Eşref Bey amatör olarak keman çalardı; C. Çağ-la'mn annesinin adı Nâzime olup bu hanım da güzel piyano çalardı; kız kardeşlerinden biri piyano ve ud, diğeri de yalnız ud çaldıklarına göre Cevdet Çağla mûsiki ile yakın ilgisini evvelâ pek küçük yaşdan aile ocağında tesis etti. Babası onun batı mûsikisi ile uğraşmasını istiyordu, bu maksada Cevdet Çağla 6-7 yaşlarında iken o devrin ünlü alafranga keman hocalarından An-îonyadis'in talebesi oldu, ve ilk keman derslerine ondan başladı.
Musuliu Hafız Osman komşularıydı, ondan da, bir aile dostu âlâsı ile klâsik Türk mûsikisinden usul ve nazariyat dersleri gördü. İlk tahsilini Beykoz İbtidâî Mektebinde, orta tahsilini Kadıköy Sultanisinde yapdı; Kadıköy Sultanisinde Münir Nureddin Selçuk ile Fenerbağçe Kulübü reisi Dr. İsmet Uluğ'un yakın mekteb arkadaşı oldu. 1916 da Maarif Nezâreti tarafından batı müziği tahsili için Berline gönderildi, iki buçuk sene kaldığı Berlinde bir tarafdan nazarî tahsilini tamamlar iken diğer tarafdan geceleri gündüzlere ekleyen çalışma ile keman tekniğini gereği gibi ilerletti. Birinci Cihan Harbi mütârekesinde (1918) vatanına döndü, ve İstanbul İktisad ve Ticâret Mektebine devam etmeğe başladı; yine o yıllar içinde, Türk mûsikisini sahasında mühim
Cevdet Çağla (Resim : S. Bozcah)
ve kıymetli bir topluluk olan Darüttâ-lîrni Mûsiki heyetine girdi, ve bu he-yetde fasılasız on beş sene çalışdı, yurt içinde ve yurt dışında verilen bütün konserlere katıldı, bu arada ayni heyet ile iki defa Almanyaya gitti, Berlin Mûsiki Akademisinde verilen konserlere iştirak etti, ve Polidor Şirketine de plâk doldurdu; 1926 ve 1927 de iki defa da Mısır turnesine katıldı.
İstanbul Radyosuna 1926 da, müessesenin «Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi» adı ile ilk kuruluşunda intisab etti; 1938 de Ankara Radyosunun işletmeye açılması üzerine repeditör artistliğe tâyin edilerek Ankaraya gitti, ve 1950 yılma kadar on iki sene Ankarada kaldı; Aûka-
ra Radyosunun muhtelif topluluklarına katıldık-dan başka solist kemânî olarak programlarda fasılasız çalışdı; bir tarafdan da merhum Fehmi Tokay'ın Ankarada tesis ettiği Ankara Musiki Cemiyetindeki çalışmalara katıldı. 1950 yılında İstanbul Radyosu Müzik Yayınları Şef Muavinliğine tâyin edildi; ve altı sene bu müessesede idareci ve sanatkâr olarak çalışdı; 1956 da, Bağdad Güzel Sanatlar Enstitüsünde hocalık yapmak üzere Irak Hükümeti tarafından Bağdad'a davet edildi, Mesud Cemil ile beraber Bağdad'a gitti (B.: Cemil, Mesud); orada üç sene kaldı, hem hocalık yapdı, hem de Bağdad Radyosu ve Tele-viziyonunda çalışdı, devamlı konserler verdi. İrakda kraliyeti deviren ihtilâlden sonra, İrakda bulunan bütün emsali Türk muallimleri ve sanatkârları ile beraber 1959 da vatana döndü, ve aynı yıl içinde İstanbul Radyosu Türk ve Batı Müziği Yayınlan Şefliğine tâyin edildi. Bu satırların yazıldığı târihde aynı vazifede bulunuyordu (Eylül 1963).
Yukardaki hal tercemesi, ifâde şekli değiştirilerek Hilmi Rit'in Ses Mecmuasında intişar etmiş bir röportaj yazısından alınmışdır. Aynı mülakat da H. Rit'in: «Bestekârlığa ne zaman başladınız?» sualine Cevdet Çağla şu cevabı ver-mişdir:
«13-14 yaşlarımda bestekârlığa heves ettim. İlk şarkım hüzzam makamında ve semai usulünde «Hicran ile dil hastayım ümmit ile na-lân» isimli eserdir. Halen saz ve söz eseri olmak üzere 60 kadar eserim vardır. Bulunduğum şehirlerin havasına uyarak bazı şarkılarımda bu şehirleri tasvir etmeye çalıştım. Meselâ Hatay'ın, Mersin'in ve Bursa'nın unutulmaz hâtıralarını taşıyan eserlerim vardır..».
Hilmi Rit'in isteği üzerine Cevdet Çağla sanat hayatından da şu hâtırayı anlatmışdır:
«Darüttalim-i Mûsiki Heyetinde bulunduğum senelerde Bakırköydeki bir sinemada konser veriyorduk. Konser başlamadan evvel en ön sıraya büyük bir koltuk yerleştirildiğini gördük. Bu koltuğa kimin oturacağını bütün heyet mensupları merak etmişti. Biraz sonra en aşağı 150 kiloluk bir hanımı, şişmanlıktan yürüyemediği için koluna iki kişinin girip yürüterek getirip koltuğa oturttuklarını gördük. Heyetimiz kürdili hi-cazkâr faslı icra edecekti. Fasla başladık. Arada rahmetli neyzen İhsan Beyin taksimi vardı. Çıt çıkmıyordu. O zaman elektrik olmadığı için, ortalığa yalnız tepemizdeki lüks lâfiıbasmm sesi ha-
ÇAĞLAR (Behçet Kemal)
36SO —
İSTANBUL
ANSİKLOPEDlSÎ
3651
ÇAĞLAR (Behçet Kemal)
kimdi. Bu arada bir horlama duyuldu. Bu horlamanın nereden geldiğini ne dinleyiciler ne de sahnede olan bizler evvelâ anlamamıştık. Bilâhara gözlerimiz öndeki dinleyicilere takıldı, sesin nereden geldiğini teşhis ettik. Şişman hanım tatlı, derin bir uykuya dalmıştı. Taksimden sonra heyet ilk şarkı olarak «Ah eden kimdir bu saat kuytuda» isimli kürdili hicazkâr şarkımın son mısraı olan «Esme ey bad esme canan uykuda» nakaratını okuduğu sırada şişman hanımın yanında oturmakta olan zarif şair ve avcı Bedri Ziya beyin eğilerek hanımın yüzüne bakması bütün heyetin gözüne ilişti ve kahkahaya boğulmamıza sebep oldu. Konsere bir müddet devam edilemi-yeceği dinleyicilere bildirildi. Bu arada tabiî şişman hanım da uyanmıştı. Bir taraftan biz, bir taraftan dinleyiciler uzun müddet bu olaya güldük. Bir hayli aradan sonra perdeyi açabildik ve konsere devam ettik.»
ÇAĞLAR (Behçet Kemal) — Muallim, şâir; çağdaş türk şiirinin en seçkin temsilcilerinden; millî tarihimize ve dîvan edebiyatı ile zamanımıza kadar bütün edebî mekteblerin sanat ve fikir akımlarına derin vukufu, bir ilâhî vergi olan şâir şahsiyetini akran ve emsalinden kat kat üstün mevkie çıkarnıışdır; baht ile, ve ona eklenen te-sadiflerle çok gezmiş, bakmasını, görmesini bilmiş; zengin geniş görgü ile duygusunu hünerle, sağlam şiir tekniği ile ve tertemiz bir dil ile yo-ğurmuşdur; ve nihayet heyecanları, hitabet kudreti, yine bir lütfü ilâhî olan güzel insan, câzib insan oluşu ve zekâ ülkeri Behçet Kemal Çağları edebî mahfillerde dâima aratmışdır; çağdaş şâirlerimiz arasında hamasî şiir vadisinde ise, anadiline konunun azameti ile denk zenginlikde tasarruf şart olduğu için en önde bir simadır diyebiliriz.
Güzel bir rastlamadır, 23 temmuz 1908 de, Türkiyenin her tarafında hürriyet topları atılır iken Erzincanda anası Naciye Hanımın köyü olan Ekrek Köyünün çok mütevâzi bir evinde, bu evin Mercan Suyu kenarındaki bir odasında doğmuş-dur, babası Şaban Hami Bey Kayserili, Kayserinin Bünyan ilçesindendir, ki bu zât bu havalide onbirinci milâdî asırda yerleşmiş Bürüngüz aşi-retindendir.
Behçet Kemalin söylediğine göre baba sülâlelerinden bir kaç orta halli şak yetişmişdir. Babası Şaban Hami Bey İstanbulda Halkalı Ziraat Mektebinde okumuş, askerliğini yaparken Dör-
düncü Ordu müşürii Zeki Paşanın karargâh fidanlığına asilik tedârik etmek üzere Ekrek Köyüne gittiğinde, aslı Balıkesir çepnilerinden olup bu köyde yerleşmiş ve güzel bir bağçesi olan Kolağası Ahmed Ağanın kızı Naciye Hanımı görmüş, beğenmiş, istemiş, vermişler, evlenip Ekrek Köyünde iç güveyi 0^ larak kalmışdır.
Behçet Kemal Çağlar (Resim : S. Bozcalı)
Behçet Kemal bir bucuk yaşında iken askerlikden terhis edilen Şaban Hami Bey zevcesini ve oğlunu alarak Kayseri'ye gelmiş-dir. Seçkin şâir bir sohbet arasında bu İstanbul Ansiklopedisinin müdevvini Reşad Ekrem Ko-çu'ya hayatının panoramasını şöylece anlatmışdır:
«Babamın ziraat memurluğu, numune çiftliği müdürlüğü, vilâyet ziraat müdürlüğü memuriyetlerinde Boludan başlayarak Kudüse kadar uzanan seyahatlar yapmışızdır. İlk okula Boluda İmaret Mektebinde başladım, Konyada bitirdim. Orta tahsilim Kayseridedir. 1924 yılında Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı sıfatı ile ilk yurd içi gezisine çıkdığında Kayseriye de uğramışdı. Gece tertib edilen fener alayında, halkı ve mek-teblileri selâmlamak için vilâyet konağı balkonunda görünür görünmez, o yaşın duygusunu şu anda anlatmak çok zordur, çocuk safiyetimin coşkunluğu ve cesareti yaman bir şeydir, yerimde duramadım. (Şâir burada ağlamışdır), öğrenci safları arasından fırlayarak balkondan sokağa inen merdivenleri ikişer ikişer atlayarak yanına koş-dum ve hocalarımızın telkini ile aklımda kalmış şeyleri toparlayarak: — Biz târihimizde nice muzaffer kumandanlar gördük, zaferlerini harcadılar. .. kazandıkları zaferleri milletimize yararlı kılamadılar, sevgileri ile Türk milletini kalkındıra-madılar... siz de öyle olursanız tarihin bir köşesinde kalırsınız... bizim sizden beklediğimiz çok şey var... biz fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir nesil olarak yetişmek istiyoruz... biz bunu temin edin ki bugünkünden daha daha büyük olasınız!., yollu bir şeyler söyledim. (Bu B. K. Çağların ilk siyasî nutkudur). Etraf şaşdı kaldı, Mustafa Ke-
mal gözleri parlayarak alkışlayınca herkes alkışladı.
«İşte o geceden sonradır ki ben, dünyâ güzelini bir defa görmüş Keloğlan gibi ona âşık oldum; elimde demir âsâ, ayağımda demir çarık yollarına düşmek istedim. Aşk yoluna sür heybesi omuzlanıp çıkılır; babam telâş etti, Kayseri Lisesini bitirtmeden beni bir nevi sürgün olarak Zon-guldağa gönderdi; o zamanlar orada yeni açılmış olan Mâden Mühendis Mektebine girdim. Annem kaçar Kayseriye dönerim diye üzüntü içinde idi, gönlünün rahat etmesi için ona Zonguldakdan bir telgraf çekdim, annem okuma yazma bilmezdi, telgrafımı babam okuyacak, ben de hem mâden mühendisi olmaya kararlıyım, hem şâir kalmaya azimli, onun için telgrafı manzum yazmışdım: Selâm, ihtiram, muhabbet Müstakbel Mühendis Behçet
«Babam benim şak olmama kızıyor 'ama ken
di de şairliğe özenirdi, şu manzum cevâbı aldım-
dı: '•
Yine şairliğe bozdun işini Tatilde bellerim ta geçmişini!
«Zonguldak Mühendis Mektebini bitirdikten sonra (1929 da 21 yaşında) Avrupa stajından dönüşde yabancı, şirketlerde yüksek ücretle çalışmayı red ederek Anadoluda İktisad Vekâleti merkez mâden mühendisi olarak 'çalışmayı tercih ettim, derdim Mustafa Kemalin şehrinde olmakdı; şöyle uzakdan görmek için yollarına düşerdim, nihayet; nihayet ta yakından görme hasreti canıma tak etti, «Görmeye geldim...» diye bir uzun manzume yazdım. Hamdullah Subhi Beye verdim, o da götürüp sofrasında okumuş, Çankayaya davet olundum; işte o günden sonradır ki arada bir ben de o tarihî sofra başına çağrılır olmuşdum. Atatürk bâzan bir konu verir, yazmamı isterdi, ben de kütübhânesinin bir köşesine çekiür, hemen yazar, ve gidip kendisi ile arkadaşlarına okurdum. İşte böylece Mustafa 'Kemalin rahlesinde yetişi dini.
«Mustafa Kemal İngiltereye gidip bir müddet orada kalmamı, ingüiz halk edebiyatı ile aydın edebiyatı arasında kurulan köprüyü yerinde incelememi istedi, iki sene kadar Londrada kaldım. (1934-1936); İngiltereden dönüşde Halk Evleri Müfetişi olarak hemen bütün yurdu ilçe ilçe, köy köy dolaşdım; sonra jkinci askerlik vazifemi yaparken Karsda ve Erzurumda ne kadar halk şâiri varsa onlarla yakından temas imkânını buldum, «ser» ,'den kurtuldum, toprağa düşdüm, yaklaşıp kaynaşdıkca halkı anladım, ve sevdim.
Yalın ayakla basdığım toprakları bu sefer yalın ruhla bağrıma basdım. Askerlikden dönüşde Er-zincandan .mebus seçildim (1942-1946 seçim devresinde); 1946 da tekrar mebus oldum; ister istemez demokrasiye girmişdik; bâzı mücbir se-beblerle, Halk Partisinden ayrıldım, gönlümle, ruhumla, kafamla Atatürkçü kaldım; hem partiden, hem de mebuslukdan çekildim, hürriyeti seçer gibi sanatı seçdim, kalemimi, dilimi, bütün imkânlarımı kurtarıcı Atatürk prensiplerini savunmaya ve 'yaymaya vakfettim. İstanbuldaki Amerikan Kolejinde Türk Edebiyatı muallimi oldum (1950); bir ara «Şadırvan» adı ile bir milliyetçi fikir ve sanat dergisi çıkardım; İstanbul Radyosunda «Şiir dünyâmız» adı ile haftada bir defa on dakikalık bir konuşmam oldu; milliyetçi sanat görüşlerimi yayma imkânını buldum, bol ve taze misallerle yeni edebî kuşakların yetişmesine ve tanınmasına yararlı oldum. O devrin hükümetinden hayli tazyik gördüm, umursamadım; bir gün, U-şakda, Garb Cebhesi Kumandanı İnönünün basına taş attıkları gün isyan sesimi tam yükselttim, «Kafana çal taşını...» diye bir 'manzume yazıp günlük gazetelerde yayınladım, hemen radyo konuşmalarıma son verdiler, Kolejden de attırmak istediler, muvaffak olamadılar, 1958 - 1960 arasındaki haksızlıklara, densizliklere, düzenbazlıklara «Vatan» ve «Kim» dergilerinde gücümün yettiği kadar acı dil ile mücâdele ettim. 28 nisan 1960 dan sonra ve evvel yazdığım bâzı acı hicivler ve hücumlar dolayısı ile takibata uğradım, evimi aradılar, evrakımı götürdüler, emniyet müdürlüğüne sevk edib ifâdelerimi aldılar, idârei örfiye mahkemesine verdiler, bütün bu bayağılıklarla mücâdele azmim bilendi; her fırsatda, her toplu-lukda ve her gazete sütununda haksızlığa karşı daha kuvvetle haykırdım. Nihayet 27 Mayıs beni işkence görmekden ve tevkif edilmekden kurtardı. Orgeneral Cemal Gürsel, devlet başkam sıfatı ile beni temsilciler meclisine seçdi; Türk Kültür Dernekleri genel başkanlığına seçildim; şimdi yeniden yurdu üçe ilçe dolaşmakta, Halk Evleri ve Odaları zamanında belirmiş havayı yeniden canlandırmak için çalışmaktayım.
«Uzun yolculuklarda yalnız yurdumu tanımakla kalmadım. Avrupada yaptığım uzun bir otomobil yolculuğunda ecdadımızın şanlı hâtıralarını taşıyan yerleri bir bir gördüm.»
Türk Folklor Derneği ve Türk Dil Kuruma üyesidir; spor olarak yürümeyi, yüzmeyi ve ata binmeyi sever; ingilizce, fransızca, ve meramını
ÇAĞLAR (Mustafa)
3652 —
İSTANBUL
ansiklopedisi
— 3653 —
ÇAĞLAYAN KAMERİYESİ
ifâde edecek, okuduğunu anlayabilecek kadar da farsca bilir.
Şiirlerini «Erciyaşdan kopan çığ», «Burda bir kalb çarpıyor», «Çoban» (piyes), «Atila» ve «Hür mâvilikde» isimli kitablarda toplamış, neş-retrnişdir; Battal Gazi menkibesini halkın buluşlarına sâdık kalarak bir Anadolu fethi destanı olarak nazme çekmişdir. Yıllardır yeni bir eser ya-yınlamamışdır; Timur ve Yıldırım isminde bir büyük opera livresi Necil Kâzım Akses tarafından bestelenmektedir.
«Ankaralı Âşık Ömer» takma adı ile halk ağzı koşmalar yazarak inanlarını ve heyecanlarını halka sindiren Behçet Kemal Çağlar ne kadar yazıkdır ki hayranı olduğu resim sanatı ile hiç meşgul olmamışdır; yurdu durmadan gezip dolaşırken dere içlerine sığınmış, tepeler dibine büzülüp kalmış kasabacıklar, köyler için, yalnız dört satırla:
Yukarı bakdım mı yer yer tepeler,
Dev olup dağları itesim gelir;
Aşağı bakdım mı yer yer bağçeler,
Kuş olup dallarda ötesini gelir. diyen şâir kim bilir ne dilber tablolar ve poşad-larla, türk resim sanatının modernizm girdabı içinde bulunduğu bir devirde zamanımız Türkiyesi-ni istikbâlin gözlerine intikâl ettirecekdir; halbuki hâlen ancak fotoğraflar kalıyor.
ÇAĞLAR (Mustafa) — Zamanımızın ünlü ses sanatkârlarından; 1909 da Midilli Adasının Kapya Köyünde doğdu, bir çiftçinin oğludur, çocukluğu orada, köyde geçdi; Türkiyede Cumhuriyetin ilânından sonra bu aile mübadil olarak ana vatana gelip Ayvalıkda yerleşdi ki Mustafa Çağlar o zaman 14 - 15 yaşlarında idi; bir kaç sene sonra da asker oldu; kendisi şöyle anlatıyor: «Asker olunca Balıkesirde Kolorduya sevkedil-dim. Küçük yaşdan beri mûsikiye derin bir alâka duyardım, istidadım da vardı. Esasen bizim sü-lâde ses irsidir, dayılarımın ve amcalarımın sesleri çok- güzeldi, kaabiliyetimi kolorduda anladılar ve beni kolordu mûsiki topluluğuna aldılar, orada bilgimi biraz daha ilerlettim, 1931 de bilâ müddet izin 'vererek İstanbula Dârüttâîimi Mûsiki Heyetine gönderdiler. Bu heyet o zaman hususî bir konservatuvar hâlinde idi; burada da sesimin güzelliği ile dikkati çekdim, ve heyet reisi Fahri Kopuz beni himayesine aldı (Mustafa Çağlar 22 yaşında), aslında da ben kolordudan bir tavsiyenâme ile doğrudan kendisine gönderilmiş-dim, Fahri Kopuzun büyük yardımı ile sanatımı hayli ilerletince bana ayda 60 lira maaş bağladı*
Mustafa Çağlar (Resim : S. Bozcalı)
lar; bu sırada Dârüttâîimi Musiki -Heyeti dağılma tehlikesi gösterdi, azalar gazinolardan câzib teklifler alıyorlardı; nitekim çok geçmeden dağıldı, herkes bir tarafa gitti, bu arada ben de Cevdet Çağla ve Neyzen İhsan Beyle birlikde Beyoğlun-daki gazinolardan birinde (?) çalışmaya başladım; sonra bu gazinoyu diğer bir kaç dâne-si tâkib etti; bu sırada Neyzen İhsan Bey vefat etti, Cev. det Çağla ile beraber Ankara Rod-yosuna davet edildik. Ankara Radyosunda sekiz sene kadar çalışdım. Hiç tereddüt etmeden diyebilirim ki mûsiki bilgimin büyük kısmını Ankara Radyosuna ve orada tanıdığım üstad
Mesud Cemil'e borçluyum; onun yüksek zevki bana yepyeni bir sanat ufku açdı...».
İlk konseri hakkında da şöyle konuşmuşdur: «Hemen bütün ses sanatkârları gibi, çocukken arkadaşlar arasında şarkı söylerdim. Sahneye ilk de a 1931 de Kız Kulesi Parkında çıkdım, o zaman Dârüttâlim Heyeti muhtelif yerlerde konserler verirdi, bu da onlardan biriydi. Aynı yıl uzun bir Anadolu turnesine çıkdık, o sırada da Anka-rada okudum... Gaziantebe kadar gittikdi. Doldurduğum ilk'plâk Aşk Yalanmış sarkışıdır. 1939 da evlendim, zevcemi onun çocuk yaşında tanıdım, Balıkesirde askerdim, onlar İstanbulludur, babası Balıkesirde nafia mühendisi idi, ud ve kanun çalardı, musiki cemiyetinde fahri icrâkâr idi, orada tanışdık, beraber çalışdık. İstanbulda tekrar buluğduk, küçük kız büyümüş, Ankara Radyosuna girdiğimden bir sene sonra idi, zevcem oldu. Filimlerde rol almam da, yalnız bizde ilk dublâjlar yapıldığı zaman Şeyh Ahmed filminde Ahmedin ağzından Dede Efendinin «Ben seni sevdim seveli kaynayıp coşdum» şarkısını okudum; garibdir ki adımı memleketde ilk defa tanıtıp yayan o film olmuşdur; sonra bir çok filmde, hâlâ da okumaktayım. Futbol maçlarım, pehlivan güreşlerini severim, koyu Fenerbahçelilerden biriyim, kulübde de kayıtlı, aslî üyeyim. Târihî eserleri, ansiklopedik bilgi veren eserleri se-
verim; seyahatdan da pek hoşlanırım. Hayatımda en büyük hayâl sukutuna bir erkek çocuk beklerken kızım Ülfetin doğması olmuşdu, fakat bir anda kızıma da öyle bir sevgi ile bağlandım ki yıllarca dadısı, lalası oldum» (1948).
Burhan OI.KER
ÇAĞLAYAN — Batı türkcesinde isim, suni şelâle (Türk Lügati). İstanbulda bir şehir kütüğünde kaydedilmeğe değer Çağlayanlar on sekizinci asrın ilk yarısında Lâle Devrinde Sâdâbâd adı ile anılan Kâğıdhâne mamuresinde yapılmış-dır; Sâdâbâdda Kasrı Neşât'ın önünde idi, İkinci Sultan Mahmud zamanında bu kasrın yerine yapılan yeni bir kasır, bu sun'î şelâlelere nisbetle «Çağlayan Kasrı» adını aldı.
Tadımlık dîvânı ile Lâle Devrini tek başına temsil eden kudretde şâir Nedim Sâdâbâd şanında yazdığı meşhur kasidesinde bu meşhur Çağlayanı şu beytinde kaydediyor:
Görmeyen âdeme elhak ne kadar vasfetsem Nice tâbir olunur Çağlayanın seyrânı
Yine Nedim bir şarkısında şöyle tasvir edi
yor: . '
Gezermiş kasrın etrafında yer yer taze mehrûlar Mükâhhal gözlü şirin sözlü Leylî yüzlü ahular Henıan alkış sadâsm andınrınış çağlayan sular İderlermiş duasın pâdişâhı ma'deletkârın
Şâir Behic'in aşağıdaki şarkısı, İkinci Sultan Mahmud zamanmda Enderundan yetişmiş, kendi adına nisbetle anılır meşhur mûsiki mecmuasının muharrir ve derleyicisi Hâşim Bey tarafından «sabâ» makaamından bestelenmişdi:
Salınub ey servi güizân emel Çağlayan seyrine Sâdâbâda gel Pâyine yüz sürdüğüm seyritsün el Çaf layaii seyrine Sâdâbâda gel
ol saz ferman eyle kâh Kıl tenezzüh okuna faslı segah Sen otur semti safâda it nigâh Çağlayan seyrine Sâdâbâda gel
Ey güli şad berki güizân vefa Pey nij'âz eyler Behîci bî neva Duymadan ağyar kâfir macera Çağlayan seyrine Sâdâbâda g«l
Enderunlu Vâsıf m şu meşhur şarkısı da zamanında Hafız Efendi tarafından buselik aşîran makamından bestelenmişdi:
Çözülme zülfüne ey dilrübâ dil bağlayanlardan
Kaçınma âteşi aşkınla bağnn dağlayanlardan Düşer mi ictinâb etmek seninçün ağlayanlardan Sirişki çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan
Gelüb vakti bahar âlem sâfâyi gülsen ettlkde Nevayı bülbülü gûşi güli ra'nâ işittikde Uyub ahbaba sen de seyri Sâdâbâda gittikde Sirişki çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan
Senin bir rengi zîbâ var ki gülrenk izârmda Bulunmaz gülistanı âlemin baği baharında Otur ihrama aram it bi raz havzm kenarında Sirişki çeşmimin bak farkı var mı çağlayanlardan
Hünkâr hamlacısı İsmail Ağanın bu şarkısı da geçen asrın ilk yarısında yaşamış Yani Usta tarafından bestelenmiş bir köçekçedir:
tşte nevhat civan oldun güzelim
Gel gidelim Kâğıthane seyrine
Kayık ile önce bir yol gezelim
Gel gidelim Kâğıdhâne seyrine
Soyun dökün at hicabı civanım Çak cakışdır çapkın ruhi revanim Meydan senin çık salın pehlivanım Gel gidelim Kâğıdhâne seyrine
Lütfet beyim pâyini öpdür hele Rûyi deryâdeyiz düşmeyiz dile Güven benden Hamlacı îsmâile Gel gidelim Kâğıdhâne seyrine
Çağlayanlar çağıl çağıl çağlasın Senin gibi yâre gönül bağlasın Çevrin görüb benim gibi ağlasın Gel gidelim Kâğıdhâne seyrine
Kanal-havuzları, çağlayanları, geniş su tesisleri ile bir daha yapılmasına imkân olmayan Çağlayan Kasrı, tamiri istikbâlin imkânlarına bırakılarak korunması gereken bir yapı iken (zamanımızda emsalsiz bir turistik otel olabilirdi) temellerine yıkıldığı sırada Çağlayanlarla beraber bütün su tesisleri de bozulmuşdur. Ecdadının yadigârlarına karşı bu derece vefasız ve tahribkâr bir neslin, istikbâlin kendi hakkında vereceği hüküm karşısında da derin bir gaflet içinde bulunduğu aşikârdır.
ÇAĞLAYAN KAMERİYESİ — Çağlayan Kasrı müştemilâtından; iki kanal-havuzun ayrım noktasında büyük çağlayana nazır yonca yaprağı plânlı bir kameriye idi; on iki zarif mermer sütun üzerine oturtulmuş geniş saçaklı ve kurşun kaplı bir çatı ile örtülmüş olup ortasında fıskiyeli müdevver bir mermer havuzu vardı; İkinci Sultan Mahmud tarafından yaptırılmısdı: ki bu pâdişâh yaz ramazanlarında bu kameriyede iftar etmesini çok severdi; güzel bir parkın önünde, çağlayanın şarıltısını dinleyerek hakikaten hem oruç, hem de gönül açılacak yerdi. Kasır ile beraber yıktırıl-mışdır; 1949 da temel izi mermerler perişan bir halde serilmiş duruyordu.
Bbl. : Dr. S. N. Nirven, Sâdâbâd Su Tesisleri, Artiket Dergisi No. 3-4, 1949,
ÇAĞLAYAN KASRI
— â654 —
İSTANBUL ANSİKLOPEDİSİ
ÇAĞLAYAN KASRI — İstanbulun çok eski ve pek şöhretli mesiresi Kâğıdhânedeki son hünkâr kasrı; kendisi rağbet göstermediği halde Abdülâziz devri sonuna kadar bakımlı kalmış; İkinci Sultan Abdülhamid tarafından, padişahlığının ilk yıllarında yalnız bir defa gidilip görülmüş, sonra yıllar boyunca alelade bekçiler elinde bakımsız kalmış, Birinci Cihan Harbi içinde bir ara Dârüleytam olmuş, sonra tamamen harâbiye terk edilerek 1930 dan sonra temeline varınca yıkdırılrmş, mermer merdivenler, selsebiller, çeşmeler gibi gaayetle kıymetli bazı yapı malzemesi rivayete göre şunun bunun elinde kalmış; şâir en-kaazı da hazîne adına satılmışdır.
Çağlayan Kasrı adını, önünde bulunan pek güzel bir çağlayanlı kanal-havuza nisbetle almış-dı; bu kanal-havuz, çağlayan ve havuz içindeki müteaddid fıskiyeler ise son Çağlayan Kasrından evvel burada mevcud olan Sâdâbâd Mamuresi ve Sâdâbâd Kasrından kalmışdı.
Kâğıdhâne Deresi vadisine, bir lâtif meşîre olarak ilk yakın alâkayı gösteren pâdişâh Kanunî Sultan Süleymandır.
Bakımlarına Baş Mirâhur (Emirâhur) Ağanın memur olduğu has ahırlardaki kıymetli binek atları mevsiminde çayırlanmak için Kâğıdhâne vadisine çıkarılırdı; Kâğıdhâne Deresi ile Alibey Köyü Deresinin Haliç bitimine döküldükleri noktada, geniş bir üçgen teşkil eden sahada Mîrâhur Köşkü adı ile mîrî bir kasır vardı. Burada atlar çayıra çıkarıldığı zaman Başmîrâhur Ağa, bir saltanat ananesi olarak pâdişâha mükellef bir ziyafet verirdi. Sultan Süleyman Kâğıdhâne vadisinde teferrüce çıkdıkca bu kasra uğrar, dinlenirdi. (B.: Mîrâhur)..
Dostları ilə paylaş: |