AYETLERİN MEALİ 121-129
121- Hani sen müminleri savaşacakları elverişli yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenden çıkmıştın. Allah işitendir, bilendir.
122- Hani sizden iki grup korkup çözülmeye yüz tutmuştu. Oysa Allah onların velisi (yardımcısı) idi. Müminler yalnızca Allah'a dayanmalıdırlar.
123- Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı. Oysa siz güçsüz idiniz. O hâlde Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız.
124- Hani sen mü'minlere; "Rabbinizin size, gökten indirilmiş üç bin melekle yardım etmesi, size yetmez mi?" diyordun.
125- Evet, eğer sabırlı olur ve (kötülüklerden) sakınırsanız, onlar şu anda üzerinize saldırsalar, Allah size beş bin nişanlı melekle yardım eder.
126- Allah bunu sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla güven bulsun diye yaptı. Yoksa zafer, sadece üstün ve güçlü olan hikmet sahibi Allah katındandır.
127- Kâfirlerin bir kısmını kessin veya onları perişan etsin de umutsuz olarak geri dönüp gitsinler diye (Allah Bedir-'de sizi zafere ulaştırdı).
128- Bu konuda senin elinde bir şey yok. Ya da onların tövbelerini kabul etsin veya zalimlikleri yüzünden onları azaba çarptırsın diye (Allah Bedir'de sizi zafere ulaştırdı).
129- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, dilediğini affeder, dilediğini de azaba çarptırır. Hiç şüphesiz, Allah affedici ve merhametlidir.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Okuduğumuz ayetlerde surenin başına dönülüyor. Surenin başında müminler, içinde bulundukları zor durumlar konusunda uyarılıyor; iman, yardım ve düşmanlarının hakkından gelme gibi Allah'ın kendilerine yönelik nimetleri hatırlatılıyor; neler sayesinde yüce hedeflerine ulaşacakları öğretiliyor; hayatları boyunca ve öldükten sonra kendilerini mutluluğa erdirecek olan yol gösteriliyordu.
Bu ayetlerde Uhud Savaşı anlatılıyor. Bedir Savaşına işaret eden ayetler ise, Uhud Savaşının hikâyesini tamamlayan bir ek niteliğindedir. İleride anlatılacağı üzere Bedir Savaşı bu ayetlerin asıl konusu olarak değil, olayın somut bir örneği olarak sunulmuştur.
"Hani sen müminleri savaşacakları elverişli yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenden çıkmıştın." Ayetin orijinalinde geçen "iz" edatı, "üzkür=hatırla" ya da ona yakın anlamı olan hazfedilmiş bir amille ilintili bir zarftır. "Gadevte" kelimesi, erkenden yola çıkmak anlamına gelen "guduv" kökünden türemiştir. "Tebvie", birine yer hazırlama, onu yerleştirme, bir yere konuşlandırma anlamına gelir. "Mekaid" çoğuldur. "Ehl" kelimesi, Ragıp el-İsfahanî'nin açıkladığı gibi, kişinin nesepte, evde veya bunlar dışında dinde, beldede ve sanatta ortak olduğu kimseler anlamına gelir. Meselâ kişinin eşine ve eşi, çocuğu, hizmetçisi ve başkaları gibi evinde bulunanlara ve aşireti, soyu gibi kendisine mensup olanlara o kişinin ehli denir. Bunun yanı sıra bir beldede oturanlara filân beldenin ehli, bir dinin bağlılarına falân dinin ehli ve bir sanat dalının sanatkârları ile öğretmenlerine filânca sanatın ehli denir. Bu terimde müzekkerlik, müenneslik, tekillik, çoğulluk ayırımı gözetilmez. Bu terimin kullanımı insanlara özgüdür. Yani bir şeyin ehli demek, o şeye yakın insanlar demektir.
Peygamberimizin ehli, onun yakınları anlamına gelir. Burada "ehl"den çoğul kastedilmiştir; tek kişi kastedilmemiştir. Bunun delili, "erkenden ailenden (ehlinden) çıkmıştın." ifadesidir. Çünkü "yakınlarından ve cemaatinden çıktın" denir; ama "eşinden veya annenden çıktın" denmez. Bundan dolayı bu ayetteki "ehl" terimini tekil kabul eden bir tefsir alimi, "Bu ifade, 'ehlinin evinden çıkmıştın' demektir." biçiminde bir ifade değişikliği farz etme yoluna başvurmuştur. Fakat ifadede bu varsayımı haklı gösterecek bir delil yoktur.
Ayetlerin akışı, topluluğa hitap etmeye dayanıyor. Bu ayetin öncesinde ve sonrasında görüldüğü gibi hitap müminlere yöneliktir. Fakat "Hani sen müminleri savaşacakları elverişli yerlere yerleştirmek üzere erkenden ailenden çıkmıştın." ifadesinde müminlere hitap etmek-ten vazgeçilerek Peygamberimize hitap edilmiştir. Bunun gerekçesi, galiba Uhud Savaşını anlatan ayetlerde açıkça beliren serzeniş üslûbudur. Müminlerin gerek savaşa çıkma, gerekse savaş sırasında göster-dikleri, ortaya koydukları gevşekliğe ve zaafa yönelik kınama, azarlama ve eseflenme tepkisi bu ayetler üzerine gölge düşürmüş görünüyor.
Yüce Allah, bu yüzden Uhud Savaşını anlatırken müminlere yönelik hitap üslûbunu değiştirerek Peygambere (s.a.a) mahsus konuda ona hitap etmeye yöneliyor: "Hani sen... erkenden ailenden çıkmıştın." (Âl-i İmrân, 121) "Hani sen müminlere; '...size yetmez mi?' diyordun." (Âl-i İmrân, 124) "Bu konuda senin elinde bir şey yok." (Âl-i İmrân, 128) "Onlara de ki: 'Bütün işler Allah'ın elindedir." (Âl-i İmrân, 154) "Allah'ın rahmeti ile onlara karşı yumuşadın. Eğer sert, katı kalpli biri olsaydın, çevrenden uzaklaşırlardı. Onları affet." (Âl-i İmrân, 159) "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma..." (Âl-i İmrân, 169)
Görüldüğü gibi yüce Allah bu ayetlerde topluluğa yönelik hitap üslûbunu tekile hitap üslûbuna çevirmiştir. Çünkü bu ayetlerin hepsinde, konuşmacıyı konuşmasını devam ettirmekten alıkoyan öfkelendirici veya heyecanını kabartıcı bir durum söz konusudur. Ama örneğin, şu ayetlerde öyle bir durum söz konusu değildir: "Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi eğer o ölür ya da öldürülürse, topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz?" (Âl-i İmrân, 144) "Hani Peygamber sizi arkanızdan çağırırken..." (Âl-i İmrân, 153) Çünkü bu iki ayette topluluğa yöneltilen hitap tekile yönelik hitaptan daha etkilidir. Şu ayetteki durum da demin söylediğimizin tersinedir: "Allah, müminlere kendilerinden bir peygamber göndermekle onlara karşı büyük bir lütufta bulundu..." (Âl-i İmrân, 164) Çünkü Peygamberimizi göndermede somutlaşan ilâhî lütuf, Peygamberimize üçüncü tekil şahıs zamiri ile değinilerek daha çarpıcı, vicdanları daha güçlü biçimde etkileyici, vehimden ve hayalden daha uzak bir biçimde ifade edilmektedir. Eğer bu ayetleri dikkatle incelersen, söylediklerimizin doğru olduğunu anlarsın.
Bu ayetin anlamı şudur: Hani sen müminleri savaşacakları elverişli yerlere mevzilendirmek, onları oralara konuşlandırmak üzere erkenden ailenden çıkmıştın. Allah orada söylenenleri işiten ve onların içlerinde gizli tuttuklarını bilendir.
"Hani sen... erkenden ailenden çıkmıştın." ifadesinden, savaş alanının Peygamberimizin (s.a.a) evine yakın olduğu anlaşılıyor. Bununla bu iki ayetin Uhud Savaşıyla ilgili olduğu kesinlik kazanıyor. Böylece bu iki ayet, Uhud Savaşıyla ilgili olarak inen ilerideki ayetlerle bütünleşiyor. Çünkü bu ayetlerde anlatılanlar, bu savaşın olayları ile örtüşüyor. Bu söylediklerimizden, bu iki ayetin Bedir Savaşı hakkında olduğunu ileri süren görüş ile onların Ahzâb Savaşı hakkında olduğunu ileri süren görüşün zayıf olduğu ortaya çıkıyor. Bunun nedeni de açıktır.
"Allah işitendir, bilendir." O işitendir, yani orada söylenenleri işitir. Aynı zamanda bilendir, yani onların kalplerindeki saklı duyguları bilir. Bu ifade, orada müminler arasında birtakım konuşmalar olduğunun ve kalplerinde saklı duygular bulunduğunun delilidir. Anlaşılan, "Hani... çözülmeye yüz tutmuştu" ifadesi ile başlayan ayet bu iki sıfatla bağlantılıdır.
"Hani sizden iki grup korkup çözülmeye yüz tutmuştu. Oysa Allah onların velisi idi." Ayetin orijinalinde geçen "hemm" kelimesi, içten geçen şey demektir, ki o da yönelme ve yüz tutmadır. "Feşel" sözcüğü ise, korkaklıkla karışık zayıflık anlamına gelir.
"Oysa Allah onların velisi (yardımcısı) idi." ifadesi hâldir ve bunun âmili "hemmet" fiilidir. İfade azar ve kınama içeriklidir. "Müminler yalnızca Allah'a dayanmalıdırlar." cümlesi de öyledir. Buna göre ayetin anlamı şudur: "Bu iki grup korkup çözülmeye yüz tuttu. Oysa onların velisi ve yardımcısı Allah'tı. Yardımcısının Allah olduğunu gördüğü hâlde bir müminin yılgınlığa kapılması yakışık almaz. Üstelik müminlere yaraşan tavır, işlerini Allah'a havale etmektir ve Allah'a dayanan kimse için O yeterlidir."
Bu söylediklerimizden, "Bu ayette sözü edilen yöneliş eylem plânında değil, düşünce plânında bir yöneliştir. Çünkü yüce Allah bu yönelişi gösteren grupları övmüş, onların velisi olduğunu bildirmiştir. Eğer sözü geçen yöneliş eylem ve girişim plânında bir yöneliş olsaydı, bu grupların övülmeleri değil, yerilmeleri daha yerinde olurdu." şeklindeki görüşün zayıf olduğu açıkça ortaya çıkıyor. Bir defa bu görüşü savunanların; "Bu yöneliş düşünce plânında bir yöneliştir." demekle neyi kastettiklerini anlamıyorum. Acaba belli bir düşüncenin akıllara gelmesini, yılgınlık ve çözülme kavramının tasavvur edilmesini mi kastediyorlar? Eğer öyle ise oradaki Müslümanların hepsinin içinden bu tür duygular geçmiştir ki, o takdirde bu savaşı anlatırken buna değinmek anlamsız olur.
Ayrıca böyle bir yönelişe sözlük anlamı ile yöneliş denmez. Yoksa, tasdikle karışık bir tasavvur, girişim ile gölgelenmiş bir düşünce yönelişi mi kastediliyor ki, durumlarının başkaları tarafından fark edilmiş olması bu ihtimalin geçerli olduğunu gösteriyor. Eğer bu iki grubun yönelişi hiçbir dış emare göstermeyen, katıksız bir düşünce yönelişi olsaydı, onların korkuya ve çözülmeye kapıldıkları fark edilmezdi. Üstelik Allah'ın onların velisi olduğunun belirtilmesi ve müminlerin Allah'a dayanmaları gerektiğinin vurgulanması, sırf düşünce düzeyindeki bir yönelişe değil, bu tür bir yönelişe uygun düşer. Üstelik "Oysa Allah onların velisi (yardımcısı) idi." ifadesi, ayetlerin akışından anlaşılacağı üzere övgü değil, yergi ve öğüttür. Bunu daha önce belirtmiştik.
Her hâlde bu görüşün dayanağı, Cabir b. Abdullah Ensarî'nin; "Bu ayet bizim hakkımızda indi. Onun inmemesini istemezdim. Çünkü ayette 'Allah onların velisi idi' buyurulmaktadır." şeklinde rivayet edilen sözüdür. Bu rivayet, Cabir'in bu ifadeyi övgü olarak yorumladığı biçiminde anlaşılmıştır.
Eğer bu rivayet doğru ise, Cabir b. Abdullah'ın kastı şu olmalıdır: "Yüce Allah, bu iki grubun imanını kabul ederek onların mümin olduklarını onaylamıştır. Çünkü kendini onların velisi saymıştır. Allah müminlerin velisidir. Kâfirlerin velisi ise tağuttur." Yoksa Cabir, açıkça azarlama ifade eden bir söz dizisi içindeki bu cümleyi övgü olarak algılamamıştır.
"Nitekim Bedir'de Allah sizi zafere ulaştırdı. Oysa siz güçsüz idiniz..." Bu ifadelerin akışından açıkça anlaşıldığına göre, bu ayet, daha önce dile getirilen azarlamayı tamamlamaktadır. Buna göre tıpkı "Oysa Allah onların velisi idi." cümlesi gibi hâl anlamı taşımaktadır. O zaman ayetin anlamı şöyle olur: "Bedir'de siz güçsüz olduğunuz hâlde Allah sizi zafere erdirdiğine göre, yılgınlığa ve çözülmeye kapılmanız yakışık almaz." Bu ayetin ilâhî lütfu ifade etme amacı taşıyan bağımsız bir söz olması da uzak bir ihtimal değildir. Çünkü bu ayet, Bedir günü müminleri meleklerden oluşmuş bir destek birliği aracılığı ile zafere erdirmek şeklinde sonuçlanan bir ilâhî yardıma değinmektedir.
Yüce Allah, Bedir günü müminlere yönelik yardımını hatırlatınca ve buna karşılık onların içinde bulundukları durumu açıklayınca onların durumunu, "Oysa siz güçsüz (zelil ve bîçare) idiniz." ifadesi ile ortaya koyuyor. Çünkü güçlü ve üstün olan herkes, ancak Allah'ın yardımı ve desteği sayesinde üstünlük kazanabilir. İnsanın kendisinde ise sadece güçsüzlük ve bîçarelik vardır.
Bundan anlaşılıyor ki, "Oysa siz güçsüz (zelil ve bîçare) idiniz." ayeti ile şu tür ayetler arasında çelişki yoktur: "Oysa ki, izzet (güç ve üstünlük) Allah'ın, Peygamberin ve müminlerindir." (Münâfikûn, 8) Çünkü müminlerin izzet ve üstünlüğü, Allah'ın izzeti sayesindedir. Yüce Allah; "İzzet (güç ve üstünlük) bütünüyle Allah'ındır." buyuruyor. (Nisâ, 139) Dolayısıyla müminlerin üstünlüğü, Allah'ın onlara yardım etmesiyle gerçekleşir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: "Senden önce de kendi toplumlarına peygamberler gönderdik. Onlara mucizelerle geldiler. Biz de suçlulardan intikamımızı aldık. Çünkü müminlere yardım etmek bizim üzerimize bir borçtur." (Rum, 47)
Durum böyle olunca, müminlerin hâlleri kendi imkânları ile değerlendirildiği takdirde, zillet ve güçsüzlükten başka bir sıfatları olamayacağı açıkça görülür. Üstelik müminlerin Bedir gününde içinde bulundukları durum, müşriklerin gücü, ihtişamı ve ziyneti karşısında zelil ve güçsüz olduklarını gösteriyordu. Şunu da bilmek gerekir ki, nispî bir zilleti azizlere izafe etmenin sakıncası yoktur. Çünkü yüce Allah şu ayette tam anlamı ile övdüğü bir topluluğa böyle bir zilleti izafe etmektedir: "Allah, kâfirlere karşı izzetli, müminlere karşı zelil, Allah'ı seven ve Allah'ın kendilerini sevdiği bir toplumu getirecektir." (Mâide, 54)
"Hani sen müminlere; '...size yetmez mi?' diyordun." Ayetin orijinalinde geçen "imdad" kelimesi, "medd" kökünden türemiştir ve kesintisiz biçimde yardım ulaştırmak anlamına gelir.
"Evet, eğer sabırlı olur ve (kötülüklerden) sakınırsanız, onlar şu anda üzerinize saldırsalar, ..." Ayetin orijinalinde geçen "belâ" tasdik edatıdır. "Fevr" ve "feveran" kaynama anlamına gelir. Araplar kazanın kaynayıp taşmasını "Fare'l-kıdru" diye ifade ederler. Sonraları bu kelime istiare yolu ile sürat ve acele anlamını kazandı ve beklemesiz, mühletsiz işler için kullanılmaya başladı. Buna göre orijinalde geçen "min fevrihim haza" ifadesinin anlamı; içinde bulundukları şu anda, şu şu saattedir.
Anlaşılan, bu ayet Bedir günüyle ilgilidir. Ayette şarta bağlı bir vaat vardır. Söz konusu şart, "Evet, eğer sabırlı olur ve (kötülüklerden) sakınırsanız, onlar şu anda üzerinize saldırsalar, ..." ifadesinin içeriğidir.
Bazı tefsir alimlerine göre bu ayet, eğer şu andan, yani Bedir gününden sonra kâfirler Müslümanlar üzerine yürürlerse, yüce Allah'ın Müslümanlara meleklerden oluşmuş bir destek birliği indireceğine ilişkin bir vaattir. Bunlara göre, ayetin orijinalinde geçen "fevrihim haza=şu an"dan maksat, Bedir günüdür. Dolayısıyla "min fevrihim haza", "Bedir gününde" değil, "Bedir gününden sonra" demektir. Diğer bazılarının açıklamalarına göre de, bu ayet Uhud, Huneyn ve Ahzâb gibi Bedir Savaşından sonra meydana gelen savaşlarda melekler indirilişine ilişkin bir vaattir. Fakat her iki görüş hakkında da ayetin lafzına dayanan bir delil yoktur.
Bir defa, Uhud Savaşında yardımcı meleklerin indirildiğini bu ayetten çıkarmaya kalkışmanın hiçbir dayanağı yoktur. Bu açıktır. Ahzâb ve Huneyn savaşlarına gelince, gerçi Kur'an bu iki savaşta melekler indirildiğini açıkça belirtiyor; örneğin Ahzâb Savaşı hakkında şöyle buyuruyor: "Her taraftan asker üzerinize saldırınca, biz bir fırtına ve görmediğiniz askerler gönderdik." (Ahzâb, 9) Huneyn Savaşı hakkında da şöyle buyuruyor: "Allah size görmediğiniz askerler gönderdi." (Tevbe, 26) Fakat bu ayetin "Evet, eğer sabırlı olur ve (kötülüklerden) sakınırsanız, onlar şu anda üzerinize saldırsalar..." biçimdeki ifadesi bu vaadin genelleştirilmesine elverişli değildir.
Bu arada Bedir Savaşında üç bin meleğin inmiş olması, Enfâl Suresi'nin "Allah, sizin çağrınıza; 'Ben size öbürlerini izleyen bin melek ile yardım edeceğim' diye cevap verdi." (Enfâl, 9) ayeti ile çelişmez. Çünkü bu ayette "öbürlerini izleyenler" anlamına gelen "mürdifîn" kelimesi vardır. İşte bu bin meleğin izlediği öbürleri, bu ayetlerde sözü edilen sayıyı tamamlayan diğer iki bin melektir.
"Allah bunu sırf size müjde olsun... diye yaptı." Ayetin orijinalinde geçen "cealehu" kelimesinin sonundaki zamir "imdad"a dönüktür. "İnde" kelimesi "yanında, yakınında" anlamına gelen bir zarftır. Bu kelime önceleri cisimlere özgü olan mekâna ilişkin yakınlık anlamında kullanılırdı. Fakat zamanla kapsamca genişleyerek zaman bakımından yakında oluş anlamında da kullanıldı. Daha sonra da her tür manevî yakınlık anlamında da kullanılmaya başladı. Kur'an'da çeşitli anlamlara gelecek biçimde kullanılmıştır.
Burada, "Allah bunu sırf size müjde olsun ve kalpleriniz bununla güven bulsun diye yaptı." ifadesi göz önünde bulundurularak, "Yoksa zafer, sadece üstün ve güçlü olan hikmet sahibi Allah katındandır." ifadesinin vurgulamak istediği, her işin ve her hükmün varıp dayandığı, sebepler âlemindeki hiçbir nesnenin kendisinden müstağni ve bağımsız olamayacağı rübubiyet makamıdır. Buna göre ayetin anlamı şudur: Yardım için gönderilen meleklerin zafer konusunda hiçbir belirleyici rolleri yoktur. Onlar, sadece size müjde ve gönül rahatlığı sağlayan zahirî sebeplerdir. Zaferin özü yüce Allah'tandır. Hiçbir şey O'ndan müs-tağni değildir. Her işin sonu O'nda biter. O, hiçbir zaman yenilmeyen mutlak üstün ve bilmediği hiçbir şey olmayan hikmet sahidir.
"Kâfirlerin bir kısmını kessin veya onları perişan etsin... diye (Allah Bedir'de sizi zafere ulaştırdı)." Ayetin orijinalinde geçen "liyaktaa" kelimesinin başındaki "li" harfi, "velekad na-sarakumullahu" ifadesiyle ilintilidir. "Kat'ut-taraf" ise, müşriklerin öldürülmeleri ve esir edilmeleri yolu ile sayıca azaltılmaları ve kuvvetten düşürülmeleri anlamına gelir. Tıpkı Bedir Savaşında olduğu gibi. Orada müşrikler ordusundan yetmiş kişi öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alınmıştı. Yine bu ayette geçen "kebt" kavramı da, perişan etmek ve öfkelendirmek anlamlarına gelir.
"Bu konuda senin elinde bir şey yok." cümlesi, bir ara cümlesidir. İşlevi ise, şu anlamı ifade etmektir: Müşrikleri kesmek ve perişan etmek konusunda iş tümü ile Allah'ın elindedir. Peygamberin bu konuda bir etkisi yoktur ki, Müslümanlar düşmanlarına karşı zafer kazandıklarında, onlardan istediklerini elde ettiklerinde Peygamberi övsünler, aldığı önlemleri beğensinler; işleri ters gidip yenilgiye uğradıklarında da onu kınayıp yersinler ve üzülüp gevşesinler. Nitekim yüce Allah'ın bize anlattığı üzere Uhud Savaşında böyle yapmışlardı.
"Ya da onların tövbelerini kabul etsin" cümlesi, "kessin" fiiline atfedilmiştir ve bu iki cümle arasında bağlantı vardır. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." ifadesi, tövbenin ve affın yüce Allah'a dönük olduğunu açıklar. Buna göre ayetin anlamı şudur: Yüce Allah, Bedir'de sizi zafere ulaştırmakla istedi ki, öldürülme ve esir alınma yolu ile müşriklerin bir kısmını kessin ya da onları perişan ederek amaçlarına ulaşmadan geri çevirsin ya da tövbe etmelerini sağlasın veyahut da onları azaba çarptırsın. Kesme ve perişan etmeye gelince, bu Allah'ın elindedir, senin elinde değil ki övülesin veya yerilesin. Tövbeleri kabul etmeye ve azaba çarptırmaya gelince de, her şeyin mülkiyeti Allah'a ait olduğu için O dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Bununla birlikte O'nun affı ve rahmeti, azabından ve öfkesinden öndedir. Çünkü O affedici ve merhametlidir.
Bizim, "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." ifadesini, son iki cümlenin, yani "Ya da onların tövbelerini kabul etsin veya... onları azaba çarptırsın." cümlelerinin sebebi olarak algılamamızın nedeni, bu ifadenin uzantısında bu iki cümleyi açıklamaya mahsus olan "O, dilediğini affeder, dilediğini de azaba çarptırır." cümlelerinin yer almasıdır.
Bu ayetlerdeki "bir kısmını kessin" cümlesinin hangi ifade ile bağlantılı olduğu ve "Ya da onların tövbelerini kabul etsin veya... onları azaba çarptırsın." cümlelerindeki atfın ne anlama geldiği hakkında tefsir alimleri çeşitli başka açıklamalar yapmışlardır. "Bu konuda senin elinde bir şey yok." ve "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." ifadelerinin nelerin sebeplerini açıklamaya yönelik oldukları hakkında da öyle. Bu açıklamalarda fazla fayda görmediğimiz için onlara değinmeyi ve inceleme konusu yapmayı göz ardı ettik. Çünkü bu açıklamaların vardıkları sonuçlar, ayetlerin akışı içindeki anlamlarına ters düşmektedir. Bu yorumlara ilişkin bilgi edinmek isteyenler, uzun tefsirlere başvurabilirler.
Dostları ilə paylaş: |