GiRİŞ Rahman ve Rahim Olan Allah'ın adıyla


İblis'in Dramı ve Temelsizliği



Yüklə 0,65 Mb.
səhifə10/11
tarix15.01.2018
ölçüsü0,65 Mb.
#38279
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

İblis'in Dramı ve Temelsizliği

Bazı filozoflar, İblis'e, imanı konusunda dramatik bir fonksiyon yüklemek istemişler ve onu tevhidinde samimi bir muvahhid, imanında engin bir mü'min şeklinde tasvir etmeye çalışmışlardır. Onlara göre İblis, yalnız Allah'a ibadet etmek konusundaki titizliği nedeniyle Âdem’e secde etmemiştir. Secdede Allah'a hiç kimseyi ortak kabul etmemiştir. İsterse bu ortaklık emri Allah'tan gelmiş olsun. Bu nedenle o, Allah'ı samimi olarak sevdiğinden ve ona imanından dolayı Allah'ın azabına uğramayı bile kabul etmişti, demektedirler. Fakat filozofların bu yaklaşımları dini ve mantiki yönden sağlıklı bir temele dayanmamaktadır. Çünkü:

 

1- İblis düşüncesi, canlı bir varlık olarak insanın gözlemlerine boyun eğmez ki onun deney alanına girsin ve deneyimlerimiz sonucu olayın detaylarına ilişkin değerlendirmelerde bulunup birtakım görüşler ileri sürebilelim. Tam tersine bu düşünce Allah'ın bize öğrettiği gaybten, Peygamberlerine bildirdiği ve dolaylı olarak bize ulaştırdığı gaybi konulardandır. Dolayısıyla biz bu olayın boyutlarnı ve detaylarını ancak Allah'ın gönderdiği semavi kitaplardan öğrenebiliriz. Biraz önce ele aldığımız Ayet-i Kerime'de gördük ki, İblis'in Âdem’e secde etmeye yanaşmamasının nedeni Tevhid ve Allah sevgisinden değil üstünlük taslamasındandır. İleride Kur'an-ı Kerim'in İblis'ten söz eden ayetlerinde İblis'in kişiliğini de tanıyacağız ki o kindar bir kişiliğe sahiptir. Bu kinini dindirmek, benliğini bürüyen bu kıskançlığını tatmin etmek amacıyla hiçbir kötülükten kaçınmamakta, kin beslediği şahsiyetin yamsıra onun nesline de düşmanlığını sürdürmektedir. Bu nedenle o gönlündeki bu kötü niyeti gerçekleştirmek amacıyla Allah'tan uzun bir ömür dilemektedir... Mademki Kur'an İblis'i bize bu şekilde tanıtmaktadır, öyle ise biz ona muvahhid sıfatını nereden verebiliriz? Onun kendini Allah'ın yoluna adayan bir muvahhid olduğunu, sevgisinin ve imanının netliğini korumak için canını ateşe atacak kadar samimi olduğunu hangi bilgiye dayanarak iddia edebiliriz?

 

Biz böyle bir düşünceyi ancak ütopya peşinde koşan şairlerin gönüllerinde ve düşüncelerinde yaşayan bir hayal olarak görebiliriz. Onlar suç ve günah işleyen insanlara destek çıkmakta, onların duygularını dramatik ifadelerle dile getirerek suçun nedenlerini ve kötü sonuçlarını unutturacak bir üslubla tasvir etmektedirler. Suçun neden olduğu kötülüklerin irısanlara ve ülkelere getirdiği zararlardan hiç söz etmemektedirler. Nitekim bugün bazı hukukçular basit duygusal yaklaşımlarla katilin' kısas ilkesine göre öldürülmesini reddetmekte ve insan hayatındaki sağlıklı kanun koyma çizgisine aykırı hareket etmektedirler.



 

Ehl-i Beyt imamlarından aktarılan bazı hadislerde bu tablonun detaylarına ilişkin birtakım açıklamalar bulabiliyoruz. 'Fakat onlar olayı başka açıdan ele almaktadırlar. El-Bihar'ın Kasas-il Enbiya kitabında İmam Cafer-i Sadık'tan şöyle bir rivayet aktarılmaktadır:

«İblis Âdem’e secde etmekle emrolunduğunda dedi ki: Allah'ım! Eğer Sen beni bu secdeden muaf tutarsan, şu ana kadar kimsenin sana bir benzerini yapmadığı şekilde ibadet edeceğime şerefim üzerine yemin ederim. Yüce Allah buyurdu ki: Ben, dilediğim şekilde, emrettiğim gibi itaat edilmeyi severim.» ([64])       

Biz bu hadiste, az önce aktardığımız görüşün bazı boyutlarını görebiliriz. Fakat bu hadisin bakış açısı ile diğerlerinin bakış açısı bir değildir. Burada İblis'in kendi üstünlüğünü tatmin etmek için başvurduğu basit bir girişime yer verilmektedir. O Âdem’e secde etmemek için yollar aramaktadır. Allah'ın kendisini bu secdeden muaf tutması için hiç kimsenin bir benzerini yapmadığı ibadeti Allah'a taviz olarak vermektedir. Fakat Allah'ın cevabı meseleyi sağlıklı konumuna sokmaktadır. Çünkü Allah'a ibadet meselesi İnsanın belli birtakım şekli amelleri ile sınırlandırılamaz. Aksine ibadet Allah'ın her dilediğine kesin boyun eğişi, O’nun istediğine tam bir bağlanışı ifade eder. Burada duygusal etkenlere ve kişisel arzulara asla yer yoktur. Bunun en açık görünümü de insanın Allah'ın iradesi önünde her türlü kişisel duygularından sıyrılması ve onları bastırmasıdır.

 

2- Secde meselesi herhangi bir şekilde Âdem’e ibadet etmeyi ifade etmez ki Allah'a iman ve O'na ibadette Tevhid ilkesine aykırı düşsün. Yüce Allah kendisine ortak koşmayı bağışlanmaz bir günah olarak gösterdikten sonra nasıl olur da kullarına kendisine şirk koşmayı emredebilir. Bu secde olayı bir taraftan selam ve saygıyı ifade etmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah' ın bildirdiğine göre Yakup ve ailesi oğlu Yusuf'la karşılaştığında ona secde etmişlerdi:

 

«Ana ve babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi O'nun için secdeye kapandılar. Yusuf; Babacığım dedi, işte bu önceden gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi ve bana iyilik yaptı...». ([65])



 

Bu secde, öbür taraftan, Allah'ın emrine itaat etmek, O'nunyüceliğinin bir görünümü olarak O'nun yarattıklarına saygı göstermek, Allah'a itaatın kendisi olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşım konuya ilişkin ana ilkedir. İnsanın herhangi bir eylemini bir kişiye ibadet olarak saymak, eylemi gerçekleştirenin amaçladığı niyete göre değerlendirilir. Eğer bu secde bir insana veya puta boyun eğiş amacıyla yapılıyorsa, bu onlara ibadet sayılır. Eğer bu ibadetten amaç yalnız Allah'a boyun eğiş ve AIlah'ın emrine bağlılık ise Allah'a ibadet olur, isterse herhangi bir insana veya başka şeye yönelinmiş olsun. İşte bu anlayışla Kabe'deki Hacer-i Esved-i (Siyahtaşı) öpmek ona ibadet sayılmaz. Çünkü bu eylemin amacı sırf onu ululamak değildir. Aksine Allah'ın, kutsamanın bir sembolü olarak saydığı ve ibadetin bir işareti olarak kabul ettiği ilahi bir emri yerine getirmek anlamına gelir. Bu, Allah'ın bizim için belirlediği ibadet şekillerindendir. Bunlar ibadetin işaretleri sayılır. Biz onları değiştirme yetkisine sahip değiliz. Onlar her ne kadar farklılık gösterse de yalnız Allah'a yöneliktir. Nitekim Ehl-i Beyt imamlarından aktarılan bazı hadislerde bu anlam vurgulanmış bulunmaktadır.

Tuhaful Ukul kitabında İmam-ı Sadıktan aktarılan bir rivayete göre O şöyle demiştir: «Meleklerin Âdem’e secde edişi Âdem’e itaat ve Âdem’e sevgilerinin bir tezahürü olarak gerçekleşmişti.» ([66])

Kasas-ül Enbiya'da Ebu Busayır'dan gelen rivayette deniliyor ki: «Ben Ebu Abdullah Cafer-i Sadık'a dedim ki: Melekler secde edip alınlarını yere koydular mı? İmam, evet dedi.. Yüce Allah'a saygılarından...» ([67])



 

Hz. Ali'nin Yahudilerle tartışmasını aktaran hadiste deniliyor ki: «Meleklerin O'na secde edişleri itaat seedesi değildi. Onlar Allah'ın dışında Âdem’e ibadet amacıyla secde etmediler. Onlann tüm yaptıkları Âdem’in üstünlüğünü kabul etmek ve O'na şefkatlerini dile getirmekti.» ([68])

 

 

ONUNCU DERS: BAKARA SURESİ,  35 – 39. AYET



 

 

İLK GÜNAH…  ÖRNEK BİR DERS

 

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla...



 

 

 



«Dedik ki: Ey Âdem, sen ve eşin Cennet'e yerleşiniz, oranın yiyeceklerinden istediğinizi bol bol yiyiniz, Fakat şu ağaca yaklaşmayınız. Yoksa zalimlerden olursunuz.

 

Fakat şeytan onların ayaklarını oradan kaydırarak, kendilerini içinde bulundukları nimet yurdundan çıkardı. Biz de dedik ki; Birbirinize düşman olarak oradan aşağı inin. Yeryüzü belirli bir süreye kadar size barınak ve geçim yeri olacaktır.

 

Derken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi O'nu affetti. Hiç şüphesiz O, tevbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir.

 

Dedik ki: Hepiniz oradan aşağı inin tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler. Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere cehennemliktirler.» ([69])



 

Bu bölüm Kur'an-ı Kerim'in, yaradılışın başlangıcından, insanın fonksiyonu ve değerinden sözettiği son bölümüdür. Yüce Allah'ın insanın değerini, üstünlüğünü ve önemini ortaya koymak için aktardığı diyalogun son bölümüdür. Önce Allah ile melekler, sonra da melekler ile Âdem arasında gerçekleşen bu diyalog sayesinde melekler, Allah'ın meydan okuyuşu karşısında bilgisizliklerini öğrenmişler ve Âdem, onların öğreticisi konumuna gelmiştir. Bu diyalog ile Yüce Allah meleklere insanı neden yarattığını açıklamıştır ki insanın varlığına ve hilafetine ilişkin olumsuzlukların onun gerçekten önemli olan müsbet taraflarına gölge düşüremeyeceğini öğrensinler. Çünkü insanın karakteri ve yapısı yeryüzünde Allah adına halifelik yapmaya gerçekten müsaittir. Ve o kişiliği ile bu göreve ehliyetlidir. İkinci bölümde ise insanın kutsanma sembolünden sözedilmiştir. Yüce Allah'ın meleklere Âdem’e secde etmelerini istediği dile getirilmiştir. Hâlbuki melekler maneviyat ve Allah'a yakınlık açısından zirveyi temsil etmektedir. İblis, üstünlük taslamasının ve gururunun bir ifadesi olarak O'na, secde etmeyince Allah kendisini cezalandırmış ve rahmetinden uzaklaştırmıştır.

 

Bu bölümde ise Kur'an-ı Kerim insanın ilk sorumluluğunu tasvir etmektedir. Onun karakterinden kaynaklanan bazı duygulara, zaman zaman nasıl aldandığına, aldanacağına işaret edilmiş ve deney karşısındaki mağlubiyeti dile getirilmiştir. İblis'in onun bu duygularını sömürerek kendisini oyunlarla, tuzaklarla nasıl doğru çizgiden saptırdığına değinilmiştir... Biz tefsirin bu halkasında ayeti kıssanın tabiatında ve normal şeklinde ele almak istiyoruz. Daha sonra bu ayetler'in detaylarına inecek ve bununla ilgili düşüncelere değineceğiz.



 

 

İnsanın ilk Deneyimi

 

Yüce Allah, Âdem ve Havva'ya her şeyi helal kılmış ve onları cennete yerleştirmişti. Hiçbir sınır ve yasak koymadan oradaki nimetlerden yararlanmalarını söylemişti. Cennet meyvelerinin hepsinden istedikleri kadar yararlanabiliyorlardı. Ve ayetlerin işaretlerinden anlaşıldığına göre Allah, Cennette kalmalarının tek şartı olarak bir tek ağaçtan yararlanmamalarını istemişti. Biz burada detaylara inip bu ağacın türünü belirlemeye, bazılarının ileri sürdüğü gibi onu elma ağacı, buğday veya manevi bir ağaç olarak yorumlamaya girmek istemiyoruz. Bu ağacın iyiyi ve kötüyü belirleme imkânı veren bilgi ağacı olduğunu söylemek de detaylara ilişkin bir yorumdur. Çünkü bu tür sınırlamalar ve belirlemeler konunun katakterini değiştirmez. Ayrıca bize hiçbir yararı da yoktur.



 

Bu onların varlık âlemindeki ilk deneyimleri idi. Deneyimin yapısına uygun olarak da basit ve rahat bir deneyimdi. Şeytan ise onları sürekli olarak gözetliyordu. İnsanın sahip olduğu düşüncenin güç kazanması, ancak çeşitli meydan okuyuşlada karşılaşmaya ve acı deneyimlerden geçmeye bağlıydı. İnsan, ancak bu deneyimlerle, hayatın tek bir şekilde değil, değişik biçim ve şekillerde olduğunu anlayabilirdi. Bu yeni yaratılan iki varlığın aldatma, yalan, hile, tuzak ve oyuna gelme gibi bir şeyden haberleri yoktu. Bu konuda bir deneyimleri olmamıştı. Her şeye saf, basit bir şekilde bakıyorlardı. Bütün sözleri rahatlıkla kabul edebiliyodardı. Çünkü onlar gibi alalade ve tertemiz şahsiyetlerin karakteri, söylenen sözleri doğru olarak kabul etmekten ibaretti.

Şeytanın harekete geçmesi, kin, kıskançlık ve düşmanlığından ileri geliyordu. Öğüt veren melek kılığıyla onların yanına gitti. Onlara şunları söylemek için: Sizin bu ağaçtan yeme yasağına uymanız gerekmez. Aksine siz bu ağaçtan yemekle sonsuz bir zevke kavuşacak ve meleklerle beraber olacaksınız. Bu sözler, onların gönlünde etki bırakıyordu. Çünkü öğüt ve iyi niyetle kamufle edilmişti. Onlar, niyetlerde aldatma, yöntemlerde iki yüzlülük olabileceğini düşünememişlerdi. Onların tüm gördükleri arı-duru ve tertemiz bir şekilde hayata bakmak ve bunu gerçeğin ta kendisi olarak kabul etmekti. Bu işin Allah'a karşı geliş, O'nun iradesine isyan olacağını düşünmeden şeytanın sözlerine bilinçsizce teslim oldular. Çünkü şeytanın kullandığı yöntemlerde büyü tesiri vardı. Onlar tamamen büyülenmişlerdi. Sanki onlar ruhlar âleminde, rüyada gibi yaşıyorlardı. Hayatın realitesinden, pratik gerçeklerinden uzaklaşmış zevke boğulmuşlardı.

 

Ve birinci deneyim karşısında mağlub düştüler. İblis ise insana ilk meydan okuyuşunda başarıya ulaştı. Onu zirvelerden aşağıya yuvarlattı, makamından düşürdü. Ta ki Allah'a karşı geliş eyleminde tek başına kalmasın. Şimdi o böbürleniyor ve keyifleniyordu. Çünkü Allah'ın onurlandırdığı yaratığın değerini düşürmeye, onu Allah'a karşı suç işlemeye teşvik etmiş ve onun Allah tarafından cezalandırılmasını başarmıştı... Nihayet Allah'ın emri onların üçüne birden geldi... Âdem’e Havva'ya ve İblis'e... Hepsinin toptan Cennetten kovuluş emri... Artık onlar Allah'ın dilediği kadar yeryüzünde yaşayacaklar, Allah'ın yeryüzünde kendilerine hazırladığı çeşitli nimetlerden ve zevklerden yararlanacaklardı. Artık iki grubun arası açılmıştı. İnsan grubu ile şeytan grubu... Burada insanın da bilincine vardığı bir düşmanlık ruhu hâkimdi. İnsan artık şeytanın kendisine doğru söylemeyeceğini, onunla samimi olmayacağını öğrenmişti. Çünkü şeytanın görevi insanı aldatmak, saptırmak ve Allah'ın emrinden uzaklaştırmaktı. Bu nedenle yeryüzündeki yeni hayat, mücadelenin başlangıcı sayılıyordu.



 

 

Yüce Allah, İblis'in, bu başarısınm meyvelerini toplamasına fırsat vermedi. Adem'e vahiy ile bu hatalarından dönebileceğini bildirdi ve O'na ideal olan yolu gösterdi. Ta ki bu şekilde dara düştüğünde, Allah ne ilişkiye geçmek istediğinde dönüş ve tevbe eylemiyle tekrar eski konumuna gelebilsin ve Allah ile ilişkilerinde bu vahiy esas olsun. Adem de Allah'ın bu iltifatına ve lütfuna yapıştı. Allah'a dönüş yapıp önceki yoluna girdi. Allah'ın bağışı, rahmeti ve rızası ile Allah'ın himayesinde yoluna devam etmeye başladı. Böylece yeniden Allah adına hilafet görevini üstlendi. Rabbının huzuruna dönüş yapan bir kul olarak şefkatli, bağışlayıcı Rabbına yöneldi. Cennetten kovuluş eylemi Allah'ın emirlerinden sapmanın bir cezası değildi. Hatta bundan amaç Allah'ın rahmetinden uzaklaşma ve ırak düşme de değildi. Aksine yeni bir planın gereğiydi. İnsan artık Allah'ın kılavuzluğu temeline dayalı olarak yoluna devam edecekti Allah'ın risaletinden öğrendiği direktiflere göre hareket edecekti. Yeryüzünde Allah adına yerine getirdiği hilafetin gereği olarak bu direktiflere bağlılık gösterecekti.



 

Artık cennet insanın hayattaki pratik eylemlerinde büyük bir hedef haline geldi. İlk günah nasıl onun Cennetten sürülmesine neden olduysa, Allah'a itaat da tekrar oraya girmesine katkıda bulunacaktı. Çünkü Cennetin kıymeti, Allah'ın rızasını, lütfunu ve rahmetini sembolize etmesinde gizli idi. Bu da günahkârların ondan uzaklaştırıldığını, itaat edenlerin ise ona yakın olduğunu ifade eder... İşte bu ayet-i kerimelerden anlaşılması gereken ana tema budur... Şimdi elimizde fikir ve eylem planında üzerinde durulması gereken, tetkik edilip değerlendirilmesi gereken birkaç nokta kalmaktadır. Sırası ile onlara da değinelim.

 

Hz. Âdem’in Hatası ve Bunun Peygamberlerin İsmetiyle İlgisi

 

 



Kur'an'ın bazı ayetlerinden anladığımıza göre Hz. Âdem bir peygamberdi.

 

«Allah Âdem’i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı.» ([70])



 

İmamiye mezhebinin çoğu âlimleri, Peygamberlerin Peygamberlikten önce de sonra da masum olduğu görüşündedir. Peki, biz bu durumda, bu görüşle Âdem ve eşinin Cennette Allah'ın emirlerine karşı geldiklerini bildiren ayetleri nasıl bağdaştırabileceğiz? Onlar bu soruya şu cevapı verirler: Günah'ın iki sahası vardır. Birincisi, hukuki ve kanuni sahadır. Allah, yasa koyucu ve otorite sahibi olması hasebiyle kendisinden gelen emirlere karşı duranları Ahiret cezasıyla veya dünyadaki cezalandırmalarla tehdit eder. İkincisi, günahın irşadı sahasıdır. Burada ise, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelenleri bir öğütçü ve irşatçı olarak uyarmak söz konusudur. Yani insanlara yararlı olan şeyler gösterilir, fakat kanuni açıdan, bu ilkeye bağlı olarak yürümeleri zorunlu kılınmaz. Allah'ın bu alanla ilgili emir ve yasakları bir doktorun emir ve yasakları gibidir. İnsan bu yasakları çiğnediğinde, bu emirleri yerine getirmediğinde, sakındırılan kişi zarara uğrar. Ya da elde etmesi istenen menfaatını elden kaçırır. Birinci saha ile ilgili yasaklara«mevlevi yasaklar» adı verilir. İkinci saha ile ilgili yasaklar ise «irşadi yasaklar» adını alır. Bu âlimlere göre günahın ikinci kısımla ilgili olanı ismet sıfatı ile çelişmez. Çünkü Peygamber bu durumda Allah'ın gazabını gerektirecek bir isyanda bulunmamıştır. Yalnız kendisine kötülük yapmış, Allah'ın nasihat ve irşadını uygulamamıştır... Bizim, de Ayetten anladığımız budur. Çünkü açıkça görülüyor ki buradaki yasak irşadi bir yasaktır. Zira bu emre aykırı davranıldığında nimeti temsil eden cennet kaybedilmiş, fakat yasağı çiğneyen, Allah'ın azabına çarptırılmamıştır. Biz bu görüşü destekleyen bazı ipuçlarını bu ayette ve başka ayetlerde görebiliriz. Çünkü burada yasak, onların Cennetteki tüm nimetlerden yararlanmalarını serbest bırakan, orada istedikleri gibi hareket etmelerini öngören mutlak özgürlükten sonra gelmektedir. Bu da yasağın bir öğüt niteliğinde olduğuna işaret edebilir. Bu yaklaşımı şu Ayet-i Kerime'de de görmek mümkündür:

 

       «Dedik kiey Âdem, bu senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın, sonra kötülerden olursunuz. Şimdi burada acıkmayacaksın, çıplak kalmayacaksm ve sen burada susamayacaksm. Kuşluk vaktinin sıcaklığından da etkilenmeyeceksin.» ([71])         



 

Burada biz, cesaretlendirme türlerinden biri olarak, cennet nimetlerinin teşvik edildiğini ve bunun ilahi direktiflerle uyum sağladığını görüyoruz. Burada hukuki ve kanuni herhangi bir zorunluluk sözkonusu değildir. Burada mesele cezalandırma veya cezalandırmama değildir. Sadece Cennette kalma veya kalmama sözkonusudur. Dolayısı ile işlenen hatanın ismet düşüncesiyle yakından veya uzaktan herhangi bir çelişkisi bulunduğundan söz edilemez.

 

        Şöyle de denilebilir: Kur'an-ı Kerim'in pek çok açık anlamı bu düşünceyi destekleme-mektedir. Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:



       «Âdem Rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.» ([72])

 

«Derken Âdem, Rabbinden bir takım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi onu bağışladı. Hiç şüphesiz O tevbelerin kabul edicisidir. Ve merhametli olandır.» ([73])



«Ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik eğer bizi bağışlamaz ve acımazsan...» ([74])

 

«Fakat şu ağaca yanaşmayınız, yoksa zalimlerden olursunuz.» ([75])



 

Biz, günahın itaatın karşıtı olduğunu, sapıklığın da doğruluğun zıddı olduğunu biliyoruz. Tevbenin de ancak günah işlendiğinde söz konıısu olacağı bir gerçektir. İnsanın kendisini zalim diye nitelendirmesi de ancak Allah'a isyan etmesiyle açıklanabilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de bu tür ifadeler çoktur.

 

Bunlara cevap olarak deriz ki masiyet –günah- kavramı, sadece ceza gerektiren kanuni saha için kullanılmaz. Bu kavramı doktorun emirlerine karşı gelme türündeki ifadeler için de kullanabiliriz. Nitekim ben doktorun emrine karşı geldim sözü Arap literatüründe «isyan» masdarıyla ifade edilir. Yolunu şaşırmak ise, ifade edildiği gibi, doğru hareket etmenin zıddıdır. Yalnız, doğru hareket bazen insanın dünya ile ilgili veya şahsıyla ilgili menfaatlerine yönelik olabilir. Hatta ahiretin yararı ile ilgili de olabilir... Tevbe kavramı da böyledir. Bu kavram hatadan dönüşü ifade eder. Bu hata dünya ile ilgili olabileceği gibi ahiretle de ilgili olabilir. Nitekim bazen falan adam zararlı işten tevbe etti denilebilmektedir. Hâlbuki o iş bu adama haram değildir.



«Zulüm» kavramına gelince, insan bazen kişisel rahatı sağlayabilecek güzel fırsatları kaçırmakla kendisine zulmetmiş olabilir. Kendini ahiret azabına çarptırmak da zulüm diye nitelendirilir. Fakat Allah'ın mağfiretini ve merhametini dilenmek, Allah'a karşı bir kötülük yaptığı düşüncesinden hareketle gerçekleşebilir. İnsan Allah'ın öğütlerine bağlanmamakla, yaratıcının kulluk hakkına aykırı davranmakla kendisini suçlayarak mağfiret taleb edebilir... İşte Hz. Âdem’in ismeti konusunda ileri sürülen görüşler bunlardır. Başka bir açıdan bakılarak şöyle de denilebilir: Cennet nimet yurdudur. Yükümlülük ve sorumluluk yurdu değildir. Buna cevaben şöyle denebilir: Bu tür nitelikler dünyadan sonraki vasıflardır. Bu niteliklerin, yere inilmeden önce de var olup olmadığını kesin bilemeyiz. Bazıları da meseleye üçüncü bir açıdan yaklaşarak diyebilirler ki: Peygamberlikten önce bir peygamberin herhangi bir günah işlemesinde bir sakınca yoktur. Özellikle onların makamlarına gölge düşürmeyen küçük günahları işlemelerinde. Zira bu tür küçük günahlar onların hayat hikâyesinde bir utanç damgası niteliği taşımaz. Onların Peygamberlik atmosferi ile bağdaşmayan büyük günahlar hariç, diğer günahları işleyebilirler.

 

Bazıları Âdem kıssasında Peygamberliğin oturaklı nitelikleri ile bağdaşmayan bir hava bulunduğunu ileri sürerek, ismet meselesini normal Peygamberliğin sıfatlarından biri olarak görmeye çalışmışlardır. Hz. Âdem’e gelince o normal bir Peygamber değildi. Çünkü varlıkta insanlığın ilk halkasını oluşturuyordu. Bu evrende yaşayacak olan insanların ilk temsilcisi idi. Ve insani sıfatları ile Allah'ın yeryüzündeki halifesi idi. O'nun canlı bir deneyim sahibi olması gerekiyordu. Birtakım aldatmalarla karşılaşmalıydı ki basit düşünceden kurtulsun. Bütün evrenin öğüt ve ilişkilerinde saf ve dosdoğru bır bilinç ile hareket ettiğini sanmasın. Zira böyle bir basitlik, O'nu, aldanmanın ve düşmanlığın pençesine düşürebilirdi. Çünkü O henüz hayatında aldatına ve düşmanlığın ne olduğunu kavrayamamıştı. Bu nedenle Adem için bu mesele bir deneyim, bir eğitim meselesiydi. O şimdi realite ile karşılaşıyor, deneyim sahibi oluyordu. Benliğindeki zaafların farkına varıyor, Şeytanın aldatma ve saptırma için başvurduğu dolaylı yöntemleri öğreniyordu. Öğreniyordu ki, bundan böyle şeytana karşı daha bilinçli bir şekilde mücadele etsin yeni hazırlığı soyut bir düşünceden ibaret kalmasın, yaşanan bir deneyime dayansın, şeytana itaat etmekle ortaya çıkan günahın kötü sonuçlarını ve düşmanlığın ne anlama geldiğini öğrensin.



 

* * *


 

 

Burada bir soru sorulabilir. Şöyle ki:



 

Allah'ın meleklerle diyaloğu şeklinde gerçekleşen Âdem’in yaratılış kıssasından anlıyoruz ki Yüce Allah onu ta baştan Cennette yaşaması için değil, yeryüzünde yaşaması için yaratmıştı. Peki, biz, eğer isyan etmeseydi Cennet onun doğal yurdu olurdu, şeklinde bir imaj veren yorumu bu realiteyle nasıl bağdaştırabiliriz? Bu sorunun cevabı şöyle olabilir: Allah'ın bu emri ilahi bir eğitimi niteliğinde idi. Bununla, insanın bilincindeki Cennet ve itaat düşüncelerini birbirine bağlamayı amaçlıyordu. Yani eğer insan Cennete gitmek istiyorsa Allah'ın emirlerine bağlanmalıdır. Allah Âdem’i sınadığında O'nun bu sınavı başaramayacağını biliyordu. Öyleyse O'nun yeryüzü için yaratılması ve gerçekleşmeyecek olan bir şart ile Cennette kalacağını bildirmesi arasında bir çelişki yoktur.

 

 

 



Bu tabloyu metodoloji, düşüncesi açısından da açıklayabiliriz. Emrin şekli üzerinde araştırma yapan usul bilginlerine göre açıklayabiliriz. Şöyle ki; Bir şeyin emrediliş nedeni çeşitli olabilir:

 


Yüklə 0,65 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin