Birinci Bölüm / allah'i tanimak



Yüklə 1,3 Mb.
səhifə28/80
tarix21.08.2018
ölçüsü1,3 Mb.
#73543
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   80

İlâhî Adaletin Delili


Daha önce de belirttiğimiz gibi ilâhî adalet bir yoruma göre ilâhî hikmetin bir parçasıyken bir diğer yoruma göre de ilâhî hikmetin aynı ve kendisidir; bu nedenle de ilâhî adaletin ispatı, ilâhî hikmetin ispatıyla aynı olacaktır. Daha önce 11. derste değinmiş olduğumuz bu konuyu burada biraz daha açmamızda yarar olacağı kanısındayız.

Yüce Allah en üstün irade ve kudret makamıdır ve mümkinü'l-vücud olan her şeyi yapmaya veya yapmamaya muktedirdir ve bu arada hiçbir zorlayıcı gücün etkisinde de kalmaz. Ancak, yüce Allah yapabileceği her şeyi değil, irade ettiği her şeyi yapar.

Daha önceki bahislerimizde de anlattığımız gibi Yüce Allah'ın iradesi gereksiz ve hesapsız bir irade değildir, bilakis kemalî sıfatlarının gerektirdiği şeyleri irade etmektedir. Yani kemalî sıfatları herhangi bir işi gerektirmiyorsa Yüce Allah asla o işi yapmamaktadır. Diğer taraftan Yüce Allah mutlak kemal olduğu ve O'nun iradesi özü itibariyle mahlûkatın hayır ve kemaline yönelik bulunduğu için bir mahlûkun varlığı dünyada şerrin ve noksanlığın baş göstermesine sebep olacaksa bu mahlûkun şer boyutu bir başka amaca (hayra) hizmet eden bi'l-gayr maksut olacaktır. Yani beşerî hayrın ayrılmaz bir parçası olduğu için sonuç olarak baskın çıkan bu hayrın gereği olarak ve bi'l-gayr şekilde ilâhî iradenin mevzuu ve hedefi olmaktadır.

Binaenaleyh kemalî sıfatlarının gereği kâinatın, edinilebilecek azami kemal ve hayrı edinmesine münasip şekilde yaratılmasıdır. Yüce Allah'ın hikmet sıfatı da bu noktada ispatlanmaktadır. Binaenaleyh bu esas gereğince Yüce Allah imkân çerçevesinde ve azami hayırların kaynağı olacak şekilde insanı yaratmayı irade etmiştir. İnsanın en önemli ayrıcalıklarından biri özgür iradeye sahip olmasıdır ve şüphe yok ki tercih hakkına ve özgür iradeye sahip olmak, bizzat kemal mertebesi sayılmaktadır. Yani buna sahip olan bir varlık diğer varlıklardan daha kâmil demektir. Ancak, insanın muhtar ve bağımsız olmasının gereği hem iyi ve doğru şeyler yapıp nihaî ve ebedî kemaline doğru adım atabilmesi, hem de istemesi hâlinde kötü ve yanlış şeyler yapıp ebedî hüsran ve azaba yuvarlanmasıdır. Tabii ki özü itibariyle ve nihaî gaye yönünde ilâhî iradenin gerektirdiği şey insanın tekâmülüdür, ama insanın özgür iradesiyle tekâmüle ulaşabilmesinin bir gereği de düşüş ve izmihlal imkân ve ihtimalinin bulunması ve nefsanî istekleriyle şeytanî eğilimlerinin yaratabileceği böyle bir düşüşün de muhtemel olması nedeniyle, insanın özgür iradesiyle böyle bir düşüşe geçmesi de bi't-tab ve bi'l-gayr olarak [başka bir amacın ve kemalin gereği olarak] ilâhî iradenin tahakkukuna mevzu teşkil edecektir.

Diğer taraftan bilinçli tercih, hayır ve şer yollarının doğru bir şekilde bilinmesini gerektirdiğinden yüce Allah insana onun maslahat ve hayrı için en uygun olan şeyleri emretmiş ve bozulmasına ya da izmihlale uğramasına sebep olacak şeylerden uzak durmasını buyurarak yasaklamıştır. Böylece insanın tekâmül yolunda hareket etmesini sağlayacak bir ortam hedeflenmektedir. Bu arada ilâhî sorumluluklar (dinî görevler) insanoğlunun bunlara amel etmesinin yaratacağı sonuca ulaşması için emredilmiş bulunduğundan ve Yüce Allah için hiçbir yararı söz konusu olmadığından ilâhî hikmet bu görevlerin, mükelleflerin güç ve imkânlarıyla mütenasip ve uyumlu olmasını gerektirmektedir. Zira yerine getirilmesi mümkün olmayan bir görev geçersiz ve boşunadır.

Bu açıklamalar ışığında özel anlamda adaletin ilk merhalesi görev sahasındadır [yani insana verilen görevlerde adalet vardır]. Bu nedenle Yüce Allah'ın kullarını, yapamayacakları bir şeyden sorumlu tutması hâlinde, kulun böyle bir görevi yapabilecek gücü olmayacağından söz konusu görev ve sorumluluk abes ve boşuna bir iş olacaktır.

Kullar arasında yargı ve hükümde bulunma konusuna gelince: Bu nokta da; söz konusu adaletin bireyler arasında kimin ödüle, kimin cezaya layık olduğunun belirlenmesi amacına yönelik olmasından anlaşılmakta ve bu yolla ispatlanmaktadır. Binaenaleyh hakka ve adalete aykırı olması hâlinde, gayeye de aykırı olacaktır.

Ve son olarak ödül ve ceza verme açısından adalet de yaradılışın nihaî amacına bakıldığında ispatlanmış olmaktadır. Zira insanoğlunu yaptığı iyi ve kötü işlerin sonucunu görmesi için yaratan kimse, insanı bu yaptıklarıyla bağdaşmayacak şekilde ödüllendirecek veya cezalandıracak olursa kendi amacına ulaşamayacaktır.

O hâlde bütün boyutlarıyla ve doğru ifadesiyle ilâhî adaletin delili şudur: Yüce Allah'ın zâtı sıfatları O'nun adil ve hekimane davranmasını gerektirmektedir; zulüm, haksızlık, geçersizlik ve lüzumsuzluğu gerektirecek hiçbir sıfata O'nun zâtında yer yoktur.

Birkaç Şüpheye Cevap


1- Başta insanoğlu gelmek üzere yaratıkların yaratılışındaki farklılıklara rağmen bunların ilâhî adalet ve hikmetle bağdaştığı söylenebilir mi? Hekîm ve âdil olan Yüce Allah niçin bütün yaratıklarını aynı şekilde ve eşit yaratmamıştır?

Cevap: Yaratıkların varlığındaki faydalarda (vücudî faydalar) görülen farklılıklar yaradılış nizamının bir gereği ve bu nizama hâkim olan sebep-sonuç kuralının bir sonucudur. Bütün mahlûkatın aynı şekilde olabileceğini düşünmekse tamamen ham bir hayaldir. Nitekim biraz dikkat edilecek olursa böyle bir faraziyenin yaratılıştan büsbütün vazgeçmek anlamına geldiği görülecektir. Bunu biraz daha açıklayalım: Mesela eğer bütün insanlar kadın veya erkek olarak yaratılmış olsaydı üreme gerçekleşmeyecek ve insan soyunun devamı mümkün olmayacaktı. Keza bütün mahlûkatın insan olması hâlinde insanlar yemek, içmek ve yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan diğer ihtiyaçlarını temin etmekten aciz kalacaklardı. Bütün hayvanlar veya bitkilerin tek tür, tek renk ve müşterek özelliğe sahip olduğunu düşünelim; bu durumda bunca sayısız faydalar ve şaşırtıcı güzellikler de var olmayacaktır.

Ayrıca şu veya bu tür bir fenomenin yine şu veya bu şekil ve özelliklerle meydana gelmesi, maddenin hareket ve değişimi sürecinde oluşan vesile ve şartlara tâbidir ve hiçbir varlığın şöyle veya böyle yaratılması ya da şu zaman veya mekânda oluşması gerektiğine dair, yaratılışından önce Yüce Allah üzerinde herhangi bir hakkı bulunmamakta, bu da adalet veya zulüm bahsine mahal bile bırakmamaktadır.

2- Eğer ilâhî hikmet insanoğlunun bu dünyada yaşamasını gerektiriyorsa, Yüce Allah neden insanın canını almakta ve dünya hayatına son vermektedir?

Cevap: Öncelikle şunu belirtelim ki varlıkların bu dünyadaki yaşam ve ölümleri de tekvinî kanunlarla neden-sonuç ilişkisine bağlı olup yaratılış nizamının gereklerinden biridir. İkincisi; canlılar ölmeseydi, daha sonrakilerin dünyaya gelmesi için gerekli ortam hazırlanmış olmayacak ve gelecek nesiller varolma ve yaşama nimetinden mahrum kalacaktı. Kaldı ki bütün insanların hayatta kalması hâlinde belli bir süre sonra dünya onlara dar gelecek ve türlü acılarla açlık vb. nedenlerden dolayı bir an önce ölmek isteyeceklerdi. Diğer taraftan, insanın asıl yaratılış nedeni onun ebedî saadete ulaşmasını sağlamaktır, insanların ölüm vasıtasıyla bu dünyadan intikalleri gerçekleşmediği sürece bu nihaî gayeye ulaşmaları da mümkün olmayacaktır.

3- Bunca dert, elem, hastalık ve sel veya deprem gibi doğal felaketler, ya da savaş ve zulüm gibi bunca sosyal sorunlar Allah'ın adaletiyle bağdaşıyor mu?

Cevap: Evvela bu acı doğal felaketler, maddî faktörlerin kaçınılmaz etki ve tepkileriyle reaksiyonlarının gereklerindendir ve getirdikleri hayırlar, şerlerinden daha fazla olduğundan, hikmete aykırı düşmemektedirler. Sosyal bozulmaların meydana gelişi de insanın bağımsızlığının bir gereğidir ki bu da ilâhî hikmetin icaplarındandır. Kaldı ki, sosyal yaşamın faydaları zararlarından daha fazladır, eğer sosyal yaşamın zararı ve fesadı daha baskın olsaydı yeryüzünde insan nesli diye bir şey kalmazdı.

İkincisi, bu acılar ve felaketler bir taraftan insanoğlunun doğanın sırlarını keşfetme yolunda çaba göstermesine ve böylece türlü bilim ve teknolojilere kavuşmasına yaramakta; diğer taraftan, zorluklarla pençeleşmek yeteneklerin gelişmesine ve insanların kalkınma ve tekâmülüne yardımcı olmaktadır. Nihayet bu dünyada doğru bir gaye yolunda katlanılan her sıkıntı ve zorluğun, ebediyet âlemi olan ahiret dünyasında fevkalade değerli bir ödülü olacak ve en güzel şekliyle telafi edilecektir.

4- Bu dünyada işlenen kısıtlı bir günah için ebedî azaba uğramak, ilâhî adaletle nasıl bağdaşabilir?

Cevap: İnsanoğlunun işlediği iyi veya kötü amelle, göreceği iyi ve kötü karşılık (ödül veya ceza) arasında bir nevi nedensellik ilişkisi vardır ve bu ilişki vahiy aracılığıyla keşfolunup insanoğluna önemle hatırlatılmıştır. Nitekim bu dünyada işlenen bazı caniliklerin kötü etkileri pek uzun sürmekte ve mesela insanın kendi gözünü veya bir başkasının gözünü kör etmesi bir anda ve bir lahzada gerçekleştiği hâlde bu bir anlık hatanın sonucu bir ömür boyu süregitmektedir. Bu örnekte olduğu gibi, büyük günahların da ahirette ebedî iz ve etkileri olmaktadır ve bu tür bir günahı işleyen kimse bunu telafi edip silebilecek vesileyi (tövbe) bu dünya hayatında hazırlamayacak olursa işlediği günahın kötü etkileri ebediyen yakasını bırakmayacaktır. Bir insanın, bir anlık bir caniliğe kurban giderek bir ömür boyu kör yaşaması nasıl ilâhî adalete aykırı değilse; büyük günahlar sonucu ebedî azaba yakalanmanın da ilâhî adalete aykırı bir tarafı olmayacaktır, zira her ikisi de, günahkâr şahsın bilerek ve özgür iradesiyle işlediği bir suçtur.



Yüklə 1,3 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   24   25   26   27   28   29   30   31   ...   80




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin