93. EN-NÜR
Nurlandıran, nur kaynağı, 1507 münevvir, alemleri nurlandıran, istediği simalara, zihinlere ve gönüllere nur yağdıran. 1508
"Allah, göklerin ve yerin nurudur." 1509
Allah (c.c.) sadıkların kalbini tevhidiyle nûrlandırır. Hak Tealâ yerde ve gökte yarattığı nurlarla gök ve yerleri nûrlandırdı.
İbn-i Abbas'a göre, "En-Nûr", "Cenab-ı Hakk'ın dilediğini hidayete erdirmesi, ona hakkı açıklayıp, hakka ittibayı ilham etmesidir." Halimi; "Kulların ancak Allah'ın bildirdiği ve anlaşılmasını kolaylaştırdığı şeyleri bilmesi Allah'ın onlara bahşettiği bir nurdur" demiş ve şunu ilave etmiştir:
"İnsanın yaratılış fıtratı aklı, hisleri ve ahlakı da nurdur."
Nûr, "bütün açıklığıyla ortaya çıkan" açıklık olup, zatında apaçık olan ve başkasını ortaya çıkarana nûr denir. Allah her şeyi açığa çıkarandır. Mevcudatı da yokluktan varlığa çıkarmasıyla zahirdir.
İbn-i Abbas (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'e:
“İsra gecesinde Rabbini gördün mü? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Evet, Nur'u gördüm.” dedi.
Peygamber (s.a.v.) sabah namazında şöyle dua ederdi:
"Allah'ım! Kalbime, kabrime, kulağıma, gözüme, saçlarıma, vücuduma, etlerime, kanıma, kemiklerime, önüme, arkama, sağıma, soluma, üstüme, altıma nûr bahşet. Allah'ım! Bana nuru ziyade et ve nûr bağışla, bana nûr ver."
Nûr sûresinde; nûr ayetini şöyle bir düşünelim:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. O'nun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu) nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir." 1510
İbn-i Abbas ayetteki "Allah göğün ve yerin nurudur" ifadesini gök ve yer halkını hidayete erdiren, O'nun nurunun benzeri, nasıl ki safî zeytinin yağı neredeyse kendisine ateş değmese dahi ışık verir. Ancak ona ateş değdiği zaman ışık olur ve ışığı artar. İşte mü'minin kalbi de bunun gibidir. İlim gelmeden önce hidayetle muttasıf ve onunla amel eder. Fakat mü'min ilim sahibi olunca bir hidayet üzerine hidayet, nûr üzerine nûr olur" diye tefsir etmiştir. 1511
Gökler Ve Yerin Nuru 1512
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil yuvası gibidir. O lamba kristal bir fânûs içindedir, o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu), nûr üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nûrûna eriştirir.”1513
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
'Allah'ım! Hamd senin içindir. Sen göklerin ve yerin ve ikisi arasındaki şeylerin nurusun." 1514
Yine Rasûlullah (s.a.v.) buyurur:
"Şüphesiz ki Allah uyumaz ve uyuması da gerekmez. Teraziyi indirir ve kaldırır.1515 Gecenin ameli gündüzün amelinden, gündüzün ameli gecenin amelinden önce O'na yükselir. O'nun görülmesini engelleyen perde bir nurdur. Eğer onu açmış olsaydı zâtının nuru ve yüceliği bütün mahlukatı yakardı." 1516
Büyük âlim Abdurrahman İbn Nasır es-Saidî şöyle der:
Allah'ın (c.c.) isimlerinden ve sıfatlarından birisi de "en-Nûr"dur. Bu O'nun büyük bir vasfıdır. O, yücelik ve kerem sahibidir. Nurunun ve parlaklığının önündeki perdeyi kaldırmış olsaydı bütün mahlukat tutuşur helak olurdu. Bütün âlemler O'nunla aydınlanır. O'nun zâtının nuru karanlıkları aydınlığa çevirir; arş, kürsi, yedi kat gök ve bütün varlıklar O'nunla aydınlığa kavuşur.
Nur, iki çeşittir.
1. Hissi/maddi nûr: Bu varlık âlemini aydınlatan nûr, sadece O'nun nurudur.
2. Mânevi nur: Kalblerde ve ruhlarda hâsıl olan nurdur. Bu nûr Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği Kur'an ve Sünnetle hâsıl olan nurdur. Malumdur ki Kur'an ve Sünnet ve bu ikisiyle amel etmek kalpleri kulakları ve gözleri aydınlatır. Dünya ve ahirette kul için bir nur olur. "Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir." 1517 Çünkü Allah Teâlâ, kendisinin göklerin ve yerin nuru olduğunu bildirdi ve kitabını, peygamberini ve vahyini de nûr diye isimlendirdi...
İbnü'l-Kayyım bazı tasavvufçuların bu konuda içine düştükleri bir hataya dikkat çeker: Bunlar Allah'ın sıfatlarının nuru ile iman ve marifet nurunu birbirine karıştırırlar. Ellerinde sağlam bir ölçü ve yeterli bir bilgi olmadan ibadet ve kullukta bulunurlar ve kalblerinde bu kulluğun nuru belirmeye başlar. Çünkü yapılan ibadetlerin kalblerde meydana getirdiği nurlar vardır. Onlar zannederler ki bu nur, Allah Teâlâ'nın mukaddes zâtının nurudur. Böyle bir zanna kapılınca onlar cehaletlerinin aldanmışlıklarının ve sapıklıklarının eseri olarak Ölçüsüz 1518 ve çirkin sözler söylerler. İlim, iman ve sağlam ölçüsü olanlar ise Allah'ın zât ve sıfatlarına ait olan nûr ile O'ndan mahlukatına lütfedilen maddi ve manevi nuru ayırdederler. Ve onlar bilirler ki Allah Teâlâ'nın sıfatlarına ait nur O'nun zatına aittir, zatından ayrılmaz ve mahlukatına geçmez. Allah Teâlâ zâlimlerin söyledikleri şeylerden yücedir. Ve büyüktür. Mahlûkun nuruna gelince o, kendisini meydana getiren ve varlığını devam ettiren bir takım sebepler ve unsurlar hasebiyle yaratıkların nitelendirildiği nurdur. Mü'min, imanında kemale erdiği zaman Allah onun kalbini nurlandırır, eşyanın hakikati ona açılır ve hak ile bâtılı ayırdedebileceği bir ölçü elde eder. Bu nur, kulun hayatının ana maddesi; ilim ve amel olarak onu hayra götüren güç ve kuvveti olur. ilmi ve inancındaki şüphelerden, gaflet ve zulümden doğan şehvetlerden, tamamen kurtulur. Artık onun kalbi nur olur, sözleri nûr olur, yaptıkları nûr olur. Her tarafını nur kuşatır. Kâfir, münafık, muarız veya gafil kimseler ise hepsi karanlıklar içinde şaşkın bir haldedirler. Onların herbirinin zulmetten nasibi kendi günahları ve isyanları nisbetindedir. Başarıya ulaştıran sadece Allah'tır. 1519
Nur, ışık demektir. Işık ta'rif istemez. Çünkü o gözlüye gizli değildir. Allahu teâlâ mahsûsâtı görmek için ışık yarattığı gibi, ma'kulâtı anlayabilmek için de, ışık yaratmıştır. Mahsûsâtı gösteren ışık, Güneşin ziyası, onu gören de gözdür. Makulâtı gösteren ışık, îmân ve irfan nuru, onu idrak eden de basiret, yâni kalb gözüdür. 1520
Îmân Nuru Ve Güneşin Ziyâsı:
Güneş, gökleri ve yeri aydınlatıyor, bu sayede etrafımızdaki eşyayı görüyor, onların biçimlerini, renklerini, nevi'lerini öğrenip kendilerinden faydalandığımız gibi dağlarda, kırlarda, çöllerde geçeceğimiz yolların selâmet taraflarını, tehlikeli bataklıkları veya uçurumları görüp duruyoruz. Demek ki, Allahu teâlâ güneşi, bize maddiyâtımızda faydalı ve tehlikeli noktaları gösteren bir nur olarak bağışlamıştır. Bunun gibi maneviyat âleminde de yine faydalı şeyleri sezmek, tehlikeli noktaları görmek için, îmân nuru ihsan buyurmuştur. Allah'ın insana en büyük bağışlarından biri de, gönlünde uyandırdığı îmân güneşidir. El-Hamdüli'llâh, bu güneşin nuru sahibinin yüzünü, suratını güzelleştirip letâfetlendirdiği gibi, sîretini de parlatır, bütün kötü huylardan kurtarır. Çünkü kötü huylardan herbirinin küfre inen bir yolu vardır. Onun için îmânla barışamaz. Meselâ, başkasının elde etliği ni'metin yok olmasını istemek: Bunu tahlil edersek, hasedde Allahu teâlâ'ya i'tiraz ma'nâsı bulunur. Yâni hâsid, demek istiyor ki, "Yâ Rabbi bu ni'meti bu adama vermemeliydin; çünkü bu ona lâyık değildir." hâşâ, Allahu teâlâ vereceği yeri bilememiş demek oluyor ki, bunun küfür olduğunda şüphe yoktur.
İmân nuruyla, insanı içinden, dışından kuşatmış olan böyle tehlikeli karanlıklar açılır. Altı, üstü, sağı, solu, önü, arkası nûr içinde kalır. Karanlıktan ileri gelen kuruntular dağılır, hakikatlar sezilir, gönüllerde emniyet ve ferahlık nurları doğar. Haktan gelindiği ve yine Hak'ka dönüleceği bilinir. 1521
Îmân Nuruyla Aydınlanmayan Gönüller Niçin Muztariptir?
Çünkü oralarda bütün kötü huylar toplanır ve bunların herbiri birer diken olur da, sahibine rahat yüzü göstermez, iğneli fıçı işkencesine atılmış gibi dâima ıztırap verir. Halbuki şuurlu bir îmânın hâkim olduğu kalblere fena huylar giremez; girse bile barınamaz. Bu şuna benzer ki, bir hükümet son derece âdil olur, en ufak bir haksızlığa meydan vermez, hudutları üzerinde uyanık ve kahir kuvvetler bulundurur, dışardan hiçbir fenalığın ve fena kimselerin içeri girmesine imkân bırakmaz. O memlekete, yabancı kötüler giremez, girse de yüz bulamaz. Bir hainliğe kalksa başı ezilir. Kaçacak, barınacak kuytu bir köşe arar, fakat en hücrâ yerleri kaplayan adalet ışığı gözlerini kamaştırır, kalbini daraltır.
Bir de bunun aksini düşünelim: Kudret ve servet i'tibâriyle birbirinden üstün olan insanların birbirlerine tecâvüzlerini önleyemiyen, adalet ve insafı yerine getiremiyen, ilim ile adaleti takbih, zulümle cehaleti terviç eden bir hükümet tasavvur edelim. Kaatil, cani, yankesici, dolandırıcı, zânî, ayyaş, kumarbaz hâsılı bütün ahlâksız ve kötü insanlar çarçabuk orada toplanır; yüz bulur, söz sahibi, mevki’ adamı olur. Sonuç: Kaviler zaiflere çullanır, mallar, canlar, ırzlar, namuslar mubah olur. Derken karşılıklı saldırışlarla insanlar birbirini yer, bitirir. Kötü insanlarla dolu bir memlekette barınmak ne kadar güçtür. Orada yaşamak, gecesi gündüzünden, gündüzü gecesinden daha ıztıraplı bir hayattır, işte bu misâlde, insanın bedeni bir memlekete, iyi huylar medenî ve kibar insanlara, kötü huylar, vahşî ve kaba insanlara, îmân ile küfür de, hâkim bir kuvvete benzetilmiştir. Kötüler nuru sevmezler. Çünkü nûr bunların ayıbını meydana kor.
Küfrün hakim olduğu bedenlerde bu suretle korkunç bir karanlık ve kararsızlık, bitmez tükenmez bir ıztırap ve üzüntü vardır, imansızlar -ne kadar neş'eli görünmeğe çalışsalar da- bunu acı acı duymaktadırlar. Bu haller cehil ve küfür karanlığının bir neticesidir. Bu karanlık, Allah'tan hidâyet erişmezse, ileriye doğru eksilmez, bilâkis artar. Öyle ki, hayâtın ağır ve ıztıraplı dakikaları, daha ıztıraplı olan kabir karanlıklarına, bu da mahşer karanlıklarına ve nihayet Cehennem karanlıklarına çeker, götürür.
Ruh ise karanlıktan hoşlanmaz. Daima nûr ister. Bunun için bu fânî hayâtın mahdut karanlıklarını açmak için birçok masraflara ve külfetlere katlanan bizlerin bakî hayâtımızın, nâ-mütenâhî, asırlar sürecek olan karanlıkları hakkında, bir ölü gibi hissiz ve lakayt kalmamız izah edilemez bir gaflet, anlaşılmaz bir sarhoşluktur! 1522
Kula Gereken Şey:
Gönlündeki imân nurunu söndürmekten son derece sakınmak gerektir. Çünkü bunun neticesi kalb körlüğüdür. Bunun fecaatini ölçmek için göz körlüğünü düşünmek lâzım. Âmâ olan bir insanın vücudu ne kadar zinde ve sağlam olursa olsun, daimî bir zindan içinde demektir. Sonra gözdeki görme kuvveti zayıf olur, keskin olur veya bütün bütün yok olur. Dikkat lâzım, kalb gözü de böyle taksimatlıdır. Fakat kalb körlüğü, göz körlüğünden kötüdür. Çünkü gözü kör olan yedilir, yola gider. Fakat kalbi kör olan yedilmez, yola da gitmez.
Hani bazı öyle hâdiseler olur ki, onlar bizim için âdeta ölüm, kalım mes'elesi olur. O hâdiseler karşısında ne kadar uyanık ve dikkatli bir vaziyet almağa çalışırsak, imân nurunun muhafazası mes'elesinin, ondan daha çok dikkat ve basirete lâyık olduğunu asla göz önünden ayırmamalıyız. Çünkü o, bizim ebedî saadetimizi temin edecek en kıymetli servetimizdir. 1523
Dostları ilə paylaş: |