Bu dosya, Ethem Aydın isimli eserin web üzerinden izinli yayınlanan resimsiz hazırlanmış bölümüdür. Değiştirilemez. Serbestçe kopyalanıp dağıtılabilir. Bu dosyanın orjinali



Yüklə 0,58 Mb.
səhifə2/9
tarix25.11.2017
ölçüsü0,58 Mb.
#32846
1   2   3   4   5   6   7   8   9

RESİM

ldeki kayıtlara göre, o yıllarda Osmanlı İstanbul'da çöküyor, dünya bastırıyor. Asırların yoksulluğu üzerine yenilerinin yenisi eklenerek bir çığ gibi ülkemin üzerine hızla geliyor. Durumun vahametini gören, içinde duyan bir kişi var ortada, Sarı Paşa. Neredeyse memleketin tek sahibi, tek ağlayanı, tek düşüneni o sanki. Bir senedir Anadolu’dadır, kurtuluşa çare aramaktadır. Çareler bitmez, yeterki düşünen kafa, duyan yürek bulunsun.

Paşa, doğrudan müdaheleyi düşünmez, ister ki kuracağı düzen ilerde halka mal edilebilsin, inanır ki halkın içinden gelmeyen bir müdafaa, eninde sonunda sahipsiz kalır, çöker.

Bin mihnet, bin zahmet, binlerce açmazlardan geçerek, Cumhuriyeti kurar. İnsan üstü uğraşlarla kuruluşu ayakta tutmaya, varlığı korumaya, can siperane gayretler sarf eder. İnananların, olaya saygı duyanların yakın desteğiyle Cumhuriyeti kurar.

İşte tarih ana, o büyük kuruluşun doğum sancılarını çekerken, büyük fırtınaların estiği, kara bulutların elektrikli boşalmalarının şimşekler, yıldırımlar oluşturduğu günlerde ilginç bir raslantı, ben de yollardayım. Böyle bir zamanda dünyaya gelmenin bedeli de büyüktür. Asırlar boyu sam yellerinin estiği yurdumun her yerinde gıda, giyim, korunma bir önemli sorundur. İmam Müderris Mustafa Efendi, ailenin kaptanıdır. Bizleri, akraba çocuklarını başına toplayarak vefakar, fedakar, iyilik sever, Hatice hanımın da yardımıyla kuluçka civcivi gibi kanat açmış, ısıtmış, ısıtmıştır bizleri. Dayı oğlu Hasan, Nuri, emmi oğlu Osman, İbrahim, Emine, Ayşe, Fadime, daha sonra bunların çocukları aynı korunmadan paylarını aldılar.

Hala oğlu Hasan’ın kızı Şadiye üç yaşında yuvaya sığınan son göçmen kuştur. Şimdi evli, Mehmet (Muhasebeci), Hasan (Muhasebeci), Durmuş (Subay), kızları da evlidir. Bize sığınanların hepsi de aynı ölçüde mutlu günlerine ulaşmışlardır. Daha sonraları benim belleğimde yer ettiğine göre, kuluçka alışkanlığı bitmemiş, köyden, kentten okumak için sığınan baba dostu çocukları ki (doktor Mehmet) Oyladınlı Derviş ilkokullarını bizim daracık, fakat çok geniş gönül zenginliğimizde tamamlamışlardır. Bence bugün çok zor, dahası imkansız gibi gözüken bu yapının asıl uzmanlarını hatırlayabildiğimce yazmaya çalışacağım.

Yıl Bindokuzyüzyirmiyedi, ben yedi yaşındayım. İlkokuldayım.

Zayıf, sıtmalı, boy sürmeye başlamış, içe dönük, derslere ilgisiz, hayal gücü olan bir çocuk görürsünüz. Sınıflarda genelde öğrenci yoklaması yapıldıktan sonra, arka sıralardaki yerimde özel ekranımı açar, gemsiz hayal gücümün erim çizgilerini aşardım. Ders bitim zilinin çalması veya ara sıra da olsa öğretmen tarafından adımın söylenmesi, beni baygınlık derecesinde heyecana iterdi.


RESİM

İki atımız vardı, onların bakımı, sulanıp tımar edilmesi, ben üstlenmiştim. En sevdiğim zamanlar onların sırtında rüzgara, yağmura karşı gittiğim anlar olurdu. Onlar benim arkadaşım, kardeşim, atam ve öğretmenim olurlardı.

Evimiz bize sığınan akraba çocuklarıyla, uzak köylerden gelen yatılı sığınmacı öğrencilerle, dört kardeşimin hatırda kalır hiç bir sürtüşmesi olmadan yaşadığı, yetmiş metrekare bir alandı. Paylaşmanın bu denli içtenlikli oluştuğu bir aile topluluğu artık hayal bile edilemez şimdileri.

Yaşama şansına ulaşan biz dört kardeştik. Sırasıyla Naciye, Sıdıka, ben Ethem, Kemal. Bunların tanımlaması için ilerde yine konuya döneceğim.



RESİM


(Ethem Aydın’ın kendi fırçasından annesi)

Annem okumamış bir kadın olmasına karşın ayrıcalıksız, her zaman saygın ve sevgisini yitirmeyen ideal kişiliğe sahipti. Öyle de ölmüştü. Olaylara sinirlenmeden yaklaşırken, doğruyu, en uyumluyu bulmakta üstün bir yetiye sahipti. Böylece aile içinde olduğu kadar komşu akrabalarda gelişen en son, en akla yatkın çözümü ondan beklenirdi. Annem güzel bir kadındı. Ama uzlaştırıcılığı nedeniyle erkeklerden saygı duyar, herkes tarafından sevilirdi. Karşılıksız vermek, onun değişmez karekteriydi.

Büyük ablam, annemin bir benzeriydi. Okulunun en iyisi, en çok alternatif üreteniydi. Derste verilen konuların usanmadan evde uygulamalarını yapar, gerekenleri maket ve harita haline getirirdi. Ev işlerinde annemin yardımcısı, ödev hazırlığında hepimizin öğretmeniydi. Güzel resim yapardı.

Bir defasında ablamın çizdiği bir çaydanlığı, ince kağıtla kopya etmiş, okula götürmüştüm. Öğretmenim Hilal hanım sinirlenmiş, resim defterimi ortadan ikiye parçalamıştı.

Ablam 1968’de Mersin’de öldü. Zeki, hayatı seven 5 çocuk dünyaya getirdi. Çocukların hepsi evli. En mutluları Nuray olsa gerek.

Küçük ablam özgürlüğüne düşkün, okumayı sevmez, çevresiyle hep ters düşer, hareketli, güçlü bir yaratılıştaydı. Çok geç evlendi. Çocuğu yok.

Benim küçüğüm erkek kardeşim, girişken, sevecen, meraklı, konuşkan, okumayı sever, el emeklerine yatkın, ancak dokuzyüzkırkbir'lerin kötü geçim şartları nedeniyle ortaöğretimini yarıda keserek, evin geçimine koşmak durumunda kalmıştır. Fedakar, özveriyi seven, tuttuğu işi koparan, zor şartlar içinde başarıyı yakalamayı bilen, hayat dolu, kitleleri etkileme yeteneği olan, seçkin bir hatip özelliği taşır. Yaşayıp yaşatabilmek için çok ağır şartlarla karşılaştı, başardı da.

Yaldızoğulları’ndan Naciye ile evli. Mustafa, Muammer, Muzaffer, İpek, Murat, Muazzez, altı çocukları var. Mustafa, Muammer, Muzaffer evliler. Bu gün aç ve açık değiller. sofraları sevdiklerine açık lokmasını üleşmeyi sever. Kemal soyadını değiştirerek Müderrisoğlu aldı.

Ben 1949 senesinde Naciye ile evlendim. İki oğlum var. Biri 1954 doğumlu makina mühendisi. Diğeri 1958 doğumlu Çapa Diş fakültesini bitirmek üzere.

E. Aydın, 18Temmuz1980 Cuma

RESİM

(Ethem Aydın’ın kendi fırçasından babası)

Babam Müderris Mustafa Efendi; Ermenek'te doğmuş, edik dikme, saat tamiri, çift çıbık işleri, bağbahçe, hayvanhaşat bakımı, yetiştirilmesi, ağaç budama ve aşılama, dahası her işin ilk prensiplerini bilen birisi.

Okuma yazmayı öğrenmiş, Kuranı iyice hatmetmiş, tefsirine, yorumlarına özenmiş özgür birisi. Siz ona başı boş, hayalci, serazat da diyebilirsiniz. Baba ocağından küçük yaşta kopmuş, başını alıp yapabildiğince uzaklaşmış yuvadan, dar çevre bağlarından, bağımlılıklardan.

Belki askerlikte gözünde büyümüş olacak ki, onu Mısır'da buluyoruz. Evet şu Camüülezher'in bulunduğu Mısır’da.

O günleri hayal ediyorum, genç, orta boylu, sevimli, konuşkan, girişken, hayal kuran, kurduğu hayallerin peşine düşen birisi.

Yemeğini kendisi yapıyor, belki de bir arkadaş gurubu içinde eli en yatkın olan olduğu için. Nil nehrinde yıkanıyor, çamaşırlarını yıkayıp, bol güneşte kurutuyor. Dünyaca ünlü Camüülezhere devam ediyor, belkide medreselerinde birde yatacak hücresi var.

Her işe eli yattığı, daha ziyade saat tamiri bildiği için çevrece aranır idi belki de. Tıpkı bugün olduğu gibi. Namaz kıldırabiliyor, Kuran okuyor, belki mevlütler içinde aranıyordu. Şikayetsiz yaşayıp gidiyordu. Ama ondan acele bir ayrılış görüyoruz, sebebi pek belli değil, üniversiteyi bitiremiyor, ayrılıyor. Daha sonraları Şam da, Halep’te de izlerine rastlanıyor.

Babam, uzun bir süre Mısır’dan, Camiülesher’ den din hocası olarak dönüşünde, Medreselerde hocalık yapmış, yerleşik çevre insanları arasında saygın olmuş birisiydi. Kendisi bizlerle uzun uzun oturup konuşmadığı için bilemiyorum, işittiklerime göre yazıyorum. Türkiye’ye dönüyor, Tabur İmamlığı, Akşehir müftülüğü, Selinti müftülüğü gibi kısa başlıklı ünvanlar da edinmiş. Babam Müderris makamına sahipti ve de layıktı. Bu ünvanı Mısır’da Camiül Ezher’de uzun bir süre kalarak kazanmış ama elinde canlı şahitler ve dopdolu kitaplar dışında bir onaylı belgesi yoktu. Hayal meyal şöyle bir belgenin kendisine verildiğini hatırlıyorum: “Müderris Mustafa Efendi, 1867 Ermenek , İbrahim Oğlu, Millet Mektebi Vesikası.!” Derslere devam etmeden yeni harflerle Türkçe okuma yazmayı iyice öğrendiğinden kendisine bu vesika verilmiştir. Kay.

Müsbet ilimleri dini ilimlerle bağdaştıran, mütevazi işyerinde eşi, kız erkek çocukları dahil iş bölümü yapan, kadın haklarına saygılı, hurafeye inanmayan, ezanı ilk türkçe olarak okuyan, gününün ibadet dışında kalan kısmını okuyarak, arkadaşları ile tartışarak, saat tamir ederek geçiren, komşu ve çevre bahçelerini kendi bahçesi imiş gibi gezen, aşı yapan, fidan diken, Müderris Mustafa efendi kötülüklerden arınmış, sevilen sayılan bir insandı. Dikiş diker, yemeni, kundura, çizme onarır, duvar örer, köşe yontar, ağaç yetiştirir, budar, çeşit çeşit aşı bilir; kendinin bahçesi yoktu ama, bütün kasaba bahçelerine teklifsiz girer çıkardı, fidanları gözler, aşıladıklarıyla ilgilenir, meyvelerini tadardı.. Geniş bir kitaplığı vardı. Okumayı severdi. Okuduklarını özümser, kaynak kitaplardan zenginleştirir, gerekirse okul kitaplarını da inceler, zamanın müftüsü, kadısı, ülamasıyla uzun uzun tartışır, cuma hutbelerinde halka sunardı.

Ölümüne kadar insanları aydınlatma görevine içtenlikle devam etmiştir. Açık fikirliydi, bağnaz değildi. Türkçe ezanı ezgiyle ilk okuyanlardandır. Yeni yazıyı da yörede ilk öğrenen ve öğretmeye çalışanlardandı. Asabi mizaçlı, ama kindar değildi. Bizler ve çevre, onu böyle tanır ve severlerdi. Uzun süre Mısır’da kaldığı için Arapça ve Farsça'ya hakim; hemen her zenaatta uzmanlaşmış olarak dönmüş. Saatçiliği de bu arada Mısır’da öğrenmiş olsa gerek!, bütün el sanatlarına da el yatkınlığı vardı.

Ben O’nu 1930 larda tanımağa başladım. Kin garaz bilmez, karşılık gözetmeden veren, kanunlara saygılı, inkilaplara inançlı, insanları çok seven bir kimse idi.

Unutmayınız 19301950 elli sene önce bu gün bile elit tabakalar arasında az bulunan biri yaşamış

Ermeneğe orta yaşın üzerinde dönüyor, galiba evlenmeyi düşünerek. Ermenek’te camilerde aranan, sevilen birisi olsa gerek ki, zamanın zengin esnafından, Hacı Reşit Efendi onu ev, bağ sahibi etmek için, şimdiki adıyla Ermenek’teki Değirmenlik semtinde, güneş gören, ufku açık bitek bir bağı, çok cüzi bir bedelle vede kazandıkça ödenmek kaydıyla kendisine zorla satıyor. Yukarda arz ettiğim gibi, hem hocayı Ermeneğe bağlamak, hem de hoca ile bağ komşusu olmak için olsa gerek. Tek varlığı, iç çarşıda yetmiş metre kare civarında. Daha sonra bizlerin yuvadan uçuncaya kadar oturacağımız yer orası olmuştur.

Müderris Mustafa Efendi yakın bir akrabasının güzel kızı Hatice hanımla evlenir. Sanıyor ve tahmin ediyorum Mustafa Efendi 3035 yaşlarındadır. Uzun süre gurbette yalnız oluşu, sıcak ve ılıman ülkelerde, düzensiz bir beslenmeyle sağlığı vahim, midesi zayıf, Ermenek'teki sert kış şartlarına dayanamadığı için, bütün ısrarlara rağmen Ermenek'ten Mut'a göç eder. Lal Başa camiinde imamlık, Mut'ta bulunan medresede dersler vermek suretiyle geçimini sağlar. Yazları ekseriya annem ve çocuklar yazı Ermenk'teki bağda, kışları Mut'ta geçirirken bende aileye karıştım. Benden önce kardeşler yarım düzineye yakın kardeş dünyaya gelmiş ve fakat yaşamak şansına eremeden gitmişler, belki de bu nedenle olacak akraba çocuklarına kapımız açık tutulmuş.

Çok az bir maaş alırdı. O’na “Hidamet” derlerdi, pekte anlamadım, ama çokaz olduğunu duyumsardık.

Babam tek insan değildi. Osmanlı’nın Feyzinden fazlasıyla faydalanmış bir müftümüz, müftü Nadir Efendi, bir Hakim, Hakim Akli Rıza Efendi, Müftü zade Hüseyin efendi, Cumhuriyetle beraber mebus olan Pepe Ali Efendi, (tabii önceleri mebus değildi) benim hemen hatırlayabildiklerim. Bu gratta olmasa bile, yine de mürekkep yalamış daha on kadar kişiyi hatırlarım. Hepsi saygı değerdiler. Cuma günleri, bayram ve onun dışındaki önemli dini günler haricinde hutbeleri hep babam hazırlar, hiç bir sefer uzun bir ön hazırlık yapmadan halkın karşısına çıkmazdı. Hazırlıklarını Müftü Nadir Efendi veya bulabildiği, bir veya birkaç arkadaşına okur, fikirlerini alır, sonra tekrar düzenler, yazısına da çok önem vererek hazırlardı. Benim hatırladığım günlerde, okul kitaplarından da hutbeye aktarmalar yapmayı ihmal etmezdi. Kuru bir dini bilgi yerine, yaşayan bilimsellikle de konuşmalarını bağdaştırmaya emek verirdi. Böyle çalışmaktan çok mutluluk duyardı. Muhteris değildi, kendisine Rumlardan kalan bir çok şey teklif edilmiş, zengin olanlarca toprak bağışlanmak istenmiş, kabul etmemiş, ancak Mut'tan ayrılmak üzere olan bir kaymakamın, uzun kaymakam denilen birinin evini satın almış, onunla yetinmişti.

O yıllarda, müderris Mustafa Efendi, evde bir hayli hırçın, asabi, çocuklara karşı acımasızdı. Doğaldı ki, bizlerde dar bir mekan içinde, kalabalık bir aile yapımızdan sebep, kişisel sınırlarımızı yetersiz bulur, başarabildiğimizce diğerlerinin sınırlarını zorlar böylece uyumsuz olurduk. Fakat, babam Mustafa Efendi, genelde çevre ile çok uyumlu ve saygındı. Komşulara, komşu aile bireylerine hep yakın ve koruyucu, niza kabul etmez, hizmet etmeyi severdi. Kendi evinde otoritesi yüksek; kasaba halkına anlayışlı, sevegen, daima iş bitiriciydi...

O zamanlarda (KADI' HAKİM', Müftü. Müderris); köylerin ve kasabanın, hukukla ilgili sorunlarını, yerleşik geleneğe, etiğe uygun olarak, uzlaştırma yolunu seçerler, kişileri, kanunların acımasız sürüncemeli, katı buyruğundan, böylece korurlardı. İnsanlar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüklerinde, babam aracı olur, bu ev içi geçimsizliklerinde de böyle olurdu. Hukukla ilgili sorunlarını çoğunlukla tatlıya bağlama becerileri dillerde unutulmaz anılar bırakırdı...

Evimiz dayalı döşeli değildi çok ama çok kitaplarımız vardı. İri, ağır, temiz ciltli idiler. Sanırım kitapların hemen hepsini de O okumuştu. Hem de tekrar tekrar ki, mezarında "İlmiyle Mümeyyiz" diye yazar.

Bu ölümlü dünya için bu kadar içten bağlılıkla gece gündüz kendini ilme, insanlığın mutluluğuna adamış insanları yılların ötesinden daha iyi anlıyor kıskanarak seyrediyorum.

RESİM


Tehir sözcüğü için bir yeni sözcük ararsanızİşte o benim.

İstedik ki (tabii neden ne sebeple istediğim de bilinmez) sizlere bu güne kadar gizlediğim veya gizlemeğe çalıştığım öz yapıdan bahsetmek, böylece her kişide olduğu gibi, asıl ben ile, yapma maskeli ben arasındaki çelişkiyi vurgulamak.

Beş ölü doğan kardeşten uzun bir süre sonra sıra bana gelmiş, ama yedi ayın sonunda doğmağa kalkmışım, başta anam olmak üzere herkesleri bir telaştır almış.

Ebe Hasibe nine, akzencefil, darifilfil, sinamaki, rezene, ebegömeci ile bir mahluta hazırlayıp anama yedirmiş, sonrada buharına oturtmuş, ben de doğmaktan vazgeçmişim. Dokuzay, on gün sonunda, yine bir aksilik başlamış, dünyaya gelmek istemiyorum. Tam bir ay geçmiş, doğum yok, sancılar devam ediyor. Yatağımın başında bilmem kaçıncı gününü uyuklayarak geçiren Hasibe nine, bir rüya görür, uyanınca kafasını sallar ve erken doğum için hazırladığı mahlutayı tekrar hazırlatır, uygulanır. O gece doğmuşum. Üç yaşında konuşmuş, beş yaşında yürümüşüm.

Zaman israfından, eştendosttan utandığım için olacak, sekiz yaşımda ata binmeğe, on yaşımda yalnız uzun seyahatlara çıkmağa başlamışım.

Onbeş yaşında evden çıktım, bir daha da dönmedim. Doğaldır ki, bu geçen sürede bazı münasebetsizlikler yaptım. Öğretmen oldum, pilot oldum, dahası ressam oldum. Doğaldır ki olabildiği kadar.

Ben televizyon ekranını yedi yaşımda iken bulmuştum. Derslerde arkadaşlarım karatahtayı veya pepeme Murtaza beyi dinlerler veya dinlemeğe çalışırlarken, ben televizyonumu açar, dersleri ıska geçerdim, bana derste geçenleri soranlar hep hava alırlardı.Tabii ben de hep zayıf alırdım.Televizyonum o kadar renkli, o kadar bol kanallı idi ki hiçbir mutluluk, benim ekranımda ki kadar gerçek oamazdı.

Hala o ekranı yanımda taşırım, hem de çok memnunum.

Dostlar başına......

RESİM

İlkokulu zar zor bitirdim. Sanırım her seneyi iki kere okudum. Birinci sınıfa çok acele konuşan, fevri mizaçlı Mümtaz bey isimli bir öğretmende eski Türkçe olarak başladım. Hatırladığım sınıf arkadaşlarım¸ uzun Ali efendi’nin Ömer, marangoz topal Mehmet usta’nın rahmetli Duran, Rodos’lu kızı Müzeyyen vs..

Kaymakamın evi denilen binanın güney doğusu alt katında bir sınıfımız vardı. Öğretmen çok döver, çabuk konuşur, iyi anlatamaz, asabiydi, çok dayak atar, sonrada şeker dağıtırdı. Böylece değnekten oluşan gözyaşları şeker tadı ile karışır, değişik duygulara dönüşürdü.

Çocukluğum ezik geçti. evinde ekmeği ve müsafiri eksik olmayan bir aile, 192930 larda fakir sayılırsa fakir, deyilse orta halli idik. Hemen demek gerekirse bilgi, ilim, hoşgörü, sağduyu yönünden Türkiye genellerinin üstünde sayılırız. Zira bugün camilerde konuşulamayan ilmi ve fenni yorumlar Kur’anı Kerim’in gelecekler için yol gösterici daima akla mantığa yatkın tefsirleri cuma namazlarında halka ulaştırılmak üzere bizim evde hazırlanırdı. (Editörün Notu: Bu belgeler tarafımdan muhafaza edilmektedir)

E. Aydın, 21Temmuz1980 P.tesi
Yeni yazıya geçişimizi iyi hatırlayamıyorum. Galiba aynı binada üst katlardan loş bir sınıfta başladık. albümümde bulunan bir fotoğraf o günleri simgelese gerek.

Ermenek’li çok kibar, beyefendi, bilgili, güler yüzlü, saygın Rıza bey (rahmetli). Lacivert elbise, beyaz gömlek, papyon kravat, ütülü giyimiyle şimdi bile kendisini çok net hatırlıyorum. Konuşmaları, el yüz hareketleri, bazen şehlalaşan gözleri, dalgalı saçları, kelimelerin sonunu uzatışı, herkesi beyefendi diye çağırışı..... O’nu rahat rahat sayfalarca anlatabilirim.

O zatla ilgili olan herşeyi rahat öğreniyor, iyi belliyordum. Anlıyorumki hocalık çok ama pek çok ince bir sanat.

Ben zayıf, sıtmalı, içe dönük, güçsüz, heyecanlı, dolayısı ile başarısız, günaşırı sıtma nöbetleri geçiren bir çocuğum. Evimiz tıkabasa insan dolu. Babamın odası, köşede şeker sandığından bir saat tezgahı, arkasında gömme dolap, tıkabasa ciltli kitaplar. Ocak üzerinde çalışan zil çalan boy boy ayara bırakılmış masa saatları günün her anını ayrı ayrı simgeler. Peryodik aralıklara böler dururlar. Bazen alarm, bazen de bir müzikal melodi ile daha da bir farklı geniş uzaklıkları işaretlerler. Böylece saat sesleri bizim evin nabzıdır denebilir. Babam orada çalışır, orada cuma hutbelerini hazırlar, orada ailece yemek yenir, çocuklar ders çalışır, misafirler kabul edilir. Karşı oda loş, çoğu zaman soğuk ve annem kız kardeşlerim ve onlarla bağıntılı şeylere ayrılmış.

Bir de mutfak ve taş salonumuz var. Genellikle kavun, karpuz ve buğday yığılır. Banyomuzu kışın babamın odasında musandere dediğimiz dolap kapılı bir yerde yapardık. Odanın altında 1metre kadar yüksekliği olan toprak bodrum vardı. Sular oraya akar, toprağın emmesine terk edilir idi. Odanın ortasından bir tahta kapakla inilebilirdi ama çoğu zaman birkaç pirenin barınağı olan bu yere çok seyrek inilirdi. Taş salonun ortasından bahçe suyu geçerdi. Ama bütün şeyler bize çok orjinal ve sevimli gelirdi.

Bu yaklaşık 100 metrekare olan üzerinde annem, babam, ablalarım, iki erkek kardeş, Oyladın’lı Derviş hocanın oğlu sonradan doktor olan Mehmet ağabey pansiyoner olarak yaşar giderdik.

Kışın çoğu zaman amca, dayı, amca oğulları, hala oğulları, Ermenek’ten yatılı olarak gelirler bizimle kalırlardı.Durumdan anlaşılacağı üzere bizim evde ders yapmak, ödev hazırlamak bir meseledir.

Bayramlarda namaza , hacı Nuh’lu, gereğinde çömelek, Hacı Ahmet’lerden Çortak(*)’tan yatılı müsafirlerimiz olur, beraberce bayram namazına gidilir, bayram yemeği yenir, ne aç ne de açık kalan olurdu. Bugünü düşünüyorum da evimize bir karıkoca misafir gelse bütün ev huzursuz oluyor, tedirgin oluyor hem de o günden en az 100 kat imkan içinde olunmasına rağmen.

E. Aydın, 22Temmuz1980 Salı
Akşamlar iş bölümü yapılır. Ahmet ağa en kuvvetlimiz en beceriklimiz, ceviz çırpacak. Naciye, Sıdıka, Havva, Ethem ceviz toplayacak, çuvallayacak. Seyde üzüm bozacak, Fadime sepetleri ipten alacak, öğleden sonra Hüseyin emmi eşeklerle köfe getirecek, kesik kulakla beraber çuvallar köfeler eve taşınacak. Herkes yemeğini yanında götürecek. Akşama böyük sofra evde olacak.

E. Aydın, 21Ağustos1980


Üzümler sıkılır, cevizler kırılır ayıklanır, kazanların altı ateşlenir bahçelerde. Bandırma cevizleri dizilir ip ip, kişilerin adına, kazanlarda şıralar köpüklenir kaynaya kaynaya.

Közler üzerinde firik mısır körükleri(*) , otantik sesler çıkararak çatırdar durur sabahlara dek. Uyku unutulmuştur artık yaşam sevinci içinde.

Nişastalar ezilir, unlar karıştırılır, bandırma palizası(*) hazırlanır kıvamınca. Ceviz dizileri boy boy, batırılıp çıkarılır, iplere dizilir. Hıralar (*) tekrar doldurulur, iplere dizilirler altlarına birer kap konarak. Kurutulur gölgelerde, ayvalar pekmez kazanında kıvamını bulurlar. İş arası(*) kolay gelsin diyen her komşu baş tacı edilir, yedirilir içirilir.

Evimizde, babam gözüyle okurköşesi düzenlenmiştir. O tamam. Ablam sessiz geç saatlere kadar rahat çalışır, küçük bir de yer masası vardır. Okulda dersleri çok iyidir. Günlük dersleri kolayca yapar, sonra gergef, iplik oyası, resim, bazen de ders araçları üretmekle zaman geçirir. Aman yarabbim.. ne araçlar ne araçlar. Hem görüntüsü güzel hem de bugün bile fizikte kimyada ne işe yaradığını hala bilmediğim ilkokul ödevleri. Hem de başparmağında dokununca ağrıyan bir yara var.

Oyladın’lı Mehmet ağabey sesli okumazsa yapamayan anlayamayan bir tip. O da iyi resim yapar, başarmağa inatçı. Mutfak odada elinde kitap sabaha kadar çalıştığını çoğu günlerde uyuyakaldığını hatırlarım.

İkinci ablam Sıdıka hanım dersleri pek sevmez. Kendibaşına buyruk, atik. Erkek oyunlarını bile bizden iyi oynar ve kurallara karşı. Dolayısı ile dersleri başarısız. Bol uyku uyuyan sağlıklı bir yapıda.

Ben Ethem, hastalıklı, zayıf, mukavemetsiz. En iyiyi başarmak isteyen ama gücü en iyisine yetmeyen, heyecanlı, ötlek, hayal gücü sonsuz, başarısızlıktan aşağılık kompleksine düşmüş, sevilmeğe okşanmağa yatkın, onurlu ve en küçük bir zor karşısında düşünme, savunma, direnme ölçülerini yitiren birisi.

Bazen bir taş, bazen bir sopa bazen de 4 teker üzerine çakılmış tahtalarla iniş yokuş yürüyen arabalar hayal eden, bu hayalle saatlerce avunan bir yapıya sahip. Galiba bu özellik bütün ömür boyu biraz az biraz fazla sürüp gitti.

Realite ile ulaşamadığım yerlere her türlü yalanla, hakikatları çarpıtarak ulaşmağı huy edinmiştim. Oyun ve derslerde arkadaşlarımdan daima geri olmam sebebiyle aranır olmak için evden okula bol çerez taşır onların ilgisini geçici de olsa üzerime çeker, dükkandan fırsat düştükçe para aşırarak daha değişik sarflarla istekli guruplar arasında yerimi korumağa çalışırdım. Ablamın ödevlerinden genellikle resimlerini bir koz olarak derslere getirir, dahası, ben yaptım diye böbürlenirdim. Anlamadığım şey; bu gün ben ressamım.

E. Aydın, 23Temmuz1980 Çarşamba


Bir defasında çaydanlık, bardak, evet, çaydanlık bardak resmini sınıfa getirmiş benim diye arkadaşlara pozumu attıktan sonra, öğretmen Nihal hanıma ödev olarak göstermiştim. Öğretmen, çok kibar öğretmenlik özelliğine sahip olmasına rağmen defterimi ortadan yırtarak başıma çalmıştı. Bir defasında yine belki bir çok kereler derse kalkma sırası bana yaklaşınca öğretmenim çişim var diye helaya gider, bazen de heladan aranacak kadar gecikirdim.

Nihal hanım, çok iyi, bilgili, güzel bir terbiyeci idi. O muhterem kadın belki beni çocukken ölüp gitmekten kurtardı. Denilebilirki o benim ikinci anam oldu. (*) zaten sıtma ile çok zayıflamış olan bünyem böylece daha da yıpranır, beyin gücü çok zayıflar esrarkeşler gibi yaşar giderdim. İşte Nihal hanım böyle bir zamanda öğretmenimiz oldu. Önce duruma teşhis koydu. Sonra beyi hükümet tabibi Mustafa beye havale ederek, durumun tıbbi yönü ele alındı. Sonra anne ve ablamla konuşarak okul ev arasında işbirliği yapılarak konuya el konuldu.

Daha sonra kişiliğim üzerinde ince ve bıkmayan araştırmalar yaparak beni çok iyi tanıdı ve başarı için yolumu açtı. Bazı özel fakat çok yerinde fırsatlar vererek kişiliğimin gelişmesine öncü oldu. Küçük başarılarla hayatı sevmeme yardım etti. Ben işte bu muhterem kadınla dünyaya geldim. Bu saygın kişi hakkında her arkadaşım unutulmaz anılarla doludur. Bundan sonraki günlerimde başarı savaşları da vermeğe başladığımı hatırlarım. Galiba sınıf dördü okuyordum. Hocamızı hatırlamıyorum. Sınıfa müfettiş gelmiş, işlenmiş olan derslerin tekrarı için bütün sınıfa hitab ederek kim tahtaya gelmek ister demişti. Sınıftan o seçkin zeki, Kadir, Mazhar, Emetullah, İlhan mazhar öğrencileri tam siper yapmış gözden kaçmağa çalışıyordular. O sırada ben parmak kaldırarak derse kalkmak istemiş, sınıf öğretmenimizin pek de istememesine rağmen haritalar başına giderek gayet rahat göç yollarını anlatmağa başlamıştım. Arkadaşlarımın gıpta ile öğretmenlerimin hayretle bakışları karşısında müfettiş ve başöğretmenin aferinlerini almış ve böylece içimdeki yenilmez şeytanı yenmiştim.

Okul biterken yine tarih ve coğrafya imtihanında çok iyi bildiğim sorular çıkmış ama heyecandan cevap verememiş, uzun uzun ağlamıştım.Ama o sınıfta beni tanıyan seven öğretmenler sabırlı kişiler vardı. Beklediler. Onore ettiler ve bildiğime dair inancımı desteklediler. Başardığımı gördüler.

Bakınız yeni hatırlıyorum ben kalenin surları üzerinde bulunan sınıflarda da okudum ama şu anda açık seçik hatırlayamıyorum. Şunu diyeceğimki çok ama çok kıymetli öğretmenlerimiz vardı. Tevfik hoca birkaç arkadaşı ile bisiklet tekerleği, zincir, şu bu yardımıyla Kale Pınarı altında bir elektrik türübünü kurmuşlar,okulu Pınarbaşını aydınlatmışlardı.

Cemil hoca matematik ve yıldız bilimleri, belkide meslek okulu bile görmemiş bir köy öğretmeni (hacı ruhlu). Bir gece ben ve kardeşlerine gökyüzünde burçları, yıldızları tasnif ve tarif etmiş araştırma nirenglerini uzun uzun anlatmıştı. Acaba bu insanlar nasıl yetişmişlerdi. Bugünün öğretmenleri hiç gökyüzüne veya çevrelerine alıcı gözle bakarlar mı? Mamhut hocalar, Nebil beyler, Nihal hanımlar...

Din adamları da bir başkaydı o günlerin. Müftü Nadir efendi tipik bir Osmanlı, soyu zengin bir bir Atatürk yanlısı idi. Dini görüşü çok olgun ve deneyimleri müsbet ilimlere dayalı, yorum tefsirleri ile daima büyük kalmıştı. Oğlu öğretmen Nasri bey, Mahmut Mutlay, Kazım Yaprak, pırıl pırıl zeka kaynağı idiler.

Müftü bizlere zeka bilmeceleri sorardı.... Bir köprüden 3 kişi geçer, biri bakar basar geçer, biri bakar basmaz geçer, biri de bakmaz basmaz geçer gibi.

E. Aydın, 25Temmuz1980
Mahmut hoca, Çortak’lı Cemil hoca, Tevfik hoca, Pepe Ali efendi, Müftü Nadir efendi, Müderris Mustafa efendi, Sadi bey, Nebil bey, Emin bey, Vehbi bey, başöğretmen Rıza bey, Yusuf bey, sopa tokat atmada çok marifetli Nihal hanım ve daha hatırlayamadığım büyükler..

E. Aydın, 26Temmuz1980


Her insanda olduğu gibi, benim de hayal ettiğim veya gerçekte var olan, anımsamaktan zevk alacağım bir özgeçmişim var veya olmalıdır. Girintisi çıkıntısı, eğimi, suyu, yeşili, karı çok bir yerdir Ermenek. Yazları serin, verimli, bağlık bahçelik, çalışkan insanların diyarı ve yeridir. Anam, babam akrabadırlar ve oralıdırlar. Dar ve sınırlı topraklar üzerinde daha çok üretmek zor olduğundan, bir kısım yeni yetmeler, ulaşabildikleri çizgilere kadar dağılmış, oralarda yerleşmişlerdir.

Babam Mustafa böylece, Mısır’a kadar uzanmış, gençliğini, Camiilesher çevresinde yapabildiği kadar okuyarak, çoğunlukla boğaz tokluğuna çalışarak geçirmiş, yurda döndüğünde, Osmanlı idaresi içinde, medreselerde ders vermiş, ismi Müderris Mustafa Efendi olmuş. Annem, o zamanın her kadını gibi, evinde kısmetini beklerken evlenmişler ve Mut’a yerleşmişler.

Gerçi, uzun süre Ermenek’te oturulmuş. Kardeşler doğmuş, kardeşler ölmüş ama benim için hayat Mut’ta başlar. Cumhuriyetle yaşıtım hatta, mayıs doğumlu da olabilirim. Belleğim, ilk anıları ilk okulda buluyor. Sonradan, Kaymakamın Evi diye adlandırılan bir binanın alt katında, bir köşe sınıfta, eski yazı öğrenmeye çalışıyoruz. Mümtaz Bey, bir elinde sopa, bir cebinde şeker dolu olarak sınıfa girer, bilene, uslu oturana şeker, bilmeyene sopa, tokat atar. Konuşması hızlı ve pepeme idi. Zayıf, esmer ve belki kahve, yeşil tonlu gözlü, gözlüklü birisiydi. Allah rahmet eylesin.

Yeni yazıya bütün Mut’luyla birlikte, bahçelerde, salonlarda ve her yerde başladık. Annem bile yazıyı öğrendi. Hele babam, bizlere öğretmen bile oldu. Nerden geldiklerini, nerede okuduklarını bilmediğim, milliyetçi kültürlü öğretmenler, birden bire var oldular, derslikler doldu. Üniversite çaplı dersler alındı, verildi.

Solgun çizgileriyle anımsadığıma göre, gece dersleri verilirdi. Bir takım uzaylı kişiler, öğrencilere, gökyüzü hakkında bilgiler verirlerdi.

Daha sonraki yıllarda, sık sık, soylu temsilleri, Mutlu’ya izletirlerdi. Oyuncular ise, ayakkabı boyacısı, sucu, duvarcı ustası, berber, kasap, öğretmen, kaymakam, hakim, imam kol kola, iç içe olurlardı. Şaşılası durum, bugün bu insanlar, birbirlerini görmezler veya görmezlikten gelirler.

Mut’ta, eskiden, kış ayları çok çetin geçerdi. Pınarbaşı’nda bir değirmen vardı. Oluklarından ve saçaklardan, uzun buz saçakları olurdu. Fırtına güçlü eser ama merkezi eserdi. Sarı yapraklar, çınarların dibinde büyük yığınlar oluştururlardı. Biz küçükler, öncelikle ben, o yığınların altında ilerlemekten haz duyardım. Oyunumuzun bitmemesini isterdim.

Okulda geçen günlerim ne kadar sıkıcı ise, sokaktaki zamanım o oranda zevkli ve doyurucu geçerdi. Sanıyorum, sağlıklı bir öğrenci değildim. Evimiz kalabalıktı. Topu topu yetmiş metre kare bir alanda, akrabaların çocukları, köyden okumaya gelen yatılı birkaç öğrenci ve dört kişi biz ve ana baba. Bunların normal gereksinimleri, çocuk olunsa da, bir takım şeylerin paylaşılması gerçeğini, bize öğretmişti. O yılların moda hastalığı, sıtma ve arkasından veremdi. İkisinden de ölenlerin sayısı, hep yarışırlardı.

Günaşırı, ateşim çıkardı. Yatar, nöbet sonrası yorgun, ayağa kalkardım. Çocuk ama takatsiz, güçsüz boy atıyor, beyni henüz beslenemiyor ve bütün bu nedenlerle, başarının tadını alamıyordum. Okulu sevmiyordum.

Resim ve elişlerine karşı ilgim vardı. Öğretmenimiz bize, doğal alçı taşını tanıtmış, hazırlanmasını öğretmişti. Çok güzel kalıplar alıyor ve boyuyorduk. Uygun zamanlarda, dere kenarında kil heykelcikler yapmaya giderdik, sınıfça. Benim bol imkanım, babamın saatçi olması nedeniyle, evdeki onarıma gelmiş veya bozuk, eski saatlerin, sökülüp, dağıtılması idi.

Onları karıştırırken de, mekanik yapıya bir ilgim oldu ve kısmen de olsa, saat tamirini öğrendim. Hemen hemen her aile birimde, okul ve dersler yan hizmet kabul edilirdi. Asıl görev, evin iç hizmetlerindeki iş bölümünün aksamaması idi. Pınardan su taşımak, çamaşıra gitmek, ipek böceği için yaprak toplamak, değirmene, un veya bulgur öğütmeye gitmek, bahçe hizmetleri, özür götürmeyen, asal işlerdi. Hepimiz de, bu sorumluluklarımızı, çok ciddiye alır, başarmakla koşullandırıldık. Bilinirdi ki, üslenilen görev, koşulsuz edime ulaşacaktır. İkinci bir şekli olmaz.

RESİM


İlkokul yıllarımı hayal meyal hatırlarım. İlkokula başladığım yıl, yeni yazı çıkmıştı, Murtaza bey öğretmenimizdi. (1Kasım1928.)

Birinci sınıftaki çevremi net hatırlamıyorum. Öğretmen iki kız arkadaş, Rodosluların kızı Müzeyyen ve şimdi ismini anımsamadığım birisi.

İkinci sınıfta daha çok hatırımda kalanlar var. İkinci sınıfı loş bir salonda okudum, sınıf ayrıntılarınıda çok az hatırlarım. İşte o seçik olmayan günlerden, en eski fotoğraf. Solda, elinde bir çift yedi veren gülü, pınar başında, dut ağacı dibinde, Mırza beyin Mehmet’le kol kola objektifin karşısındayız. Ne o ne de ben, bir gün öğretmen olacağımızdan habersiz, objektife bakıyoruz. Kim bilir, ilkokulun, ilk sınıflarından hangisindeyiz, hangi güzel anımızı yaşatmak için yan yanayız?

İkinci bir fotoğraf, yıpranmış, zamana direnci kalmamış ama çok çok iyi çekilmiş bir fotoğraf. Bin dokuz yüz yirmi dokuzlardan bir ilkokul sınıfı. Bu bizim sınıfımız. O zaman çekilmiş bu fotoğrafta hemen hemen bütün sınıf arkadaşlarımı, isim ve hususiyetleri ile tanırım. İşte arkadaşlarım. İsim isim saymaya çalışacağım. Sağda, dünya tatlısı ve bilgilisi öğretmenimiz Rıza Bey, Ermenek’ten Hacı Hulisilerden. Yanında Delil’in oğlu Hüseyin, Aslan Yalçın sonraları belediye başkanlığı yaptı, iki kişiyi atlıyorum, Halit Efendi’nin kızı Şefika, Müzeyyen, Emetullah, Fatma, Doktorun oğlu Sadun, ikinci sırada Alibaba, Doktor Rahmi, Kemal, Gülonpara, Fatma, Neriman, Türkan, Şadan, Sabri, geriye doğru, ben, Ziya Özmutlu, Tahsin, Mustafa, Hüseyin, Cemil.

Üçüncü sınıfta Ermenekli küçük Rıza bey diye adlandırılan bir beyefendi, kibar, ılımlı, uyumlu, bilgili, çocuğu çok iyi tanıyan bir öğretmenimiz vardı.

Deli efendinin oğlu Hüseyin, yanında Aslan Yalçın, derslerden çok oyunu seven, yıllar sonra Demokrat Parti Belediye Başkanlığı yaptı, başarılı idi. Bir trafik kazasında öldü. Yanı da Halit Efendinin kızı Şefika, Rodoslu kızı Müzeyyen, İnhisar memurunun büyük kızı Fatma, Göde doktor, Zihni beyin oğlu Sadun, (sonra oda doktor oldu). Arkasında, ikinci sıranın başında Ali baba, Rahmi, (Dahiliye doktoru oldu), Kemal Baykal, içli bir kız olan Ali Kemal'in kızı, Şebboy, (Gül on para) denirdi, bir temsildeki başarılı rolü sebebiyle, Hacı İbrahim oğlu İbrahim efendinin kızı Fatma, Müftünün, Nadir efendinin kızı Türkan, Gülnarlı Sabri, Şadan Gürpınar, Müftüzade Süleyman Efendinin oğlu Ziya, (Orman yüksek mühendisi oldu), Tahsin, Cemil, Abdurrahman, Palantepe’den Ali Osman, Ethem Aydın (Resim öğretmeni oldu) ben, bakkalın oğlu Ali, Madenci Mustafa, Süleyman (Fen öğretmeni oldu), Demir ağanın oğlu Nehir (bunlar birkaç öğretmen idi).

Atımızı, bir yerlerde durmamanın güzelliğine bağladık, yürüyoruz. Şimdi, o bölüme yakın, bir başka fotoğrafın izlenimlerine bakalım. Bin dokuz yüz otuz. Dördüncü sınıf.Vekil öğretmen Nebil Bey, yanında Hasan Ali, Mehmet Gürtürk, Muzaffer Zülfikar’ın oğlu, Aslan Yalçın, öğretmenin öbür tarafında, Uzun Ali’nin Ömer başkatibin oğlu Ömer, Sulhi, hemen Önünde ben, Tahsin’le baş başa Emetullah, Fatma, Zarife, Delil’in Hüseyin, Alibaba, Ali Korkmaz, Kemal, Şadan, Kemal’ın kardeşi Sulhi.

Dördüncü sınıfta, herşey biraz daha açık seçik oluyor. Başka bir fotoğraf: Sınıf öğretmeni Nebil bey (vekil öğretmendi), yanında uzun Ali'nin oğlu Ömer, Reji memurun oğlu Ömer, (Hotompelci deridi), Kemal, Ermenekli Hasan Ali, Mırza bey’in oğlu, Mehmet Gürtürk, Zülfükar’ın oğlu Muzaffer, Aslan Yalçın, Ali baba, Hüseyin, (delinin oğlu), Müftüzade Hüseyin efendi kızı, Zarife, Reji kızı Fatma, Emrullah, Ülker, Tahsin, Ethem, Ali Korkmaz, Süleyman Baykal, Şadan Gürpınar, Sulhi, Abdurrahman.

O zaman Mut’ta bol miktarda pirinç ekilirdi. Dolayısıyla sıtma bir salgındı, bende sıtmaya yakalandım, ilaç yokluğundan başarısız oldum, sınıfta kaldım.

Mut insanı birbirlerini iyi tanır, çok okumuş büyük sayılan kişiler, duruma her zaman hakim olurlar, yoksulu doyurur, yolsuzun kulağını çekerlerdi. Tüccarlarımız da çok Osmanlı ve centilmendiler. Yoksulları gözetir, aç, çıplak bırakmazlardı.

Gençler çevreye saygılı, sokağa sahip, sarhoşlarımız çelebi idi. Öğretmen Neşri bey beyefendi, görgülü, çok gezmiş, zeki birisi, Hacı İbrahim oğlu İbrahim, Saraç Hüsamettin, abisi Şevket, berber Fuat, berber Alaattin, berber Hüseyin, kasap Nuri, Akkulak hatırımda kalan beyefendiler arasında. Düğünlerde baş çeken arap Reşidi çalımlı atının üzerinde vakur, organize edici, gözümün önünde duruyor.

Halkımız fakir olduğu için, evlenmeler, çoğunlukla, kız kaçırma yolunu seçerlerdi. Hakim, medresenin Hocası, Kasabanın Müftüsü'nün manevi saygınlığını, dinlenirliğini, devreye sokar, anlaşmayı sağlardı.

Bu iş, kızın, kasabada güvenilir bir eve konuk getirtilmesiyle başlar, sonra uzlaşma yolları suçlunun tutuk evinde konuk edilmesiyle taraflar, ilgililerle akılcı konuşmalar yaparak, gerçeği, daha akılcı bir çizgide ortaya koymayı başarırlardı. Tutuklu, çıkarılır, nikahları kıyılır, herkes köyüne huzur içinde dönerdi. Anıları dillere destan olurdu.

Kasabamızda, düğünler, hep renkli olurdu. Zengin fakir ayrımı sezinlenemezdi. Size dilimin döndüğü, belleğimin izin verdiği ölçüde bir düğün anlatacağım. Tipler yaşayan anılan gerçek tiplerle.

Reşit Emmi, uzun boylu esmer olduğu için (Arap Reşit) denirdi, beyaz, oylumlu, hareketli bir atı vardı. Hemen hemen anımsadığım her şenlikte, Emmi atının üzerinde, çakır keyf, biraz da yalpalanarak düğün alayını denetler, düzenler; zaman zaman da önde olurdu. Gür ve buyurgan, anlaşılır diliyle, sevilen, sayılan görkemli bir simgeydi. Koca davulun mor vuruşlarıyla danseden beyaz atın üzerinde bir ilah görünümüyle önde olurdu.

Sonra gelin ve korumaları, akrabaları, yine at arabalara bindirilmiş olarak şenliğe karışırlardı. Daha sonra kazamızın ünlü ve fakat beyefendi sarhoşları atlarının üzerinde sağa sola sarkarak, naralar atar, şölene canlılık kazandırırlardı.

Berber Fuat, berber Alaaddin, berber Hüseyin, kasap Ahmet, kasap Nuri, Osman EfendiZade Şükrü, İbrahim kardeşler, öğretmen Neşri ağbey, tapu memuru, Muhittin, Urumlu’nun oğulları dolma İbrahim, marangoz Musa, marangoz Nuri, aşçı Ahmet, terzi Fevzi ağbey (Müftüzade Süleyman Efendi Oğlu) civan kör Ömer, tüccar Halit Efendi, helvacının Oğlu Kadir, İbrahim Selami, Apdurahman Efendizade Habip ağbey, İnce İmam, Koca Külahın Oğlu, tahsildar Göde Nuri Akkulak Mehmet, kunduracı Şevki Ağbey, İsmail Susan Emmi.

O günler bir hayal olup uçup gittiler, hatırası kaldı bizlere. Bizler ise doktor Rahmi Baykal, Heykeltraş Hüseyin Gezer, savcı Mazhar Arıkan, ağabeyi İlhan Arıkan, doktor Mehmet Ünal, Orman Yüksek Mühendisi Ziya Özmutlu, Matematikçi Hayrettin Özmutlu, Fen öğretmeni Süleyman, resim öğretmeni ben Ethem Aydın hemen hatırlayabildiğim isimler, gücümüzce okuduk ama Mut'luya, Mut'un eski büyüklerine layık olmadık, dağıldık, her birimiz bir yerdeyiz.


RESİM


Yine yirmiyedili yıllara dönerek fuluğ anıları izleyelim.

Dedemin ve de dedelerimin, babamın 90 yılını saniye saniye soluduğu günler, çocuklarını büyüttüğü annelerin ninniler söyleyerek uyuttuğu evler, gezindiğimiz kırlar, iyi kötü anılarımızın bu bıraktığı sevilmez olduğu günler, büyüdüğümüz okuyup ödev sunduğumuz evlenip aileler kurduğumuz köyler kasabalar, uğrunda savaşlar verdiğimiz topraklar, türküler, şarkılar söylediğimiz, ağıtlar yaktığımız yıllar belleklerde yer eden duygular düne uzayıp giden öykü (*).

Tatlı bir masal gibi kaldı, geçmişte esrik günler.!

İnsanlar bir zamanlar kendileri için eker, biçer, dokurdu.

İneğini,koyununu sağar,sütünü mayalar,yoğurdunu yannıkta bişşekle döve döve yağ, ayranından çökelek, lor, ekşimik yapar, koyunun, keçinin tüyünü gırklıkla kırkar, kirmanında, örekesinde eğirir. Yöresine özgü bitki yaprakları kök, meyve kabuklarıyla, kendi etiğinden anımsadığı yöntemlerle boyar. Isdarında, çulhasında benek benek bezeklerle iç dünyasından algıladığı özlemini, sevgisini, aşkını, rüyalarını ilmik ilmik dokurdu.

Herşey ne güzeldi; olması gerektiği gibi....

Tohumu tarlaya atar, üstünü tapışlaya tapışlaya, çocuğunu uyutur gibi ninniler söyleyerek yeşil günlerin düşüne bırakırdı...Tohumun düşü, insanın düşüyle örtüşürdü.

Beklenen yağmurlar sonrasında, yeşiller mavilere uyanır, ürünün yalbırtısı, denizler kadar dalgalı, tatlı esinle aşk olurdu.

Mevsimler ilerledikçe sararan ekinler, gönüllerde dinginlik yaratırdı. Oraklar çakmak taşıyla bilenir, düğen gayıtları tung yağıyla yağlanır. Aile bireyleri, çoluk çocuk, yaşlı, genç elliklerini tıkırtadarak, tarlanın bir ucundan sevgiliye koşardı.

Bu sevişme sürecinin bir aralığında, bereket ananın muştusu duyurulurdu.. Yemek hazır..

Ütme pilavı ve ayran, üzerine kana kana içilen su ilk ürünün kutsama şöleni olurdu.

Günler kısacık, ürün dağlar gibi oldukça, gönüllerde mutluluk mayalanırdı.

Sonra sıra harman yerinin hazırlanmasına gelirdi.

Tarlanın bitek olmayan bir yerine su bırakılır, iyice emdirilir. Ayaklar çıplanır, etekler çemlenir, balçığın içinde tepinilir, oynar, türkü söylenirdi. Çamur yoğunlaştıkça hareketler zorlaşır, oyun daha bir coşkulu olurdu.

Bu iş de bitince, iki gün harman yerinin kurumasına yeter.

Güçlü eller yuvak taşını iki ekseninden kavrayan uzun bir "U" harfine benzeyen demire takarak getirir. İzlerin yarımı üzerinden gidilir gelinir, toprak sıkıştırılmış olur. Üç gün kurumaya bırakılır.

Sıra ekin destelerinin harman yerine taşınmasında.

Deste, bir sevgili gibi kucaklanır. Kılçıklar yanağa ve yüze değdikçe, daha bir iştahlı, daha bir neşeli koşulur, yenilerine...

İş bilen bir büyük, sapları bir dirgenle kullanıma hazırlar, harmana yayar. Sıra düğen koşumunda: Sarı inek buzağıyı büyüttü artık çifte koşulabilir, boz öküz epey zamandır kızakta.

Düğenin çakmak taşları yenilenmiş, sıkıştırılmış, koşum gayıtları temizlenmiş, boyunduruk silinmiş, zelveler onarılmış, oyunumuz belli olmuş, oyuncaklar hazır.

Sapların altından açılan tünel oyunları da bitmiştir. Uyku tutmayan bir gecenin sonunda, sabahın ilk aydınlığında, sıcacık fesleğen(reyhan) ile efsunlanmış, sütlü çorbalar acele acele, ağızlar yana yana içilir. Haydi harmana...

İnek boyunduruğa uyum sağladı. Ama boz öküz sap yemek sevdasında, yüke binmiyor; düğenci, övendire ile onu uyarıyor, bir tekme biraz naz, işte oda tamam. Düğen dönüyor, harman yavaş yavaş yollandı, düze vardı; sıra bize geliyor.

Koşumlar ecele ellerde, ayakta durmak bir beceri; oturuyor;HOHAA dönüş başladı. Herkes payına düşen kadar sebeplendi. Aynı yönde gidip gelen sığırlar yoruldu; yön değiştirmek zamanı, o işi IRRIemriyle bir büyük yapar.

Eyvah sarı inek, sapı bokladı; düğenci iki eliyle, samanla birlikte mayısı aldı, tarlaya attı. Artık tınaz oluyor, ortaya yığılıyor çeç oluyor. Uygun yel bekleniyor, sapı samandan ayırmak için.

İkindiye doğru bir yel çıkıyor, günindiden düğenci çeçi yabayla savuruyor. Yel samanı biraz içeriye uçuruyor, buğday öne düşüyor...yığın umutlara çıkıyor, ekmek büyüyor.!

Kardeşlerin miltanı, zıbını, büyüklerin borcu, gideri ödenecek.

Harmanda sıcak turuncu ürün yığınları, gelecek yılların umutları ikinci bir güneşin yalbırtısını taşıyor.

Nice nice bol ürünlü yıllara çiftçi kardeş...

(Yerel sözcükler: Yannık: İçinde yoğurt dövülen eylenmiş keçi derisi. Bişşek: Özel ağaçtan yapılmış, beş delikli, su tası biçimli, düzgün, uzunca bir meşe sopasına tutturulmuş aygıt. Çıkrık: Gelefe, yünatacağı. Kirman: Elde yün eğirmek için kullanılan dörtlü fırıldak. Öreke: Aynı amaçlı baş tarafı topaç gibi, biraz da uzantısı olan araç. Isdar: Çul, çuval, kilim dokunan aygıt. Çulhaldık: Aynı işin daha değişik dokuma gereci. Tapışlamak: Toprağa ana şevkatiyle, hafif hafif vuruş. Ellik: Sapların parmakları kesmemesi için bir tür tahtadan koruncak. Dirgen: Harmanda sapları yaymak için kullanılan çatallı araç. Boyunduruk: Çifte koşulan hayvanları beraber hareket ettirmek için boyunlarına geçirilen ağaçtan özel yapılmış araç. Zelve: Hayvanların başlarını boyunduruktan kurtarması için, başın iki yanına, dikine geçirilen sert, ağaç çıbık. Övendire: Üç görevi olan, üç metre uzunluğunda sopa. Hayvanları yürütmek için sivri, demir çivi, Embel, diğer uçta çocuk eli gibi metal, saptaki taş, toprak ve benzerlerini atmak, düğencinin ayakta dururken denge unsuru. Yaba: Harman savurmak için tahta çatal.)

E. Aydın
Sonbahar ve kış ayları kasabamızın en coşkulu, yaşam dolu insanların birbirlerine en yakın olduğu, çocukların anlatılmaz mutluluklarla coştuğu mevsimlerdir. Ürünler, el birliğiyle toplanır, Pazarlanır, her aile zengin fakir, gece demeden, gündüz demeden kış hazırlığı içindedir. Bulgur kazanları fokurdar, pekmez kazanları kaynar, köpük ikram edilir, cevizler kabuğundan ayrılır, türlü türlü desen ve görüntüde iplere dizilir, sıra bandırma yapmaya gelmiştir. Pelte hazırlanır, dizgiler banılır, iplere asılır, altlarına sırkıntı kapları konur, büyük küçük herkes içten görev içinde, geceler boyu, seve seve çalışır. Kazan ateşleri çevresinde sömek mısırlar pişirilir. Pekmeze atılan ayvalar yenir, durmadan dinlenmeden uzun uzun ışıklı ve renkli geceler sürer gider. Gündüzleri bütün komşu bahçeler çocuklara açıktır. Ağaçlarda, toplanırken unutulmuş meyveler başarlanır. Un ve bulgur değirmenleri önünde rengarenk çuvallar sıra beklerler, çoğunlukla nöbet için orada yatıldığı da olur.Değirmen önünde çuvallar,arasında kadın ve çocuklar,biraz ötede yük getiren ve götüren eşekler coşkun bir trafikle sürer gider


BAĞ BOZUMU BANDIRMA1

İşte mevsimler döndü, güz geldi. Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya koşturuyorlar. Ara sıra, şimşek çakıyor, arkasından ta derinlerden başlayan, titreşerek yayılan, gümbürtüler, geliyor. Yağmurlar yakın, serpiştirmeye başladı bile.

Üzümler henüz barınalarda, cevizler ağaçlarda, kışlık tarhana, nişastalık, bulgurluk, değirmenlik buğdaylar sergide. Acele etmek gerek.!

Sırıkcı yoldan bağırıyorÇırpıcıı!

RESİM


Bu yıl ağaçlar az ceviz var; pazarlık, götürü olarak pazarlık yapılıyor, anlaşma tamam.

Çırpıcı, elinde sırığıyla dalların uçlarında, bir teyin gibi, dolanıyor, uzun sırık, dal uçlarında çotulları buluyor, dalı destek alarak vuruyor:

Şırank diye tok bir ses arkasından bağın kenarların kadar yayılan tapır, tapır, tapırrbu sesin uzun süreni sevindiricidir.

Çocuklar, pür dikkat, dağınık alanlarda, yere çarpan cevizlerin uzaklığı düşüş sesinden bilinir. Tapır tapırların geniş alandaki yerini ve yönünü kaçırmamak gerek!.

Sırıkcı başka dallara geçtiği zaman, elde sepetler, koşuşturma başlar, çünkü, ağaçtan hızla düşen ceviz, kurşun gibi ağırdır. Sırıkcı ikinci, üçüncü dallara geçtiği zaman, sepetler kollarda çalı, çırpı, duvar kovukları iyice aranır, acele tekrar tekrar dolanılır. Ark kenarlarında, böğürtlenlerin yırtıcı dikenleri, ısırgan otlarının kaşındırıcı yangısı, oyunun coşkusudur. Çalı dipleri, ot araları, taş kovukları; yılan, akrep, böğ korkusuna karşın, titizce aranır, sepetini dolduran, daha önce özel derince kazılmış çukurlara boşaltır, yenilerine koşulur, çukurlar çirkli cevizle dolunca, üzerine kalınca toprak yığılır. Birkaç gün bekletilecek, Çirkinin buruşarak cevizden kavlaması için, birkaç gün yeterli!.

Artık geceler boyu sürecek uğraş başlıyor. Herkes kendine uyan tezgahını, (düz ağırca, bir de dik uzunca taş) hazırlar. Büyükler havaneli, keser de kullanabilir. Masalcı altıparmak Fadime nene konuk edilmiş, çirkleme başlıyor: Önce yeşil kabuk yavaş yavaş vurarak gıli çıkarılır. Öncelikle çirkleme, sonra kırma ve eyleme işine geçilecektir. Gözler işte, kulaklar masalcıda, ağızlar çalışır. Eyleme işlemi biter. Eller çirten kınalı, gözler uykulu... İlk sabahta kavlak cevizler dama çıkarılacak, gün boyu kurutulacak, teyinler kovalanacak. Bu işler ufaklıklarındır (yani bizlerin).

Akşam, cevizler damdan inmiş, ortaya yığılmış, masalcı teyze yerini almış, taştan tezgahlar kurulmuş, kırma başlıyor.

İyice kurumamış cevizin tepesine usulünce vurulursa, genelde (fodana) zedelenmemiş ceviz çıkar. Bu makbuldur. Çetin cevizler işi zorlaştırır, bıçak kullanmak gerek.

Yine gözler işte, kulaklar masalcıda firik darı, içlenmiş nar, kırıntı cevizler ağızlarda, eller işte...

Sabah ve bütün gün, iç cevizler, yorgan iğnesi, yorgan ipliği örgü örgü, (her evin kendine özgü biçimlerinde, Makreme örneği, dizgeler boy boy hazırlanır.) Bu zaman içinde çocuklar, bandırma kazığı için dere kenarlarında, kantoron bitkisi dalı keserler. Bu bitki bandırma ayaklarını aralıklı tutar, hem de böcek yemesine mani olur. Bir karış uzunluğunda kesilir. Uçları iki yandan inceltilerek, sonra çatlatılarak dizgi iplerine gergin olarak tutturulur.

Sıra üzüm toplamada; salkımların oluşturduğu hevenkler, ayaganlarda, banaralarda, ağaçlarda kehribar gerdanlık gibi, gel gel ediyorlar!.

İplere bağlı sepetler, dolunca, aşağıya, sarkıtılıyor, köfelere boşalıyor ve tekrar tekrar yenilerine ulaşılıyor.Köfeler şehranaya(şırahaneye) taşınır boşaltılır. Ürün bol olduğunda bu iş günler boyu sürer

Ev sahiplerinin, konukların,komşuların, eli ayağı düzgün gençleri ayaklarını yıkarlar, büyüklerin ürün bereketi dualarıyla ezim başlar. Gün boyu, üzüm salkımları üzerinde dans eder, zıplarlar. Üzümler ezildikçe sürgülü kapak açılarak, üzüm şırası dinlendirme bölümüne akıtılır. Yöresel kıvrak oyun havaları eşliğinde bir curcunadır gider, üzüm suyu yavaş yavaş, birikme havuzuna akmaya başlar, yardımcılar güğümlerle, helkelerle, bakraclarla, kaynama kazanlarına ürünü taşırlar. Geride kalan posanın üzeri sıkıca örtülerek sirke için mayalanmaya bırakılır. Üzüm suyu, yeni kalaylanmış, (harani ve kazanlara) aktarılır, ölçüsünce Aktoprak (pekmez toprağı) atılır, durulmaya bırakılır, ilk ateş yakılır. Ateşin gece gündüz yanması için nöbet tutulur. Köpükler göz büyüklüğüne ulaşıp, kehribar rengine dönüştüğünde, bandırma yetecek şıra, bir başka kazana aktarılır.

Kazanların altı, dayanıklı odunlarla yakılarak kaynama başlatılacak.

Kaynama geceli gündüzlü sürer, pekmez az ateşte kaynamayı sürdürür. Köpükler irileşip, gözeler kehribar sarısına dönüşmeye başlayınca; bandırma işine yetecek kadar şıra, bir başka kazana aktarılır

İkinci kazan yine zayıf bir ateş üzerine konur, yayvan bir kapta buğday nişastası şırada iyice eritilerek kazana yavaş yavaş akıtılırken çömçeyle hızlı hızlı karıştırılır, pelte kıvamı beklenir. Ocaktan maşayla bir köz alınıp kazana batırılır, sönmüyorsa bu iş tamamdır. Gelsin ceviz dizileri........

Dizi pelteye batırılır, çömçeyle yardım edilir. Beşaltı metre uzunlukta, birbuçuk metre yükseklikte, destekler arasına sıkıca bağlanmış kendir ipi üzerine bir bir asılır. Damlama duruncaya kadar altlarına sahan ulaştırılır.

Yavaş yavaş ipler, boy boy, desen desen dizilerle dolmuştur.

Bu birinci eldir, damlaması duran diziler tekrar pelteye yatırılır, damlama kaplarındaki sırkıntılar da, şıngırdaklı esranla sıyrılıp kazana boşaltılır, hıra diziler, ikinci elde dolgunlaşır. Tekrarlama işi ailenin zevk ve damak tadına göre, yenilenir.

Gölgede kuruma, havanın durumuna göre dört beş gün sürer.

Yağışlı havalarda ise, bandırma dizileri iç mekanlarda günlerce misafir edilir. Eğreti yataklarımızın hemen üzerinde tatlı tatlı durur kehribar rengiyle rüyalarımıza da sokulduğu olur. Ağzımız hizasına gelenler, bazen çocuksu diş yaralarıyla mimlenir.

Bandırma dizileri, büyük, temiz, beyaz bezler arasına dikkatle üst üste yatırılıp, on gün, terlemeye bırakılır.

Sürenin bitiminde, büyük, küçük, orta boy toprak, sırlı küplere; kışlık kullanım düzenine göre; titizlikle istif edilir. Örneğin: misafirlik, hediyelik, çocuk sayısına göre özel küpler.

Bir veya iki ay sonra küp, gereksinim olarak açıldığında; çok nefis kehribar renk üzerinde, pul pul, ebemkuşağı renklerini esinlendiren kristalize olmuş şeker pırıltısı, açılan pandora kutusu imajı ve duyumunun çoşkusunu verir.

(önemli not: bandırma açıkta bırakılır, ağzı hemen kapatılmazsa, katır tırnağı kadar sertleşir. Yenimi zorlaşır.)

(Yerel sözcükler: BARANAasmaların üzerine tırmandığı kurumuş, boyluca ağaç. bu ölükuru da olabilir. SIRIKCIceviz çırpan adam, ÇİRKcevizin yeşil kabuğu, TEYİNsincap, HEVENKgüz ayazını yiyince, saydamlaşan, albenili, salkımlar topluluğu, ŞEHRANAkaya içine oyulmuş, eğimli ezim evi, FODANAtüm olarak özenle çıkarılmış iç çeviz, KANTARONsarı peygamber bitkisi, ÇÖMÇEbüyük tahta kaşık, SIRKINTIhenüz dondamamış diziden akan palıze, ZİLLİESRANIpalize sıyırmak, şekilli pareköfteler kesmek, kazanı, topanı, senidi, sıyırmak için ağzı keskin olmayan, zilli (sıpatüla)).

Kavurmalar, pastırmalar bu mevsimde yapılır, havaya coşkulu ve mutluluğun kokusunu yayarlar. Sıra düğünlere gelmiştir.

Zengin fakir demeden, her düğün yöresel kuralları içinde yapılır. Düğün evinin önünde koca davullar çalmaya başlar, atlı yöneticiler biraz mahmur kafayla sükun eder, gelin iyi ve uysal bir ata bindirilir. Dizgin bir erkeğin elinde, düğün başı yaşlının denetiminde alay yola çıkar, davul eşliğinde kasaba dolaşılır. Oğlan evine gelinmiştir, orada daha görkemli saranomi sizleri bekler.

RESİM

Ortaokula gidişim gene bir başka türlü oldu.

Babam yaşlı, gelirimiz az. Kısıtlı yaşıyoruz. 1938’de kasabamıza en yakın ortaokul Silifke’de vardı. Mut’lular genellikle orayı seçiyorlardı.

Kendi kendime Mut’a başarısız dönmeyeceğimi, eğer ailemin (eniştem ablam hariç) görüş ve kanaatlerine göre (hatta muhitimin) okuyamayacağım şekli çıkarsa, Silifke köprüsünden Göksu’ya atlayarak yaşamı sonuçlandıracaktım.

Artık içimdeki Ethem Aydın ayaklanmıştı. Yolum tek istikametti. Birinci yıl, cesaretime cesaret kattı. Derslerime çalışıyordum. Ancak hafızam çok zayıf antremansız ve daha önce yılların başıma musallat ettiği sorunların etkisi altında idi. Alakam çabuk odaklanmıyordu. Kelime haznem zayıf, yetersiz kalıyordu. Böylece okuduğumu kolay anlayamıyor, ifade edemiyordum.

Çok ayrıcalıklı bir yapım olduğunu anlamaya başlamıştım. Sonraları görecektimki, bu, ayni zamanda meziyetim olacaktı.

Hafızaya dayanan, ezberi isteyen konularda çok sessiz tenha köşeleri severdim. Defalarca okur okur okurdum. Kulağımla birşeyi anlamam imkansız olur göz okumasını tercih ederdim. Bundan sebep evde arkadaşlarım, genellikle yüksek ses veya kelimeleri mırıldanarak okudukları zaman bende randıman sıfıra düşer, hemen ödevler, resimler, haritalarla meşgul olurdum. Onların uykuya geçmelerinden sonra, yorganımı başıma çeker, lambayı tek yönlü ışıklandırarak gece geç saatlere kadar taih coğrafya çalıştığımı hatırlarım.

E. Aydın, 31Temmuz1980


SİLİFKE YOLLARI

Mut'tan Hüseyin Gezer, Ziya Özmutlu, ben, Mazhar Arıkan, İlhan Arıkan belli sürelerde değişen, öğrenci anaları veya nineler eşliğinde Silifke yollarındayız. Taş arabası veya beygir sırtında, üç gün sürerdi. Bize dünya seyahati kadar değişik yepyeni maceralar gibi gelirdi. Aynı kasabadan, aynı okuldan olmamıza karşın, ayrı ailelerden üç ortaokul öğrencisi yollardayız. Bir dizi ince hesaptan sonra Mırza bey’in oğlu Mehmet Öztürk’ün annesi nezaretinde, Ahmet Kurtul, ben birlikte ev tuttuk. Erzak götürdük. Evimiz pazar karşısında(*) Tekir Ambarı civarında idi. Silifke’ye gelişime evimizde zor karar verilmişti ve ağır sorunlarım vardı.

Yolculuğumuz öylesine zevkli, heyecanlı olurdu ki, yavaş yavaş değişen çevre, yandan veya karşıdan aldığımız soğuk rüzgarla karışık yağmur, yer yer yırtılan bulutlar,çakınca, geceyi aydınlığa boğan şimşek arkasından yeri göğü, zangır zangır titreten gök gürültüsü, bizlere bitmeyecekmiş gibi gelen yolculuk.!

Bazen de tansığ bir gök kuşağıyla süslenen gökyüzü kurduğumuz güzel düşlerin muştusu gibi duyumsanırdı.

Yıllar sürecek beraberliğin sağlığı için, öncelikle kendimizi aşırılıktan kollamaya, davranışları değerlendirebilmek için zaman zaman incelikli, tarafsız denemeler yapıyorduk.

Ziya Özmutlu, ilkokulda da matematik ve fen konusunda seçkindi. Daha sonra matematikçi oldu. Mazhar Arıkan devlet teşkilatı, yurttaşlık konularında inandırıcıydı. Daha sonra savcı, mebus oldu. Ben bitkileri, özelliklerini, taşları, suyu, havanın yağıp yağmayacağını, yağışlı veya esintili havada ateş yakmayla guruptaki çeşniyi koruyordum. Arabacımız Ceren emmi, kırık havalarıyla karanlığı güzel dönüşümlü tınılarıyla dalgalandırırdı.
Aşıp aşıp gider yaylanın yolu

Sebile dayanmaz dağların karı

Gayet güzel olsa yiğidin yari

O da gelir binbir iki nazile

Yayla yollarında göç gater gater

Eşinden ayrılmış bir palaz öter

Ötme palaz ötme seni tutarlar

Tutarlarda dar kafese koyarlar


Yayla yollarında vardır evimiz

Düştü birbirimize sevgimiz

Yar seninle böyle miydi gavlimiz

Gavil derler gene gel mühür gözlüm.


Yağar yağmur ışılaşır saylağı

Eli göçer bozulaşır daylağı

Taze gelin göç yiğidin yaylağı

Gelinden usanmış gız ister gönül

Arabamız süslü boyalı, atlarımız posta çektiği için bakımlı, yollarsa sel yatağı gibi çakıllı ve alabildiğince yokuşlu inişliydi.

Yokuşlarda arabanın yan tarafında elimize büyücek birer taşla yürür, beygirler dinlendirilirken teker önce arkalarına korduk. Ayrıca dik yokuşlarda, hayvanlara gücümüzce destek olurduk

Çamdüzü’ne (Silifke’nin gözüktüğü tepe) gelinir. Taa uzaklarda, ufukta Akdeniz gözükür (bizler ilk defa denizi görüyoruz!). İçimizde nedenini bilemediğimiz bir heyecan, bir korku büyür büyür, benliğimizi sarardı.

Silifke’de daha çok öğrenci kesesine uygun ev Pazarkaşı veya Mukaddem mahallesinde bulunabilirdi.

Pazarkaşı’nda köhnül, çatısı yağmurları tutmayan, pencereleri taşlarla bastırılan, elektriği olmayan bir eve yerleştik. Silifke’nin meşhur poyrazını daha sonra tanıyacak, “poyraz beyin çardağı” deyimini öğrenecektik.

Herkes bir köşeye gönlünce otağını kuruyor....

Birkaç gün içinde gelsin kitaplar defterler. Maraton başlıyor..!

Okulumuz bir tepenin başında, iki katlı. Evimiz gibi yeleken. Tatil günlerini Silifke’yi tanımaya ayırıyoruz. Göksu boyu geziyor, çevreyi, insanları tanıyoruz. Değirmeniyle meşhur Silifke köprüsü, yanında pehlivan güreşlerinin yapıldığı kahvehane hala belleklerimizde tazecik durur.

Bu bahçede bir çay içiliyor, bütün güreşler izlenebiliyordu. Kurtuluş savaşı sonrasında Silifke’ye rumen göçmenler yerleştirilmiş, bundan sebep, pehlivanlar çoğunlukla göçmen olurdu.

Bizcileyin dışardan (Anamur, Mut, Gülnar, Ermenek’ten) gelen öğrenciler tatilleri iple çeker, güreşleri soluk soluğa izlerdik.

Güreşler çok ciddi olurdu, kispetler giyilir, dagırların buyruğu üzere yağcılar ortaya çıkar, yağlama biter, havalı bir peşrevden sonra, pehlivanlar elenseye durur, iki yiğit çıktı meydane, birbirinden merdane. Birinin mumin pehlivan derler adına, hiç kimse dayanamaz gaz ganadına....

Düğün başlardı.Başlangıçta sıska çelimsiz görülen güreşçiler yavaş yavaş heybetlenirdi gözümüzde.

Henüz diğer sporlar yaygın olmadığı için, halk güreşleri bizden daha çoşkulu izliyorlardı, davullar zurnalar eşliğinde çoşuyor, çoşturuyor, oynuyorlardı.

RESİM


Zaman içinde bütün güreşleri ve oyunların ayrıcalığını çok iyi öğrenmiştik. Elense, tırpan, boyunduruk, katır yuları, deve yuları, bastırma, çırpma, budama, çarpraz, kaz kanadı, tartma, köstek, dalma, paça, kasnak, yerde sürüme, kazık, sarma, künde, kepçe, topuk elleme, kurt kapanı, kılıç atma, kemane.. anımsadıklarım..

Güreşe ilgimiz o kadar artmıştıki, ünlü pehlivanlarımızın isimleri, yaptıkları güreşler, sonuçlar, ulusumuza mesajları, fotoğrafları, atamızın güreş üzerine özdeyişleri belleklerimizin ilk süsleriydi. Bizim evde ve çevre evlerde öğrenciler birer kurtdereli, Mumin, Mersin’li Ahmet olmuş, oyundan oyuna geçmeye başlamıştı bile.

Ortaokul son sınıftayız, mevsim kış. Bizim evde daha birkaç arkadaş, akşemleyin gözetici anneyi de komşuya yollayarak güreşe başladık. Birara, sıra bana gelmişti, yumşak yumşak, küçük oda alanına sığacak ölçüde güreşirken, karşımdaki beni havalandırdı ve aynı hızla yere vurmak isterken, sol ayağım pencere kenarına rasgeldi. İki yerden kırıldı. O zaman doktorlar kırık çıkıkla ilgilenmiyorlardı. Sınıkçı çağırdık. Sardı, alçıya aldı. O da eğri kaynamış. Artık yolumuza öyle devam ettik.

Ortaokulda öğrencilerin soylu merakları vardı. Pul kolleksiyonu, ozanlarımızın güreşçilerimizin hayat hikayeleri, fotoğrafları, yaptığı uluslar arası güreşler ülke genelinde ilgi duyulan olaylardı.

O yıllarda, en katı kurallara, kaidelere ilim yasalarına eş mana, eş yazım getirmeğe çalışıyordum. Çoğu zaman hayalim bana yardım ediyordu. Böylece herkesin tek olarak öğrendiği herşeyi ben birkaç yönüyle hıfzetmeye, yorumlamağa meyyal oluyordum. Bazen beraber çalıştığımız arkadaşlarım benim bu huyumdan şikayetçi olurlardı.

Yılların ötesinde gördümki, böyle düşünmek bir üstünlük ayrıcalık olmaktadır. Örneğin, Pasifik adaları için Türk adaları denir, Kanarya adaları denir. Öyle ise Orta Asya’dan Mançurya üzerinden Amerika’ya doğru bir Türk kolu gelmiştir. Bu göçlerle beraber düşünülünce insanlık tarihinde füluğ fakat akla yakın bir yere oturur.Atatürk böyle niteliyor

Ben ise, güneş doğmasa insanlar yaşayabilirler mi diye düşünürüm. Bazen de inanırım. Çareler gerekçeler ararım.

Canlı cansız tarifine yeni yorumlar getiririm.

Motor’u demode bir buluş kabul ederim.

Canlılarda olduğu gibi dünyanın da bir omurgası olduğunu ve omurganın gereksiz sondaj ve kazılarla hafriyatlarla yıpratılmasının gelecek için zararlı olabileceğini düşünürüm.

Ormanın orman arasında yetiştirilmesinin ve gençleştirilmesinin şart olduğunu düşünürüm.

Köklerin yeraltı sularını belli düzeyde tutacağını, su seviyesi bir defa yitirilirse tekrar yükseltilmesinin zor belkide imkansız olacağını savunurum.

Böceklerin bir düzeyde faydasına inanırım.

İlacın gübrenin canlıyı uzun vadeli sorunlarla başbaşa bırakacağını, bu sorunların onların müsbet olarak tesbit ettiğimiz zararlarından fazla olduğunu hesaplarım.

Doğayı zorlarken bir genel denge sayısız ve erişilmez dengeler kuramını bozmağı amaçladığımızı unutmamalıyız.

E. Aydın, 4Ağustos1980 Pazartesi
Süratin insan için bir gaye edilmesini anlamsız bulurum. Önce hücrenin fiziğin biyolojinin kurallarına ters düşmekte, ilk işin fiziğin ve biyolojinin karekterini düzenini değiştirmemek olduğunu unutmuyorum.

Görmek,algılamak algıları bünyeye uygulamak belli bir süre ve düzen gerektirir. Bu olmadıkça, canlı, canlılığını duyamaz; insan insan olma niteliğini yitirir, robotlaşır. Doğada mor menekşe sık çalılar arasında, berrak bir akarsuyun yeşillikleri arasında ne güzeldir. Bugün onları görmek, aramak, içercesine seyretmek için zaman verecek iç iticisi çok az insanda vardır.

E. Aydın, 4Ağustos1980

En yakın ortaokul Silifke’de vardı ve zorlukla bitti. Mut, Gülnar, Ermenek, Anamur öğrencileri eğer aile durumları yükün altına girmeyi göze alıyorsa ki, hemen herkes fakir ve geçim sıkıntısı çekerlerdi.

1938, Adana Öğretmen Okulu'ndayız. 193819391940 Savaş olanca şiddetiyle sürüyor, Ethem Aydın arkası gelmeyecek olan (50) lira ve heybesi omuzunda, Adana'da aşiret hanında geceledi. Sabah öğretmen okuluna gidip gündüzlü kaydını yaptırdı. Okul civarında bir bağ evinde iki Hilmi, birde adını anımsayamadığım uzun ve iri bir öğrenci yanında yerleşti. Onlar da gündüzlü, geçim durumları iyi. Ben ayak uyduramıyorum. Bitişikte, yazın oturulup kışın terk edilen bir bağ evine yerleşiyorum. Bir büyücek battaniyem, eski bir paltom, yazlık beyaz keten elbiselerim bir küçük ispirto ocağı, eski alüminyum tava, birde küçük lamba. Eşyamın hepsi oluyor.

Çamaşırlarım, bir halı heybede. Akşamları battaniyenin yarısını altıma, yarısını üstüme alıyor, uyuyorum. Ekmek vesika ekmeği, param havalar soğuduğu oranda azalıyor. Birçok günler, ispirto ocağı üstünde soğan veya patates közlüyor, öğünü geçiştiriyorum. Çok az gıda alıyorum, zayıfım.

Yağışlarla beraber soğuklar da bastırıyor. Evin çatısı bir çok yerden akıyor, pencereler zaten camsız, kapaklı, poyrazbeyin çardağı. Ayağımda yetersiz bir ayakkabı veya yarım pabuç, pantolon ayaktan yukarı, çamur ve devamlı ıslak, sırtımda mavi ve oldukça iyi bir mavi kolsuz kazak, saçlarım güzel bukleli ve taralı, bilhassa onlara iyi bakıyorum. Nedense? Kitaplarım eksik, defterlerim yok. Derslerde ayrıcalıklı bir görünüşüm var. Yani sınıfta tek garip görüntü. Başarı sıfır, devam zayıf. Yalnız kafa, yüz süsü yerinde bir çocuk. Arkadaşlar arasında ise bu kılığı sağlık için böyle seçtiğimi ima ediyorum. Soğuğa, ıslaklığa karşı bir tür bağışıklık arıyorum. Ama bostan korkuluğu gibi, uzun boylu, çok zayıf yapı. Bazı duygulu arkadaşlar, yemekhaneden benim için yemek, ekmek arttırmaya ve getirmeye baladılar, bazen de özellikle tatil günleri, evci çıkanların yerine beni yemeğe götürüyorlar, yatmaya alıkoyuyorlardı, tabii gizlice.
(Editörün Notu: Bu yılları için Ethem Aydın, beni çok etkileyen şu ifadeyi kullanmıştı: “soğuktan birbirimize sokulur, ölmeyi beklerdik”. Bu ifadeyi eserin herhangi bir yerine yazmadığı için ben ilave ettim)
Kilisli Edip Yazgan, Silifkeli Dilaver Boya, ben, nedense tipik bir dostluk kurmuştuk. Edip, fen derslerinin gözde öğrencisi; şiir yazar, keman çalar, amcasının kızıyla beşik kertme sözlü. Geçim durumları iyice, çalışkan, okul yasalarına uyumlu. Dilaver, tam tersi, sık sık dersleri asar, kaçar sinemalara gider, dik başlı, yakışıklı, tenor sesli, mandolin, gitar çalmayı sever. Fransızca'ya eğilimli. Üst düzey eserleri kitaplıktan bulur okur. Koltuğunun altında hep taşırdı. Yatılı olmamıza karşın, iyi filimleri izlemeye bizleri de sürüklerdi.

Evimi daha önce anlatmıştım, bana yardım imkanları yok. O zamanlar okulun son sınıf öğrencilerinin idare yanında bir ayrıcalıkları vardı. Onlardan bir gurup bir gece dizlerine kadar çamura batarak bana geldiler, gördüler gittiler. Ertesi gün bana bir dilekçe imzalattırdılar. Önce okul idaresine, sonra bakanlığa üyelik kaydıyla yolladılar. Sene ortası, yani yarı yıl notlarını aldığımızda, (14) tane sıfır. Bakanlıktan yatılı olmam için emir geldi. Evrakları hazırlamaya başladım. Sağlık raporu için hastaneye gittiğimde, gözümden, dişlerimden gayrı her yerim anormal bozuk, ciğerlerimin olup olmadığından şüpheye düşüldü. Bilmem kaçıncı heyeti, sıhhıye incelemesinde, ve de filmlerin tetkikinde "Ağır bronşit seyretmekte olduğundanCiğerlerin iyi görülemediğiBir süre okulunda diyetli bakımdan sonra Hastaneye tekrar sevki” kaydıyla rapor onaylandı.

Rahat yatak, sıcak salon, iyi bakım, beni, benim bile tanıyamayacağım hale getirdi. Spor yapıyorum, gülle atıyorum, konuşuyorum, iyi giyiniyorum. Çünkü devlet o zaman iki takım yün kumaş elbise, kravat, gömlek veriyordu.

Hastaneye tekrar gittiğimde ise, önceki vesikaların yanlış, bir başka kişiye ait olduğu, benimse çok çok sağlıklı olduğum onaylandı. Derslerimdeki bozukluk ise, düzeltilmesi imkansız olduğundan, vede sınıf kalmak serbest olduğundan, kendimi okulun zengin kitaplığına verdim. Kitap okuyorum, içinde geçen sözcükleri not ediyor, açıklamalarını diğer eserlerden arıyorum. O denli inceleme yapıyorum ki, arkadaşlarım derslerde geçen çapraşık sözcükleri benden soruyorlar, yanıt alıyorlar, başarılı oluyorlardı.

Bazen bu olay derste geçer, arkadaşlar –efendim Aydın’a soralım derler, Açıklarım, öğretmen not defterini açar, benim haneme bakar, (0)'ı görünce irkilir, Allah, Allah der. Böylece gerek arkadaşlarım arasında, (kapalı kutu ilan edilmiştim.) Öğretmenler kurulu benim üzerimde bir saat konuştu. Sonuç olarak toplantı ertelendi ve ben müdür odasına mülakata çağırıldım. Unutmadan söyleyeyim okul müdürümüz, Sorbon mezunu Türkiye çapında bir eğitimci, Naci Ecer idi. Kurulun kararsızlığını, beni tanıma işinin kendisine kurulca havale edildiğini, esasen kendisinin de beni merak ettiğini, onun için ilk kendimi hatırladığımdan bu yana neleri hatırlıyorsam anlatmamı istedi. Ben bunun çok zaman alacağını, esasen durumun kurulu da etkileyeceğini ummadığımı, esasen sınıf kalmayı hak ettiğimi, sonuçtan üzülmediğimi söyledim. Ve eğer biraz konuşmam gerekiyorsa, daha güncel bir konuya dönmemizin sizin için de faydalı olacağını söyledim. Yüzüme garip garip baktı, neymiş bu beni de ilgilediren konu?, dedi. Beni, kızmadan dinleyeceğinize güvenmek isterim, dedim. Onu da hayretle karşıladı. Makamından kalkıp yanıma oturdu, dinliyorum dedi. ( O günlerde müdürün piyasaya iki kitabı çıkmıştı) I (Gobino'nun Irk Nazariyesi), (Karıncaların Hayatı). Tercüme ettiğiniz Gobino'yu okudum. Çok tutarsız cümleler var, fikir bağıntısı da iyi değil, Türkçe tercümeleri de hatalı buldum. Gobino'nun demediği şeyleri var saymışsınız, Endazetuvalatkı sözcüklerini, dokuma tezgahlarındaki yerinde kullanmamışsınız. Konuya, İsmail Hakkı Bey, Ercüment Ekrem Bey, Rıfat Halil Bey daha iyi yaklaşmışlar, dedim. Bir tuhaf oldu. Siz Gobino'yu okudunuz mu? Anladınız mı? Diye gürledi. Maalesef okudum, anlayamadım, ama diğer yazarlardan okuduklarımı iyi anlayabildim, dedim. Ukalalık ediyorsun, dedi. Kızmayacağına söz verdiğini hatırlattım. Dahası var, Karıncaların Hayatı'nı tercüme etmeden, keşke gidip köylerde birkaç gün karınca yuvaları başında otursaydınız, dedim. Bağırdı, çağırdı ve beni odasından kovdu. Akşam yemeğine beni hademeyle evine çağırttı, arkadaş gibi karşıladı, ağırladı.

RESİM

Sağlığım artık iyiye gitmişti, kısmen çalışıyor, sosyal çevreyle de ilgileniyordum. Şimdi öğretmen olan Mehmet Gürtürk'le 1932'de Mut'un Çınaraltı ’nda çekilmiş bir fotoğrafımı gördüm.

Gelecekten habersiz, masum iki yüz, ellerinde ikişer adet gonca gül, objektife bakıyorlar. 43 yıl geçmiş aradan, aman yarabbim, ne uzun süre, dün gibi de kısa.

Mut'un beylerinden olduğunu söyledikleri, Mırza bey, onun oğlu Mehmet Gürtük iyi arkadaşlarımdandı. Ağır başlı, cömert, çalışkan, derslerin çoğunu ezberlemiş olur, sırasına uygun olsun diye (Iııııı) diye bir nevi tempo tutardı, bu hal hep sonralarıda devam ederdi.

Ben genellikle az çalışan, çalışmaya pek imkan bulamayan, derslerde başarısız bir öğrenciydim. Galiba evimiz çok kalabalık olduğu için, mesela Oyladınlı Mehmet, bir ara Sabri, öksüz ana baba tarafı akrabaları, Ermenek ve Mut'un köylerinden yatılı gelen misafirler bana uygun bir çalışma düzeni oluşmasına mani idiler.

İşte bir diğer fotoğraf, kırk yıl ötesinden mesaj, mevsim bahar, park içinde dört kafadar veya öyle olmayı isteyen Kadir Aslan, (sonraları Avukat oldu), etrafını iyi gözleyen, aşırılıktan uzak, bir genç yanında, ağabeyi hakikaten bir beyefendi olan Ceylan Aslan. O zaman henüz başlayan kravat meraklısı oldukça düzgün kılıklı, ben hemen söyleyeyim öğrenim boyunca pek az kılığım olmuştur.

Demeye gerek yok herkesin giysisi ipliğe kadar evde hazırlanmıştır. Sonra Kemal geliyor, Anamur'lu idi. Zeki, uyumlu, çalışkan, galiba Feriske nahiyesi ile bir ilgisi vardı, Mut'ta bir akrabasında kalıyordu.


Yüklə 0,58 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin