İnfak Kavramı ve Sahaları
İşte bu, hayatla ilgili olan ikinci taraftır. Böylece insan tam bir olgunluğa ulaşır. Bir taraftan Allah'a bağlanır, hayatta dip diri bir bilinç ile hareket eder. Bir taraftan da hayata bağlanır. Yaşaması gerektiğini, Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği nimetlerden dağıtması için yaşaması gerektiğini kavrar. Bunu yaparken de kendiliğinden saptığını sanmaz. O, Allah yolunda dağıtmanın bir görev ve sorumluluk meselesi olduğunun bilincindedir. Burada onların düzeyleri daha da yükselir. Net bir biçimde malı asıl kaynağı olan Allah'a nispet ederler. Böylece infak eylemi, dağıttıkları şeylerin kendi özel malları olmadığını, kendi özel mülkiyetlerinden tasarrufta bulunmadıklarını hatırlatarak onların bağış bencilliğini kırmaktadır. Onların tüm yaptıkları Allah'ın verdiği rızıktan infak etmektir. Bu telkin, asıl verenin Allah olduğunu hatırlatmakla daha da geniş boyuta kavuşmaktadır. Böylece insan, Allah'ın kendisine verdiği bütün rızıklardan sorumlu olduğunu, onu dağıtması ve Allah yolunda vermesi gerektiğini, bu sorumluluktan kurtulması lazım geldiğini anlamaktadır. İnsan malını istediği biçimde, dilediği şekilde özgürce harcayamaz. Bu ayet ile desteklenen birtakım hadislerden anlaşıldığına göre, aslında infak olayı malın boyutlarını bile aşmaktadır. Sorumluluk daha genişlemekte ve insanın sahip olduğu, başkasının muhtaç olduğu her enerjiyi, her gücü kapsamına almaktadır. Bu ayetin uygulama sahasında İmam Caferi Sadık (as)'tan gelen bir hadiste deniyor ki: «Bizim onlara bağışladığımız ilimden dağıtırlar». Pek tabiidir ki İmam Sadık bu ayetin anlamını sırf ilim infakı ile sınırlamak istememiştir: Çünkü ayetin sözlük anlamı daha geniştir. Ayrıca buna benzer pek çok Kur'an ayetlerinde infakın malla ilgili olduğu veya malın sahasını da aşan bir genişliğe sahip olduğu açıkça belirtilmektedir. Açıkça anlaşılıyor ki, İmam, bu ayetten sadece malın infakını anlayanlara ilmin infakınında gerektiğini hatırlatmak istemiştir. Yani ilme sahip olanlar, ilme muhtaç olan insanlardan ilimlerini saklamamak, ona ihtiyacı olanlara bu ilmi dağıtmak zorundadırlar. Bu aynı zamanda, ileri gelen imanlı şahsiyetlerin önemli özelliklerinden biridir ki Kur'an buna ışık tutmaktadır. Biz bu konuyu daha geniş alanlara çekebiliriz: Makam, şöhret, çalışma, deneyim ve diğer konulardaki enerjiler ve güçler de böyledir. Bu tür imkânları ve nimetleri olanlar onları sırf kendileri için saklamamak, aksine buna ihtiyacı olan insanlara dağıtmak durumundadırlar.
Bu ana düşünceyi özetlersek, mü'min, Allah'ın kendisine verdiği maldan, bilgiden, çalışmadan, şöhretten Allah yolunda infak etmesi gerektiği bilincinde ve bunun sorumluluğunu üstlenmiş bulunmaktadır. Her hangi bir alanla ilgili olan bu sorumluluk, arta kalan şeyi verme niteliğinde değil, bir görevi yerine getirme sorumluluğudur.
Bazıları kelimenin sözlük anlamını esas alarak bu yaklaşıma itiraz edebilirler. Hâlbuki kavramın sözlük anlamı, dondurulmuş belli bir anlama girmez. Hayatın içine doğru genişleyen ve hayatın her durumunu, her tutumunu, her eşyasını kapsamına alabilecek engin bir kapasiteye sahiptir.
Semavi Risaletlere İman Değişmez Bir Şarttır
«Sana indirilene ve Senden önceki indirilene iman edenler»
İşte bu, muttakilerin dördüncü sıfatıdır. Bu sıfat, Hz. Muhammed'e indirilen vahye iman etmeleridir. Böylece imanlarında İslam’ın tüm kavramlarına, bütün hükümlerine ve uygulamalarına paralel bir konuma düşerler: Artık bundan sonra insan, hayatının herhangi bir alanında başkasının düşüncelerine ve hukukuna yönelmez. Düşünce, hukuk ve maneviyat olarak tamamıyla İslam'a yönelir. Hayatın her alanında bu düşünce, bu vicdan ve bu kanuna göre düzenlenen bir yaşam tarzını pratiğe aktarmaya çalışır.
Sonra... Tüm risaletlerin birliğine iman... Mü'minler, Senin risaletinin önceki risaletlerin bir devamı olduğuna inananlardır.
Bunların beşeri risaletler değil, Yüce Allah tarafından vahyedilen risaletler olduğuna inananlardır. Bu durumda biz Müslüman insanın, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi diğer risaletlere karşı psikolojik bir komplekse kapılmadığını, onların temel ilkelerini reddetmediğini görüyoruz. Onların da temelde gerçekten kutsal olduklarını kabul eder. Müslüman insan diğer dinlere ve mukaddesata da' inanan kimsedir. Fakat geçmiş risaletlerle ilgili bu iman Allah'ın onlar için yaşamayı dilediği belirli zaman dilimiyle sınırlıdır. Çünkü İslam, kendisinden önceki tüm dinlerin birbirini tamamladıkları gibi kendisinin de diğer dinlerin tamamlayıcısı ve bir devamı olduğunu ifade etmektedir. İsa'dan gelen rivayete göre O, «Ben temel yasayı tamamlamak için gönderildim» buyurmuştur. Peygamberimiz de bu konuda şöyle demektedir. «Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.»
Bunların hepsinden anlıyoruz ki İslam; Hıristiyanlık, Yahudilik, İbrahim'in dini ve daha önceki peygamberlerin dinlerindeki tüm ana özellikleri kendisinde toplamıştır. Buna ilave olarak daha önceki risaletlerin, fonksiyon larını icra etmelerinden sonra hayatta meydana gelen yeniliklerin doğurduğu tabii ihtiyaçlara karşılık verecek yeni özelliklere de sahiptir. Onun içindir ki, daha önce de dediğimiz gibi Müslüman bu açıdan onlara karşı her hangi bir psikolojik komplekse kapılmaz. Aksine bu iki dinin saptırılmış olan inançlarına ve yasalarına karşı koyar. Nitekim Kur'an-ı Kerim pek çok yerde Tevrat'ın ve İncil'in Ehl-i kitap tarafından tahrif edildiğinden söz eder. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Müslüman, diğer dinlere karşı çözülmesi imkânsız bir grup taassubuna kapılmaz. Sadece İslam'ın ana ilkelerine bağlı kalır. Bununla beraber Müslüman’ın hayatında pratik şartların veya sosyal bir etkenin tesiri ile bir takım olumsuz tavırların sergilendiğini görüyoruz. Diğer dinlere karşı, takınılan bu tavırlar, ifade etmeye çalıştığımız ilkeyi değiştiremez. Aslında bu olumsuzlukların kaynağı, Müslüman’ların diğer dinlere ve mukaddesatlarına karşı tavrını ortaya koymaz. Öte yandan bu, sırf İslam'ın yaptığı bir değerlendirme değildir. Mesela Yahudiler, Hıristiyanlık ve İslamiyet’i bir din olarak kabul etmezler. Hıristiyanlar da İslam'ı bir din olarak görmezler. İşte onların bize karşı dini açıdan bir kompleks içinde oldukları böylece ortaya çıkmaktadır.
Ahiret İnancının Fonksiyonu
«Onlar ahirete kesin inanırlar». Kesin inanç, itikad diye ifade olunur. Ahirete iman muttakilerin beşinci sıfatıdır. Takva esasına dayalı İslami şahsiyetin oluşturulmasında bu sıfat, akidenin en güçlü ilkesini oluşturur. İlerdeki ayetlerden anlaşılacağı gibi Allah'a ve Ahiret gününe İman gerçekten çok önemlidir. İnsan böylece sorumluluğunun bilincini büyük ölçüde elde eder: Çünkü bu anlayış hayatın bir hedefini gösterir. Hayatın, kendisini gözlemlediğimiz, yaşadığımız boyutlarını daha geniş boyutlara, alanlara kavuşturur. Böylece insan, Allah'a ve Ahiret gününe iman temeli üzerinde kurulan yüce değerlere daha engin bir şekilde bağlılık gösterir.
İnsanın içinde ve pratiğinde bu sıfatlar bir araya gelince Rabbi tarafından gösterilen doğru yol üzerinde yürüdüğünü düşündüğü ve yaptığı şeylerin doğru olduğuna dünya ve ahirette kurtuluşa ve başarıya doğru hareket ettiğine gönül huzuru ile inanma imkânını elde eder. Bu nedenle «Bunlar Rableri katından bir hidayet üzeredirler.»düsturuna mazhar olur. Bunlar Allah'a, vahye ve ahirete iman edenlerdir. Onlar doğru yol üzerinde yürümektedirler. Çünkü Allah'a iman, insanın önünde hayatın ufuklarını açar. Risaletlere iman: etmek ise O'nun hayatını bir programa bağlar. Ahirete imana gelince, bu da hayatın büyük bir hedefini gösterir. İnsan bu anlayışla o hedefe varmak için çalışma azmi ve imkanı elde eder.
İşte bunlar akidenin üç ana ilkesidir. Bunları akidenin pratik tezahürleri olan iki eylem takip eder. Bunlarda insanı Allah'a bağlayan namaz ve insanı hayata bağlayan unsur olarak Allah'ın verdiği rızıktan dağıtmadır.
«İşte bunlar kurtuluşa erenlerdir.» Çünkü başarı ve kurtuluş, insanın yolunun başlangıcını, sonunu ve aşamalarını iyi bilmesiyle sembolize olunur. İşte Müslüman insanın akide noktasında hareket mantığı budur. Böylece anlıyoruz ki, takva imandan ayrı, imandan başka bir şey değildir, aksine takva, düşünce ve hayatı etkisi altına alan bir imandır.
ÜÇÜNCÜ DERS: BAKARA SURESİ: 6 - 7. AYETLER
KÂFİRLER...
BAŞKA BİR ÖRNEK
CEBR ve İHTİYAR ÇERÇEVESİNDE HİDAYET ve KÜFÜR
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
«Kâfirlere gelince onları uyarsan da uyarmasan da fark etmez; Onlar iman etmezler. Allah Onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerinde perde vardır. Onları büyük bir azab beklemektedir.» ([10])
Başka bir Örnek... Kâfirler
Bu ikinci örnektir, İman ve küfür meselesinde değişik tutum takınan insan tiplerinin ikincisidir. Bunlar kâfirlerdir.
Açıktır ki ayet bu örneği kapsamlı tabiatıyla ele almamaktadır, yalnız İslam çağrısını başından beri karşısına alan, kalplerini düşünüp değerlendirmek için, muhakeme ve münakaşa edip bir kanaat belirtmek için İslam'a açmayan, reddetmek bile olsa, bilinçli olarak reddetmeye yanaşmayan kimselerdir. Bunlar tutumunda ısrar eden, inatçı bir tavır takınanlardır. Ne kendisinin, ne de başkasının takınılan tavrın doğruluğu veya yanlışlığı konusunda herhangi bir düşünce deneyimine veya pratik bir diyaloga girmesine müsaade etmeyen bir kesimdir.
İşte teşvik ve korkutmanın fayda vermediği kesim budur. Bunlar için uyarmak ile uyarmamak aynıdır. Çünkü onlar Allah'ın ayetlerini dinlemeye çağrıldıkları şeyi düşünmeye hazır değillerdir. Basiretlerini kullanmaya, Allah'ın yüceliğini takdir etmelerini aşılamaya çalışan etrafını kuşatmış koca kainatı ibretle incelemeye hazır değillerdir.
Onun için kanaatin ve imanın vasıtalarına ulaşmaları beklenemezdi. Herhalde dava yolunda sürekli tecrübenin, kendi kendisine ve Rabbi’ne karşı sorumluluğunun, bilincinde olan insanların iman ve küfür konusunda daha olumlu tavır takınmaları normal bir şeydir. Çünkü bu, dünya ve ahiretin gidişatını temsil eden bir meseledir. Bu konudaki tavırları daha fazla düşünmelerine ve sorumluluklarına daha da düşkün olmalarına neden olmuştur. Çünkü öbür taraftakiler gözlerinin evrendeki realiteleri görmesine müsaade etmiyor, iman ve düşünce konularına kulak verip, değerlendirmelerine izin vermiyor, kalplerinin düşünmesine, tartışmasına ve muhakeme etmesine fırsat vermiyorlar. Biz Peygamberin, bu grubun hidayete gelmesi için birçok defalar değişik vasıtalar ve yöntemler kullanarak çalıştığını, karşılaştığı nankörlük, inkâr, psikolojik ve manevi komplekslere rağmen bu çabasından geri durmadığını biliyoruz. Peygamber İslam'ın ana ilkelerinden hareketle davet eylemini gerçekleştirmiş, bu yolda her çeşit meşru vasıtaya başvurmuş, insanın aklına, düşüncesine, bilincine ulaşmaya bu yolla iman etme kanaatini yerleştirmeye çaba sarf ediyordu.
Fakat Peygamber'in bu çabası somut bir sonuç getirmeden zayi olup gitmiştir. Çünkü karşıdaki toplum tavır ve tutumlarını düşünceye ve imana değil, inada ve büyüklük taslamaya dayandırmıştır. Onun için Ayet-i Kerime Peygamber'in onlara karşı konumunu belirlemeye gelmiştir. Artık Peygamber sonuçsuz kalacağını kesin bildiği bir davetle zamanını harcamamalı, bu alandaki enerjisini ve çabasını başka bir tarafa aktarmalıdır. Davasını, gönlünü bu mesaja açacak başka cemaatlere yönelmelidir. Kalplerini imana açan, gözlerini Sırat-ı Müstakime diken ve faydalı sözlere kulak veren başka topluluklara çağrıda bulunmalıdır.
2. ayet bu düşünceyi daha somut bir biçimde ortaya koymak ve önceki ayetin hükmünü pekiştirmek için gelmiştir... Artık Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Allah onların işitme organlarına da mühür vurmuştur. Artık onlar hiçbir yararlı sözü işitemezler, gözlerine gelince, onların üzerinde görmeyi engelleyen bir perde vardır. Onlar bu halleriyle ahirette kendilerini bekleyen acıklı azaba müstahak olmuşlardır.
Burada üzerinde durulması gereken iki mesele vardır. Yani bu Ayet-i Kerime’leri iki açıdan ele almalıyız:
Çağdaş Bir Hareket İçinde Bu iki Ayetin Konumu
1. Çağdaş hayatımızda bu iki ayetin sahası ve önemi nedir? Başka bir ifadeyle Allah'a çağırmak, Allah'a davet etmek isteyen bir Müslüman bu çağrıya meydan okuyan kâfir güçlere karşı nasıl bir tutum izleyecektir?
Biz bugünkü küfrün durumu ve sapıklığının dünkü küfrün durumundan hiç de farklı olmadığına inanıyoruz. Küfrün genel karakteri, kâfir toplulukların ana özellikleri değişmemiştir. Onların her zamanki hali, psikolojik bir kompleks içinde olmaları, küfür ve iman konusunda güvenli değişmez bir tutum izlemelerine yol açacak manevi bir bilgiyi gözlemlemeleridir. Onlar sürekli olarak inat, büyüklük taslama ve sapıklıkta ısrar etmektedirler. Zira onların hayatları, işlerine hükmeden psikolojik havanın etkisindedir. Onlar hayatı, kişisel menfaatler, arzular ve şehvetlerin mantığıyla değerlendirirler. Onların doğru veya eğri hayatlarını planlayan bu olgulardır. Onlar Rablerine, kendilerine ve hayatlarına karşı sorumluluklarından uzak bir hayata taliptirler. Bunlar düşüncelerini karakterlerine ve duygularına boyun eğdirenlerdir. Yollarını kendi karakterlerine bağımlı olarak çizenlerdir. Hayatla ilgili problemlerini duygusal olarak çözüme kavuşturanlardır. Bunlar iman ve küfür meselelerinde duygularını ve karakterlerini esas alırlar. Bu konuları doğrudan doğruya incelemeye, muhakemeye yanaşmayan kimselerdir. Dolayısıyla iman-küfür meselesini ana konunun bir dalı olarak görür, dalın bir kökü olarak görmezler. Nitekim bugün realite de odur. Bugün aynı gruplar politik, sosyal, ekonomik ve şehevi' meselelerini de bu şekilde halletmektedirler. Özel ve genel tüm problemleri çözüme kavuşturmada bir takım akımlar tarafından ileri sürülen hayat anlayışlarını akidevi tutumlar olarak esas almakta ve ona göre vaziyet almaktadırlar.
Buna göre Müslüman insanın, içinde yaşadığı toplumları bilinçli bir şekilde incelemesi gerekir. Orada yaşayan insanların verdiğimiz insan tiplerinden hangisine girdiklerinin belirlemesi gerekmektedir. Ondan sonra artık o insanlara karşı Kur'an'i bir tavır koymalıdır. Eğer karşı karşıya bulunduğu topluluklar düşünce ve eylem olarak inatçı bir tutum takınıyorlarsa onlarla diyaloga geçmek, boşuna harcanan bir enerjidir. Eğer onlar düşünce yoluyla akide meselelerine, hatta hayatla ilgili konulara vakıf değillerse, doğrudan bir diyaloga hazır değillerse Müslüman, onlarla iman arasındaki engeli, psikolojik duvarı yıkmak için başka yollar aramalıdır. Ondan sonra, insan ve düşünce önündeki tüm engelleri yok ettikten sonra onlarla yeniden bir diyaloga girmeyi denemelidir.
Cebr ve İhtiyar Açısından İki Ayetin Değerlendirilmesi
«Allah onların kalplerini mühürledi» fiilindeki eylemin Allah'a isnad edilişini nasıl açıklayabiliriz ve bu ayet, kendisine iman ettiğimiz zatın seçme özgürlüğü düşüncesiyle nasıl bağdaşır? Bu ayet acaba kalbin küfür veya imana ve bunların sonuçları olan itaat ve isyana mecbur olduklarını iddia eden Cebr düşüncesini destekliyor mu?
Cevap: Bu ayetin yorumuyla ilgili olarak iki yaklaşım vardır:
1. Bu yaklaşıma göre, burada mesele mecazi bir teşbih konumundadır. Zamahşeri, Keşşaf tefsirinde diyor ki:«Eğer desen ki mühürleme eylemi neden Allah'a isnad edildi, hâlbuki bir eylemin Allah'a isnad edilmesi, doğruyu kabul etmelerini, doğruya ulaşmanın yollarını engellediğini gösterir ki, bu çirkin bir iştir ve Allah bu tür çirkin işlerden tamamen münezzehtir. Çünkü O çirkin olan şeyleri çok iyi bilmekte ve buna ihtiyacı olmadığını bildirmektedir. Bizzat kendisi de bu konuda şu ayetleri indirmiştir:
'Ben kullara zulmedici değilim' ([11])
'Biz Onlara zulmetmedik yalnız Onların kendileri zalimlerdi' ([12])
'De ki Allah kötülükleri emretmez'([13])
Buna benzer tenzihi ifadelere Kur'an'da çokça rastlanır. Ben de derim ki bu, kalplerin bir sıfatıdır. Yani Onlara sanki mühür vurulmuştur. Bu mühürleme işinin Allah'a isnad edilmesi ise, bu sıfatın sağlamlığına ve iyice yer ettiğine, geçici değil kalıcı bir şey olduğuna dikkat çekmek içindir. Nitekim Arap edebiyatında 'falan adam şu karaktere sahipti' dendiği zaman o kişinin bu işte sebat ettiğini ifade etmiş oluruz. Bu cümleyi, yani Allah'ın onların kalplerini mühürleyişini şu şekilde de yorumlayabiliriz: 'öldüğü zaman vadi onu alıp götürdü. Uzun süre kaybolan Anka kuşu onu alıp uçurdu'... Yani burada ne vadinin ne de Anka’nın O'nun ölümünde veya uzun süre kaybolduğunda hiçbir fonksiyonu yoktur. Bu bir örnektir. Ölümü vadinin götürdüğü adamın ölümüne benzetilmiş, uzun zaman kayboluşu da Anka’nın uçurduğu kişiye benzetilmiştir. İşte aynı bu cümlede olduğu gibi Onların kalplerinin hali de Allah'ın mühürlediği kalplerin haline benzetilmiştir. Onların kalpleri anlayışsızlıktan hayvanların kalplerine benzetilmiştir. Ya da, gücü olduğu halde Allah' ın mühürlediği kalbin haline benzetilmiştir. Bu bir şey anlamayan ve bir şey duymayan bir kalptir. Fakat Yüce Allah'ın onların haktan uzak duruşunda, onu kabul etmekten geri kalmalarında hiçbir rolü yoktur. O böyle bir işten tamamen münezzehtir.
2. Bu, Ehl'i Beyt imamları tarafından açıklanan İslam düşüncesi temeline dayalı bir yaklaşımdır. Ehl-i Beyt imamları diyor ki: «Ne Cebr var ne serbestlik ikisi arasında bir şey». Bu anlayışa göre kulların eylemleri kendilerine izafe edilir. Çünkü kendi iradeleriyle seçmekte ve onları gerçekleştirmektedirler. Fakat onların bu eylemleri bir taraftan da Allah'a izafe edilir. Çünkü her şeyin başlıca sebebi Allah'tır. Kullarına o eylemi yapma gücünü veren veya bu gücü vermeyebilen de yine Allah'tır. Ellerindeki imkânları ve etrafındaki imkânları onlara bahşeden, günah veya itaat yapmalarına izin veren, onların seçim eylemine müdahale etmeyen Allah'tır.
Böylece fiilin Allah'a nispet edilişi de doğru olmaktadır. Zira eylemin gerçekleşmesinde O'nun da bir etkisi vardır. Belki O'nun bu etkisi dolaylı yollarla gerçekleşmektedir denebilir. Bu durumda Allah insanı belli bir konumda yaratmıştır. Eğer insan küfrü seçer ve bu konuda ısrar ederse Allah da O'nun kalbini kapatır, işitme duygularını köreltir. Gözlerinin görmesini engeller, artık o bu haliyle imana ulaşamaz. Yani eylem insanın seçimiyle başlıyor ve bu seçimden söz konusu sonuca varılıyor. Fakat sebep sonuç ilişkisi Allah'ın, insanın varlığı için koymuş olduğu kanunlara boyun eğer, bu kanunlarda sonuçlar daha önceki sebeplere bağlıdır.
Tabidir ki böyle bir yaklaşım bizi ne Cebr konumuna sokar, ne de seçme özgürlüğüne gölge düşürür. Çünkü bu anlayış Allah'ın hayat ve insan için koyduğu tabii kanunlara bağımlı olarak irade hürriyetine gölge düşürmemektir, dolayısıyla çirkin şeylerin Allah'a izafe edilişi ile uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Eğer 'acaba Kur'an, pek çok insanı şüphelere, kuruntulara sürükleyen, insanların bir cevap ve yorum peşinde sürüklenmelerine yol açan böyle bir yöntemi neden kullanmıştır?' denecek olursa, bunu gelecek yorumda izah edeceğiz. Bu yorumun özeti şudur, Kur'an-ı. Kerim, çok tanrıcı şirk düşüncesine karşı tevhid düşüncesini köklü bir şekilde çözüme kavuşturmayı amaçlamıştır.' Şirk düşüncesi, insanın hayatında, çeşitli ilahlara yönelerek insanları ya da evrendeki ay, güneş ve yıldızlar gibi bazı büyük gerçekleri veya cansız putları taştan veya madenlerden yapılan heykelleri ilah konumunda görme temeline dayanır. Şirk düşüncesi de böyle hayali sapık bir yaklaşıma bağımlı kalır. İşte Kur'an-ı Kerim bu nedenle evrende bulunan her varlığın evrenin hareketinde veya insanın hayatı üzerinde hiçbir gücü ve fonksiyonu olmadığını açıklamak istemiştir ki bu gücü, her şeyi yaratan ve her sebebin var edicisi olan yalnız Yüce Allah'a teslim etsin, gözlerimizle gördüğümüz tüm kuvvetlerin aslında tüm bu kuvvetlere kendisinin belirlediği, yürürlüğe koyduğu yasalarla ve vasıtalarla hükmeden ona kuvvet veren tarafından yönlendirildiğini yerleştirsin.
Böylece işlerin Allah'a havale edilmesi, her şeyin arkasında, her şeyle beraber Allah'ın varlığının aşılanması esasına dayanır. Fakat bu, doğrudan Allah'ın varlığının aşılanması esasına dayanır. Fakat bu, doğrudan bir ilke değildir. İnsanın seçme hakkını ve özgür iradesini elinden almaz. Çünkü burada önemli olan evrendeki her şeyde Allah'ın gücünün geniş bir çerçevede muhafaza edilmesi, varlıktaki görünümlere bu varlığının yansıtılmasıdır. Fakat bu, insanın bu genel çerçevede hareket eden bireysel gücünü elinden almaz, böylece Kur'an'ın pratik olarak doğal sebepleri ortadan kaldırmadan hidayet ve sapıklığı, iyilik ve kötülüğü, rızık ve hayatı, hastalık ve sağlığı neden doğrudan değil de dolaylı olarak Allah'a izafe ettiğini anlayabiliriz.
Herhalde bu yaklaşım Ayet-i Kerime'nin ifade tarzına da uygun düşen en sağlıklı yaklaşımdır.
DÖRDÜNCÜ DERS: BAKARA SÜRESİ, 8 – 15. AYETLER
MÜNAFIKLAR… ÜÇÜNCÜ TİP
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla...
«Kimi insanlar var ki; Allah'a ve Ahiret gününe inandık derler, ama aslında inanmamışlardır. Bunlar Allah'ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatıyorlar, ama bunun farkında değildirler. Onların kalplerinde. hastalık vardır. Allah da bu hastalıklarını artırmıştır. Yalancılıkları yüzünden onları acı bir azab beklemektedir. Onlara yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın denildiği zaman, biz yapıcı, düzeltici kimseleriz derler. İyi bilesiniz ki Onlar bozguncuların ta kendileridir, fakat bunun farkında değildirler. Onlara halk nasıl iman etti ise siz de öyle iman edin denildiği zaman, biz hiç beyinsiz ayak takımı gibi iman eder miyiz? Derler. Asıl beyinsiz ayak takımı kendileridir. Ama bunu bilmiyorlar. Onlar mü'minler ile karşılaştıkları zaman inandık, derler. Fakat şeytanları, elebaşları ile baş başa kaldıkları, zaman: biz sizin yanındayız. Onlarla sadece alay ediyoruz derler. Aslında Onlarla alay eden ve kendilerini azgınlıkları içinde debelenmeye bırakan Allah'tır» ([14])
Münafıklar… Ümmetin En Tehlikeli Düşmanları
Bu, insanların iman ve küfür meselesi karşısında düşünme ve eylem planında takındıkları üçüncü tavırdır. Bunlar insanların üçüncü bir tipidir. İslam, ilk asrında bunlarla yüz yüze gelmiş veya onların pek çok hilelerine, saptırmalarına, oyunlarına ve kurnazlıklarına tanık olmuştur.
İslam toplumunun gerçekleştirdiği İslami hayatı karıştırmak için başvurdukları içe ve dışa yönelik oyunlarına, bu oyunlara ortak olduklarına şahit olmuştur.
Münafıklardan söz eden o ayetleri incelediğimizde onların kişiliğini, karakterlerini ortaya koyan ayetlerin kâfirlerden söz eden ayetlerden daha çok ve daha geniş kapsamlı olduğunu görürüz. Herhalde bunun sebebi de şudur: Küfür meselesi de iman meselesi gibidir. Bunların her ikisi de kesin birer çizgiyi ifade eder. Çünkü bunlar insanın hayatında akide ve hayat konusundaki tavrını net ve açık olarak ortaya koymaktadır. Artık burada realiteyi karşılamada herhangi bir kompleks söz konusu olmadığı gibi onu dile getirmede de bir çarpıtma yoktur. Dolayısıyla mü'minleri ve kâfirleri hayattaki hareketlerinden tanınmak kolaydır. Yeter ki iman ve küfrün karakterini bilmiş olalım.
Münafıklara gelince; Onlar içlerinde gizledikleri tutum ile insanların önünde açığa vurdukları arasında bir sentez yapmaya çalışan kimselerdir. Yani bunlar çifte standartlı bir hayata sahiptirler. Dolayısıyla onları tanımak ve ortaya çıkarmak da karmaşık bir problemdir. Onları tespit edebilmek için sözlerine ve eylemlerine dikkat etmek, Onların hayatlarında ortaya çıkan korku etkenlerini tespit etmek ve genel ve özel hayatlarını kontrol altında tutmakla ancak mümkün olabilir.
Belki de bu nedenle Kur'an-ı Kerim bu kompleks sahibi insan tipini ortaya koyarken daha fazla ayette onlara yer vermiştir. Böylece Onların insanlara yönelttikleri sözlerindeki iki, yüzlülük, kullandıkları sloganlar toplum hayatında takındıkları pratik tavırlar, hep ayetlerde yer almıştır, amaç insanların onları tanımalarını sağlamak, hem şimdi ve hem de ilerde onların zararlarından kurtulmalarını sağlamaktır.
Dostları ilə paylaş: |