Halicin mâmur bir iskân bölgesi olduğu asırlarda, bu tabiî iç limanın kıyısında pâdişâhlara mahsus yapılan ilk sâhilsaray Tersane Kasrı Hümâyunu oldu, Kasımpaşadaki bu sâhilsaray, heı şeyden evvel Tersanenin gürültülü günlük hayatı dolayısı ile bir dinlenme yeri olamazdı (B.: Tersane Kasrı; Aynalıkavak Sâhilsarayı).
On yedinci asır ortalarında Haliç kenarında daha sakin bir yer aranarak Eyyubun karşısında, Halicin bitiminde Karaağaç demlen mevkide Karaağaç Kasrı Hümâyunu yapıldı (B.: Karaağaç Kasrı).
On sekizinci asrın ilk yarısında, Üçüncü Sultan Ahmedin büyük inkılâbcı vezîri Damad Nevşehirli İbrahim Paşa, İstanbulda geniş, bir imar işine girişirken, Frausadan getirtdiği Versailles ve
Fontainbleau (Versay, Fontenblo) saraylarının plânlarından ilham alarak Kâğıdhâne vadisi mesiresinde Sâdâbâd mamuresini kurdu. R. E. Koçu «Patrona Halil» adlı eserinde Sâdâbâdm kuruluşunu şu satırlarda toplayarak anlatıyor:
«... 1683 de Viyananın ikinci defa muhasarasında uğranılan bozgundan sonra zincirleme felâketli harbler İstanbulun üstüne bir kara bulut germişdİ4 ve kasvet yalnız insanlarının yüreğinde değildi; büyük şehrin yüzünde de görülüyordu. Vak'anüvis Râşid Efendi: «Yıllardanberi bakım-sızlıkdan mîrî saraylar, kasırlar, bağçeler -harâb olmaya yüz tutmuşdu» diyor.
«... 1718 de Pasarofça Muahedelerinin imzası ile bir sulh devrine girilme Sadrâzam Nevşehirli İbrahim Paşa, bir tarafdan toplum kalkınması yolunda büyük işlere başlarken, diğer tarafdan İstanbulun îmârma el attı.
«... o zamana kadar Boğaziçinde yalılar ya kırmızı aşı boyası ile boyanır, yahud boyasız tahta bırakılır, tahtalar da zaman ile simsiyah kararırdı. İbrahim Paşa akademik bk toplantıda Bo-ğaziçinin güzelliğinden bahsederken yalıların bu dış görünüşü üstünde durdu. O siyah kisvelerin hepsinin içi emsalsiz bir şark lüksünün hazînesi idi; Paşa: «Bu cennet köşesinde kara binaların içerisinde oturuyoruz, Boğaz yalıları niçin beyaza boyanmaz?» dedi; ve Boğazın iki yakasında kibar ve rical yalıları beyaza boyandı; manzara derhal öylesine değişdi ki, sanki sihirkâr bk el Boğazın iki sahiline zambaklar, manolyalar saç-mışdı... Eskiler tamir ve tâdil edildi, yenileri yapıldı ve bu mükellef ve muhteşem malikânelere devrin edebî zevkine göre isimler verildi: Salacak kasrına «Şerefâbâd», Kanlıca kasrına «Mkâbâd». Çubuklu kasrına «Feyzâbâd», Bebek kasrına «Hümâyunâbâd», Ortaköyle Kuruçeşme arasındaki kasra «Neşâtâbâd», Beşiktaşda İbrahim Paşanın sâhii-sarayına da «Âsâfâbâd» denildi.
«... asırlarca sonra, Nevşehirli İbrahim Paşanın bir hemşehrisi, müverrih Ahmed Refik Bey merhum (B.: Altmay, Ahmed Refik) o devre «Lâle Devri» ismini vermişdir... Fakat bugün Lâle Devri denilince ilk hatıra gelen isim Kâğıdhâne vadisinde kurulan Sâdâbâd mâmuresidk...
«... Lâle Devrinden bir asır evvel yaşamış büyük seyyah ve muharrir Evliya Çelebi Kâğıdhâne Deresi boyunu İstanbulun namlı mesireleri arasında kaydediyor ve oraya Lâlezar Mesiresi adını veriyor: «... lâle vakti bu meskeyi görenin aklı perîşan olur. Derenin iki tarafı çınar, kavai
o (Q a
2
a §
g l
>, :?
B fa
Sı '$
CS e*
t
O
ÇAĞLAYAN KASRI
— 3656 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
— 3657
ÇAKAL
ve salkım söğüdlerle müzeyyendir... Bu mesîreve gelen nice bin İstanbul dilberi soyunurlar, gül-penbe badem misâli nazenin vücudlarına kırmızı ibrişim peştemallar sarıp, dereye girerler. Hüseyin Baykarâ sohbetleri olur...».
«... İbrahim Paşa sadırâzam olduğunun tezine 1717 nisanı içinde Üçüncü Sultan Ahmede burada bir kır ziyafeti verdi. Dere kenarında pâdişâha ve diğer davetlilere mükellef çadırlar kuruldu. Sâdâbâd mamuresinin kuruluşuna ilk adım işte bu kır ziyafeti oldu.
«... Sâdâbâd yapılarına 1722 de başlandı ve bir sene içinde tamamlandı, Dere boyu, Kâğıdhâ-ne köyünden Halicin bitimindeki Karaağaç Kasrına kadar parsellendi, ve her parçası bir. güzel kasır, bir lâle bağçesi ve bağçesinde fıskiyeli bir havuz yapdırmak şartı ile devlet ve saray erkânına ve İstanbul zenginlerine temlik edildi, dağıtıldı. Kâğıdhânede pâdişâha mahsus muhteşem tesislerin yanında bu suretle her biri ayrı güzellikde 170 kasır yapıldı, ve hepsine ayrı ayrı isim kon-dukdan başka bu geniş mamurenin tümüne Sâdâbâd denildi, bu vâdî dere boyundan sırtlara kadar şenlendi; tadımlık dîvânı ile Lâle Devrini tek başına temsil eden o devrin taze dilli şâiri Nedim, bu geniş îmar işini tek mısra ile ifâde edecek hüneri göstermişdir:
«... Derenin iki kenarına rıhtım yapıldı, bağ-çelerde mermer kanallar içinde sular dolaştırıldı, mermer havuzlara arslan ağızlarından (ejderhâdan) sular akdi, fiskiyelerden sular püskürüp savruldu, kanalların ve derenin üstüne zarif köprüler kuruldu, çeşmeler, selsebiller. ve iki büyük kanal-havuz arasında da büyük bir çağlayan yapıldı, onlara da isimler verildi: «Cedveli Sîm», «Cisrî Nûrânî», «Çeşmei Nevpeydâ» denildi. Resmi küşâdı da 1723 yıılnda lâlelerin doruk zamanında yapıldı. Saz, söz, rakkas, sâkî, şarab, ke-bab, mahbub, nigâr ve lâlelerle çerağan safâlarm-da geceler gündüzlere eklendi. Şâir Nedimin bilhassa gazel ve şarkılarında bu hayat bütün şaşaası, revnakı, renkleri ve sesleri ile ve güzellerinin giyim kuşam tasvirleri ile yaşamaktadır (B.: İbrahim Paşa, Damad Nevşehirli; Nedim Efendi, Ahmed; Lâle Devri; Sâdâbâd; Kâğıdhâne; lâle; çerağan; çağlayan; çengi; köçek).
«... (Sâdâbâdın mevcud kaynaklara göre etraflı tasviri o aradaki âlemlerin nakli bu Çağlayan Kasrı maddesinin konusu dışında kalır, yu-kardaki atıfları bu bakımdan kaydettik) Sâdâbâd mamuresinde pâdişâha mahsus en büyük ve mü-
kellef kasır, biri yüksekde, öbürü biraz altında, suların birincisinden ikincisine çağlayan hâlinde döküldüğü iki büyük kanal-havuzun kenarında yapılmış olan «Kasrı Neşât» idi. (İşte bu kasırdır ki on dokuzuncu asırda temelinden yenilendiği zaman Çağlayan Kasrı adını aldı).
«... Lâle Devri, hamam çıplağı dellâk Patrona Malilin etrafında toplanmış İstanbul eclâf ve erâzilinin ayaklanması ile başlayan 1730 ihtilâli ile sona erdi (B.: Halil, Patrona; Muslu Beşe; Külhan beyleri)... İstanbul şehri içinde yalın ayaklı hayta ve hezele güruhunun türlü şenî tecâvüz-lerleryağmalara koyulduğu ihtilâlin buhranlı günlerinde yeni pâdişâh Birinci Sultan Mahmud bir ferman yayınlayarak Sâdâbâddaki 170 kasrın sâ-hibleri eliyle (süflî ayak takımının tecâvüzüne uğramadan) üç gün içinde yıkılmasını emretti, Kasrı Neşat ile pâdişâha mahsus diğer tesisler de devlet eliyle (tekrar ihyâsı mümkin bir şekilde) yıkdırıl-dı...» (R. E. Koçu, Patrona Halil, Ulus Gazetesi).
Nitekim ihtilâlden az sonra, Patrona ve ayak-daşlarının tepelenmesini müteâkib yalnız Kasrı Neşât Birinci Sultan Mahmud tarafından Lâle Devrindeki şekli ile, pek tabiidir ki zarurî bâzı tâdiller yapılmışdır, yeniden inşâ edildi, ve bu sefer bu kasra, yıkılmış büyük mamurenin hâtırasına izafeten «Sâdâbâd Kasrı» adı verildi. Plânı ve dış manzarası bilinmeyen bu kasır (Topkapusu Sarayındaki Mustafa Paşa = Sofa köşkü üslûbunda bir ahşab yapı olduğunu tahmin ediyoruz). Üçüncü Sultan Selim zamanında kagir olarak yeniden yapıldı, bu arada önündeki kanal-havuzlaı da tâdilen tamir edildi, ve kasır «Sâdâbâd» adını taşımakda devam etti. İkinci Sultan Mahmud da Sultan Selimin Sâdüâbâd kasrını tecdiden ve tâdilen tamir ettirerek eski adını da değiştirdi; «Çağlayan Kasrı» ismini verdi; işte bu maddenin ilk satırlarında uzunca bir zaman rağbetten düşüb metruk kaldığını, bir ara Darüleytam olduğunu, ve nihayet temelinden yıkılarak kaldırıldığını kaydettiğimiz Çağlayan Kasrı İkinci Sultan Mah-mudun yapdırttığı binadır.
İki katlı bir kagir yapı olan bu binanın plânını elde edemedik, dış görünüşünü tesbit etmiş güzel bir resmini de bulamadık. Bu ansiklopedinin aziz dostu Dr. Sadi Nazım Nirvan, Arkitekt dergisinin 1949 yılına âid 3-4 numarayı taşıyan nüshasında kasrın içinden alınmış iki resim neşre tmişdir, onlardan istifâde için de teknik imkân bulamadık. (B.: Çağlayan; Çağlayan Kameriyesi - İftariyesi).
Sultan Selimin yapdırttığı kasrın güzel bir gravürü vardır. Bu kasrın Enderunlu Fâzıl Beyin «Hubannâme ve Zenannâme» adındaki meşhur manzum eserinin el yazması bir nüshasında bulunan bir minyatürde bu kasır, Kâğıdhânede eğlenen İstanbul kadınlarına dekor olarak resme-dilmişdir ki bu kıymetli minyatür Hayat Mecmuası tarafından renkli olarak neşredilmişdir.
Dr. Saadi Nâzım NİRVEN
ÇAĞLAYAN SUYU — Bu suya Kâğıthâ-
nenin Ayazma Suyu da derler. Suyu bir zaman
lar şöhretlendîren, İkinci Sultan Abdülhamidin
şehzadelik zamanından başlayıp padişahlık yılla-
' rmda da devamlı olarak yalnız bu suyu içmiş ol
masıdır. Şehzadeliğini Kâğıthânede ve köşkünün
bulunduğu ,Maslak taraflarında geçiren ' Sultan
Abdülhamid padişah olunca civarın zaten en iyi
suyu olan bu menba suyunu Yıldız Sarayına ge-
tirtmişdir. Suyun menbaı; Kâğıthane köyünün do
ğusunda, derenin sol tarafında, yirmi sene evvel
paralı bir şahsın satın alarak sonra da yıktırdığı
Koşu köşkünün arkasındaki tepenin eteğine se
rilmiş yeşil çayırın kenarındadır. Bir kaç ulu çı
narın sakin gölgeliklerinin loşluğu içinde uyuyan,
siyah kiremit damlı taş duvarlı ufak bir bina için
de mermer döşeli zeminin oluğundan akan sular,
vaktile bu bina yanında yapılmış içi beyaz fayans
kaplı bir haznede'toplandıktan sonra Mecidiye
Köyüne yükseltilerek oradan Yıldız Sarayına akı-
tılırmış. O günleri görmüş köy ihtiyarları, bu men-
bâ binası etrafında ve su yolu üzerinde nöbet tu
tan saray nöbetçilerinin civara hayvan sokmadık
larını, ve insanları da yaklaştırmadıklarını anla
tırlar. Sultan Abdülhamidin padişahlık yıllarında
sarayda büyük rağbet gören su, Yıldızın saltanat
günleri sönünce, zamanla yolları harap olmuş,
menbaı da bakmışız kalarak köy halkı tarafından
da taşlan yer- yer dökülmeğe başlayan menbâ bi
nasının eski kapüsu vakit vakit açılarak desti dol
durulan bir pınar başı hâline gelmişti. On - on beş
sene kadar evvel de, suyu kiralayan bir müteahhit
su tesisatını kısmen tamir ettirerek, Abidei Hür
riyet karşısında Marinin kahvesi denilen yerde
bir su haznesi yaptırarak buradan suyu damaca
nalarla Çağlayan Suyu adı altında piyasada sat
mağa başlamıştı. Yirmi beş sene evvel suyun
menbaından yapmış olduğum bîr tahlilde içim
evsâfı çok güzel serin ve lezzetli, sertlik derecesi
hafif tatlı bir menbâ suyu olduğunu tesbit etmiş
tim. Dr. Saadi Nazım NlRVEN
CAĞPAR (Mehmed Mahiddin) — Kalem
sahibi askerlerden: babası Arabkîrli Mehmed E-
fendi Hicaz Vilâyeti muhasebe mümeyyizi iken 1874 de Mekkede doğdu, bu münasebetle uzun zaman Muhiddin Mekki Bey diye tanınmışdır. İlk tahsilini-Mekkede gördü, İstanbula gelerek Harbiye Mektebinde okudu, fahrî hünkâr yaverliğinde bulundu, Hicaz fırkası erkânı harbiyesine memur edildi, oradan da Rumeline geçerek De-mirhisar, Nasliç, Kesriye tabur kumandanlıklarında, Üskübde, Halisorların isyanı dolayısı ile Ar-navudlukda; Balkan harbi askerî harekâtında bulundu; Birinci Cihan Harbine iştirak etti, İstiklâl Harbinde de Erkânı Harbiye Târihi Harb Şubesinde çalışdı; yolu ile ve hizmetleri ile terakki ederek miralay (Albay) rütbesi ile emekliye ayrıldı, bir müddet de askerî mekteblerde muallimlik yaparak, l aralık 1936 da veîât etti, Feriköy kabristanına defnolundu. Emniyet Umum müdür muavinliğinde bulunmuş İzzeddin Çağpar'ın babasıdır.
Abdülhak Hâmid, Cenab Şehâbeddin, Ali Ekrem, Süleyman Nazif gibi büyük edebî şöhretlerle mektuplaşacak kadar şahsî dostluklar kur-musdu. Genç yaşından başlayarak şiirler yazmış ve onları «Yeşil Yaprak» ve «Filiz» adlı kitab-larda toplamışdır; bir «Yeni Mevlidi Nebevî» si, «Anîze» ve «Nâhid» adında manzum, «Güzel Vatan» ve «Güzel Rumeli» adında mensur dört piyesi vardır; eserlerinin hepsi matbûdur. Bibi. : M. K. inal, Son Asır Türk Şâirleri.
ÇAKAL — Malum hayvanın adı; İstanbul argosunda «kurnaz», «hilekâr ve düzenbaz (kâ-ğıd ve zar oyunlarında)», «esâfil ve erâzilden çıplak ve aç yağmacı», «tıyneti bozuk, nîmet hakkı, tuz ekmek hakkı bilmez, nankör», «güzellikden, tatlı dilden, muhabbet anlamaz kaba, vahşî», «se-bebsiz hır çıkaran», «edebi, hüsün ve ânı olmıyan mahbub», anlamlarındadır. Misaller:
—- Aman dikkat et... alımına, çalımına, yüzüne aldanma, vurmada öyle bir çakaldır ki insanı mahveder de sonra karşıdan güler, enayi hesabım bilseydi der...
-
«... Tozluklunun kumar kahvesine da
dandı, etrafını çakallar sardı, babasından kalan
bütün parayı iki üç ay içinde elinden aldıkdan baş
ka evini de sattırıp yediler, zavallı delikanlı yalın
ayak yarım pabuç sokakda kalıp kaşı gözü yerin
de olmakla bir ağa kapusunda uşak oldu...» (Tâbir
Bey Hikâyesi).
-
«... kimi dev heyet ve Ehremen'suret ze-
berdest pehlivan ve kimi taze rû mahbub mürâhik
oğlan amma cümlesi yalın ayak esâfil ve eelâf ça-
ÇAKAL BEY (Topuklu)
— 3658 —
istanbul
ANSİKLOPEDİSİ
3659
ÇAKALDAĞ
kallardır ki geceleri güruh güruh dolaşub İstanbulu soymuşlar ve emvâi mel'anet ve senâetde şeytana parmak ısırttılar...»
-
— Mustafanın bir çakal olduğuna aslaa
ihtimâl veremezdim, elim biraz daralmca ayağını
kapumdan kesiverdi...
-
Kabakçı Mustafa için (B.: Mustafa Çavuş,
Kabakçı) söylenmiş bir hicviyedir:
İbretle bak sen Hakkın tokadına Lanet olsun Kabakçının adına Bütün ömrü çakal çakılla geçdi Doyamadı .gelin kadın tadına
* Mısırlı Hanım hikâyesinden :
Rizelidir kayıkçının şehbazı -•
Hanım alır eve o zıpır lazı
Mey içüb muhabbet tamam oldukda
Gün doğmadan savmak güçdür haylazı
Zira oğlan gaayet ile çakaldır
Dir ki hanım bana baskın masaldır
* — Ne olmuş yahu... sizin Şile gezmesi bur
nunuzdan gelmiş...
-
Garibdir dedik, İlyası da aldık...
-
Anlatma... kabahat sizde...' hiç o çakal
gezmeğe götürülür mü?!
* Danismendi idi bir haylaz çakal
Yakardı şem'ine her gece sakal
(Alacahamamlı Reşid, Hezliyyat)
ÇAKAL BEY (Topuklu) — Bir İstanbul bıçkını tipi; altı ve üstü kopuk, konusu tamamen koybolmuş bir meddah hikâyesinin iki manzumesinde anlatıldığına göre babası kayıkçı ve anası sokak sürtüğü bir hamam ustası olan Kasımpa-şalı gaayet güzel fakat fingirdek, hoppa, «er canlısı» bir kız vardır. Kızın anası yosmasını zengin ve kibar ve muhakkak.ki toy bir delikanlıya yamayarak ana kız hanımlık payesine yükselme ümidini beslemektedir; ve bu maksad ile, düğün, sünnet düğünü, kına gecesi, lohusa cemiyeti, gelin çeyizi seyri ve daha''türlü vesilelerle kibar ka-pularına girip çıkmakda olan sürtük kadın güzel kızını gaayet süslü olarak dâima peşinde sürüklemekte, onu kibar ,muhitlerinde teshir ile satmaya çalışmaktadır. Erkek canlısı kız ise koca olarak kibar ve zengin evlâdı değil, kaşı gözü yerinde, eli ayağı düzgün, koşarlı, uçarlı, kâkül-lü perçemli tığ gibi bir şehbaz düşünmektedir, ve günün birinde böyle bir mürâhik oğlana gönlünü kapdırmışdır, oğlan bir külhânbeydir (B.: Külhan Beyi); bir hamam külhanından kalenderler pençesinde terbiye görerek yetişmiş ve îmeclislerde köçeklik yapmakta olan bir bıçkındır, adı Topuklu Çakal Beydir; anası bir çingene kızı, babası
meçhul bir aşk çocuğu, bir yadigârdır (B.: Yadigâr).
Bu aşk hikâyesi bir meddah ağzında çok
renkli dekorlar içinde her türlü entrikalarla işle
nebilir; eğer sonu acıklı bağlanmak istenirse, kı
zın babası olan kayıkçı oğlanın meçhul babası,
dolayısı ile kızla oğlan kardeş çıkarlar. Manzu
meler şunlardır: . _
DER VASFI NlGÂR
Tazeden tazedir kınalı pullu Hanımım kız oğlan kız İstanbullu
Semti Kasımpaşa âşifte nigâr Babası kayıkçı ne lâzım inkâr
Kız için anası, bezde kenarı Hamam ustasıdır anası kan
İki otuzunda rastık kasnıda Yaz kış eksik dep çiçek başında
Velfecri okuyan gözde sürmesi Köşe yastığıdır iki memesi
Nerde düğün dernek, çeng ü çegaane Kan etek sürter hâne behâne
Kızı hem peşinde yosma fingirdek 'Süslü iki dirhem ve bir çekirdek
Feracesi yeşil, sandır başmak
Al yanak üstünde ak bulut yaşmak
Kınta kınta hem seke seke Arar sayd etmeğe koç ile teke
Gamzeli nigâhı süzdü geçdi mi Çileden çıkanr heman âdemi
Cevahir akçede yokdur hiç gözü Kız er canhsıdır kısadan sözü
Karı hümâ pervaz kızı şıp sevdi Aramaz beyzade paşazadeydi
Bakmaz hiç ayağa var mı pabucu Kâfidir oğlanın perçem sorgucu
El ayak kaş gözün varsa ger nakşı Dir ki işte buldum canım oynaşı
Dururken nice yüz kibar evlâdı Buldu bir nev zuhur çeşmî cellâdı
Külhan perverdesi meydan .köçeği Kalender neredemi ol Çakal Beyi
DER VASFI MAHBUB
Hind pâdişâhının şehzadesi mi Keşmirî zeminde kaş gözün resmi
Nâzü cilve ile reftânn gören Hubub ider sanur seher nesîmi
Kılık kıyâfetden yana pırpın Çaksın cebkeni bıçkın kesimi
Baldır bacak çıplak ayaklar yalın Topuklu Çakal Bey şöhreti ismi
İtlik nişanesi küşâde sîne Müşkilcedir tarif ile tersimi
Fistana mercan mı çakıl mı denür Yoksam aşk âteşi şeraresi mi
Şahin başa koymuş külahı eğri Tacı Layhar diye mumlun tevsînıi
İşte efendim bu külhenî şahı Kim dir kıbtiyânın mahbûbu sîmi
ÇAKAL BURNU — Karadeniz (İstanbul) Boğazının Anadolu yakasında Çubuklu ile Kanlıca arasında, şiddetli akıntısı ile meşhur buran; buradan yukarı boğaz tâ Sarıyer Yenimahallesine kadar görünür; Boğaz yarığından gelen şimal rüzrâ-rımn tam karşısındadır; bu burnun önünde, her mevsimde denizin içinden içinden kaynadığı görülür; burun, adım da denizin bu hâlinden almış-dır. (B.: Çakal Deniz). Birinci Cihan Harbi başlarına kadar Boğaziçinde en meşhur levrek balığı avı yerlerinden biri îdi, buraya mahsus bir usul ile levrek avlanırdı. (B.: Levrek); bu İstanbul Ansiklopedisinin değerli yazı arkadaşlarından merhum Kanlıcalı A. Câbir Vada «Bpğaziçi Konuşuyor» isimli ve çok değerli kitabında: «Kırk seneden beri Çakalburnu akıntısında levrek avlayan kimse kalmamışdır» diyor. Karakin Bey Deveciyan da «Balık ve Balıkçılık» isimli ölmez eserinde (B.: Balık ve Balıkçılık) Çakal Burnunu keza bir levrek avı yeri gösteriyor. Yine Câbir Vada burasını tarak ile 'en iyi midyelerin çıkarıldığı yerlerden biri olarak kaydediyor.
Onsekizinci asırda kaleme alınmış bir meddah hikâyesinde (Silâhşor kızı Rabîa Hanımla Dursun Ağa zade Yusuf Şah Hikâyesi) Çakal Burnu hâli; vahşî bir yer olarak gösterilmektedir. Bir yaşlı kibar ve zengin yosma olan Silâhşorkızı Rabîa, mahbûbu Yusuf Şah ile oynaşan dilber cariyesi Letâife kıyasıya dayak attırdıkdan sonra öldü zan edilen kız perişan ve üryan bir hal kayık-
çılara denize atlamaları için verilmiş, fakat kızın ölmediğini anlıyan kayıkçılar onu bu Çakal Burnuna bırakmışlardır, ve Letâif oradan Yusuf Şah tarafından kurtarılmışdır (B.: Rabîa Hanım, Silâhşorkızı; Yusuf Şah, Dursun Ağa zade).
ÇAKALBURNU KARAKOLU — Çubuklu ile Kanlıca arasında Çakal Burnunda bir askerî karakoldu; akıntısı ile meşhur olan bu burunda temelleri görülür; som kagir, sütunlarla tezyin edilmiş bir cebhesi, arkasında da geniş bir mutfak vardı.
İkinci Sultan Mahmud 1826 da yeniçerileri kaldırdığında, İstanbul denizlerinin ve mîrî emlâkin muhafızları olan Bostancı Ocağı ve teşkilâtı da lâğvedilmiş ve Boğaziçi köylerindeki Bostancı köylerindeki Bostancı kollukları kaldırıl-mışdı. Asâkiri Mansûra adı ile yeni ordu teşkilâtı kurulunca Boğaziçinin asayiş ve inzibatı da Asâkiri Mansûreye verildi, önce yukarı Boğazda çadırlı karakollar tesis edildi, az sonra da mühim •noktalarda münasib sağlam kagir binalar yapıldı.
- Çakal Burnu karakolunun son binası Abdül-âziz zamanında yapılmışdı; Üsküdarda Paşa Limanındaki karakol binası ile Çengelköyündeki karakol binasının küçük farklarla bir benzeri idi.
Meşrûtiyetin ilânına kadar Çakal Burnu karakolunda asker dururdu. Polis teşkilâtı genişletilince asker bu karakol binasını tahliye etti, hiç bir resmî imkân sâhib çıkmadığı için kiremiti, camı, çerçivesi, kapuları birer birer aşırıldı, pencere gözleri oyuk duvarlar kaldı, bir kış da çatısı çökdü; sahil caddesi açılır iken de büsbütün yıkılıp kaldırıldı.
A. Câbir VADA
ÇAKAL DAĞI, ÇAKAL DAĞI KAYASI
— Boğaziçinde Beylerbeyinin arkasındadır, güney yamacı Çamlıcaya bakar.
Bu Çakal Dağının hususiyeti, üzerinde, san
ki el ile konulmuş bi-ranıd gibi 20 metre irtifâm-
da dimdik muazzam bir granit kayasının bulun
masıdır, bu yekpare dev taşa halk «Zurnacı ka
yası» adım vermişdir, ismin hangi münasebetle
takıldığı tesbit edilemedi. ,
O havalide bu tek başına ve yekpare kayadan başka granite rastlanmaz; öyle sanıyoruz ki glasye devrinin sonunda muazzam seller, muazzam buz parçalan sürükleyerek buradan geçer-
111 S
8i
ÇAKAL DAĞI
3660
ÎSTANBUL
ANSİKLOPEDİSİ
— 3661
ÇAKALOZ
Pandeli Çakaloğlu (Resim : Sabiha Bozcalı)
ken, Zurnacı kayası da kopduğu yerden bir buz üstünde buraya kadar gelebilmiş ve burada şimdiki yerine oturup kalmışdır.
Hiç tereddüd etmeden kaydederiz Zurnacı kayası dolayısi ile Beylerbeyindeki Çakal Dağı turistik kıymet taşır; kayanın azameti bozmadan yapılacak tesislerle buraya getirilecek turistler, kısa bir zaman Çakal Dağı kayasını dünyanın meşhur tabiat anıdları arasına koyduracakdır.
Celâleddin GERMİYANOĞLU
ÇAKAL DAĞI SOKAĞI — Büyük Çamlıca yollarından; 1934 Belediye Şehir Rehberinin 28 numaralı paftasında yalnız bir başı Alemdağı caddesi üzerinde gösterilmişdir. Bir araba geçecek genişlikde kabataş döşeli bir yol olup sağa sola kavisler çizerek fundalıklar ve çayırlar arasından geçer. Bu yoldan Ümraniye'nin hoşça bir panoraması görülür; 1949 da kurulmuş olan Ferah Mahallesine bağlanır, ve bura dik olarak ikiye ayrılır, ve bu iki'kolu kısa bir mesafeden sonra tekrar birleşir, ileride köyün camii görülür. Bu taş yol camiin yanına kadar döşenecek iken her neden ise durdurulmuşdur. Yol daha ileride biri Beylerbeyine, diğeri de Çengelköyüne varmak ü-zere tekrar ikiye ayrılır. Yani Çakal Dağı Sokağı Büyük Çomlıca ile Beylerbeyi ve Çengelköyü arasında uzanır uzun bir yoldur. (Temmuz 1963).
Hakkı GÖKTÜRK
ÇAKAL DENİZ — Rüzgârların ve akıntının tesiri altında denizin içden kaynar gibi dalgalı hâli; İstanbulun kayıkçıları ağzında doğmuş bir isimdir. Sarayburnunda Çakaldenizin çok sert, kayıkçıya âdeta kürek çekdirtmeyecek kadar kuvvetli olduğu zamanlar, az sonra Marmarada büyük bir lodos fırtınası jkopar.
Ger gündüzse çakal deniz Kızkulesin eyle dikiz Ger giceyse deniz çakal Çıkma taşra limanda kal
ÇAKAL DERESİ, ÇAKAL DERESİ VOLİ YERİ — Çakal Deresi Büyükdere Körfezi bitiminde Kefeliköyünde bir sel yatağının adı idi, adı üstünde, kışın biraz su bulunur; çeşme akıntısı gibi bir dere idi (B.: Çakal); sahilde bu derenin ö-nü Boğaz balıkcılarınca mâruf bir voli yeri idi, teamülü sığ voli yerleri nizâmının aynı idi. (B.: Voli Yerleri); Çakal Deresi Kefeli Köyü Dalyanının da hududunu teşkil ederdi, bu dalyan Büyükdere ağzında (Bakla Deresi ağzından) Çakal De-
BÛYÜKDtRE '- KÖRflZf
Büyükdere'de Çakalderesi mevkii
resi mevkii arasında kurulurdu (B.: Büyükdere; Kefeli Köyü; Kefeli Köyü Dalyanı).
Dostları ilə paylaş: |