Okuduğumuz ayetler, inananları iyiliğe çağırıyor; kötülükten ve fenalıktan sakındırıyor. Bununla birlikte önceki ve sonraki ayetlerle de irtibatı kaybetmiyor. Önceki ve sonraki ayetler, Uhud Savaşını ve müminlerin o günlerde içinde bulundukları, Allah'ın razı olmadığı kınanmış kötülükleri ve hâlleri anlatıyor. Bu kötü hâller, müminlerde beliren gevşemeyi, zaafı, Allah'a ve Peygambere asi olmayı gerektirmişti. Dolayısıyla bu ayetler, Uhud Savaşında inen ayetlerin tamamlayıcısı sayılmaktadır.
Bu ayetler, daha sonra müminlere bu yok edici vartalara, mahvedici engebelere düşmekten koruyan yolları gösteriyor. Onları Allah'tan korkmaya, O'na güvenmeye, Allah'a ve Peygambere sebatla itaat etme-ye çağırıyor. Bu dokuz ayet, özellikle özendirme ve sakındırma içeriklidir. Bu ayetler, Müslümanları iyilik yapmaya koşmaya, bu yolda birbirleri ile yarışmaya teşvik ediyor. Söz konusu iyilik, bollukta ve darlıkta Allah yolunda infak etmek, öfkeyi yenmek ve insanların kusurlarını bağışlamaktır. Toplumda iyilik severliği ve hayır işleri yaygınlaştırmak, eziyetlere ve kötülüklere katlanmak, kötülüğe kötülükle karşılık vermemek gibi erdemler, söz konusu iyilikleri bir araya getirir. Toplumu koruyan, onun iskeletini güçlendirerek ayakta durmasını sağlayan yegane yol budur.
Faizden uzak durmak, bu infakın ve iyilikseverliğin gerekli şartı olduğu için, söze bu konu ile girildi. Faizden kaçınmak iyilikseverliğe ve infaka doğru atılmış ilk adım gibidir. Daha önce Bakara Suresinde geçen infak ve faiz ayetlerinde vurguladığımız gibi infak, bütün yolları ile toplum yapısının dayanağını oluşturan temel taşların en önemlisidir. İnfak insan toplumuna birlik ruhu üfler. Bu sayede toplumun dağınık güçleri arasında birlik meydana gelir. Böylece toplumsal hayatta mutluluğa erişilir. Yine infak sayesinde toplum kendine yönelen her yok edici ve sıkıntı verici afeti bertaraf edecek gücü kazanır. Faiz, infakın bu özelliğinin en büyük karşıtı, en amansız düşmanıdır.
Yüce Allah, bu ayetlerde müminleri işte buna teşvik ediyor. Arkasından, onları günah engelleri yüzünden Rableri ile ilişkilerini kesmemeye teşvik ediyor. Eğer Allah'ın hoşuna gitmeyecek işler yaparlarsa, ikinci ve üçüncü kez tövbe ederek, kötülüklerden vazgeçerek kusurlarını telâfi etmelerini, bundan bıkmamalarını ve usanmamalarını öneriyor. Müminler bu iki çağrıya uyarlarsa, mutlu bir hayatın yolunda ilerlemeleri gerçekleşir. Böylece ne saparlar, ne yerlerinde sayarak helâk olurlar.
Gördüğün gibi bu açıklama, davranışlarında kusurlar görülen bir insanı kemale erdirmenin, erdemlerle donanmış nefislere sızabilecek rezillikleri tedavi etmenin en iyi yoludur. Erdemlerle donanmış nefislere sızabilen bu rezillikler, yozlaşmaya ve gerilmeye yol açtığı gibi mahvolmaya, yok olmaya da yol açar.
KUR'AN'IN EĞİTİM METODU VE İLİM İLE AMELİN AYRILMAZLIĞI
Kur'an'da somutlaşan ilâhî eğitim metodunun özelliği işte budur. Kur'an, yirmi üç yıllık iniş süresi boyunca öğretmeyi amaçladığı ilkeler bütünü için öncelikli maddeler belirler. Bu öncelikli maddelerin bir bölümü uygulanınca, bu pratik uygulamayı müminlerin eğitiminde ikinci bir madde olarak alıp sunar. Uygulamanın aksaklıklarını düzeltip geride kalan doğru yapılmış bölümle birleştirir, bozukluğu kınayıp iyi ve sağlıklı uygulamayı över ve bu iyi uygulamanın sahibine teşekkür eder. Çünkü yüce Allah'ın kitabı bir ilim ve amel (uygulama) kitabıdır. O ne bir teori ve faraziye kitabı ve ne bir körü körüne taklit kitabıdır.
Onun eğitim metodu şuna benzer: Bir öğretmen düşünün; en kısa biçimde ve en az sözlerle bilimsel ilkeleri öğrencilerine sunarak, onları uygulamalarını ister. Sonra öğrencilerin bu uygulamalarını tekrar ele alarak, onların doğru ve yanlış taraflarını son noktasına kadar tahlil eder. Öğüt ve uyarı üslûbu ile eksiklikleri ve aksaklıkları açıklar. Doğru ve sağlıklı uygulamaları överek, vaat ve teşekküre bağlar. Sonra da aynı uygulamayı tekrarlamalarını ister. Öğrenciler, alanlarında yeterlilik kazanıncaya ve çalışmalarında ilerleme kaydedinceye kadar bu metodu tekrarlar.
Bu anlattığımız metot, dikkatli inceleyicilerin ilk bakışta farkına varabilecekleri Kur'an gerçeklerinden biridir. Bir bakıyorsun yüce Allah, ilk önce cihada ilişkin genel ilkeleri, örneğin Bakara Suresinin "Savaşmak size farz kılındı" diye başlayan 216. ayetini indirerek müminlere orada cihadı emrediyor. Arkasından ikinci adım olarak Bedir Savaşını ele alıyor ve orada açıkladıklarını müminlere emrediyor. Sonra Uhud Savaşını, arkasından da başka savaşlar, ele alıyor ve böyle gidiyor. Bir bakıyorsun yüce Allah, geçmişteki peygamberlerin ve ümmetlerin yaşadıkları olayları anlatıyor; bu olaylardaki yanlışlıkları düzelttikten ve doğru davranışın ne olması gerektiğini vurguladıktan sonra onu yeni nesillere bir ibret örneği ve pratik uygulama ilkesi olarak sunuyor ve bu eğitim böyle böyle devam ediyor. Gerek yukarıdaki ayetler arasındaki "O hâlde yeryüzünü gezin de Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görün." diye buyuran 137. ayet ve gerekse bu surenin "Nice peygamberler vardır ki..." diye başlayan 146. ayeti söylediklerimizin örnekleridir.
* * *
"Ey müminler! Faizi kat kat arttırılmış olarak yemeyin..." (130, 131 ve 132. ayetler) "Yemek" fiilinin kullanılıp da "almak" eyleminin kastedilmesinin sebebini daha önce açıkladık. "Kat kat arttırılmış olarak" deyimi faizin baskın niteliğine işaret ediyor. Çünkü faiz doğal olarak sürekli katlanır ve başkalarının malını eritip faize verilen ana mala katmak suretiyle faiz konusu mal kat kat artar.
"Kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşinden sakının." Bu ayet, faiz yiyenlerin kâfir olduklarına işaret ediyor. Nitekim Bakara Suresinin faizle ilgili ayetlerinde bu gerçeğe parmak basılmıştı. O ayetlerin birinde "Allah, inkârcı ve günahkâr kimseleri sevmez." (Bakara, 276) buyurulmuştur.
"Rabbinizin mağfiretine ve genişliği gökler ile yeryüzü arası kadar olan cennete koşun." Ayetin orijinalinde geçen "sariû" kelimesinin kökü olan "musaraa" kelimesi, hız oranını artırmak anlamına gelir. Bu davranış iyiliklerde övülen, kötülüklerde kınanan bir eylemdir.
Kur'an'da mağfiret ile cennet çoğunlukla bir arada anılır. Bunun tek sebebi şudur: Çünkü cennet temizlik yurdu olduğu için, günah ve suç pislikleri oraya girmez; bu pislikleri üzerinde taşıyanlar da mağfiret sayesinde arınmadıkça oraya giremezler.
Bu ayette yer alan mağfiret ve cennet, arkadan gelen iki ayetteki iki şeye karşılıktır. Mağfiret, "onlar, çirkin bir iş (zina) yaptıklarında..." ifadesine karşılık olurken cennet de, "Onlar, bollukta da, darlıkta da (Allah için) mal harcarlar..." ifadesinin karşılığı olmaktadır.
"Genişliği gökler ile yeryüzü arası kadar olan cennet" ifadesine gelince, burada "'arz=en" genişlik anlamındadır ve bu yaygın bir kullanımdır. Bu ifade, cennetin genişliğinin son sınırına ulaştığını veya insan hayalinin çerçevesini aştığını belirten bir kinayedir. Bu ifadenin başka bir anlamı daha vardır ki, ona az sonra ayetleri hadislerin ışığında incelerken değineceğiz.
"Orası (günahlardan) sakınanlar için hazırlanmıştır." Bu ifade, daha sonraki ayetlerde yer alan takva sahiplerinin niteliklerini saymaya yönelik bir hazırlık, bir giriş adımı gibidir. Çünkü maksat, müminlerin bu noktadaki, yani bu ayetlerin indiği sıradaki durumları ile ilişkili olan nitelikleri açıklamaktır. Bilindiği gibi bu ayetler, Uhud Savaşından sonra inmiştir ve o sırada onlar zaaf, gevşeklik ve itaatsizlik gibi davranışlarda bulunmuşlardı. Fakat onlar, gelecekte Uhud benzeri başka savaşlarla, benzer olaylarla karşı karşıya kalmaya adaydılar ve bu yüzden birliğe, görüş ortaklığına, uyuşmaya ihtiyaçları vardı.
"Onlar, bollukta da, darlıkta da (Allah için) mal harcarlar..." Ayette geçen "serra" ve "darra" kelimeleri, insanı sevindiren ve üzen durumlar veya kolaylık ve zorluk anlamlarına gelir. "Kazimîn" kelimesinin kökü olan "kezm" kelimesi ise aslında, dolan kırbanın başını bağlamak anlamına gelirken daha sonra istiare yolu ile hüzün ve öfke dolu insanın durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. "Gayz (öf-ke)" hoşlanmadığı çok şeyi gören insan tabiatının kabarıp taşması demektir. Bunun tersine "gazab" kelimesi, intikam alma ve cezalandırma iradesi anlamına gelir. Bu yüzden "Allah gazap etti" denir; ama "Allah gayza geldi, öfkelendi" denmez.
"Allah, iyi işler yapanları sever." ifadesi, Allah'ın zikrettiği niteliklerin onları tanımladığına işarettir. Bu ifade, iyi işler yapanları, insanlar açısından, onlara iyilik etmekle tanımlıyor. Ama Allah açısından onları şu ayet tanımlıyor: "(Bu kitap) İyi işler yapanlara bir müjdedir. "Rabbimiz Allah'tır." deyip, sonra (bu sözde) sebat gösterenler için hiçbir korku yoktur ve onlar hiç üzülmeyeceklerdir." (Ahkaf, 12-13) Aslında bu ayetlerde zikredilen "iyi işler" "Onlar, bollukta da, darlıkta da (Allah için) mal harcarlar" ifadesinde geçen iyi işlerin aslı ve kökü niteliğindedir. Çünkü infak ve benzeri iyilikler Allah rızası için olmadıkları takdirde, Allah katında hiçbir değer taşımazlar. Nitekim daha önce incelediğimiz "Onların bu dünya hayatındaki harcamaları... kavurucu soğukluktaki bir rüzgâra benzer..." (Âl-i İmrân, 117) ayeti ile bu konudaki diğer ayetler bu gerçeği vurgulamaktadırlar.
Yüce Allah'ın şu sözü bu söylediklerimizin delilidir: "Uğrumuzda cihad edenleri kesinlikle bize ulaştıran yollara iletiriz. Hiç şüphesiz Allah, iyi işler yapanlarla beraberdir." (Ankebut, 69) Buradaki cihad, gayret etmek, güç harcamak demektir. Bu da, ancak nefsin arzularına, insan tabiatının gereklerine karşı koymakla olur. Bu ise, ancak insanların gönlünde bazı ilkelere yönelik imanın varlığı hâlinde olur. Bu ilkeler gereğince davranılması ve bu yolda sebat edilmesi lâzımdır. Bu sebatın gösterilebilmesi için insan tabiatının hoşlandığı, insan nefsinin arzu ettiği şeylere karşı direnmek şarttır. Bu direnişin söz ve inanç plânındaki gereği, o insanların "Rabbimiz Allah'tır." demeleri ve bu istikametten şaşmamalarıdır. Bu direnişin amel ve uygulama plânındaki gereği de, birbirleri ile ve diğer insanlarla iyi geçinerek ve infak ederek bu sözü uygulamada ayakta tutmaktır. Bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç şudur: İyilik, Allah'a imanda sebat açısından amelleri iyi şekilde yapmaktır.
"Yine onlar, çirkin bir iş (zina) yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde... " (135 ve 136. ayetler) Ayette geçen "fahişe" kelimesi, kötü ve çirkin eylemler demektir. Yaygın olarak zina anlamında kullanılır. Dolayısıyla "zulüm"den maksat, karşılıklılık karinesi ile, diğer büyük günahlar ile küçük günahlardır. Eğer "fahişe" kelimesini büyük günahlar anlamına gelen "iğrenç suçlar" diye yorumlarsak, o zaman "zulüm"den maksat, sadece küçük günahlar olur. "Allah'ı hatırlayarak..." ifadesi gösteriyor ki, af dilemenin dayanağı, Allah'ı hatırlama dürtüsü olmalıdır. Yoksa ağız alışkanlığı gibi yollarla sırf af dileme içerikli sözler söylemek bir işe yaramaz. "Günahları Al-lah'tan başka kim affedebilir ki?" ifadesi, günahkâr insanlara yönelik bir teşvik ve onlardaki Allah'a sığınma içgüdüsünü uyarmayı amaçlayan bir uyarıdır.
"Onlar işledikleri günahlarda, bile bile ısrar etmezler." Af dilemenin bu şarta bağlanmasının sebebi şudur: Çünkü günahlarda ısrar etme tutumu, insan nefsinde öyle bir durumun doğmasına yol açar ki, bu durumda yüce Allah'ı anmanın faydası olmaz. Bu olumsuz durum, Allah'ın emrini hafife almak, O'nun yasaklarını çiğnemeyi umursamamak, O'na karşı büyüklük taslamaktır ki, böyle bir durumun eşliğinde kulluk kalmaz ve yapılacak zikir hiçbir fayda sağlamaz. Bu yüzden de "bile bile" şartına bağlanmıştır. Bu şart, ayetin başındaki "zulüm" kelimesinin küçük günahları da kapsadığını gösteren bir ipucudur. Çünkü günahta ısrar etmek, Allah'ın emrini hafife almayı ve O'nun makamını küçümsemeyi gerektirir. Söz konusu günah, ister küçük, ister büyük olsun, fark etmez. Buna göre "işledikleri günahlar" ifadesi, büyük günahlardan daha fazlasını kapsamına alır. Dolayısıyla "işledikleri günahlar" ifadesinden maksat, bu ayetin başında zikredilen çirkin iş ve nefse zulmetmektir. Küçük günahlar da, çirkin iş kapsamına giremeyeceğine göre, ister istemez nefse zulmetmek kapsamında olacaktır.
"İşte onların mükâfatı..." ifadesinde kötü işlerden sakınanlara verilecek bol mükâfat açıklanıyor. Yüce Allah, "Rabbinizin mağfiretine ve... cennete koşun." ayetinde emir biçiminde buyurduğu şeylerin aynısını bu ayette anılan nitelikteki inananlara vaat ediyor. Bundan anlaşılıyor ki, ayetteki "koşun" emri infaka, kini yenmeye, insanların kusurlarını bağışlamaya ve istiğfar etmeye yöneliktir.
"Sizden önce ilâhî yasaların değişmezliğini kanıtlayan birçok olaylar geldi geçti. O hâlde yeryüzünü gezin de Allah'ın ayetlerini yalan sayanların akıbetini görün." Ayette geçen "sünen" kelimesi, toplumda izlenen yol anlamına gelen "sünnet"in çoğuludur. Yeryüzünü gezme emrinin gerekçesi, eski milletlerin, zorba kralların ve firavunların tarihî kalıntılarına bakıp onların yüksek sarayları, zengin hazineleri, tahtları ve ordularının kendilerine fayda sağlamadığını görerek ibret almaktır. Yüce Allah, onları ibret al-maya niyetli olanların ders alacakları ve gafillerin uyanmasını sağlayacak tarihî serüvenlere dönüştürmüştür.
Söz konusu kralların ve firavunların kalıntılarını ve anıtlarını korumaya, yaşadıkları günlerdeki dünyevî ve zahirî şaşaalarını, debdebelerini ortaya çıkarmak için çaba harcamaya gelince; Kur'an'ın önem vermediği, ilgi göstermediği bir husustur. Bu çaba, her dönemde başka bir kılıkta ortaya çıkan putperestlikten başka bir şey değildir. Putperestliğin ne olduğunu ele alacağımız ayrı bir incelemede, inşallah bu konuyu tahlil edeceğiz.
"Bu (Kur'an) insanlara yönelik bir açıklama..." Burada etki bakımından bir ayırım, bir sınıflandırma söz konusudur. Yani Kur'an, bazıları için bir duyurma ve açıklama, diğer bazıları için ise bir yol gösterici ve öğüttür.
Dostları ilə paylaş: |