NECATİ CUMALI:
TÜTÜN ZAMANI: Tütün zamanına denk gelen bir aşk öyküsü çerçevesinde bir Ege köyünün tarıma dayalı yaşamı, gelenek ve görenekleri, inançları, değerleri gözler önüne serilir, 1950′li yılları konu alan roman aynı zamanda yazarın çocukluğunun geçtiği yerde geçmesi nedeniyle otobiyografik özellikler taşır. Romanın bir başka özelliği de henüz yayınlanmadan filme çekilmiş olmasıdır.
YAĞMURLARLA TOPRAKLAR: “Yağmurlarla Topraklar”da, Cumalı, ağır ağır doğan ve birden gelişen bir aşkı anlatırken, bir yandan, öğretmen, avukat, doktor olarak Anadolu'nun küçük kentlerinde yaşayan binlerce aydının ortak çilesini, tutucu çevrelerin baskısı altında güvensiz yaşayışlarını, yalnızlıklarını yansıtıyor; bir yandan da somut örneklerle bizdeki toprak mülkiyetinin temellerine inerek toprak reformuna; vakitli vakitsiz yağan yağmurların yol açtığı sevinçler üzüntülerle ekicilerin doğa ile olan ilişkilerine ışık tutuyor. Hayatın özünde olduğu gibi değişik olayları iç içe yansıtan, sağlam, usta işi, büyük bir roman bu.
ACI TÜTÜN: Çok umutludur Urla’nın tütüncü halkı. Bu yılki tütün fiyatlarının yüksek olacağına inanır. Bizim acemi âşık Ferit de. Binnaz’la evlenmek için gerekli olacak parayı bütün bir yılını verdiği tütünü satarak kazanacaktır. Eğer tahmin ettiği gibi fiyatlar yüksek olursa ahım şahım bir düğün yapacaktır ama beklediği gibi olmaz.
VİRAN DAĞLAR: Viran Dağlar Fransız İhtilali ile yayılan milliyetçilik akımı ile başlayan Balkanların Osmanlının elinde çıkma sürecini anlatıyor. Zülfikar Bey adlı ana kahraman ailesinden gelen varlıklı ve nüfuz sahibi olan yüzyıllardır Makedonya’da Goriçka kasabasında yaşayan bir aileden gelmektedir. Eğitimini Manastır’da rüştiye ile tamamlayıp çiftliklerine dönmüştür. O zamandaki karışıklıklar yüzünden aklı karışmış İttihat ve Terakkicilere yakınlık duymakta ve Osmanlının nasıl eski günlerine döndürülebileceğini düşünmektedir.
SABAHATTİN ALİ:
KUYUCAKLI YUSUF: 1937'de yayımlanan bu roman, Türk edebiyatında öncü bir role sahiptir. Roman, Türkiye'nin o döneme kadar ifade edilmemiş problemlerini dile getirmektedir. Kuyucaklı Yusuf'a kadar Türk romanının ana konusu Batılılışma problemidir. Kuyucaklı Yusuf'la ezilen köylü ve toplumsal yapının aksayan yönleri ilk defa içeriden bir gözle ele alınmıştır. Anadolu'daki toplumsal düzene yönelik getirdiği eleştirilerle de öncü sayılabilir. Her ne kadar kasaba yaşamını ele almışsa da S. Ali, Yaşar Kemal ve Kemal Tahir zincirinin ilk halkası olarak kabul edilmelidir. Hatta toplumla uyuşamama temini ve uyuşamayan bir kişiyi konu edinmesi bakımından S. Ali'nin Kuyucaklı Yusuf’u Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ının da ilk halkası sayılır.
KÜRK MANTOLU MADONNA: Romanın baş karakterleri Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Raif Efendi içine kapanık, melankolik ve dış dünyaya uyum sağlayamamış bir karakterdir. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamıştır. Sevmediği bir kadınla evlenmiştir, bir ailesi vardır. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Hayatında gerçekten yaşadığını hissettiği sadece bir anısı olmuştur ve bunu günlüğüne aktarmıştır.
20'li yaşlarında babasının isteği üzerine gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gider. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görür ve tablodaki kadını hiç tanımamasına rağmen platonik olarak âşık olur. Bu tablo onda daha önce hiç hissetmediği duygular uyandırır. Raif Efendi tablodaki portrenin, Andrea Del Sarto tarafından yapılmış "Madonna delle Arpie" isimli tablodaki Madonna'nın portresine benzediğini düşünür. Tabloya o kadar hayran olur ki fırsat buldukça tabloyu görmeye gider, fakat başka gözlerin onu takip ettiğini fark etmez. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seansınlarından birinde bir kadın onun yanına gelir. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'dir. Maria, Raif'in tabloya olan hayranlığının farkındadır. Raif ise başta onun kendisiyle alay eden biri olduğunu düşünür. Tablonun sahibi ile konuştuğunu öğrenince ise dünyası bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde değişir.
İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN: Psikolojik tahlillerin oldukça başarılı kullanıldığı bir eserdir. Kitap, iki üniversite öğrencisi olan Ömer ve Nihat'ın vapurda konuşurlarken Ömer'in birkaç sıra öndeki kanepelerden birinde oturan güzel bir genç kızı fark etmesiyle başlar. Bu sırada da vapur iskeleye yanaşır. Ömer kızı gözden kaybetmemek için gözlerini ondan ayırmadan ilerlemeye başlar. Bu sırada Nihat da bir rezillik çıkacağı düşüncesiyle arkadan Ömer'i takip etmektedir. Ömer tam kıza sesleneceği sırada kızın yanındaki yaşlı bir kadının ona seslendiğini duyar. Bu kadın uzak akrabadan Emine Teyze'dir. Ömer kıza odaklandığından teyzesini fark etmemiştir bile. Emine Teyze, kızın adının Macide olduğunu ve Balıkesir'de akraba ziyareti sırasında musikiye olan ilgisini öğrenip İstanbul'a getirdiğini söyler.
FAKİR BAYKURT:
YILANLARIN ÖCÜ: Yıllar önce bir köyde geçmiş toprak kavgasını anlatır. Bu köyün yitik kahramanı Bayram ve onun Haceli’ye karşı haklı mücadelesini anlatır.
IRAZCANIN DİRLİĞİ: Kavgalı oldukları Deli Haceli'nin yeğeninin Irazca'nın torunu Ahmet'e yaptığı cinsel tacizi anlatır. Bu olayları öğrenen Kara Bayram çocuklarını ve eşini alıp köyden uzaklaşarak Ankara'ya göç eder. Fakat Irazca köyde kalıp direnmeyi tercih eder.
ONUNCU KÖY: Köy öğretmeninin yobazlığa, yolsuzluğa, bağnazlığa karşı devrimci direnişinin ışığında eğitim sorunlarına ve bürokrasinin o kayırmacı yaklaşımına değiniyor.
YÜKSEK FIRINLAR: Almanya’daki bir işçi ailesini anlatır. Çalışma koşullarından uyum sorununa, geleneksel aile yapısından namus anlayışına yayılan geniş bir yelpazede, hem Almanya’yı hem de orda yaşayan Türk ailelerin genel yapısını yine ustaca bir anlatımla analiz eder.(işçi Koca İbrahim, karısı Elif, kızı Gülten )
YARIM EKMEK: Kezik'i ve ailesini eksene yerleştirerek Almanya'daki Türklerin nasıl yaşadıklarını, sorunlarının neler olduğunu anlatıyor, üstelik aşkı, sevgiyi her satırda hissettirerek. Ayrıca, 80 İhtilali'nin Türkiye'de yarattığı çalkantılara, hiç yoktan verilen ölüm cezalarına, o dönemde yaşanan sosyoekonomik sıkıntılara da gerçekçi ve içten bir yaklaşımla değiniyor.
SAMİM KOCAGÖZ:
KALPAKLILAR: Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir romandır.
DOLUDİZGİN: Kalpaklılar’ın devamıdır. Kurtuluş Savaşı’nı anlatır.
SADRİ ETEM ERTEM:
ÇIKRIKLAR DURUNCA: Ucuz Avrupa kumaşı nedeniyle el dokumacılığı yapamayan Alevi köyü Adaköy’ün, Hz. Ali dergâhı etrafında hükûmete isyanı ele alınmıştır. Bu yönüyle roman, Alevilik ve Hz. Ali motifine dair birtakım unsurlar içermektedir. Diğer taraftan eser, Atatürk Dönemi’nde yazılmış bir roman olarak, Osmanlı’nın ekonomi politikalarını da eleştirmektedir. Bahsi geçen eleştirel tutum bağlamında, Batı’ya tanınan kapitülasyonlar nedeniyle fabrika üretimi malların Osmanlı iç pazarını ele geçirmesi ve bunun sonucunda alt yapı-üst yapı ilişkilerinin derinden sarsılması, Çıkrıklar Durunca’da merkezi idare-eşraf-köylü sarmalında ele alınır. Çıkrıklar Durunca, Anadolu köylüsünün üzerindeki eşraf baskısını Anadolu’daki bir Alevi dergâhından hareketle işleyen tezli bir romandır.
AZİZ NESİN:
ZÜBÜK: Zübükzade lakaplı İbraam Bey tüm köy halkı tarafından sevilmeyen bir karakterdir. İkiyüzlü, bencil, cimri ve yalancı biri olan Zübükzade, insanları dolandırmaktadır. Ankara'da milletvekili tanıdığı olduğunu söyleyen ve böylelikle kendini önemli bir şahsiyetmiş gibi gösteren bu yalancıya, insanlar ister istemez inanmaktadır. Kendi işlerini yaptırmak için büyük miktarlarda para ödeyen insanlar, Zübükzade'nin bu parayı yemesiyle ortada kalmaktadır.
YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ: Yaşar isimli bir vatandaşın yaşadığı dönemin sosyal - siyasal yapısının – özellikle bürokrasideki kargaşanın içinde başından geçenler traji-komik bir şekilde anlatılır. Yaşar Yaşamaz ‘ın adından da anlaşıldığı gibi hükümet tarafından onun çıkarları söz konusu olduğunda yaşamadığı, değilken ise yaşadığı iddia edilmektedir. Deyimin tam anlamıyla kimlik bunalımına düşen bu insan hapishanedeyken işin kurdu olur.
ABBAS SAYAR:
YILKI ATI: Hesaptan düşülmüş, defterden silinmiş Doru Kısrak'ın yılkıya bırakılma öyküsüdür. Kışın dağda, belde başının çaresine bakacak, çıplak tabiatla savaşacak, ömrü olur da bahara yılkıdan sağ dönerse, o zaman ona bir iş düşünülecektir. Halk dilinin zengin kelime ve deyimleriyle işlenerek şiirsel bir anlatımla ölümsüzleştirilmiştir.
HALİKARNAS BALIKÇISI
AGANTA BURİNA BURİNATA: 1945 yılında yayımlanan roman Halikarnas Balıkçısı'nın eserlerinin genel özelliklerini yansıtır. Romanda, deniz sevgisi, denizin çekiciliği, denizcilerin yaşadığı zorluklar, güzellikler genel olarak denizdeki yaşam bir kahraman vasıtasıyla anlatılmaktadır. Eserde, deniz bir başkahraman gibi işlenmiş, bu yüzden yayınlandığı zaman çok ilgi görmüştür. Anı biçiminde yazılmıştır.
PEYAMİ SAFA:
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU: Çocukluğundan beri kemik hastası olan(dizinden rahatsız) bir gencin kendinden yaşça büyük olan akraba kızı Nüzhet’e âşık olması, beraberliğe dönüşmeyen bu aşkın getirdiği sıkıntı ve heyecanlardan dolayı rahatsızlığının artması ve nihayet ameliyat edilmesini anlatır.
FATİH-HARBİYE: Neriman’ın kendi kültürüyle Batı kültürü arasında kayboluşu ve doğru yolu buluşunu anlatır. Fatih Doğu’yu ve kendi kültürünü, Harbiye Batı’yı ve yabancı olan kültürü sembolize eder. (Faiz Bey, Neriman, Şinasi, Macit )
YALNIZIZ: Bir genç kızın(Feride) hayallerinin son bulmasını anlatır.(Tarık, Feriha, Feride) Yazar bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çemberini kırmaya, kendi ruhunu bulmaya çağırır. Asrımızda insanın bütün problemi bu noktada düğümlenmektedir ve Allah’ı bilmedikçe insanlık buhrandan buhrana sürüklenecek, huzur ve sükûn bulamayacaktır.
SÖZDE KIZLAR: Mebrure küçük yaşta annesini kaybeder. Yunan işgalinde casus sanılan babası ortadan kaybolur. Mebrure babasını bulma umuduyla Bursa’dan İstanbul’a gider, orada uzaktan akrabası Nazmiye Hanım’ın köşküne sığınır. Bu köşk, adı iyi anılamayan ve içindeki kızlara “sözde kızlar” denen bir köşktür. Nazmiye’nin oğlu Behiç Mebrure’yi kolayca elde etmeye çalışır ama Mebrure öyle bir kız değildir. Mebrure uzun uğraşlar sonucu babasına kavuşur. (Bu romanda yüksek tabakanın içinde bulunduğu ahlaki çöküntü anlatılmıştır.)
BİR TEREDDÜDÜN ROMANI: Yazdığı güzel eserler sayesinde birçok kadınla tanışan fakat tereddüdünün kurbanı olan yazar, kararsızlığı yüzünden ilişkilerinin hiçbirinde kesin bir sonuç elde edemez. Yazarın olaylara karşı bu ilgisizliği sadece kendisinin değil tanıştığı insanların hayatını da karartmıştır. (Mualla: okumayı seven, dürüst, saf ve temiz bir aile kızıdır. Vildan: Yazarı elde etmeye çalışan, bu uğurda İtalya’dan kocasını terk edip gelen, kıskanç bir kadın. Yazarın tereddütleri karşısında tarihe karışmıştır. Yazar: Karar vermekte güçlük çeken ve her şeye tereddütle yaklaşan, kararsızlığı yüzünden kalıcı ilişkiler kuramayan duygusal bir kişiliğe sahiptir.)
MATMAZEL NORALİYA’NIN KOLTUĞU: Hemen hemen bütün romanlarında Doğu-Batı çatışması ekseninde bir temayı ele alan Safa, bu romanında da benzer biçimde, mistisizmle özdeşleştirdiği Doğu’yu, akılcılıkla özdeşleştirdiği Batı zihniyetiyle bir kıyaslamaya sokmaktadır. Ruh ve madde ikilemi olarak da niteleyebileceğimiz bir merkezde her iki zihniyet, başkarakter Ferit aracılığıyla sorgulanmaktadır. 40'lı yıllarda başarısız bir tıp öğrencisi iken bir süre sonra aynı başarısızlığı ile felsefe öğrencisi olan Ferit sürekli halüsinasyona benzer hayaller görür. Teyzesi ile yaşadığı bazı husumetlerden sonra bir pansiyona yerleşen Ferit'in bu rahatsızlığı artış gösterir. Bu hastalığın hayal ve bilinçaltından öte olduğunu düşünse de pozitivist bakışı onu tamamen engeller. Kardeşi Nilüfer’in verem hastalığı sebebiyle Ada'ya taşınırlar. Bir sene önce ölmüş Matmazel Noraliya adında bir hanımın evini kiralarlar. Rahatsızlık burada da devam etmektedir. Fakat hastalık farklı bir boyut almış, Ferit hayal âleminin ona huzur verdiğini düşünmeye başlamıştır. Matmazel'in koltuğuna oturduğunda manevi bir güzelliğe daldığını, güçlendiğini, olumlu yönde değiştiğini fark eder. Ve vurdumduymaz, sersem hayatına yön ve çekidüzen vermeye karar verir. Bu arada kavgalı olduğu teyzesi ilginç bir cinayete kurban gidince Ferit'e yüklü miktarda miras kalır. Ferit bu parayla hem yuva kurar hem de yakınlarına yardımcı olur...
CANAN: Bir Çerkez kızı olan Canan, küçük yaşta esirciler tarafından satın alınır ve saraya satılır. Sarayda güzelliği ile dikkat çeken Canan, daha sonra, zengin bir aile olan Şakir Bey’lere verilir. Burada, evin diğer çocuklarıyla beraber farklı bir muameleye tâbi tutulmadan büyütülür, gelinlik çağına gelince de Kâzım Bey adında bir binbaşıyla evlendirilir. Binbaşıyla beraber Edirne’ye giden Canan, kocasıyla anlaşamayınca tekrar İstanbul’a döner. Dönüşü takip eden günlerde, Şakir Bey’in şirketinde çalışan Lâmis ile tanışan Canan, kısa sürede onu kendine bağlar. Aradaki ilişkinin aşka dönüşmesi üzerine, Lâmis beş seneden beri evli bulunduğu Bedia’dan ayrılarak Canan ile evlenir. Lâmis’in Bedia’dan ayrılmasında Canan’ın cazibesi kadar, Lâmis’in Bedia da dâhil olmak üzere yalı çevresine duyduğu nefretin payı da vardır. Çünkü o, Vaniköy’deki yalının yeknesak dekoru içinde sürdürülen hayat tarzını sevmemekte, beğenmemektedir.
Lâmis ile Canan evlendikten sonra Kalamış’ta bir evde otururlar. Ancak oturdukları ev, köşke kıyasla hayli sönük bir yerdir. Canan, evliliklerinin ilk günlerinden itibaren bu evi mesele yapar ve Lâmis’e birtakım şikâyetlerde bulunur. Lâmis’den umduğunu bulamayan, onun aylık maaşla isteklerini karşılayamayacağını anlayan Canan, başka erkeklerle ilişki kurmaya başlar. Lâmis karısıyla ilgili bazı sözler duysa da, bunların dedikodudan ibaret olduğuna inanır, pek önem vermez.
Evlilikleri böyle devam ederken bir gün, Canan’ın annesi olduğunu iddia eden yaşlı bir kadın çıkagelir. Ancak Canan, onu reddeder ve evden kovmak ister. Lâmis kadına acıdığı için evde alıkoyar. Evde düzenlenen alışılmış toplantıların birinde, Canan’ı bir erkekle gören kadın, olayı Lâmis’e anlatır. Bunun üzerine karısından şüphelenen Lâmis, daha sonra arkadaşı Selim ile onun gizli konuşmalarını duyar. Olayı izleyen günlerde Selim Canan ile olan ilişkisini itiraf eder. Hatta onun sadece kendisi ile değil, birçok erkekle ilişkisi olduğunu söyler. Bu durum Lâmis ile Canan arasında kavgaya sebep olur. Kavga esnasında araya giren, ancak kızı tarafından bir kez daha reddedilen kadın, bunun üzerine kızı Canan’a saldırır, onu öldürerek evden kaçar.
Lâmis, Canan’ın ihanetinden ve ölümünden sonra yalıya döner. Yalının eskiye oranla daha viran olması bile Lâmis için bir anlam ifade etmez. Nitekim o, en büyük günahları işledikten sonra bir mabet kapısına koşan insan gibi yalıya döner. Çünkü yalı, Kadıköy-Kalamış çevresinin sahteliğine karşı, kaybolmayan güzelliklerin, saadet ve huzurun mekânıdır.
ŞİMŞEK: Yazar, başka romanlarında olduğu gibi, bu romanında da Doğu-Batı kültürleri arasındaki bariz farkları karakterlerde somutlaştırarak işlemiştir. Romanda, İstanbul’da yaşayan farklı yapıda bir ailenin başından geçen, değişik ve yasak ilişkiler yumağının bir sonucu olarak yaşanan, felaketle sonuçlanan olaylar zinciri başarılı bir şekilde resmedilmekte, yaşanan olaylar adeta okuyucuya da yaşatılmaktadır. “Müfit” Doğu’nun köhne, hayalci, duygusal, kaderci, hakkına razı ve o zamanki ahlak anlayışını saplantı hâline getirmiş yönünü, “Sacit” ise Batı’nın en acımasız, gerçekçi, duygusuz, tuttuğunu koparan, hakkı ile yetinmeyen, hep daha fazlasını isteyen, o zamanki ahlak anlayışını benimsemediği gibi, hiçbir ahlaki kıstas tanımayan yönünü temsil etmektedir.
MAHŞER: Çanakkale’de savaşıp İstanbul'a gelen Nihat’ın hayat mücadelesini anlatır. Nihat, İstanbul’a dönüşünde teyzesinin öldüğünü öğrenir. Bunun üzerine yakın arkadaşı Faik’in yanına gider. Sonra iş aramaya başlar. Bir gün Seniha Hanım’la karşılaştı. Seniha onu evine davet eder. Seniha’nın evinde Muazzez ile tanışır. Ona âşık olur. Eser Nihat’ın Muazzez’e aşkını ve düşündüğü İstanbul’un nasıl değiştiğini, devletin ne kadar kötü duruma düştüğünü anlatır.
BİR AKŞAMDI: Meliha adında genç bir bayanla Kâmil adında bir Osmanlı zabiti arasında yaşanan olaylar ve dönen entrikaları anlatır. Kâmil, bir yandan Meliha’yı metres gibi kullanırken bir yandan da Fransız Bert ile ilişki yaşar ve ondan bir oğlu olur. Meliha da Kâmil’in arkadaşı Ferdi ile ilişki yaşamaya başlar. Sonra Ferdi de onu terk eder. Meliha erkelere karşı kin ve nefret doludur. Kâmil’in İnönü Savaşları’nda şehit düşmesinden bile hiç etkilenmez.
BİZ İNSANLAR: Orhan İstanbul’da öğretmendir. Son derece düşünceli ve öngörülü bir yapıya sahiptir. Bir gün okulda bir tartışma çıkar. İlkokul öğrencilerinden Cemil, arkadaşı Tahsin’e “Eşek Türk!” der ve Tahsin de Cemil’e taş atar. Tahsin’in attığı taş Cemil’in yanağını deler. Orhan Cemil’i alır ve önce hastaneye, sonra da Cemil’in ailesinin yanına giderler. Orada Cemil’in yeğeni Vedia’yı görür ve ikisi de birbirinden hoşlanırlar. Cemil’in ailesi son derece Fransız hayranı bir ailedir. Evin hanımı Samiye Hanım’ın, Tahsin’in babası Mustafa’yı daha önceden kovmuş olduğunu öğrenen Orhan, Tahsin’e sahip çıkar. Bunun yanı sıra Cemil’in ailesiyle de iyi geçinir. Zamanla diğer aile üyeleriyle de tanışır. Özellikle Vedia ile görüşmektedir. Günler geçmiş, Tahsin’in babası Mustafa hapisten çıkmıştır. Orhan ona iş bulur. Bu arada Vedia ile aralarındaki ilişki gelişir ve her akşam buluşurlar.
Bir gün Vedia hastalanır ve hastaneye kaldırılır. Hastalığı ağırdır. Doktorlar, yaşayacağı hakkında pek fazla ümitlenmezler. Orhan her gün onun yanında kalır. Daha sonra arkadaşı Necati onu ziyarete gelir. Vedia’nın bilinci yerinde değildir. Orhan ile sohbet eder ancak Orhan birden kalp krizi geçirir. Necati doktorları çağırır ve Orhan’ı Vedia’nın odasındaki şezlonga yatırırlar. Bir gece Orhan aniden fenalaşır. Ayağa kalkar ve bağırmaya çalışır ancak bağıramaz. Birden gözleri kararır ve merdivenlerden yuvarlanır. Sabahleyin onun cansız vücudunu görenler onun ölmüş olduğunu anlar ve cesedini morga yatırırlar. Doktorların iyileşemez dediği Vedia ise iyileşmiştir. Doktorlar ona kendini nasıl hissettiğini sorarlar ve umulmadık bir biçimde hastalığı atlattığını söylerler. Vedia gülümser ve Orhan’ı sorar ancak hiç kimse bu sorusuna cevap vermez.
ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR:
FAHİM BEY VE BİZ: Fahim Bey Bursa’nın ileri gelen ailelerinden birinin oğludur. Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Babıâli’de ücretsiz çalışır. İş güç sahibi olmasını isteyen babasından durumu gizlemek için büyük bir konak kiralar ancak eşya alacak parası yoktur. Sabahları erken kalkarak bomboş odalarda keman çalar. Bu arada Fahim Bey Londra elçiliği üçüncü kâtipliğine atanır. Yeni görevini gözünde büyüterek çeşit çeşit, renk renk elbiseler diktirir. Çevresinde alay konusu olur. İkinci Meşrutiyetten sonra Hariciye’den ayrılır. Evlenir. Bursa’da pamuk ticareti yapmak ister. Tanınmış bir aileden geldiği için sermaye sahibi bazı kişiler onunla ortak olmayı düşünseler de onun bir hayal düşkünü olduğunu anlamakta gecikmezler. Fahim Bey hayallerini gerçekleştirmek umuduyla İstanbul’da Galata’da büyük bir iş hanında bir yazıhane tutar. Her gün dosyalarla, defterlerle uğraşır durur, mektuplar yazar, gelen mektuplara karşılık verir. Herkes onun ne iş yaptığını merak eder. Bir süre sonra kirayı ödeyemeyince yazıhaneyi boşaltır. İçerde kalan dosyalardan onun hayali işlerle uğraştığı, kendine mektuplar yazıp onlara cevap verdiği anlaşılır. Kimi onun deli olduğunu düşünür, kimi de zavallı biri olduğuna hükmeder. Fahim Bey boş kalınca hastalanır. Tasarladığı hiçbir şeyi gerçekleştirememenin üzüntüsü içindedir. Hayata ve insanlara kırgın olarak ölür.
ÇAMLICA'DAKİ ENİŞTEMİZ: Yazar bu eserinde özlemini çektiği dünyayı yansıtır. Roman kahramanını çeşitli özellikleriyle göz önüne getirir. Konusu romanın başkişisi Hacı Namık’ı değişik huyları, sohbetleri, yemek yiyişleri, korkuları, eğlence düşkünlüğü, itikatları gece hayatı vs. ile aktarmak yani aynı kişinin portresini çizmek hareketidir. Romanda, zaman içinde sıralanmış düzenli olaylar karşımıza çıkmaz. Okuyucuyu baştan alıp götüren, onu az çok bir merakın içinde sürükleyen bir gelişme ile karşılaşmayız. Olaylar çok değişik açılardan gelişerek belli bir noktada çözüme ulaşacak düğümlenmez. Roman boyunca anlatıcı, Çamlıca’daki eniştesiyle ilgili görüşlerini, ondan dinlediklerini ve bunlardan doğan kanaatlerini aktarır. Romanda eniştenin özelliklerinden her biri ayrı ayrı bölümlerde verilir: Çamlıca’daki Eniştemizin Köşkü, Eniştemizin Korkuları, Deli Eniştemiz ve Yemekler, Eniştemizin Garip Huyları, Eniştemiz ve Arabistan gibi. Bunlardan “Eniştemizin Korkuları” üç, “Deli Eniştemiz ve Yemekler” iki ayrı bölümde verilir.
TARIK BUĞRA:
KÜÇÜK AĞA: Birinci Dünya Savaşı sonrası halkın düştüğü zor durum ve Millî Mücadele anlatılır. Bir Anadolu kasabasında işgal ve işgalcilere karşı direniş gerçekçi bir anlatımla verilir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti eski gücünü ve azametini kaybetmiş, isyanlar ve işgallerle zayıf duruma düşmüştür. Romanda, bir Anadolu kasabası olan Akşehir'den yola çıkılarak kurtuluş mücadelesinin bir bölümü anlatılmaktadır. Olaylar Akşehir kasabasında başlar ve gelişir. Savaşta kolunu kaybeden Çolak Salih, Rumlarla iyi geçinir ve Niko’yla yakın arkadaştır. Rumlarla dostluğu kasabalı tarafından fark edilen Salih dışlanır. Salih artık sürekli Niko ve O’nun çevresiyle dolaşır olmuştur. Artık Osmanlı ve Padişah’a olan güveni de sarsılmıştır. Kaybettiği kolunun hayatına tesiri büyük olmuştur. Kimsenin O’na hak ettiği saygıyı göstermediğine inanan Salih kendi dünyasına çekilmiştir. Öte yandan halk işgallere tepkisiz kalmama kararı almıştır fakat bunun kimin önderliğinde yapılacağı karmaşası vardır. Bu sırada kasabaya “İstanbullu Hoca” adında lakabıyla tanınan bir imam gönderilir. İstanbul’dan gönderiliş amacı kasabada padişaha ve Osmanlı’ya bağlılığı teşvik edici düşünceyi sağlamaktır. Ancak İstanbullu Hoca için Kuvayımilliyeciler ölüm emri çıkarır. Halkın çok sevdiği hoca Akşehir’den kaçar ve çetecilere sığınır. Daha sonra Millî Mücadele saflarında yer alır ve ona Küçük Ağa ismi verilir.
OSMANCIK: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan bir romandır.
İBİŞ’İN RÜYASI: Roman, 1930'lu yıllarda İstanbul'da geleneksel tiyatro anlayışı ile oyunculuk yapmayı inatla sürdüren bir orta oyuncunun çileli sanat hayatını ve fırtınalı aşkını anlatır. Orta oyununun ünlü ismi Naşit Özcan'ın hayatından ilham alarak kaleme alınmış bir romandır.
DÖNEMEÇTE: Türkiye’nin tek parti egemenliğindeki cumhuriyetten çok partili rejime, “demokrasi”ye geçiş aşamasını, Cumhuriyet döneminin kavşaklarını ele alan öteki romanlarında olduğu gibi, yine Anadolu taşrasından, oraya özgü insanların dünyasından ele alıyor. Ancak bu kez, daha önce mağduriyet hâllerinde, hırpalanan, bastırılan yanları ile tipleştirilen bu insanların, DP’nin harekete geçirdiği bireysel kâr, kazanç, girişim, hırs ile sarmalanmış portreleri ön plandadır. Tarık Buğra, bu eserinde hem bu ortamın demokrasinin yüce siyasal değerleri ve amaçları ile tehlikeli ilişkisini sorguluyor, hem de bu ortam ve insan ilişkileri bağlamında bir aşk hikâyesini aşk kavramının labirentlerinde dolaştırarak anlatıyor.
FİRAVUN İMANI: Eserde Kurtuluş Savaşı’nın Kuvayımilliye ve Çerkez Ethem dönemlerinin anlatılır. Yeni bir devletin kuruluş günlerini, çıkarcıları, vatanı satanları, halkını arkasından vuranları, vatana ihanet edenleri ve bunlara karşı yiğitleri, soyluları yürekli mert baba yiğitlerin mücadelesini yansıtır. Bunların içindeki yorgun, bitkin, fedakâr millet gözler önüne serilir.
SİYAH KEHRİBAR: Tarık Buğra´nın ilk romanıdır. Prof. Mümtaz Turhan´a göre "Yirminci asrın hüznü dediğimiz hastalığı" ele alan; insanlığımızı değil "insan"ı anlatan bir roman. Sanat tarihi üzerine doktora yapmak üzere İtalya’ya giden bir Anadolu genci bir vesile ile “Siyah Kehribar” isimli bir bara takılmaya baslar. Akademik eğitimi ile ilgili çok az bilgiyi romanın ilerleyen bölümlerinde hiç bulamayız. Zira kitap yarısında kumpas, entrika, muhafazakâr bir aşk-cinsellik anlatımı, kovalamaca, mafya derken biz bir polisiye hikâyesi içinde buluruz kendimizi.
Dostları ilə paylaş: |