RESİM
Bugün tarih belli değil, Sürmene, Of geçildi, Rize yakın. Gümrük kapısı yakında, dönüş başlayacak. Ben her zaman olduğu gibi yalnızı oynuyorum. Topluluğumuz değişik yaş ve iş gurubundan, emekli öğretmen, muhasebeci... Hemşin’e geldik izlenim su ve yeşil ve incecikten yağış. O fuluğ zamanlar özlem duyulan, beşiğinde özlemle uyuyan, dandini dandini dastana danalar girmiş bostana, kov bostancı danayı yemesin lahanayı hu hu hu. Uyusun da büyüsün ninni hu hu hu...
O füluğ zamanlar...
Zamanlar içinde, suskun belleklerde nemli bulut, bir yer duyumsuyorum uzakta, yüzler dost, izler tanış, imgeler yedi kapılı hana hoşgeldiniz.
E. Aydın, gezi notları
Resim benim uğraşlarımdan biridir, böylece kişiliğimi oluşturan öğelerden ilki değildir.
Eğer uygun görülürse, sanat hakkındaki sorularınızı başka bir yazıya alalım.
Aydın Sanat evi konusuna gelince, ülkemi ve insanlarını çok severim. Onlarla olmaktan, onları tanımaktan, birşeyler verebilmekten mutluluk duyarım. Sanat, ulusumun yapı taşlarından biridir, belkide bu damgayı yürüdüğümüz her beldeye vurmuş, böylece var olduğunu kanıtlamış olmasından hareketle konuyu önemsemiş olmamdan hareket ediyorum
Günümüzün ekonomik yapısına ters düşmekle beraber, sanat, Aydın Sanatevinde sığınacak bir yer bulmuş oluyor, belki de kim bilir.?
Resmi seviyorum, bir çizimin bin sözcükten daha önemli olduğuna inanıyorum. Resmi sevenleri de seviyorum, onlara karınca kaderince bir hizmet vermeyi amaçladım; sürdürüyorum. Başarılıda olduğum söylenebilir. Yazarlar, çizerler, doktorlar, mühendisler, tüccarlar, aşıklar beni sık sık ziyaret ederler, uzunca oturup, çayımı içerler, fikir alışverişi yaparak bana büyük ve doyumsuz faydalar sağlarlar.
Resim olayı ciddi bir olaydır. İbadet gibidir, ona yaklaşırken saygı duymak, sabırlı olmak, böylece gözlerin gördüğü, ruhumuzun duyduğu, figüratif düzenden uzaklaşmamak, konunun karekterine uygun düşer. Resimde modanın yeri olmamalıdır. Zaten gerekçesiz, kuralsız çıkışlı moda çalışmaları zamanın sildiğini görüyoruz.
Bu ulusun yaşam çizgisine bakılırsa, sanatın bizim karekterimiz olduğu görülür. Ancak bu karekter çizgisi, çağımızın düzensiz akışından kendini korumakta, derinlerden seyretmektedir. Tarihte de bu böyle olmuştur. Orta Asya’larsan sürükleyip geldiğimiz, binbir gülücüklü motifler, bunun kanıtıdır. Halka inmek için veya ulaşmak için, gitmeye çalıştığımız yollar yanılgılarla doludur. Halk aldatılmayı sevmez, bizlerin içten olmadığımıza o kadar inanmıştır ki, beklentisi ve ilgisizliği doğaldır.
Size çizdiğim pano, 1927'lerden başlar, coşkulu, samimi yıllardan.
Şimdi 1986, bu köprüleri nasıl, niçin yıktık acaba? Düzeltmek için okumuşlarımız ne yapsın diyeceksiniz? Tipik bir örnek daha vereceğim; 193319341935 yıllarında devlet, eli fırça tutan herkese harcirah verdi, yurdun dört bir bucağına yolladı, ne kadar resim yapabilirseniz yapınız, satın alacağım da dedi. İşte üzelerimizi dolduran o kıymetli eserlerin çoğu bu milli seferberliğe aittir.
Hemen şunu söyleyeyim ki, ben çocukluğumun, tahsil hayatımın hiç bir döneminde deste başı olmadım. Oraya da itilmedim.
Zaman zaman, acaba bizi yetiştiren insanlar uzaydan mı gelmişlerdi sorusu kafamda yer eder. Daha açık seçik bakınca; babamın bir din adamı, annemin okuma yazmayı bilmeyen bir taşra kadını, öğretmenimin, savaş artığı ya bir mülazim veya bir onbaşı, çavuşu yada sıradan bir kişi olduğunu görür, çelişkiye düşerim. Kendimi tanımaya başladığım yaşlardan başlayarak gördüğüm, Ankara hapşırsa, bütün ülke nezle olurdu.
Meclislerde karar görüşülürken, babam Türkçe ezanı 22Ocak1932’de Yerebatan camisinde okumuştu bile. Yeni yazı kanunu ilan edilmeden, bizimkiler karatahtayı kurmuşlar, gece gündüz annem babam yeni yazıyı sökmüşlerdi.
Kıyafet, halk tiyatroları, bu kısmı biraz açacağım; Kaymakam, Jandarma komutanı, tüccar, bakkal, saraç, berber el ele sahneye çıkmışlar, her ay sahneye bir oyun koyarak, halka ulaşmışlardı.
Bu sağ duyu rüzgarı nasıl estirilmiş, nasıl yoğunlaşmış ve nasıl kaybolup gitmişti? Hiç bir zaman anlayamayacağım bir konu.
Bireysel olaylara gelince; kendi işimi kendim yapma, çevrenin ihtiyaçlarına, eksiksiz ulaşmaya çok küçük yaşlarda alışmıştım.
Pınardan su getirmek, (bir tas da olsa), değirmene un üğütmeye gitmek, (kendi evim için olduğu kadar, ihtiyaçlı komşular için), bahçe sulamak, tımar etmek, at bakmak, yemlemek, gayıt tamiri, duvar örme, asker mektubu yazma, en ücra köylere kadar verilen yumuşlar, sayabildiklerim arasında.
Böylece okul hiç kimse için birinci planda veya ayrıcalıklı değildi. Anlattıklarım 15 yaştan önceki günlere aittir. Daha sonraları saat tamirini de öğrenerek, evimden uzaklaştım. Ondan sonraki Ethem Aydın'ı, şayet var sayıyorsanız, ben kendim yarattım.
Öğretmenliğimden başlayarak, çağdaş olmaya özen gösteririm. Bilimsel gelişmeler ve teknoloji, ekonomi, politika her türlü sosyal hareketleri yakından izlerim. Gerekirse kaynaklardan incelerim.
Kendime özgün bir yaşam felsefem vardır. Daima fikir ve davranışlarımda tabana yakın veya paralel hareket ederim. Buda beni mutlu eder. Vurgulamak isterim çağdaşım, modern değil.
Böylece konum resim olmasaydı, yine yaşam öyküm değişmezdi diyeceğim.
E. Aydın, 1986
Sene bindokuzyüzseksenyedi, bir Mut'a yerleşmek tutkusu ve planları başladı. İlk adımlar iyi idi. Burası veriler satacağım endişesi açıkça söyleniyor, bir nevi garanti isteniyordu ki bu da beni rencide ediyordu. Benim evimde huzursuzluğum göz önüne alınarak Mut bana münasip görülmüş, bu durum ablamın ağzından duyulmuştu. Buraların ablama verilmesinde benim bir etken olduğum gerçek. Ama ondan sonra olanlar için aldığım tavır eksikti.
Ben her türlü halukarde Mut'u gözden çıkarmıştım, tabanda (ben kardeşlerimin en güçlüsü en varlıklısı) inanmışlığım yatıyordu. Sonra gerçekler böyle çıkmadı, Kemal yoktan var oldu, durumu benden iyiye vardı, bu kadar çocuğa, hem de eğitilmesi zor evlatlara rağmen. Sadece aferin demek, bununla öğrenmek bana yakışırdı. Ama içine düştüğüm yanılgıyı hazmetmek, teşhisin yanlışlığını benim gibi insan sarrafı olarak kendini ilan etmiş birisi için ağır yenilgi oldu. Bu birinci raunt.
Gelelim Mut'taki olaylara; İşsiz güçsüz, şunun bunun ayak işlerine koşan eniştemiz. Bu sebeple sırf onların küçük bir rahatlığı için Mut'u tahsis etmeyi kabul ettiğimiz enişte. Çok iyi ayak oyunları bilgisiyle birbirinden farklı bin dalavereyle, orman idaresinde memur oldu. Var sayılan ön emeklerle birleştirilerek emekli oldu. Bir kasaba için dolgun maaş alıyordu. Ermenek’te de bu tür etek oyunlarıyla, kendiyle hiç ilgisi olmayan malları ele geçirdi. Rahat bir yaşama kavuştu ve de istikrarlı. Kendisini hiç bir zaman içten sevemediğim, küçümsediğim bu insan öldü. Emekli maaşı kardeşime kaldı.
Övünmek gerekmez mi? Ama olaylar öyle gelişti ki, övünemiyorum. Eniştemiz ölürken bile ince hesaplarını sürdürmüş, iki yaşında evlatlık olarak aldığı bir kız çocuğunu kendi üzerine evlat edinmemiş böylece kendi mallarına veraset hakkı tanımamıştı. Sonra bu kızı, kardeşim resmen evlat ederek, Müderris hoca'nın varisi durumuna getirmişti. İşte benim kavgam bu tarihten sonra su yüzüne çıktı, açık açık Mut'a sahip olmak arzusu duydum. Kardeşimin de benim duygularımız da olsa paylaşacağını umarak Mut'a karargah kurdum. Önce ablama burayı bana bağışlamasını önerdim. Yukarda anlattığım veraset sebebiyle. Olumlu yanıt alamadığım gibi bir takım kışkırtılarla karşılaştım. Evlatlık ve evlatlığın kocası ki, bugün ablama bakan onlardır, beraber oturuyorlar, etkilediler ve ablamdan bir mektup aldım, evimi terk et diyordu. Tepemden vurulmuşa döndüm. Bunu ablam bana nasıl söylerdi? Böyle bir refüze ile ilk defa karşılaşmıştım, çok zoruma gitti, uykularım bozuldu. Bu benim ikinci ve büyük şokum oldu. Ummuyordum, beklemiyordum.
Günlerce kıvrandıktan sonra özlü bir mektup yazarak Naci Köprülü eliyle kendine okunmak üzere yolladım. Ama yine sonuç vermedi, bu beni iyi üzdü. Kim bilir belki bu durum üzerine bir hayal kurmuş, uğruna çaba vermeyi kurmuştum. Tutturamadığım bozulmuş dünyanın daha saygın bir başka yönüyle yola çıkmak istiyordum, belki.
Aslında çok iyi bir yaşamım olmadı, baştan beri en kötü şartlar içinde oynadım. Ama güçlü hayallerim, bana gerçekleri hep renkli sundular. En beceriksiz, başarısız durumlarımın bile avantajlı bir yorumunu yapabiliyor, yorumlarıma inanıyordum.
Öğrencilik yıllarım, öğretmenlik yıllarım, ressamlığım hep güçlü hayallerimin de renkli oldular. Belki başarılı yaşam da bu demektir. Her insanın yaşamında başarı ve başarısızlık vardır. Bu da bir gerçek. Ben hala kendimi büyük sayıyorum. Nedenlerim de geçersiz değil. Düşünebiliyorum, fikir üretiyor, çağa yorum getiriyor, durumların muhasebesine gidiyor, iyiyi arıyor, yaşam üzerine düşünceler üretiyor, sanat ve onun labirentleri üzerine düşünüyorum. Bilgi hazinem boş değil, fikir üretebiliyorum, kendimi ve çevremi yargılıyorum. Bir fikri iyi ve kötü yanlarıyla, alternatifleriyle ortaya koyabiliyorum. Yeniliğe açığım, herhangi bir konuda bağnaz değilim, militan değilim. Daha iyi yaşanılır bir dünya için bir şeyler ortaya koymaya çalışıyorum. Doğru olanı, mantıki ve kanuni olanı seviyorum, istiyorum. Doğruların toplumun yararına uymasını özlüyorum. Toplumun geleceğine kötü etkileri olacak konularda hassas, koruyucu olmak istiyorum. Doğayı çok seviyorum, her şeyin doğaya paralel olarak oluşmasını düşünüyorum, bağnaz bir dindar değilim ama dinsiz değilim. İnsanları seviyorum, onlara yardım etmek istiyorum. Böylece ben kötü, uyumsuz, çağdışı olabilir miyim? Yaşlı bir bunak sayılabilir miyim??????
Evimde eşimle uyumsuz durumdayım, ama bütün uyum yollarını bir bir sonuna kadar özveriyle denedikten sonra, uyumsuz durumdayım, yani uyguladığım sistem tek çıkar yol kaldığı için böyleyim
Büyük oğlum Mustafa (Cumhur) ile uyumsuzum, sebep mutluluk kapısına kadar gelmişken, hiç de gereği olmadığı halde yıllardır annesini karısına üstün kılmaya çaba veriyor. Bu yüzden ne fırtınalar ne fırtınalar oldu. Evlilikleri yıkılma çizgisine geldi geldi gitti. Bütün bu olanlardan sonra hala ısrarla geline kaynanayı sevdirme baskıları sürüyor.
Kurduğu iş sadece bülöf üzerine oturuyor, bülöf için sarfedilen daima ana mal için sarfedilenden büyük, böylece sağlam bir zemin hiç bulunamıyor, ama sürdürülüyor.
Kendi gücünün üzerinde oynamaya, en küçük bir iç kuruluş, feni siteme gitmeden el yordamıyla bozuk düzen orçumlanmalar ve rasgeleliklerle durumu idare etmeye çalışıyor. Büyük değil, en küçük bir fırtınaya bile dayanıklı olmayan koca bir tekneyi suya indirmiş gidiyor. Rasgele, yolun açık ola. Düzensizlikten düzen beklentisi, hiç bir çağda geçerli olmamış bir düzendir.
Her an beklenti içinde, hatta olumsuz beklenti içinde kalıyorum işte, insan istiyor ki, başarılarında bir parça birikimden doğma katkısı olsun, işi iyi otursun, sarsıntılara dayanıklı bir kuruluş yapsın, yaptığı iş ekonomik olsun. Ama gel anlatabilirsen anlat.
Bunları kendine üzüntü eden kişi fena sayılır mı? Gel gör ki dinleyen yok. Her şey aynı minval üzere sürüyor. İşte beni de bu yıkıyor. Başarı bir adım ilerisinde duruyor ama gösteremiyorum, anlatamıyorum.
E. Aydın, E. Aydın, 1987
Adana’da oturuyorum, her gün galeriye geliyorum, okuyorum, gelip giden olursa sohbet ediyorum. Ara sıra da resim yapıyorum.
Gelip gidenlerim, genelde seçkin insanlar, onları seviyor, sayıyorum. Vazgeçilmez gibi gözüken bir de kadınlar konusu var. Onlar da saa ve nur, içi geçmiş istifadeye yarım yaklaşan kimseler. Zaten ben de, daha fazlasını düşünemiyorum. Ders de vermediğime göre, maaştan gayrı bir gelirim yok.
Yatacak yerim eğreti, kısıtlı, düzeni zayıf. Çamaşır işi bir sorun. Banyo da cabası. Yaşam biçimim böylece monotonlaştı.
Her gün aynı çizgi üzerinde gelinip, gidiliyor. Sonu bekler gibi bir duyguya düşüyorum. Aslında benim Adana’da oluşum, alışkanlık ötesi bir sebebe dayanmıyor. Eğer uzunca ve sağlıklı yaşamak istiyorsam ki, bu böyledir, değişiklik ve yeniliklere gereksinim var. Beni, hayata bağlayan yeni şeylere, yeni insanlara, yeni tanışıklıklara.
Gelir kaynağım kısıtlı ama pek düşük değil. Öyleyse, Sanat evi kapanacak mı, kapanmazsa ne olacak? Boş, muattal duracak mı?
Yoksa icara vermek, yılda yirmi milyon gibi bir katkıyı mı düşünmek gerekecek? Veya Murat’la bir iç anlaşmaya mı gideceğim?
Mersin’e taşınacağım, icar en azından yılda 10 milyon olacak. Telefonu, elektirik, suyu caba. Üç ayda on milyon aldığıma göre, en az üç aylığım kiraya gidecek. Geriye otuz milyon kalır. Ayda ne kadar yemem gerekecek?
Zaman meselesine gelince, orada, Adana’dan daha geniş bir çizgim olacak. Belki, sinemaya, tiyatroya gitmek imkanı bulacağım.
Gezilere çıkabileceğim. Ama bir yan işe de gereksinim duyacağım.
E. Aydın, 198(*)
RESİM
Bütün herşey 28 perşembede başladı. Yeni bir yaşam ters virile girdi. Hastane,ilaç,oldu olacak, öldü ölecek, ruh kargaşası içinde bu satırları dizdim.
Yaşam ne kadar ince, ne kadar sarmal bir çizgide dengelenmiş. Rüzgarın şiddeti, renk renk. boy boy çamaşırların ipte sallanışından, anlaşılıyor. İpler, ebetten ezele gerilmiş, başlangıç ve bitiş belli değil. Canlılar, ufuk çizgisine tutturulmuş, boy boy, benek benek, yaşamak isteriz bir soluk daha fazla. Üzüntümüz, korkumuz, sevincimiz onda.
Hatıralar renk renk benek benek hatıralar, işte onları silmek sildirmek. Zorluk burada. Yoksa ölmek bir soluk konusu.
Gülüyordu, ağlıyordu, kişilik belirtisi gösteriyor inat ediyordu, anne baba diyor, yiyor, içiyordu, güzeldi edalıydı, şöyleydi böyleydi.
Biçim alabildiğince anlamlı, alabildiğince çürük, alabildiğince sağlam, soyut, somut, yalın. Bu sözcükler yalın bir tümcede yan yana gelir anlam kazanırsa, atomun parçalanması kadar hızlı, onun kadar sonsuz düşünce üretecek kafa gerek.
İnsan ne ki? Burgaca kapılan kağıt parçası nereye çıkacağını ne bilsin?. Kızımız sarmal burgaçtan çıktı, gözümüz aydın olsun bayramımız salt, katkısız, kutlu mutlu olsun. Her şey böyle oldu sigara gibi acı, yaşam kadar gerçek.
(Editörün Notu: Bir ramazan bayramıydı, ağbim Mustafa Cumhur’un büyük kızı Aygül difteri teşhisi ile hastahanede hayatitehdit yaşadı. Bu yazı o günlerde kaleme alınmış olmalı)
E. Aydın, 29Mayıs1987
16 TEMMUZDAN (1987) 29 TEMMUZA
YAŞANTIDAN KESİTLER
Doğumum 1920, kimselere söyleyemem. Aynalara da seyrek bakarım.
Yılların alıp götürdükleri, üzerime yığmaya çalıştıkları, heykelleşen, kısırlaşan sevimsiz görüntü. Bir de bu kadar basınca rağmen, içimde bir ben oturur. Sevecen, çocuksu, mutlu, umutlu, nikbin, evrensel ölümsüzlüğü benimsemiş. Biri durdurucu, biri yürütücü. Düşman kardeşler sanki. Sevileri, seçileri başka, konu başka, renk başka.
Ben ikincisiyleyim bugün, diğeri römorkumuz. Dere tepe soluk soluğa yürüyorum. 24Temmuz1987 Pazar. Ermenek'te yumuk tepede, soğuk bir pınar başında, iki yorgun, önce insanların, canlıların sonra doğanın gerçek tırpanını yemiş, iki söğütün altındayım. Rakım oldukça yüksek, belki 2000, dorukta bir yer.
Rüzgar ılık, serin ve konuşkan. Söğütler benim kadar yarınlara dönük, gövdesi delik deşik, beli eğri, kökleri iyi su çekmiyor belli. Ama yarınlara, zamansızlığın ötesine bakıyor, umutlu. Aynada ben, yıllar içinde ben misali.
Kelebek, karınca, sinek, çiçek, var olmanın kıvancında doğa örgüsünü oluşturuyorlar. Dekor yalın, aktörler içtenlikli, oyun sürüyor, sürecektir. Kuşkusuz.
Dert, keder, bir düze hayat, sıkıcı, ölçülü, ölücü zamanlarda aşağılarda tortulaşmış sanki. Yükseklere çıkıldıkça birşeyler değişiyor, ölümsüzlüğe yaklaşılıyor sanki. Belki onun için hep yukarlara bakılır, yukarlara gitmek istenir.
Doğanın içindeyim. Doğanın dışında, herşey daha net, daha fuluğ, gürültüler yok artık. Kişisellik gidiyor, görecelik başlıyor. Üç kişi kişilikten öte, çoban çeşmesinde başbaşa, saat içinde yılları, an içinde asırları özümlüyoruz, daha önce var olmuşlar misali. 24 Temmuz Pazar, yükseklik 2000, soğuk pınar, uçup uzaklaşan gazete kağıdı, kayalara tutunan naylon torba. Sigaram maltepe, çakmağım çakmak. İçim ferah, duman özgür.
Yollar görünüyor uzakta, taa uzakta, zamanları delen, uzakları yakın eden, uzaklara giden. Yolcuları var her yaştan özlemle, hüzünle gelen giden. Gelenlere hoşgeldin, gidenlere uğurlar olsun.
Adana'da Aydın Sanatevi, arkamda kitaplık, önümde daktilo, ısı gölgede 40 derece, vantilatör dönüyor. Zaman istediğimce dilim dilim. Ermenek bir küçük dilim.
E. Aydın, 29Temmuz1987
13Ağustos1987 Perşembe, ben yine garajlardayım. Biletim Nevşehir, aracım Nevtur. ÜrgüpGöreme, Avanos, Kırşehir.
Geziden çok sıcaktan kaçıyorum denebilir. Sınır 20 Ağustos olacak. Öğle sonu Nevşehir'deyim, otelim Kaymak, tek kişilik, 2500 TL. Öğretmen evi de çok güzel, yalnız yataklar iki kişilik, sıkıcı bir gün geçirdim. Okudum, yazdım, çizdim, gezdim zor oldu.
Şehir, tipik bir Anadolu şehri ve bakımlı. İnsanlar iyi, uyumlu, kanaatkar ve mutu, ziyaretçileri bol, turist yağmuru var.
Bana da turist gözüyle bakılıyor, ben de öyle olmasını yeğledim. 15Ağustos Pazar, Ürgüp’te üstlendim. Ürgüp bir değişik ülke, bana çok enteresan geldi. 9000 nüfuslu ama, sanki uzayda bir kent.
İçindekiler uzaylılar, ikibin yılının ötesini yaşıyor ve yaşatıyorlar. Herkes herkesle anlaşıyor, konuşuyor, her dil geçerli, dil, din, ırk, millet, milliyet silinmiş, Sevgi devleti kurulmuş, dünyada tektir. Arısı ulusal Ürgüp devleti.
Temizlik, hoşgörü beni şaşırttı. Lokantaların etiketi ne olursa olsun, fiyatlar aynı, oteller makul fiyatta, helalar pırıl pırıl, temiz sular akıyor, hem de sıcak, soğuk ve de kurutma cihazlı, tabii ekstra hizmet seviyesi de vardır herhalde. Ancak herkesin sık kullanacağı şeyler herkes için aynı.
Ürgüp, zaman şeridi içinde oyulmuş bir yamalı bohça. Oynadıkça altından yeni bir benek gözüküp, siliniyor. Doğa ise delik deşik, idealist, sevecen, atalardan bizlere ulaşan ince mesajlarla dolu. Labirentler gezilirken, korku dışarıya çıkıyor, her şeyi daha çok duyuyor, seviyor, huzur buluyorsunuz. Asırlar öncesinden gelecek günlere, bugünlere ses geliyor, dost dost. Bu sesi duymak için dünya orada. Her günün inişinde, insanlar, ataların dehlizlerinde otantik atlarla çağrılan lokantalarda, restaurantlarda, kafe barlarda yiyor, içiyor, dansediyor, geçmişin saygın insanlarının şeref konuğu oluyorlar. İnsanlar ve ziyaretçiler, sabaha kadar ayaktalar. Her boy ticaret erbabı mutlu, neşeli çalışıyorlar.
Çalışmak ne kadar güzel, ne kadar da sevimli, buraya can sıkıntısı giremez. Sabah saat 9'da sayılı ülkelerin gazeteleri, uyuyanlara, uyumayanlardan yeni haberler getiriyor. İletişim, telefon kulübeleri bir harika. Canı sıkılan, Hollanda’lı, Amerika ’lı, İtalyan, İngiliz anne babası ile iki satır konuşuyor, güne neşeli başlıyor.
Burada yerel idareler de bir başka anlayış içinde çalışıyor. Doğaya yatkın taş binalar, imkan nispetinde yer altı yapılar, kemerler, kubbeler, seçkin cam ve duvar süslemeleri, peyzaja yatkın yeşillikler, parklar, müzeler. Herşey bir düzelikten uzak.
Bütün köyler günün yarım saatlik, bir saatlik bölümleri içinde geliş gidiş vasıtaya bağlı.
Tarih sanki burada durağan bir abis (derin kuyu) oluşturmuş labirentlere giriyor, tepelere çıkıyor, yerin derinliklerine iniyor, geçmişle buluşuyor, koklaşıyor, bugünü yaşıyorsunuz. Düşünce tavanınızın el verdiği ölçüde, bilgi dağarcığınıza yatkın olarak yaşıyorsunuz.
Her ülkenin insanını, iç içe, el ele, lokantada, barda, kahvede, çay bahçesinde, yan yana el ele görüyorsunuz. Bin sene ve seneler öncesinin, tandırda ekmek yapan Elena’sı bugün aynı yerlerde Aliye kadın olarak yine aynı işleri kotarıyor. Bilmemki çarpıklık bunun neresinde? Akşam güneş göç hazırlığı içinde, yavaş yavaş verelerini topluyor, ince bir sislilik, fuluğa, sonra da karanlığa bırakacak yerini. Açık seçikliğin, realitenin yerini artık düşsü duygular doldurmakta, dinginlik yaklaşmakta, herşey yavaş yavaş birbirlerine sokulur, küsler barışır, ayrılı ayrıcalıklar tüme varır. Ben silinir, biz başlar.
İnsanda unutkanlık, doğada akşam ne kadar da benzer.
Zıtlıklar birliğe, savaşlar anlaşma mecralarına doğru akkın eğgin olur. Dinlerdeki kurallar, doğaya yatkın.
Pazartesi Ürgübe doyamadan, Göremeye geçtim. Sadece açık hava müzesine, 700 TL. ödemek için çokça yorulmuşum. Diz kapağım isyan etti. Oradan Nevşehir'e döndüm. Günün arta kalan zamanını otelde dinlenerek geçirdim. Kırşehir için bilet almıştım, diz kapağım sebebiyle daha az yürümek gereği doğdu, yolumu Adana'ya çevirdim. Öğle sonu burada idim. Doktora gözüktüm, eve döndüm. Hanım benden önce gelmiş. Evi hırsız yoklamış, bir cam kırmak suretiyle, hayret hırsız bizim evden dişe dokunur bir şeyler almamış. Denildiğine göre, bir elektrik süpürgesi, bir kaç bardak, bir ayakkabı. Bunada ayrıca şaştım.
E. Aydın, 19Ağustos1987
Ben bin dokuzyüz yirmilerden beri yoldayım. Geçen alt günleri hatırlamıyorum veya sıraya koyamıyorum, örneğin, kısrağımızın teptiği yıl, henüz okumuyordum, öyleyse dört veya beş yaş veya o arada bir yerdedir. Kısrak da bunu böyle istemezdi her halde, boş bulundu, sinirliydi de, tayını Mut'ta bırakmıştık, Ermenek'te bağda, üst maldanda, zaman öğle sonu, sabahın ileri saatleri de olabilir. Boynumda kuş avlamak için lastik, kıldan yapılmış uzunca bir iple yularından bağlı kısrak, benden ileriye doğru ot arıyor, o sırada ön ilerimde olan kısrağın arka ayağında bir kir veya bıçılganı var, ilgilenmek istedim elimi sürdüğümü iyi hatırlıyorum, şiddetli olduğunu tahmin ettiğim bir tekme yiyorum kafama. Üst tarafını ben hiç hatırlamıyorum. Sanıyorum bir pelte gibi eve taşınıyorum, annemin veya çevre yaşlılarının uz elleriyle, kafa tasım sağlam kalan parçalarıyla, yuvarlaklığa yakın bir düzene ulaştırılıyor, beyaz tülbentlerle sıkıca bağlanıyor bugün bile dokunduğum zaman duyumsadığım, paligon yapıya kavuşuyorum.
İçinde neler olduğunu pek bilemiyorum ama orada da birçok deformasyon olduğu gerçek. İşte şimdi şu satırları dizen, ben o kafa yapısının sahibiyim. Ondan sonra uzun bir boşluk var anılarımda. İlkokul birinci sınıfa kadar uzanan. Üç veya dört sene arada kayıp.
Dersler eski Türkçe devam ediyor, öğretmenimiz Pepeme Mümtaz Bey, çok dayak atıyor, sonra da şeker dağıtıyor. Zayıf, ince, uzun portresini iyi anımsıyorum. Sınıfımda Rodoslu'nun kızı Müzeyyen, ki bize fettan ve güzel gelirdi, biraz da ablasının bazılarıyla yattığını duyardık. Aynı evin insanları oldukları için olay biraz yakın gibi gelirdi bize. Ortalarda arkadaşlarımdan çok kişi yok, bir Uzun Ali'nin oğlu Ömer'den başka. O da bizim Ermenek çerezlerine düşkündü, böylece bana yakın düşerdi. Ya o yıl yahut da bir sene sonra yeni yazı çıktı, biz tekrar birinci sınıfı okuduk. Yıl bin dokuzyüz yirmi sekiz oluyor galiba. Kasabada birden bire gece okulları patlaması oldu. Babam yeni yazıyı ilk öğrenenler arasındaydı. Kendisi imamdı. Sonra ev halkına, anneme öğretmeye çok gayret etti. Hatırlıyorum bir ara gece okulları gündüz okullarından daha düzeyli olmuştu.
İkinci sınıfta yine Ömer, bir de Topal Mehmed 'in Duran'ı hatırlıyorum. Duran abazadan öldü verem olup ölmüştü. Öyle derlerdi.
Bu arada okulumuz geçici olarak kale içine taşındı, ama ben detay bilmiyorum. Olaylar fuluğ. Biz o binada iken öğretmen Tevfik Hoca bazı arkadaşlarıyla, bisiklet tekerleğinden faydalanarak, bir de dinamo yapmıştı. Okulun bir bölümü ve pınar başında birkaç lambanın yandığını hatırlıyorum. Fotoğrafları karıştırırken gördüm ve hatırladım, ikinci sınıfta Nebil Bey de okumuştuk, portresi hatırımda. Sınıf arkadaşlarımın hemen hepsini tanıdım. Mahmut Hoca'nın oğlu Aslan, Zülfikar Muzaffer, Mırza Bey Oğlu Mehmet Gürtürk, Hacı Ali, Uzun Ali'nin Ömer, inhisar memurunun oğlu Ömer, Ali Baba, Delil'in oğlu Hüseyin, Müftüzade Hüseyin Efendi'nin Zarife, reji memurunun kızı Fatma Emetullah, tahrirat katibinin oğlu Tahsin, Ali Korkmaz, Süleyman Baykal, İhsan Akay, Sulhi ve Apturahman. Hemen hepsini anımsadım. Galiba yukardaki fotoğrafın tarihi yanlış, yani üçüncü sınıfa ait. İkinci sınıf, Ermenekli Rıza Bey, Mustafa Maden, Ulviye, Bakkalın Oğlu Ali, Apturahman, Tahsin, Ziya Özmutlu, Hacı İbrahim Oğlu kızı Fatma, Kar Ziya'nın güzel kızı, Müftü Nadir Efendi'nin Türkan, Şadan, Sabri, Günlarlı, Delil Efendi'nin Hüseyin, Mahmut Hoca'nın oğlu Aslan, Melahat, Müzeyyen, Fatma Emetullah, Sadun Doktur'un oğlu, Ali Baba, Rahmi Baykal, Cemil, hatırlayabildiklerim.
1920' lerde doğduğunu düşünüyorsun, yetmiş bir yaşında sayılıyorsun. Yetmiş yıl dile kolay. Dünya gelinmiş hasbel kader bir canlı, türünün özelliklerini gösteren bir insan, kişisel vasıfları silik, eğitimden nasibini almamış yani eğitilmesi zor bir yapı, denize ulaşmış bir taş gibi, yaşamın türlü dalgalanmaları, çırpıntıları içinde çalkalana çalkalana belli bir görüntüye ulaşmış, var sayılmış, çevresindekilerden biraz farkı olmuş ve de adına Ethem denilmekle ad sahibi olmuş bir zerrecik. Bilimsel derinliği sıfır. Zira hiç bir zaman bir uzmanın, bir mücevher ustasının tezgahına gelmemiş raslantıların kendine verdiği bir basit yetiyi yine sıradan yollarla geçim sebebi edinmiş sıradan, zayıf, beceriksiz biri.
İçinde bulunduğu otorite kaynağını esas alarak, var olduğunu kendince bir takım varsayımlarla kabullenmiş, işin garibi kendine belli sınırların ötesinde bir sınır çizerek üstünlük saplantısına sığınmış kendi hayaliyle kendine çizdiği sınırlara ulaşmaya çaba veren, bu nedenle bilimsel çizgileri izleyen, özde bomboş bir yapı.
Birikimleri ve yaşam deneyimleri olmadığı için en küçük bir uyum konusunu beceremeyen, küçücük müşkiller karşısında dipten sarsıntılara açık olan, bir basit yapı. İleriye, yana hareket gücü olmayan bir araba, sevmeye sevilmeye doymamış, ham sevgi yüklü kendi iç kanunlarına göre, mantığını duygusallığının çizgisinde gezdiren, kendine ve davranışlarına göre mantık üreten, kimselerin doğrusuna doğru demeyen, hep kendi duygusal doğrusunu arayan bir ilkel benlik.
Örneklemek gerekirse: Tanrı inancı çoğunlukta ayrı, yapaylığa karşı gözüken bir yapaylık. Toplumun inançlarına, kültürüne ters düşen kuralsızlık, inançsızlık, oturmuş bir kültür eksikliği, zevkte, eğlencede duyum anlayışı, fevri çıkışında ödün vermeyen bir karakter, dinlemeği, çalışmayı tembelce değerlendirme, niçin ve nedenlere olumlu bir iç inancına ulaşamamış, dişilik, erkeklik, cinsellik, doğum, ölüm için içten, kesin bir yaklaşımı, bir iç anlatımı oluşmamış, bocalayan, kararsız bir yapı. Ancak bugünkü ulaştığı çevrece fark edilebilir yere böylece ulaşmış, hatta kendisinde olmayandan çok üstünlükleri üstlenmiş, ayrıca bunun da yükü altında ezilen bir kişilik. Bu yaşa değin hep kendi kurallarını genel kurallara rağmen kurmağa çalışmış bir kaos.
Bu benim işte. İyi miyim, kötü müyüm?? Soru, soru.
İşin şaşılası yönü çağdaş insan tarifi benim naturamı kapsamına alıyor. İşte ben onun için varım, onun için zinde ve dirençli olmaya çaba veriyorum.
E. Aydın, 1990
Sene 1990, nerelere gelmişiz. Mut veya Ermenek... Aşağı yukarı iki kasaba arasında gide gele büyüdüm.
Annemin ve babamın beni kucaklarına aldıklarını hiç hatırlamam. Güçsüz kalıp, kendilerine de sığındığımı da hatırlamıyorum. Daima olaylar beni yakalayıp, yere serdikten sonra, onları etrafımda bulmuşumdur. Soğukkanlı idiler, paniğe kapılmazlardı. Hiçbir olayıda abartmazlar, daima bir çıkış yolu ararlar ve de bulurlardı.Hayvanlarla tanıştığım zamanı hiç mi hiç hatırlamam. Aslında onların arasında büyüdüm. Dahası kendimi bildiğimde bir veya iki beygirimiz vardı. Evde onlara candan bakan iki akraba çocuğunu hatırlıyorum. Ben doğmadan ölmüş olan halamın oğulları Hasan, Nuri. Ama hayvanları kullanan çok kişi olurdu, bazen hakim, bazen tahsildar, bazen bir tüccar, bazen de hısım, akraba.
Ben ilkokulda iken bu ağabeyler yavaş yavaş evden uzaklaşır oldular. Biri köyden Hacı Ahmetli ’den evlendi, diğeride askerliği geldi şarka gitti. Bundan sonra evin büyük erkeği bendim, ama atı tanıyor, ona biniyor, tımarını yapabiliyordum.
Tabii daha önceleri de hayvanlarla tanışıklığım olmuştu. Sanıyorum ben henüz 45 yaşlarındayken bir kısağımız vardı. Belleğimde yer ettiğine göre, bir yaz, sınırlı bir zaman için tayını Mut’ta bırakarak, onu Ermeneğe getirmişlerdi. Bende onun yularından tutarak bağın üst meydanında otlatıyordum. Kısrak yavrusundan dolayı sinirliydi. Bir aralık, hayvan benden biraz uzaklaşmış, yular arka ayağına dolaşmıştı. Ben pervasızca oturduğum yerden uzanarak arka ayağının arasındaki ipi kurtarmaya çalışıyordum ki, hayvan tam isabet kafama sert bir tepik attı. Ayağında nal da olduğu düşünülürse, durumun çok korkunç olduğu anlaşılıyor. O parça parça baş kırlara yakışır bir sistemle yan yana getirilmiş, şu zaman kadar beni sürükleyen, yerinde, bazen yersiz, bazen utopik, bazen bağnaz, bazen otantik, bazen hayali, bazen de çağdaş kararlar almamı sağladı. Dahası ben o montajı beğeniyorum.
Çünkü kelebek gibi, arı gibi bir gönlüm var, hayal edebiliyorum, sırasında hayallere inanabiliyorum. Böylece kendime biçtiğim bir değer var. İlgilerim hiç bir zaman sürekli olmamış, teoriden çok deneyleri yeğler, bilimsel kanıtsal bir çizgiye ulaşmayan her şey benim için deney malzemesidir. Konularıma soluklu yaklaşmadığım için bilgilerim yüzeyseldir, derinlikten yoksundur.
Örfadetler, din var sayımlar benim için karmaşık ve nedensiz olduğu için anlaşılması askıdadır. Tanrı fikri bile aynı karmaşayla kaos halindedir. Niçin yaratıldığımızı,dünyanın,bu büyük kainatın ve sonsuz düzenlerin ne anlama geldiğini arar sorarım.
Uzay yerimiz, kendiliğinden gereğince ne az, ne fazla oluşmuş, öyleyse insandaki bu akıl, bu muhakeme neye?
E. Aydın, 1990
ÖNEMLİ KARAR
1964’te Adana’ya geldim. Karı koca çalışıyorduk, bir ev yaptık. Çocuklarımızı okuttuk. Onlar şimdileri iyi sayılır birer iş sahibi.
Karım ve ben Mersin’de, yani 1950’lerde başlayan yaşam biçimi farklılığımız, çocukluktan taşıdığımız özlem ve tutkular itibariyle farklılığımız, susturulmuş, bastırılmış arzularımız nedeniyle koalisyon biçiminde idik. Birkaç defa ciddi ayrılmak deneyimimiz de oldu.
Ancak, ben gerekli direnci gösteremedim. Kayınpederin çok enteresan baskılarına, yaşına başına yakıştıramadığım yalvarışlarına dayanamadım. Zira O da biliyordu ki, kızı geçimsizdi. Beni anlıyor, takdir ediyordu. Doğuştan, veraseten getirdiğim bütçe yetersizliği ve arkasından dünyaya gelen çocuklarımız, bir yerde bu koalisyonun devamına gerekçe oldu. Gerçi son gayretlerle yine de portturmayı denedimse de, başarılı olamadım. Zaman süratle ve de çabucak geçti. Ev yapmak, yer yurt edinme mecburiyeti ve tutkusu bizi yine beraberliğe zorladı. Ben yine yüceliği, kadirbilirliği, atavesk ölçülerde ve hayalcilikle koruyarak, ortaklaşa yaptığımız evi, karıma hediye ettim. Güya bir erkeğe yakışır şekilde.
Ancak evimizde hiç mi hiç iç huzur yoktu. Gerekçeleri daima kapital, maaş harcamaları, kişiliğimi her türlü davranışa karşı korumaya çalışmam, doğuştan getirdiğim sanatsal uğraşlarımı sürdürmek için direnişlerle devam etti. Artık evdeki kadın cıvıltısını unuttum. O cıvıltıyı, öğrenci ve sanat merakı olan kadınların ziyaretlerinde aradım. Aydın Sanatevi’ni kurdum. Oraya, sanat sever her kesimden insan geliyor. Doktor Mustafa Bey, Doktor Kamuran Bey, Doktor Tuncay Bey, Ziraat Doktoru Şefik Bey, Göz Doktoru Yusuf Bey. Daha niceleri. Resim yapan (*) Hanım, yine bana biraz fazla fırsat bahşeden yine (*) Hanım, erkeksi çıkışlarıma imkan veren (*) Hanım, daha birçokları gelip gidiyorlar. Cıvıltı gereksinimimi karşılıyorum. Öğrencilerim, kitaplarım, gazetelerim ve zaman zaman da resim yapmalarım günümü renkli tutuyor ama akşamlar yaklaştıkça içimde bir burukluk, bir yatsıma var ki anlatımı zor ve çok zor. Bir sokak kedisi gibi, karanlık basınca bir yerlere sığınmak gereksinimi gibi, sus pus ve çekingen, evime giriyorum; her hangi bir sürtüşmeye fırsat vermemek için gayretli ve dikkatli kapımı açıyorum. Evlilik politikasını sürdürmekte sanat erbabı olan kadın, günlerce öncesinden artan, tencere dibi sıyrıntıları ve yemek artıklarıyla, en kötü ve kirli kaplarda bir basit yemek sofrasına yanaşıyor, yemek ihtiyacımı körlüyor ve kenardan bakabildiğim kadar televizyon seyrediyorum. Erkence, yatağıma, basit ve itilmiş yatağıma, sığınıyor, sabahın ilk saatlerini bekliyorum. Sessizce sokağa çıktığımda, derin bir nefes alıyorum. Aydın Sanatevi’ne geliyorum.
Ben, evcimen, çevreyle ilgili, becerikli veya elinden her türlü iş gelen, çok yönlü veya çok yönlü olmayı seven bir yapıdayım. Bunlar benim vaz geçilmez yönlerim ama uygulamak ne mümkün?
Aile yapısındaki bu gariplik, yakın çevrede ve sanat çevresinde de etkisini koruyor. Belli bir çevresi olmasına rağmen, yalnız adam durumundayım. Çocuklarıma karşı gerekli gereksiz bir mesafe tutmama gerek duyuyorum. Halbuki ben, sosyal yaklaşıma yatkın bir kişiyim. Çok hassas olmama rağmen, kültürel duygularımı bastırıyorum. Akşam bir belli saatten sonra yatağıma dönmemek için, sinema, tiyatro veya geç vakit toplantılarından soyutlanıyorum. Zaten olan ve fazlasının olmasını istemediğim iç gerginliklerden korunmak için.
Aslında ben, doğanın çocuğuyum. Beni okullar değil, doğa eğitti.
Bugünkü varlığımı doğaya, onun sonsuz derslerine borçluyum.
Diplomalarım, hep zorlayarak sayılmış yasaklarla oluştu.
Ortaokulu bitirdiğimde, bir ortaokul mezunu, öğretmen okulunu bitirdiğimde, bir öğretmen okulu mezunu, Gazi Terbiye’yi bitirdiğimde, bir Gazi Eğitim mezunu öğrenci durumunda değildim. Her şeyleri deneyerek, arayarak, yaşayarak buldum, keşfettim. Etmekteyim de. İyi sayılan bir öğretmen olduğumu kabul ediyorum. Hiçbir zaman tek kararlı olmadım, duruma uygun kararlar almaya çalıştım. Düşünebiliyorum. Yoruma yatkınım. Olaylara değişik açılardan bakmaya, elimdeki donelerin ışığında, her dem hazırım. Milletimi, vatanımı seviyorum. İyilik yapmaya hep hazırım. İnandığım, gerekli gördüğüm konularda fedakarım. Yaşım ise Yetmiş.
Ama yaşamak istiyorum. İçim hayatla dolu. Bir şeylerin hep eksikliğini duyuyorum. Çok şükür sağlıklıyım. Kendimle, rahatsızlıklarımla geçiniyorum.
Bütün insanlar gibi, benim de sonlu olduğumu biliyorum. Ama yaşadığım süreyi, gereğince dolmuş görmüyorum. Bir takım mutlulukların eksikliğini duyuyorum. Yaşım yetmiş, işim bitmiş diyemiyorum. Genç yapıdaki bir insan kadar hayatın içinde olmaya, iyi birşeyler yapmaya özeniyorum. Ama, o iyi şey nedir? Onu bilemiyorum. Biliyorum yollar çok, imkanlar var ama ne olmalı, neyi seçersem ekonomik ve gerçekçi olur? Ona karar veremiyorum.
Adana’da kalıp,bu bir düze alışılmış, yukardan beri anlattığım yaşamla, belli sonu beklemeli miyim yoksa, babamdan kalan viran eve dönüp, elimdeki yıpranmış araçlarla, yetersiz imkanlarla, gönlümce mütevazi ve fakat, hayalime yatkın ve dingin bir düzene mi yönelmeliyim?
Bu iş için bir ortam var. Ablam Sıdıka, Mut’u bana vermeye yatkın.
Ben Mut’a taşınacak olursam, görünürde, Adana tarafından bir problemim olmayacak. Ben Mut’ta ne yapacağım, bu mezbeleliği nasıl kullanılır hale getireceğim? Mut’ta sıcak bir çevrem olacak, bu gerçek. Evinde bir kahve içebileceğim, bir akşam yemeğinde beraber olabileceğim, istediğimde kapısını açıp kapayabileceğim, çekinmeden açıp kapayabileceğim bir kapım. İstediğimde uzanabileceğim bir yatağım. Gel deyince gelebilecek yakınlarım, belki de dostlarım olacak. Akrabalarım kapımı kapı sayacak, soframı sofra sayacak ve beni, insan ve bir büyük sayacak kimselerim olacak.
Aynı kitaplarım olacak, günlük gazetelerim, resim, belki de çevremde sanat meraklıları. Yeni yeni dostlar.
Bir gün : Erken saatte uyanacağım, yürüyüşe çıkacağım, bir saat, dönecek kahvaltı edeceğim, gazeteleri bekleyeceğim, onları okuyacağım, uyuyacağım. Öğleyin yemek saatidir; bir hazırlayan varsa, evde, yoksa lokantaya gideceğim veya evde birşeyler uyduracağım, dinleneceğim ve resim çalışacağım, pınar başında birkaç saat oturacağım, köylere gezi yapabilirsem yapacağım, akşamı, geceyi delebildiğimce deleceğim. Düşünce bu.
Bakalım Tanrı ne gösterecek, durumu onaylayacak mı?
E. aydın, 1991
YOLLAR NASIL AYRILDI
KESİŞEN BİRLEŞKELER
Editörün Notu: Aşağıdaki yazı boşanma kararı ile ilgilidir)
Bindokuzyüzkırkdokuzlarda, yaratılış özellikleri bakımından farklı yönlerin duygu kurgu bir çizgide buluşmaları ile bu aile yapısı, bu çelişkili yapı oluştu. Otoriteye dayalı bir kültür yapısı, demokratik yaşamın tuzağına düştü. Artık bir evde iki otorite vardı. Kurumsal kararları, tek katkılar gereği beraber vermek gerekiyordu. Yollar çamurlu, kaygan, hava fırtınalıydı. İz izi tutmuyor, yelkenler ters ve güçlü rüzgarlarla doluyordu. İnsan ve aile yapısını koruyan sevgi ve mecburiyetlerin yardımıyla kırk yıl geçti aradan. Ben yetmişbir yaşında, karım altmışdokuz yaşında. İki oğlumuz var, büyüğü mühendis, evli ve üç çocuğu var. Küçüğü diş doktoru, evli, iki oğlu var. 1967'lerden itibaren bütçe sorunları hafifledi.
1980'lerden itibaren de her iki tarafın fırtınaları ve boraları yüzünden zayıfladı veya yerini husumete terk etti.
1991'de savaş kes kararı aldık. Artık herkes kendi yoluna. Evet geç kalmış ve geç gelmiş bir durağan bölge, ama tek çıkar umut, çekilmezliğe bir son gerek. Artık güçlerin sinirleri yıprandı, kendileri demode oldu. Artık bu savaştan kimin ne kazandığına gelince, ben müstakil bir dükkan ve onun artı gelirleri ve bir de yazlık deniz evi ile yoldayız.
Her ikimizin de yiyecek bir ekmeği var Allah’a çok şükür. Zamananın ne göstereceği yine onun taktirine kalmış.
Başlamayı bilenlere işte göründüğü kadar ufuk, iyi yolculuklar.
E. Aydın, 16Mayıs1991Perşembe
İki gündür Mersin’deyim. Dingin ve bezgin bir psikoloji içindeyim. Birşeyler bitiyor, birşeyler başlıyor. Bu gerçek. Kolay olmasa gerek. 1969 ve 1991 arasında yaşanmış alışkanlık ve rutin günlüğün tekrar gözden geçirilmesi. Yeni olanakların gerçekçi bir yaklaşımla düşünülüp olabilirliği seçmek. Akılcı olmak düşündürücü. Şu şartlarda geri dönüş gözüküyor. Veya kaos. Çözüm çözüm çözüm..
E. Aydın, 18Mayıs1991
ADANA'YA DÖNMEK İÇİN TAM ZAMANIDIR?
TÜMCESİNİN İÇERİĞİ NEDİR? NE DEĞİLDİR?
Ben niçin Adana'yı terk ettim? Güya ölçtüm biçtim, enine olabildiğince boyuna düşündüğümü sanıyordum. Görüyorum ki düşüncenin içinde bazı çıkmazlar ve açmazlar var. Mersin'de bir ev tuttum, telefon da aldım. Ama telefonum çalışmıyor, arayan yok, ben aramazsam beni arayan yok. Bir nevi terk edilmişliğe itilmiş durumdayım. En azından ben öyle duyumsuyorum. Sanat çevresinde ise henüz bir yerim yok ve de olmayacak gibi. Belediye yazımla ilgilenmedi. Sanayi Odası işi de olamayacak gibi? Kadın işi de bir sorun. Dahası neden böyle, kaçıyorum? Nereye kadar kaçabilirim ki ben yapayalnız bir adam olmayı becerecek kadar güçlü müyüm? Tabii ki hayır, ben aslında güçlü değilim ama güçlü görünmeyi seviyorum. Sanat durumu da böyle değil mi?
Günlerce bocalıyorum ama ortada hiç birşey yok ve bu gidişle olmayacak da. Kalıyor orta sahada top gezdirmek, yani yapar gözükmek. Yanlış anlaşılmasın benim sanatım kötü değil, ama yol yöntem ve değişen gerekçeleri kavrayamıyorum. Yoksa senin gözün, kaşın için diploma verirler miydi?
Bu ülkeye kış da gelecek, evde daha bir yalnız olacaksın daha bir sıkılacaksın. Okuyorsun ama kaç saat okunur? Geziyorsun ama günde kaç saat gezilir? Bir ahbap ziyaret ediyorsun ama her gün olamaz ki?
Sıkıntılı mıkıntılı bu durumu Adana'da kotarıyordum denemiştim yine öyle yapabilirim.
Adana'da muayenehaneye yerleş, galeriyi badana et, düzenle ve bir süre sonra yükünü Adana 'ya yine taşı, galiba daha önce incelerken gözden kaçan kısımlar olmuş, gerçekler bunu gösteriyor. Biraz daha düşün ve çarşamba günü hareketi başlat. Öperim.
E. Aydın, 26Ağustos1991
Bu gün onüç Eylül bindokuzyüzdoksanüç Pazartesi, bu günlere bin şükür.
Eylül'ün başında, Aydın Sanatevi mekanında, bir de diğer gereksinimlerini gidermek istemiyle çok zamandan beri kafamda takılı duran bir olayı başlattım. İki yıl önce türlü ve gerekli veya gereksiz nedenlerle evliliği kanunen bitirmiştim. Bir çok insan, bu saatten sonra bu işi yapar? diyenler olmasına karşın, kendime bu yaşam biçimini seçtim. Günahıyla, sevabıyla bunu yaptım. Şimdiye değin Tanrı izniyle bir pişmanlık duymadım. Evlilikte beraberce ve ben ağırlıklı yaptığımız, evi de kadına bir vefa borcu veya sorumluluğu olarak bırakarak, toplum denizine geldim. Bir zamanki kadar varlıkla atladım. Ben öyle pek ahım şahım olmamama karşın, azda olsa sevenlerim var, çevremi boş bırakmıyorlar. Okuyorum, resim yapıyorum, yazıyorum, gelen eşdostla değişik konularda sohbet kuruyorum.
Kendi felsefemce, inancımca renkli yaşıyorum. Zaman zaman gezinmeye gereksinim duyunca kalkıp geziye çıkıyorum. Güncel ve çağdaş yaşama paralel yürümeye, yaşama bağlı kalmaya çaba veriyorum.
Devlet beni ham bir insan yavrusuyken aldı, besledi, okuttu, öğretmen etti. En karanlık ve olanaksız şartları içinde bana değer verdi. Bende gücüm yettiğince ona faydalı olmaya çalıştım. Beni eğitmeye çalıştı, bende istenenden fazlasına hazırmışım ki, hep kendimi yenilemeye, dağarcığımı dolu tutup öğrenci önüne çıkmaya çalıştım. Sanırım ki çok iyi denecek kadar başardım. Bugün teorik olarak bütün bilimlere yatkınım, pratiklerim de az sayılmaz. Ölçütlerime ve genel ölçütlere göre amaçlanan insan da bu olsa gerek.
İnsanları seviyorum, soluk aldıklarıyla seviyorum, hatalara, eksiklere, fazlalıklara, ben çok taciz etmedikçe anlayışla bakabiliyorum. Onlara yararlı olabilmek için çoğu zaman kendimi, öz çıkarlarımı ikincil kılabiliyorum.
Elime geçen fırsatları paylaşmayı seviyorum. Kusurlarımı onarmaya hazır oluyorum. Formalist bir dindar değilim ama geniş anlamda, insana dönük, doğaya dönük düşüncede iyi bir yüceltiye sahibim.
İki oğlum, Murat ve Cumhur yaşamı seviyorlar, başarmak için kendi içlerinde, kendi felsefelerini, kendi çaplarında kurmuşlar. Çoluk çocuklarıyla kendi göreceliklerinde yürüyorlar. Onları genelde seviyorum, anlayışla karşılıyorum. İnandıkları hayaller peşinde koşuyorlar, benim evliliği bitirmem konusunda anlayışlı davrandılar, tavır koymamak faziletini gösterdiler, ikisi de yanlarında yerleşmemi candan istediler. Ancak durum benim gerçeklerime uygun olmadığı için kendime bir mesken edinmek için uzun uzun düşündüm. Mersin’e kardeşimin yanında bir eve taşındım, birkaç ay öyle kaldım, onlar da çok ilgi gösterdiler sağ olsunlar. Ama görünmez ve anlatımı zor bazı nedenlerle Adana'ya geri döndüm. Burada kiralık bir ev aradım. Evin bana beşaltı saatlik bir süre için gerekli olduğunu, ben sabahın ilk saatlerinde uyandığım ve doğaya çıktığım değişmezi ev tutmam gereksinimi düşünce çizgisine getirdi.
Şimdi doktor oğlumun muayenehanesinin bir odasında kalıyorum. O da bunu istiyor, ancak dişçilik gibi bir sanat konusunda her alana gereksinim vardır. Bunuda günlerdir düşüne taşına, son çare olarak aydın sanatevi içinde yatabilecek bir mekanı yapmaya karar verdim. Hiç de estetik yapısı olmamasına karşın belli bir mekanı oluşturdum, oluşturuyorum.
Elektriği, suyu, helası, zaman zaman yıkanabilecek bir basit banyosu, konfordan uzak ama olduğunca kullanışlı bir düzenin başlangıcındayım. Yorgunluk ve sarflarım için kaygılanmıyorum, zira burda oturmam, burada bulunmam bir dereceye kadar anlam kazanıyor. Düzenlem işleri çok yavaş yürüyor, günü ve bir işçi yevmiyesini doldurmayan pelik pörçük işler olduğu için.
Sağlığımı korumak, kollamak durumundayım. Yalnız yaşamanın acı kural ve gerçeklerini özümlemek gerek, el verdiğince sağlıklı yaşam için bir şeyler yapmak gerek. Olabildiğince uzun yürüyüşlere çıkıyorum, hergün uzun ve kısa açık havaya çıkıyorum. Terlememeye gayret ediyorum, iyi ve hafif yiyor, temiz su içiyorum. Ancak zaman zaman belimde, boynumda romatizmal ağrılar oluyor. Belim tam iki gün önce tam formuna girmiş gibi, kambursuz yürümeye özendiğim bir sırada, telaşla bir küçük masayı uzaktan ve desteksiz kaldırmaya çalıştığım sırada ince bir ani ağrıyla bel kısmımdan mideme, bağırsaklarıma ulaşan ve bazen eğrilip doğrulmamı, hele hele geceleyin yatakta yön değiştirmemi büyük ezgi haline dönüştürdü. Aldığım yerinde tedbirlerle, doktorlar eline düşmeden bunu da atlatacağıma inanıyorum. Çünkü bugün kendimi daha iyi hissediyorum.
Sigara büyük sorunum, çok içiyorum.Gerçi dudak tiryakisiyim, zararım çoğunlukla keseme oluyor. Ama nede olsa teneffüs yollarım bundan zarar görüyor. Günde bir pakete doğru hemen karar almam ve uygulamam gerekiyor. Tanrım bu gücü bana verir. Herhangi bir sakamet çıkarmadan bir maraza kalmadan bunu kesin kes başlamalı.
Geçen yıl belimde bir elektrik geçer gibi birşey oldu, uzun süre soluk almada, öksürmede, helaya gitmede, yatakta dönerken, anlatılamaz ızdırap çekmiştim. Sonraları yavaş yavaş iyileşti. Bu yaz başlangıcında sanki geçti gibi olmuştu. Ama bir hafta önce, bir küçük komidinin kaldırılması anında aynı elektrik güç sanki beni geçen yılki çizgiye geri getirdi. Gündüzleri neysede, geceleri yatak, pozisyon değiştirmek anlatılmaz eziyetleri tattırdı bana. İşte yalnızlığın yalınlığına, zorluğuna bir somut örnek oldu.
Tanrının beni sevdiğine candan inanıyorum, birtakım üstün yetiler lütfetmiş, barajlayabildiğim her alanda ayrıcalıklı bir kişilik oluşturabiliyorum. Ama barajlama da idare işi, karar işi, oda işin bir başka yönü.
Kerime'nin oğlu Hidayet yanımda oldu, üniversite sınavlarına hazırlandı, genel kültür derslerinde pek başarılı olamadı, onu sanat konusuna hazırladım, yine Tanrı lütfiyle başarılı oldu. Resimiş yetenek imtihanlarına girdi, yine Allah’ın O’na ve bana bir lütfü olarak başarmak üzere, yani kazanırsa dört yıl yalnız kalmayacağım. Bu benim faydam gibi konuşuyorum. Ama aslında zavallı çocuk da böylece geleceğini kazanacak.
Benim çok çok eski bir borcum olmuştu. Hidayet'in annesini biz Mersin’de öğretmenken üç yaşında yanımıza evlatlık almıştık. Bunu benim Mut ’lu olmam sebebiyle bana emanet etmişlerdi. Ev hizmetlerinden vakit ayırıp okutmaya, benim isteğime karşın vakit ayıramadık. Okuma yazmayı bile öğrenmeden yaşı onbeş oldu, köyüne geri götürdük, bir hayır sahibi, ihtiyaçlı fakir kişiyle evlendi. Dört çocuğu oldu, kışın tekrar yanımıza aldım. Ama hanımla uyum sağlayamadı ve köyüne götürdüm. İşte o vicdan borcuna mahsuben, Hidayet’i orta ve lisede okuttum, kafası çok işlek olmamasına karşın, lafı kolay anlamamasına karşın anladığı şeyleri canla, başla, inançla yapabilen bir kişiliği var. Fedakar, cefakar, azla yetinmesini bilir, sanata bir hayli yatkın. Eğer devlet kadrosuna ulaşabilirse ki, o yolda yürüyecek iyi bir vatandaş, iyi bir memur, dahası uyumlu bir öğretmen olabilir. Ben, devlet ve kendisi kazanmış olur. Dün, bugün ve gelecek bir paralelde evrensel amacına ulaşmış olacak.
Tanrı her kuluna böylesine yaşamın amacına uygun çalışmalar ihsan etsin. Adana'da yeğenim Nuray var, evli, üç çocuğu var. Bana da çocukları kadar yakın, bel ağrısı için eczaneden bazı ilaçlar yolladı, çamaşırlarımı yıkamak ister. Allah kendine güç, kuvvet, sağlık versin, fedakar bir kişi. İlaçları planlı bir şekilde alırsam iyileşeceğime inancım var, tanrı bunu benden esirgemez, çünkü O’na ulaşan yolda ve daha bana gereksimi var.
Bugün Cumartesi, ustalar ve iş üstlenenler yan çizdiler, Aydın Sanatevinde yalnızım. Hidayeti bir hava alsın diye Mersin’e yolladım. Benimde bir aydan beri Mersin’de ekleyen bir bavulum var, temizliğe gitmişti, kardeşim Kemal'in evine, onu da alacak akşama dönecek. Belimin ağrısı bahanesi ile burada çakıldım kaldım. Yalnız kalmak bir hayli zor ama ben seçtim ve bu böyle olacak.
İnsanı nasıl tanımlayabiliriz acaba? Bazen güçlü, yırtıcı, bazen aciz ve korkak, ürkek, tedirgin. Hepsinin başında, yani moral bozan şu bel ağrılarım oluyor. Yürüyemiyorum, eğilip doğrulmakta zorlanıyorum. Birde şu bir türlü bitmeyen işler. Bir aydır üzerindeyim, hala göze görünür birşey yok. Belki yarın bir resim koyacak tavanımız olacak, belki yine yarın yerleştirme fırsatım olacak. Günler iyi ilerliyor, bugün yine iyi birşey oldu, kapımın önündeki kumları kaldırttım. Şimdi sırada içerdeki derbederlikte. Burada neler yapabileceğim hala belirgin değil.
Hela oldu oldu gibi, banyo oldu oldu gibi. Resimlerim ortada duruyor, toz toprak içinde, bir bir elden geçmesi gerekiyor. Ama neyin nereye geleceğini bir türlü bilmiyorum, bu yüzden hiç birşeye el sürmek istemiyorum. Yer değiştirdiğim herşey ertesi gün yine bir başka tarafa gitmesi gerekiyor. Hidayet Mut'tan dönünce ilk işimiz kitapların tozunun alınması olsun. Dolapların üstündekileri seti de indirelim, dolapları biraz öne alalım, arkasında yaratılacak boşluğa bir somye koymaya çalışalım. Belim ağrıyor, ama galiba iyiye doğru gidecek, bu temizlik işlerini bir bir benim yapmam gerekiyor ama devinemiyorum. Dün doktor Yusuf bey geldi, ince bir davranışla bir milyon lira katkıda bulundu. Ne incelik yarabbi.
Yaşamak güzel şey, hele yapacak birşeyleri bulunmak daha bir güzel ve görkemli. Bir kitap yazmayı düşünüyorum (Çağdaş Mektuplar) isimli. Benim Türkçem, cümle kurmam yetersiz, hemen hemen her mektubun tekrar kaleme alınması gerekir. Edebi bir de özellik kazanmasını isterim. Kalemi olan, yazın deneyimli bir emekli öğretmen veya eğitim fakültesinden yüze gelmiş bir öğrenciyi çağırmalıyım. İsterim ki Türkçe yazında, çağdaş, güncel ve kolay anlaşılır, mektuplar arasında bir bağıntı kurulabilsin.
Mevsimler gelip geçiyor. Bir koca yaz da bu arada geçti. İki tane gurup gezisine katıldım. Güneş turizmle, biri Alanya, Antalya, Side, Manavgat, Perge, Aspendos, Düden, Damalataş, Alanya müzesi, Antalya müzesi, Kırmızı kule gibi yerleri gördüm. Perge çok çok büyük bir oturum alanı imiş.
Sonra yine Güneş turizm organizasyonu ile Karadeniz gezisi yaptık. Adana'dan başladık, Bolu 'da kahvaltı ettik, Abant kıyısında gezinti yaptık, Bolu’dan sonra, Akçakoca’ya çıktık, otobüsün arızası sebebiyle orda bir süre kaldık, Zonguldağa ulaştık, Amasra, Cide, İnebolu, Sinop'da kaldık. Ünye, Perşembe, Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Çamlıhemşin Sarp. Beşikdüğünde yattık. Kastamonu üzerinden Yedigöller, Mengen yoluyla İstanbul Adana yoluna, Yeniçağlada ulaştık, bilinen çizgiden geri döndük. Gezi biraz sıkıntılı oldu ama, yani onbir günlük yolculukta, Sinop'ta, Cide'de, Beşikdüzün'de yattık. Yani dört gün yatabildik, doğaldır ki akşamları geç saatlerde. Bu arada ekstradan ÜrgüpGöremeye uğradık, bir gece de yattık, Avanosa geldik, Ürgübe yakın bir Ören yerinde fiks menü elli bin liraya bir öğle yemeği de yedik.
Daha sonra 1 Aralık, Namrun arkasında Dağ oteline gittim. Bindörtyüz metrede dört gün kaldım. Oda iyi idi. Yaylanın adı eskiden çamlık ve havadar oluşu nedeniyle Namrun olarak isimlenmiş ve sonra insanlar, hem de okumuş kent soylu insanlarımız, ormanları bir keçiden daha fazla kemirmişler, arsa kazanmak içi çamları, kah gece, kah kış mevsimlerinde yok etmişler. Sonuçta çamların yok olduğunu görünce, ismi kalsın yadigar diye adını Çamlıyayla olarak değiştirmişler.
Doğa orada öylesine görkemli, öylesine yalın bir yapıdadır. Akşamleyin yalınlık ve görkem daha da artıyor. Binbeşyüz rakımdan tatlı bir eğimle güneye uzanan, aynı oranda alçalarak ilerleyen tepeler arasında geniş ve yeşil bir vadi, her çamın dibinde bir ışık kümesi, sonra gök kubbe içinde kehkeşanlar asılı bir avizeler gurubuyla sanki mekanda zaman dinleniyor.
Üç gün sonra Adana'ya döndüm. Aydın Sanat evinin iç olayları ile haşır neşirken, bir ağırlık kaldırırken belimi yine incittim. Şimdi o hareketli güzel günlerin izlenimini kağıda dökerek dinleniyorum. Günlerden Pazar.
E. Aydın, 13Eylül1993
İnsan, içinde bulunduğu değişken durumlarla nasıl düz kontak haline geçebilir? Bakıyorumda her yerde bağ bozumu, benim bünyemdeki sorunlar çevreme, çocuklarıma, onların evlerine ve yaşam biçimlerine de bulaşıyor. Ben ikircimli, ne yapacağını şaşırmış, çıkmazların içinde eziliyor, üzülüyorum. İçimde bir eziklik, bir presyon karımla bir yakınlık kurmakla değişmez eğrilere dönmeyi bile istediğim oluyor. Yeter ki içimdeki ve çevremdeki her şey olabildiği kadar eski haline ulaşsın diye, ama yine de çapraz, yine de sıkıcı olaylar iç içe sürüyor. Bir doğru sanılan adım da atılmış değil.
Bana gelince; çok şükür yiyecek kadar ekmeğim var, şimdilik kalacak bir yatağım var ama içinde bulunduğum şartlar düşündürücü. Çamaşır, yalnızlık, şu ve bu daha daha anlatımı zor durumlar. Gerçi resim benim için bir hayat tarzı, okumak, bazen de yazmak ama kargaşayla beraber olunca hepsi ucu bulunmaz bir yumak oluyor. Aslında bu kadar durum karışık değil ama sorunların çeşidi insanı ve insan beynini zorluyor. Dikkat et sağlık birinci planda.
Bir hafta sonra:
İçimden incecik ve özlemli bir ses duydum, bir kapı açılmıştı, şekli ne olursa olsun, hangi çizgide olursan ol, alternatif bitmiyor. Evlenmeyi düşündüm, aday aradım, oda gelmekte geç kalmadı. Dul, genç, bir çocuklu, uyumlu olabileceğini de duyumsadığım bir kişi üzerinde odaklandım. O üzerime çöken kabus dağıldı, dünyaya bir daha başka türlü bakar oldum. Sonuç ne olusa olsun böyle bir çıkışı yaptım. Gerçi sonuç alınmış değil ama huzur için, bir aile içinde olmak için bir şeyler yapmak, şartlar ne olursa olsun yapmak galiba bir mecburiyet oldu. Ey sevmek sen olmasan sanırım yaşam da olmazdı
E. Aydın
AHVAL
Yaşayıp gidiyorum, hayatı, yaşamı seviyorum. Belimde bir ağrı var bu nedenle içim sıkılıyor, uzun uzun gezemiyorum, uzun yolculuğa çıkamıyorum. Yine bu nedenle olayları abartır olabilirim. Resim yapamıyorum, içimden gelmiyor, okumak istiyorum ona da gözüm tahammül etmiyor veya etmeyecek. Çevreyle ilgim bel ağrıları nedeniyle azaldı ve koptu. Demem o ki, günün dokusu seyrek ve yıpranmış nesnelerle dolu, yaşamın renginde bir donukluk var. Renk olsun diye biraz da duygusal bağlamlarla yanımda bir çocuk var. Fakir olmaya fakir(*). Sonrası galeride bir ince doku daha kopacak, ben nasıl yeni bir doku oluşturacağım?.
Yarım gün için veya birkaç saat için sekreter alayım, temizlik yapsın, kitapları elden geçirsin, mektupların bir kısmını temize çeksin. Bir kaç öğrenci kabul edeyim, küçük, aylık veya haftalık sanat toplantıları düzenleyeyim, sergiler açayım, bir kitap hazırlığı içine gireyim, geziler yapayım, Mersin'e, Mut'a, İstanbul'a, sağa, sola.
Günlük yürüyüşler, doğaldır ki bunların hepsi şu belimdeki ağrı sona erince ki, ondan ümitliyim. Yaşam zor zanaat kardeşim zor.
Cumartesi, yani bugün sabah geldim, Hidayet 'e durumu anlattım. Ortaokul da yanında olmaya söz verdim, liseye ben yazdırdım, baba evinde ilk yılı iyi kötü geçirmesini, masasını, sandalyesini, yiyeceğini üstlendim.
Daha da fazlasını yapmayı düşünüyordum ama ters bir davranış nedeniyle elimi çektim. İki sene sonra liseyi bitirmiş, üniversite puanı yetersiz olduğu için Mersin’e dershaneye gelmek için bana baş vurdu. Mersin’e gelmesini sağladım, bir iş de buldum, ama iş o kadar yoğun idi ki, ders saatleri hep kaynıyordu. Çare olarak Adana'ya yanıma almak durumunda kaldım. Karekök dershanesine ücretsiz olarak kabul ettirdim, geçen yıl Kasım ayında. O tarihten beri Aydın Sanatevinde yedi, içti, dershaneye gitti. Belli başlı bir puan getirmedi ama, bu arada sanat yönü ortaya çıktı, yetenek imtihanına girmesine yetecek kadardı. Hocaların bana yakınlığı, diğer yandan galiba iyi çizimleri de artı başarılı oldu. Şimdi Çukurova Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim İş Öğretmenliği bölümünü ön sıralarda kazandı. Devlet'ten burs da alabilecek, başvurusunu yaptırdım. Sonuç olarak dört yıl sonunda bir orta öğretim okulunda Resim Öğretmeni olabilecek. Eğer bu yaptığım iyi bir hizmetse ki, ben öyle kabul ediyorum, onlarda bunu biliyorlar. Şayet bilmiyorlarsa ilerde bileceklerdir. İyilik et denize at, haluk bilmezse balık bilir.
Neden yaptığıma gelince; bu çocuğun anasını üç yaşında iken Mersin'de yanımıza almıştım, (*) nedeniyle gerekli ilgiyi gösteremedik, doktora göstermedik, abc’yi bile veremedik. Onaltı yaşında yoktan nedenlerle, Mut'a annemin yanına, geri köye yollamak üzere bıraktık. Tanrının lutfüyle, Çaltılı köyünden birisi bu kızı istiyor, evlendiler. İkisi birden çalıştılar, sıfırdan mal mülk sahibi oldular. Şimdi kaysı bahçeleri, evleri ve biraz da toprakları var.
Ben bu kıza karşı kendimi hem suçlu, hem de borçlu hissediyorum. Zaman zaman ufak tefek yardımlar ettim ama dahasını düşünüyordum. İşte dört çocuğundan birisini okutmaya gereksinim duydum. Bilindiği gibi eskiyen borçlar gözde de, gönülde de büyür durur. Burada Hidayet yanımda okurken ben onlara bir de dana hediye ettim, henüz yavruya varmadı ama şu gün onbeş milyon eder. Karınca kararınca birşeyler yapmaya çaba verdim. Allah ecirini esirgemesin. Önümüzde bir yurt veya pansiyon sorunu var, yahutta Mersin'deki akrabalarına gelip gidecek. Sözün kısası, artık yolu engebeli ama engelli değil. Üniversiteye girmek meseledir ama girilince çıkılır.
E. Aydın, 14Ekim1993
Bir kaç günden beri neler oldu neler. İşin komiği neler düşünmüştüm, hepsi biribirinden kopuk. Bursa’dan misafirim vardı, pazartesi tam gün bana gelecek, sabahleyin telefon edecekti bütün gün boyu işgence çektim, nedenleri aradım, daha önceki sıcak ılişkimle bağlantılı bulduğumdan karar verdiğim gibi aynı numaraya telefon etmedim kural gereği edemezdim. Aynı ağırlıkta iki gün geçti belki de uykularımı zedeleyen. Bursa’dan bir özür dileme telefonu alıyorum, nedenleri detaylı yazacağı sözüyle. Biraz rahatlıyorum, aynı akşam saat sekiz buçukda Balcalı’dan, yirmi günün beklentisini, o binlerce acabayı çağrıştıran aynı zamanda yaşananın anatomisiyle örtüşmeyen, sanki özür dileyen, büsbütün incelik kurallarından yoksun habersiz, güncel özel sorunları altında ezilmiş, dünyayı yaşamı dışlamış, kurulu dostlukların listesini karıştırmış.
E. Aydın, 21Kasım1996
KENDİMİ ARIYORUM
İç dünyam ve dış dünyam, çelişkilerle dolu.
İç İlişkiler ve İletişim :
Bilindiği gibi kişilik, benlik, bireysellik, hatta yaratma, ideotizm hep iç iletişimin labirentlerinde, bütün gözlerden ırak, kuytularında oluşur, gelişir.
Bilim, kültür, etik; yasaların yasakların eşiğinde, havada, karada, suda ve heryerde sıkı yönetimini sürdürürken o orada gizli işler kotarır. Onun için olmayacak iş yoktur. Yeter ki, evet desin. Bu düzen bende başka türlü çalışır olsa gerek.!
Sağ gözüm (hangisi sağ bilmiyorum ya lafın gelişi); söğüt ağacını görür imgelerde, simgelerde ölçüp biçerken. Sol gözüm; onun üzerine tırmanan salyangozun, süt beyazı, kırık cam mavisi, kabuğunun erotik vede seksiliğini devreye sokar. Ulaşılmaz, güzel mi güzel bir kızla mavi bulutların daha mavisine uçururdu. Veya nazlı nazlı, oylumlu ırgalanışını aşka götürür gider.
Sabahın çiğ taneleriyle daha bir tazeleşmiş ebrulü gülü sol elimle okşamaya, belkide koparmaya hazırlanırken; sağ elim Of aman elime diken battı, canım yanıyor diye feryad eder.
Artık doğada seyrek rastlanan, çalı bülbülünün sesini daha iyi işitebilmek için sokulurken, avcının tüfeğinin sesi sol kulağımın dibinde patlar. Vuramadığı bülbüle, tüfeğine küfreder. Sağ kulağm üzgün, solu ise memnun.
Dışarıya çıkmak, gezmek isterim. Ayakkabımı, çorabımı giyerken; nedenler nedenleri kovalarnereye gidiyorsun, neye gidiyorsun, gerekli mi?. Bu sefer evethayır gündeme düşer. Yol ve yolculuk ya biter, ya geri kalır.
İnsan bu mudurder, kendimi listeden silmek isterim.
Sonra (baba) derler, (dede) derler, (hocam) derler... Şaşırır kalırım.
Pazartesi, Cumartesine büküldü; aradaki günleri görmek, okuyup değerlendirmek olanaksız bana göre.
Gün, öylesine kısalıyor ki, gazeteleri okumaya bile aslında yetmiyor. Resmi kim yapacak, kitapları kim okuyacak, mektuplara kim yanıt verecek, eşi, dostu, arayanı kim arayacak?.
İkibine üç kala; gezegenimizde insanlar, çil yavrusu gibi koşturup duruyorlar. Üç aşağı beş yukarı aynı durumdalar.
İnsanın evrimi sürdüğüne göre; umarımızda olmalı!
Valizi hafifletmek için, hangi gereçleri atabiliriz?.
E. Aydın, 5Ekim1997
BUGÜN BEN YENİ DOĞDUM
(Editörün Notu: Ethem Aydın’ı trafik kazasında kaybettiğimiz 27Kasım2002 sabahı aşağıdakine benzer bir olay yaşanmış olmalı)
Ana ve işlek bir yolda, sabah yürüyüşü dönüşü, bir araba beni rastlantı olarak ezmedi. Önce kaldırıma, sonra direğe çarptı. Beni rüzgarladı ve yine yola çıkıp durdu.
Bütün bu olaylar aynı saniyelerde oldu. Şimdi yaşıyorum. Büyük şans.
Sarsıntı yani ruhi depresyon dinmek üzere. Yaşam budur zahir!
Varla yok yanyana...........
E. Aydın, 8Kasım1997, Cumartesi
Çaltılı.
Adana sallanıyor. Moral bozucu. Apartmanlar çökebilir.Yıkılanlar... sokaklarda dahalar bekleniyor. Hem de huzursuz sonun başlangıcı gibi.
E. Aydın, 5Temmuz1998
Ah dağlar, doğanın yazgısı, zamanların değişken uzamda görkemli, mor, yeşil sıra dağlar, Adana'ya dönüş.
E. Aydın, 3Ağustos1998 Pazartesi
Dün rejime başladım yürüyüş, çay, simit.
E. Aydın, 20Ağustos1998 Perşembe
Bugün 10Haziran Perşembe.
Yarın Mut’ta kayısı bayramı başlıyor. Üç gün sürecek. Gitmeği düşünüyorum. Kalacak yer konusu her yıl daha da bir sorun çizgisine varıyor. Geçen yıllar daha mı az duyarlı veya şerefsizdim?. Ne oluyor? Bu duygusal değişim, bu değer yargısı kargaşası neyi vurguluyor? Mehmet’te yatardım, Hüsam’da yatardım ve bir art niyet oluşmazdı. Şimdileri ne oldu da öze döndüm?. Bir başka açıdan bakıyorsun.?!
Maaş için Zıraat Bankası’ndayım. Saat 8. Veznedarı bekliyorum.
E. Aydın
Dostları ilə paylaş: |