-i kerimeyse II. Sûre-i Celîle'nin (Bakara) 233. âyet-i kerîmesidir ve bu âyet-i kerîmede çocuğu emzirme müddetinin, tam olarak iki yıl olduğu beyan buyrulduktan sonra "anayla baba birbirleriyle danışırlarda razı olurlarsa, çocuğu (daha önce) memeden kesmek isterlerse, onlara suç yok" hükmü verilmektedir.
Ehl-i Sünnete nazaran imamet, ilâhî bir makam değildir; imâm Allah'ın buyruğuyla ve Peygamber'in (s.a.a) bildirmesiyle tayin edilmez. Sahâbenin, onlardan sonra tâbiinin, onlara uyanların, ümmetin ileri gelenlerinin, hattâ birkaç kişinin vefat etmek üzere olan imâmın reiy ve tensibiyle herhangi bir kişi o makama getirilebilir. Peygamber'den (saa) hilafet yoluyla din ve dünya işlerinde umumî bir riyaset makamı olan imamette görülecek din işleri, dinî emirlerin ifâsı hususudur; fakat imâm, bunlarda da hattâ nassa karşı bile içtihâdda bulunabilir; nitekim buna II bölümde, pek muhtasar bir surette işaret etmiştik; dünya işleriyse, İslam ülkesindeki iktisadî, içtimaî düzeni korumak, zamana göre ıslâh yolunu tutmak, düşmana karşı durmak sınırı genişletmek gibi şeylerdir. İmamet makamında bulunan kısmın devlet işlerini düzgün bir tarzda idaresi, o makamda bulunması için yeterlidir. Soy-boy, ahlak temizliği, suçlardan arı olması, ümmetin en üstünü bulunması gibi şartlara lüzum yoktur imametin, nübüvvetle bir ilgisi mevcûd değildir. Hazret-ı Peygamber de (saa), yerlerine birini ta'yin etmeden vefat etmişlerdir Kendilerinden sonra hilâfet makamım işgal edenlerin hepside ümmetin imamıdır. Hele sahabenin çatışmaları tartışmaları birbirlerini sövmeleri, savaşmaları, öldürmeleri ıctıhaddan meydana gelmiş nesnelerdir; müctehid, re'yinde isabet ederse sevaba, hatâ ederse bir sevaba nail olur. Ummetse, itaate, boyun eğmeye, itiraz etmemeye me'mur ve mecburdur.
Şîa-i İmâmiyye'ye Göre İmamet.
Şia- imamiyyede imamet, evvelce de arzettigimiz gibi nübüvvetin ikinci cephesidir; Peygamber, Allah-u Teâlâ'dan telakkıy ettiği vahyi, ümmetine bildirmesi bakımından peygamberdir, bu, nübivvet ve risâletidir; bu vazife, II. sûre- celîlenin (Bakara) 130, III. sûre-i celîlenin (Al-i Imrân) 33 VII. sure-i celilenin 144 XXII. sûre-i celîlenin (Hacc) 75., XXVII. sure-i celilenin Neml 59." XXXVIII. Sûre-i celîlenin (Şad) 47. âyet-ı kerimelerinde beyan buyrulduğu gibi Allah tarafından seçilmekle verilir ve "Peygamberliğini kime vereceğim, bütün künhüyle Allah bilir," (VI; En'am, 124), kitaphüküm ve nübüvvet peygamberde toplanmıştır (III; Al-i Imrân, 79; VI Enam 89 XI,V, Câsiye, 16), Dâvut Peygamberde (am) Mülk, yanı ilahı hükümleri tatbik ederek ümmeti idare ve bu hususlardaki kudret, tasarruf ve saltanat birleşmişti (II; Bakara, 151); Süleyman Peygamber de (s.a.a) Padişahtı (XXXVIII; Şad, 35). Zahiren Pâdişâh olmayan Peygamberler de, zamanlarındaki pâdişâhın hükmüne, kanunlarına tâbi' olmamışlardır; ya kendilerinden önceki peygamberin dinini teyid etmişler, ona vahyedilen hükümleri tatbik eylemişler, yahut kendilerine vahyedilen hükümleri ümmetlerine tebliğ edip o hükümlere göre ümmetlerini idare etmişlerdir. Peygamber, vefat edince Peygamberlik, yâni Allah'tan gelen vahiy de kesilir; tebliğ vazifesi sona erer; fakat dinin hükümlerini, ümmete tatbik ve icra, ümmeti o hükümlere, o emirlere göre, iktisâdi, içtimaî, siyâsi yönlerden idare vazifesi ye dünyevî sahada peygamberi temsil, Allah'ın emrine, peygamberin sünnetine uygun olarak o hükümleri yürütmek, bâkiydir ve imâma aittir. Peygamber, nasıl toplum tarafından, yâhud toplumdan bâzı kişilerin rey’iyle tayin edilmezse, O'nun şeriatım.tam olarak ilâhî hükümlerden, emirlerden kıl kadar bile ayrılmamak üzere tatbik ve ümeti idare vazifesini yüklenecek olan imâm da, toplum tarafından, yâhud bazı kişilerin reiy ve tensibiyle tayin edilemez; çünkü imamet, nübüvvetin idâri cebhesidir. Yaratılışın gayesi, yaratılanların en hayırlısı, peygamberlerin ulusu ve sonuncusu olan Hazret-i Mu-hammed Sallallahu Aleyhi ve âlihi ve Sellem'in vefatlarıyla peygamberlik bitmiştir; fakat Allah dini olan İslâm dîni, O'nun tebliğ ettikleri Kur'ân-ı Mecîd'in hükümleri, İslâm şeriatı, kıyamete dek bâkiydir. İslâm'ın hükümleri, İslâm şeriatı, kıyamete dek bâkiydir. İslâm'ın hükümlerini yürütmeye, ümmeti ilâhî hükümlere, göre tam bir adaletle idareye, bir hak ve hakikat kudreti hâline gelmiş olan İslâm'ı korumaya ve yaymaya, kendisine sorulan sorulan, yeniden yeniye meydana gelen meseleleri, gerçek ve tam yerinde olarak cevaplandırmaya, çözmeye, hiçbir suretle, hiçbir yönden sürçmemeye, yanılmamaya, haksızlık etmemeye memur ve mükellef olan imâmın, ümmetin en üstün, bilgin soy-boy, ahlak, Islama hizmet bakımından en ileri kişisi olması gerektir. İnsanlar, bilgide, hakka riâyette derece derece üstünlüğe sahiptirler; fakat insan olduklarından, yaratılışları dolayısıyla yanılmamalarına, sürçmemelerine imkân yoktur; nitekim "Nübüvvet" bahsinin ilk kısmında bunu izah etmiştik. İmâm, ilâhî hükümleri korumaya, onlara göre ümmeti idareye memurdur; nefsine uyar, haksızlıkta bulunursa, sorulara cevap vermekte acze düşerse, zulmederse, hükümde yanılırsa, vücûdu abes olur. Bir insanda bütün bu üstünlüklerin bulunması, ancak onun ma'sum olmasına bağlıdır; ismetse bir ilâhi lütuftur.
Bu bakımdan, peygamberin yerine geçecek, onun dininde hüküm sahibi olacak kişinin, yâni imâmın da Allâhu Teâlâ tarafından tâyini, peygamber tarafından da ümmete tebliği icabeder ve Şîa-i imâmiyye'ye göre "İmamet", Peygamber'den hilâfet yoluyla dîn ve dünyâ işlerinde umûmî ve İlâhî bir riyasettir.
Dostları ilə paylaş: |