İkinci yöntem: Düşünce ve duygu olarak insanı sarsmayı esas alan meydan okuyuş yöntemidir. Bu yöntemle insan önünden, arkasından, sağından ve solundan şiddet, korku ve dehşetle sarsılır. Burada insanın tüm enerjisi, gücü, hem kendisinin ve hem de başkaİannın gözü önünde hafife alınır. Yüce kudret karşısında küçük düşürülür ki, aczini itiraf etsin. Mutlak kudret önünde mutlak aczinin bilincine varmak suretiyle bu kudretin risaletiqe ve şeriatına teslim olsun.
Bunun ışığında görüyoruz ki; Kur'an'ın meydan okuyuşu mÜşriklerin karşı koyabileceği aLanlarla ilgili olarak gerçekleşmiştir. Bu da meydan okuyuşun bEyani i'cazla ilgili olmasını gerektirir. Kur'an'ın bilimsel, hukuki ve gaybi i'caz yönlerine gelince, bunların herbiri birinci yöntemin çerçevesinde değerlendirilecek Kur'an'ın doğruluğunu belgeleyen delillerdir. Bunların herbirisi yumuşak diyalog esasına dayanır, meselenin rasyonel ve yumuşak bir atmosferle ele alınıp incelenmesini gerektirir. Bunlar meydan okuyuş niteliğinde değildir. Çünkü meydan okuyuş onların bilmediği konularda, imkânlarına tam sahip olmadıkları alanlarda gerçekleşemez. Çünkü onlar bu durumda konuyla ilgili ihtisasları bulunmadığı veya başka mazeretlerle kendilerini haklı çıkarma yollarını bulabileceklerdir, yani boy ölçüşmeye kalkışmayacaklardır.
Denebilir ki, meydan okuyuş ınsanların tümüne yöneltilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün insanlara aynı ölçüde ulaştırılması gerekmez mi? Tüm gruplarına ve farklı toplumlarına rağmen onların hepsini meydan okuyuşun atmosferine tüm yönleriyle sokmuş olması gerekmez mi?
Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir:
1- Meydan okuyuşun, Kur'an'ın indiği asrı kapsamına almaması mümkün değildir. Aksine özellikle davetin, çağdaşı bulunan insanlara yönetilmesi gerekir. Çünkü meydan okuyuş sarsıntısı ile sarsılacak ve yeni davanın önünde silahina sarılacak olan kesim budur. Bu meydan okuyuşun, varlığını ispat etmesi ve her alanda varlığını sürdürmesi de mümkündür. Fakat bu meydan okuyuşun tüm uzmanlık, alanlarına yayılması zorunlu değildir. Birkaç alanda dahi olsa onları aciz bırakması bu risaletin ilahi kaynaklı olduğunu ispat etmeye yeterlidir. Aynı yaklaşımı diğer peygamberlerin mucizeleri için de söyleyebiliriz.
2- Biz bu meydan okuyuşun, mutlak anlamda «on sure veya bir sure getirme» şeklinde ifade edilmesine derin anlamlar veriyoruz. Sonra biz biliyoruz ki, Kur'an surelerinin bazıları, özellikle kısa sureler bilimsel, hukuki ve gaybi hiçbir meseleye değinmemektedir. Bu durumda, meydan okuyuşun bu alanları da kapsadığı nasıl söylenebilir? Bir Kur'an getirmekle meydan okuyan ayete gelince, bu ayetteki «Kur'an» kavramından amacın Kur'an-ı Kerim olduğu açık değildir. Hatta bu sözcüğün Kur'an-ı Kerim anlamında olmadığı açıktır. Çünkü bizzat bu ayet de Kur'an'ın bir parçasıdır. Sonra bu ayetin iniş zamanı Peygamber döneminin sonları değildir. İlahi mesajın iletilmeye başlandığı sıralarda inmiştir. Nitekim daha sonraki meydan okuyuş merhaleleri de bunu göstermektedir. Bilginlerin görüşlerinden de destek alarak bu görüşü pekiştirebiliriz. Bilginlere göre Kur'an kavramı, hem bir ayet, hem bir sure ve hem de Kur'an-ı Kerim'in hepsi için kullanılır. Belki de burada amaçlanan, ayetlerinin çokluğu ve azlığına bakılmadan, Kur'an'ın özgün yapısı ve nev'i şahsına ait özellikleridir.
Sonra bilim ve gayb konularının, Peygamberin şahsı, içinde yaşadığı toplumun karakteri ve asrının ulaştığı düşünce düzeyi açısından meydan okuyuşa konu olması pek mümkün değildir. Ele alınan konuların niteliği, niceliği meselesine gelince, burada meydana okumaya musait bir alan yoktur. Çünkü bu sonuçlara, özellikle bilimsel sonuçlara ulaşmak ne önceki ve ne de şimdiki insanları aciz bırakmaz. İnsanlar, Peygamber asrında veya daha sonraki asırlarda Peygamber'in toplumunun dışındaki bir toplumda birtakım düşüncelere ulaşmış olabilirler. Kur'an'daki meydan okuyuş ayetleri bu konulara değinmez. Zira meydan okuyuşta önemli olan meydan okuyuşun bizzat Kur'an'dan kaynaklanmasıdır. Peygamberin şahsiyetinden, bölgesel şartlarından ve toplumun düşünce aşamasının yapısından uzak olmasıdır. Burada «gaybi i'caz» karşısına koyacağımız düşünmeye değer bir nokta vardır. Gayb ile ilgili ayetleri nüzul sebepleri ile açıklayan hadislerin çoğu zihni haberler yolu ile bize aktarılmıştır. Bunlar kesinlik ifade etmez. Düşmanlar açısından kesin bir kanaat sağlanmaz. Bu da başkalarının kanaat getirmesine imkan bırakmaz. Çünkü onlar bu ayetleri bu yaklaşımla bağdaşmayan başka şekilde yorumlayabilirler. Buna ilave olarak, Kur'an-ı Kerim'i bilimsel teorilerle yorumlamaktan aşırı biçimde kaçınmak lazımdır. Biz şimdi Kur' an ilimlerini değil tefsirle ilgili bir konuyu ele aldığımız için bu kadarla yetinmek zorundayız.
Kur'an’ın i'cazıyla ilgili açıklamaya şu noktayı da ilave etmek istiyoruz. Bizim değerli üstadımız muhakkik Huvai'nin değerli kitabı olan «el-Beyan fi Tefsiril Kur'an»da değindiği konuya işaret edeceğiz: Üstad, Peygamberimizin mucizesi olan Kur'an ile diğer Peygamberlerin mucizeleri arasındaki farktan söz ederken diyor ki: «İslam'ın mucizesi olan Kur'an sonsuza dek geçerli olan bir mucizedir. İslam'ın dışındaki dinlerin mucizeleri ise sonsuza dek geçerli değildir. Onlarnı zamanı geçmiştir. Çünkü İslam sonsuza dek geçerli bir dindir, fakat diğer dinler böyle değildir.» Üstadın değerlendirmesi şöyledir: «Peygamberliği tasdik etme ve O'na iman etmenin yolu Peygamberin, davasını ispat için getirdiği mucize ile sınırlıdır. Daha önceki Peygamberlerin Peygamberlikleri kendi zamanlarına ve toplumlarına has olduğundan hikmet gereği bu mucizelerin de kısa ömürlü ve sınırlı olmalan gerekli olmuştur. Çünkü bunlar, sınırlı birtakım Peygamberliklere şahit, tanık niteliğindedirler. Bazıları Peygamberle beraber yaşıyor, mucizeleri görüyor ve artık onu kabul etmekten başka çareleri kalmıyordu. Sürekli geçerli olan şeriata gelince, onun doğruluğuna tanıklık eden mucizenin de sonsuza dek geçerli olması gerekiyordu. Zira mucize dar kapsamlı, kısa vadeli olduğundan uzaktakiler göremeyecek ve uzakta kalanların onu tevatür yoluyla öğrenmeleri de kesintiye uğrayabilecekti. Dolayısıyla bu Peygamberliğin doğruluğunu kesin bir şekilde öğrenme imkânları kalmayacaktı. Allah insanı iman etmekle mükellef tuttuğunda şartlan yerinde olmayan bir yükümlülük yüklemiş olurdu. Yüce Allah ise şartlan yerinde olmayan yükümlülükler koymaktan münezzehtir. Bu durumda sürekli bir nübüvvet için sürekli bir mucize gerekiyordu.»
* * *
Bu yaklaşıma ilişkin yorumumuz ise iki yönden olacaktır:
1- Üstad efendimizin sözünü ettiği mesele süreklilik niteliğine haiz olabilir de olmayabilir de. Bu konu, tevatürün çerçevesine girebilir de girmeyebilir de. Bu, sürekli geçerli olan şeriat için böyle olduğu gibi yüzlerce sene boyunca süren uzun süreli fakat sınırlı şeriatlar ıçin de geçerlidir. Çünkü her nesilde sürekli tevatüre ulaşmak kolay bir şey değildir. Beşyüz veya daha fazla sene süren Hz. İsa'nın risaletinde bir problem ortaya çıkmaktadır. Beşyüz sene boyunca bu şeriatı değiştirmeyen Yüce Allah, bu şeriatın mucizesini müşahede ve tevatürle ispat etmeden insanları nasıl ona iman etmekle yükümlü tutabilir. Eğer beşyüz sene boyunca bu tevatürün gerçekleşebileceği ileri sürülse, biz de bu sürenin daha fazla uzayabileceğini söyleyebiliriz.
2- Bizce Peygamberliği ispat etmenin akli yöntemleri vardır. Risaletlerin getirdiği düşünceden muhakeme yoluyla Peygamberliği ispat edebiliriz. Bunu, meydan okuyuş niteliği taşıyan mucizeye başvuran Peygamber'in doğruluğunu ortaya koyan belgelere başvurarak yapabiliriz. Herhalde Peygamber tarihi insanların Peygamber'e ve Peygamberliğe imanında meydan okuyuşa dayalı mucizenin bir ilke olmadığını göstermektedir. Bu imana neden olan başka unsurlar da vardır. Geçici mucizeler, akli yaklaşımlar bulunmaktadır. Nitekim bunu Hz. Nuh'un risaletinde, kendi milletiyle ilgili risaleti sona erdiğinde tufan mucizesinde görüyoruz. Bundan çok sonra Hz. İbrahim'in ateşe atılarak oradan yanmadan çıkması mucizesi İbrahim'in risaletinde geçici bir mucizedir. Buna benzer mucizeleri Kur'an'ın söz ettiği diğer risaletlerde de görmek mümkündür. Kur'an bunları anlatırken, risaletlerinin başlangıcında bir mucizenin varlığını sözknusu etmemektedir. Biz öyle inanıyoruz ki, Peygamberin kudsi şahsiyeti, kutsallığı, diğer tüm boyutları ve Peygamberlikteki engin merhameti insanların genel hayatına yöneltildiğinde, insanlar bunlarla yüzyüze geldiğinde, onlar Peygamberin ve Risaletin doğruluğuna kanaat getirecek ve ona ister istemez boyun eğmeyi gerçekleştireceklerdir.
Biz bu noktayı tartışma konusu yapmak istiyoruz. Böylece bilginlerin tefsirlerinde esas aldıkları kelam metodunun çerçevesini aşmak istiyoruz. Peygamberin Peygamberliğini ve onun meydan okuyuşla ilgili mucizeye bağlanmasını, bu konuda akıl yolunun ihmal edilişini bir iman ilkesi olarak gören yaklaşımı aşmak istiyoruz.
Biz, bu konulara ayetin tefsiri açısından değinmiş bulunuyoruz. Böylece Kur'an'ın meydan okuyuş şeklini de öğrenmiş bulunuyoruz. Fakat önümüzde duran i'cazınana ilkelerine ve bu konuyla ilgili ileri sürülen iddialara hala değinmiş değiliz. İnşallah bu konuları da ilerdeki tefsir derslerimizde ele alıp inceleyeceğiz.
YEDİNCİ DERS: BAKARA SURESİ, 25 - 29. AYETLER
AHİRET MÜJDESİ KUR'AN'DA ÖRNEKLER
HER ŞEYİN BAŞINDA ALLAH'A İMAN
Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla…
«İman edip iyi ameller işleyenleri, ağaçları altında nehirler akan cennetler ile müjdele. Onlara rızık olarak her yeni meyve sunulduğunda Bu daha önce bize sunulan falanca meyvedir derler, Onlara birbirinden ayırt edemeyecekleri rızıklar verilir. Hem onlara orada el değmemiş, tertemiz eşler verilecektir. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır, Allah bir sivrisineği ve (biyolojik açıdan) Onun daha üstünde olan bir canlıyı örnek olarak vermekten çekinmez. İman edenler onun Rableri tarafından ortaya konmuş bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise "Allah ne amaçla bu örneği gösterdi?' derler. Allah bu örnek ile birçoklarını sapıklığa düşürür ve birçoklarını da hidayete erdirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür. Onlar ki Allah'a vermiş oldukları sözü kesin bir ahid haline getirdikten sonra bozarlar, Allah'ın sürdürülmesini emretmiş olduğu ilişkileri keserler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarırlar. İşte Onlar hüsrana uğrayanlardır. Allah'ı nasıl ınkar edersiniz ki, sizleri ölü iken O diriltti. Sonra sizi öldürüp tekrar diriltecek, sonra da yine O'na döneceksiniz. O ki yeryüzünde bulunan bütün varlıkları sizin için yarattı. Sonra da göklere yönelerek onları yedi gök olarak düzenledi. O herşeyi bilir.»([35])
Ahiret Müjdesi
Kur'an-ı Kerim'in üslubu, kâfirlerden, küfürlerinin ve azgınlıklarınıp cezası olarak onları bekleyen cehennem azabından söz ettiği her yerde, imanlarından ve yaptıkları iyi işlerden dolayı Mü'minleri bekleyen sevaptan, Allah'ın rızasından da bahseder. Bu ayet de Kur'an-ı Kerim' in bu genel üslubuna uymuştur. Ayet-i kerime, Peygamberi, iyi işler yapan Mü'minleri altlarından ırmaklar akan cennetlerle müjdelerneye çağırmakta ve Cennetin meyvelerini dünyanın meyvelerine benzetmektedir. Hatta onlar bu meyvelerin daha önce dünyada gördükleri meyvelerin aynısı ve bir devamı olduğunu düşünmektedirler. Çünkü bu nimetler aynı birbirine benzemektedir. Sonra Cenab-ı Allah Mü'minleri ahirette bekleyen somut nimetlerdende söz etmektedir. Cenab-ı Allah onlara, el değmemiş eşler, kelimenin tam anlamıyla ruh ve bedenleri açısından tertemiz hanımlar va'detmiştir. Böylece Allah'ın nimetleri ve lütufları hiçbir kötülüğün ve yokluğun olmadığı sonsuz hayatta onları çepeçevre kuşatmaktadır. Bu Allah'ın rahmeti ve hoşnutluğu tarafından kuşatılmış bir sonsuzluktur.
Bazı insanlar bu sahada birtakım sorular ileri sürerek diyorlar ki: «Allah'ın kullarına ahrette va'dettiği yiyecek, içecek, cinsel ilişki vb. gibi zevkler somut nimetlerle ne ölçüde uyum sağlayabilir?» Onlara göre bu konularla ilgili ayetler, soyut kavramları kavratmak için somut şeyleri örnek verme metodundan yararlanmakta ve onların sembolik şeyler olduğunu söylemektedir. Yani Kur'an'ın bu soyut nimetlerden somut nimetler gibi söz etmesi, insanların onu kavraması için kullanılan bir yöntemdir. Çünkü somut dünyada yaşayan insan soyut ve kavramsal dünyanın mahiyetini kavrayamaz. Bunu ancak içinde yaşadığı somut bir çerçevede ele alındığı zaman anlayabilir. Çünkü düşünce şekli somut gözlemlere bağlıdır. İnsanın vicdanında ve düşüncesinde canlandırılan tablolar temelde somut gözlemlere dayanır. Soyut şeyleri kavratabilmek için soyut şeyleri açıklamakta kullanılan vasıtalara dayanmak gerekir, Nitekim çocukların eğitiminde en pratik yöntem de budur. Çocukların eğitimi temelde somut tablolara dayanır, Soyut şeyleri onların vicdanına yerleştirmek, onların bildiği somut şeyleri örnek vermekle ancak gerçekleştirilebilir.
Bu insanları bu tür yorumlara sevkeden sebeplerin neler olduğunu bilemiyoruz. Belki onlar somut hayatın gerçekleriyle cennetin yapısının birbiriyle bağdaşmayacağı düşüncesinden hareket etmektedirler. Çünkü somut şeylerin cennette bulunması insanın bedenindeki birtakım salgıların da varolmasını gerektirir ve bu, Cennetin kutsallığıyla bağdaşmaz, Ya da onlar, Cennet ve Cehennem meselesinin manevi iki gerçekliğin birer sembolü olduğu, Cennetin manevi yönden mutluluk ve hoşnutluğu; Cehennemin ise korku, yorgunluk ve sıkıntıyı hissetmeyi temsil ettiği şeklindeki düşünceden yola çıkmaktadırlar. Fakat biz bu tür yaklaşımların sağlıklı olduğuna inanmıyoruz. Çünkü birinci görüş, somut nimetlerden yararlanmanın ahiret yurdunun temsil ettiği ruhi olgunluğa aykırı bir davranış olduğunu ileri süren teoriden kaynaklanmış olabilir. Çünkü bu düşünceye göre madde pisliği ve gerilemeyi, düşüklüğü temsil eder. Fakat bu düşünce İslami olmayan bir temele dayanmaktadır. Çünkü İslam maddeyi tabiatı itibariyle reddetmez. İslam'ın reddettiği anlayış, dünya lezzetlerine, dünya nimetlerine insanı Allah'tan uzaklaştıracak, onun belirlediği sınırlara tecavüz edecek, emirlerine karşı gelecek düzeyde dalmak ve nimetlerin sahibini hatırlamamaktır. Hatta biz İslam'ın bu yaklaşımını başka Ayet-i Kerimelerden de rahatlıkla çıkarabiliriz. Bu ayetlerde insan ahiretin somut nimetlerine yöneltilirken bile, yeryüzünde Allah'ın yasakladığı şeylerden mahrum bırakıldığından, onlardan istifade etmediğinden bu nimetlerin daha güzellerinin kendisine bahşedileceği dile getirilmektedir. Bunun yanında Allah'ın muttaki kimselere va'dettiği manevi nimetler de takdir ile yadedilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de buna ilişkin pek çok örnekler vardır. «Allah'ın rızası ise daha büyüktür»([36]) ayeti bunlardan sadece birisidir. Yani İsiam düşüncesinde insanın manevi düşüncesi ihmal edilmemiş, manevi nimetler basite indirgenmemiştir. Bunun yanında sırf manevi konulara yönelmek suretiyle maddi nimetler de ihmal edilmemiştir. Özellikle mükemmel İslami şahsiyetin yerleştirilmesi amacıyla yapılan insan eğitiminde manevi yöne ağırlık verilmiştir.
İkinci düşünceye gelince, herhalde bu düşüncenin ana illkesi de şudur: Ahiret dünyası ruh, yani maneviyat dünyasıdır. Dolayısıyla madde dünyası olan bu dünyanın karşısında yer alır. Yalnız biz bu düşüncenin İslami literatürde bir düşünce temeli olduğuna inanmıyoruz. Çünkü çeşitli şekilleriyle maddeden bütünüyle ayrılmakla sembolize edilen ruhi, manevi soyutlanma ve insanın bedenini ruhun bir zindanı olarak değerlendiren düşünce ile temsil olunan düşünce akımı, ilke olarak Yunan ve Hint felsefelerine dayanır. Kitap ve Sünnet'ten kaynaklanan İslam düşüncesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu düşüncenin bazı Müslüman filozofların kitaplarında yer alması, savunularak kabul ettirilmeye çalışılması ise kesinlikle İslam'ın temel kaynaklarına dayanmamaktadır. Tam tersine daha önceki felsefelerin kültürlerinden beslenen kişisel yaklaşımlara, düşüncelere, değerlendirmelere dayanmaktadır.
Biz İslam düşüncesinin kaynaklannda bu tür bir yaklaşıma izin veren birtakım işaretlerin, ipuçlarının bulunduğunu reddetmiyoruz. İnsanlar bu işaretlerden yola çıkarak uzaktan da olsa bu düşünceye alt yapı malzemesi bulabilir. Fakat biz burada özellikle gerçekten ciddi bir önemi bulunan bir noktaya parmak basmak istiyoruz. İslam düşüncesini, yasası ve kavramlarıyla incelerken gözönünde bulundurmamız gereken önemli bir konuya değinmek istiyoruz. Bu da Kur'an'ın ana ilkelerinin, hepimizin boyun eğmesi gereken delil olduğudur. İslami hakikatleri ve kavramları belirleyecek olan budur. Onun dışında akıl ve nakilden onun zıddını apaçık ortaya koyan bir delil bulunmadığı müddetçe Kur'an'ın apaçık hükümlerinden yan çizilemez. İşte bu ana ilkenin ışığında tüm Bâtıni düşünceleri reddediyoruz. Çünkü bunlar Kur'an ayetlerini, aklın ve şeriatın ilkelerine dayanmayan, aksine felsefi yorumlar veya sufilerin yanlış düşünceleri üzerine kurulan sembollerle, gizemli şeylerle açıklamaya çalışmaktadırlar.
Kur'an'da Örnekler
«Allah bir sivrisineği ve (biyolojik açıdan) onun daha üstünde olan bir canlıyı örnek olarak vermekten çekinmez. İman edenler onun Rabbleri tarafından ortaya konmuş bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise Allah ne amaçla bu örneği gösterdi? Derler. Allah bu örnekler ile birçoklarını sapıklığa düşürür ve birçoklarını da hidayete erdirir. Onunla sadece fasıkları sapıklığa düşürür.» ([37])
Bu ayetin nüzul sebepleriyle ilgili Ebu Salih'in İbn-i Abbas'tan aldığı rivayete göre, Cenab-ı Allah Münafıklarla ilgili iki örnek verdiğinde onlar: «Yüce Allah örnek vermekten münezzehtir, yücedir.» Dediler. Bu iddiaları Üzerine Bakara'nın 26. ayeti indi. Bilindiği gibi Cenab-ı Allah Münafıkların durumunu birinci örnekte, karanlıkta ateş yakan kimselerin durumuna benzetmişti. İkinci örnekte ise, koyu bulutlu, şimşekli, gök gürültülü bir gökyüzünün yağmuruna tutulmuş, ölüm korkusu içinde yıldırımlara karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan kimselerin durumuna benzetmişti. (Bakara, 17-18, 19-20)
Ata'nın yine İbn-i Abbas'tan aldığı rivayete göre o şöyle demiştir: Allah Müşriklerin tanrılarından söz ederken«Sinek onlardan bir şey kapsa bunu ondan kurtaramazlar»([38]) buyurmuş ve bu tanrıların tuzaklarına değinerek onları örümcek ağına benzetmişti. Onlar ise, siz gerçekten Allah'ın, Muhammed'e gönderdiği Kur'anda, sinek ve örümcekten söz etmekle ne yapmak istediğini biliyor musunuz? Allah bununla ne demek istemiştir diye itiraz etmişlerdi. Onun Üzerine Yüce Allah bu ayeti gönderdi.
Ayetin nüzul sebebi bu hadiste sözü edilen sebep olabileceği gibi başka bir sebep de olabilir. Çünkü biz nüzul sebepleriyle ilgili aktarmaların çoğuna güvenmiyor, onları sağlıklı görmüyoruz. Özellikle rivayetlerin birbiriyle çeliştiği durumlarda bu güven daha da zayıflamaktadır. Buradaki durum da rivayetlerin çeliştiği durumlardandır. Yalnız Ayet-i Kerime insanların içinde harekete geçen psikolojik bir duruma işaret etmektedir. Yani insanların AIlah'ın verdiği örneklerin küçüklüğüne, büyüklüğüne İlişkin birtakım şüpheleri ve itirazları olduğuna ışık tutmaktadır. Hatta insanların bu durumda karşıt bir tavır takındıkları da çıkarılabilir. Onlar sözü söyleyenin büyüklüğü ile kendisinden sözedilen konunun, hacmi arasındaki bağı tesbit edemediklerinden yanlış bir değerlendirmeye kurban olmuşlardır. İşte bu Ayet-i Kerime bu tür düşünceleri reddetmiş, küçük büyük herhangi bir şeyin örnek verilebileceğini ilke olarak belirlemiştir. Kur'an-ı Kerim çoğu surelerinde Kur'an'i bir üslub olarak bu yöntemi kullanır. Ve bunun hiçbir sakıncası olmadığını kesin ortaya koyar. Bunu Allah'ın şanına ve büyüklüğüne yakıştırmamak ise Kur'an'ın metodundan habersiz kimselerin boş kuruntularından başka bir şey değildir. Zira bu örneğin fonksiyonu, insanların yaşadıkları olaylar ve yaptıkları işlerle olayı anlamalarını kolaylaştırmaktır. İnsanları, örnekler vasıtasıyla gerçek yola iletebilecek düşünceye yaklaştırmak içindir. Bu konuda büyük ile küçük arasında herhangi bir fark gözetilemez. Zira burada sorun örnek verenin sorunu değil, onun insanın hayatında ve düşüncelerinde harekete geçirdiği düşünceyle ilgilidir. Burada sözü söyleyen, konuyu aydınlatmak ve düşünceyi daha anlaşılır kılmak için her türlü vasıtayı rahatlıkla kullanabilir.
Bu açıklamanın ışığında denebilir ki, örnek verme yöntemi yeni bir yöntem değildir. Bu yöntem, insanlara hitab eden herkesin ikna etmek, doğru yola iletmek ve onları yönlendirmek için çoğunlukla başvurduğu genel bir yöntemdir. Çünkü Örnek, vasıtasıyla söz insanın gönlünde daha sağlıklı bir temele oturur. Onları daha fazla sorumluluk bilincine kavuşturur. Onun içindir ki Mü'minler bu örnekleri iman ve itaat ile karşılayıp kabul ederler. Zira onlar sözün muhtevasını, özünü idrak ederler. İnsanı düşündürmeye ve muhakemeye itmek istediğini farkederler. Dolayısıyla onlar, örneğin yapısını ve verimini etkisiz kılmak için kuşkulandırmalara başvurmazlar.
Kalpleri gerçeğe açılmayan ve hayatlarında sözün sorumluluğunu yasamayan kafirlere gelince; onlar örnekteki gerçeğin kendisini anlamaya çalışmazlar. Aksine birtakım itirazlarla, soruşturmalarla sorumluluktan kaçmaya çalışırlar. İşin gerçek yüzünü öğrenmeye değil, şüphelendirmeye, karalamaya, etkisiz kılmaya çalışırlar. İman esasına dayalı bir tavır koymaya yanaşmazlar. Konuyu soru şeklinde gündeme getirerek, Allah'ın bu örnekle neyi anlatmak istediğini anlamadıkları imajını verirler.
Bu soruşturmalarından da anlaşılıyor ki onlar örneklerin somuşlaştırdığı apaçık gerçeklerden kaçmak istiyorlardı. Örnekle inançlarının, saptırmalarının, küfürlerinin ve nifaklarının net olarak ortaya konduğunu gördüklerinde anlamazlıktan gelerek konuyu geçiştirmeye, anlamsız kılmaya çalışıyorlardı. Böylece, risaletin temsil ettiği hakikatin meydan okuyuşu karşısında daha da uzağa kaçarak kâfir ve sapık adımları ile sembolize edilen batıla, boş şeylere yöneliyorlardı... Nitekim aynı tavrı bugün apaçık gerçekler karşısında direnmeye çalışan kâfir çemaatların da sergiledİğini görüyoruz. Onlar bu tavırlarında ciddiyetsiz sorularla ortaya çıkarak ciddi ve engin bir diyalogdan uzak havalarda meseleyi tartışmaya çalışırlar. Fakat Yüce Allah bu soruşturmayı kesin bir cevap ile red etmektedir. Ayet vasıtası ile bildirmektedir ki, verilen örneğin fonksiyonu insanların gerçeği görmesi için apaçık delil getirmektir. Zira bu yöntem, düşündürmenin, delil karşısında sarsılmanın en canlı yöntemidir. Mü’minIer, verilen örneği anlayış ile karşılarlar. Çünkü onlar örneğin derinliklerine nüfuz ederler. Böylece onlara bilgi ve marifetin ufukları açılır. Onunla doğru yola ulaşırlar. Kâfirler ise bundan kaçarlar. Onunla sapıklığa düşerler... Ayet-i Kerime daha sonra bu örneklerle sapıklığa düşen bu insanları belirlemeye çalışır. Onları, gerçeğin sınırlarını aşan fasıklar olmakla niteler.
Allah'ın Ayet-i Kerimede insanlara verdiği örneğin pek çok insanı sapıklığa, yine pek çok insanı da doğru yola götürmesi meselesine ilişkin olarak; sapıklık ve doğru yolu ele alırsak diyebiliriz ki: Herhalde örnek ile delilin varlığı insanların küfür ve iman, doğruluk ve sapıklık meselelerinde kesin bir tavır takınmalarını belirlemiş olmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki, örneğe ve delile uyum sağlayanlar doğru yola kavuşur. Ondan tamamen uzaklaşanlar ise sapıklığa düşer. Nitekim atasözünde deniyor ki: Deney ve sınav ya insanları başarıya ulaştırır, ya da elenmelerine neden olur. Bununla beraber insanların deney ile elenmesi, onların, başarının ilkelerinden uzak-laşmalarından kaynaklandığı gibi, bu ilkelere yaklaşmalarıda onları başarıya ulaştırır. Yani burada her iki tavrın da sahibi kendisidir. Çünkü burada da orada da tavrın kaynağı o ilkedir. Böylece Ayet-i Kerime Cebriye düşüncesinin yaklaşımından uzaklaşır. Çünkü Cebriye, sapıklığı doğrudan doğruya Allah'a bağlar.
Dostları ilə paylaş: |