2- Allah'ın insana bahşettiği hilafet ne demektir? Bu ayetin sözünü ettiği hilafet nedir? Burada hilafetin iki anlamından söz edilebilir.
Birincisi: Buradaki hilafet insanın yaratılışından önceki varlıkların hilafetidir. Aktarılan birtakım hadislere göre insandan önce birtakım canlı yaratıklar vardı. Yeryüzünde bozgunculuk yaptılar ve kanlar döktüler. Sonra onların soyu kesildi... İnsanlar, yeryüzünde onların halifesi olarak, yaratıldı. Bu varlıklara insan veya Adem sıfatını yakıştıran birtakım hadisler insanlığın babası olan Adem'den önce binlerce Adem'in varlığından sözetmektedir.
İkincisi: Buradaki hilafet Allah'ın hilafetidir. Bununla ilgili bir dizi ayet vardır. Allah Teala buyuruyor ki:
«Ey Davut biz seni yeryüzünde senden öncekilerin yerine hükümdar yaptık insanlar arasında adaletle hükmet.»)([54])
Yine buyuruyor ki:
«Sonra Onların ardından sizi yeryüzüne halifeler yaptık ki nasıl davranacağınızı görelim.»([55])
Buna göre Allah'ın hilafeti, Allah'ın iradesine göre yeryüzünü idare etmek, onun imarı ve gelişmesi için çalışmaktır. Herhalde ikinci görüş ayetlerin açık anlamlarına daha uygundur. Çünkü ayetlerin seyri gösteriyor ki, meleklerin bu soruyu sormaları, sırf onların bozgunculuğunu ve kanlar dökmelerini beğenmemeleri, aksine bu işe kendilerinin layık olduğunu dile getirmek istemeleriydi. Allah'ın onlara yönelik vahyi de bu yaratığın sahip olduğu, kendilerinin ise sahip olmadığı nitelikleri, özellikleri açıklama çerçevesinde kalmıştır. Bu özellikler kendilerini değil insanı hilafet görevini yerine getirmeye ehliyetli kılıyordu. Sanki burada problem halifenin yerine getirmek zorunda olduğu fonksiyonla ilgilidir. Daha önceki yaratıkların yerine geçecek yeni bir varlığı yaratma meselesinden ibaret değildir. Bu nedenle diyalog, özellikle hilafetin yalnız insanda bulunan, diğer yaratıklarda bulunmayan rasyonel özelliklerinden bahsetmekle yola çıkmakta ve bunu esas almaktadır. Eğer gerçekten mesele birinci yaklaşımda olduğu gibi ele alınmış olsaydı bu ayrıntılara girmeye hiç de gerek olmazdı. Çünkü daha önceki yaratıklara halife olmak kişisel bir üstünlüğe ihtiyaç duymayacağı gibi meleklerle ilgili bir üstünlüğe de gerek duymazdı.
Biz ikinci yaklaşımı tercih etmekle başka varlıkların varlığına ilişkin hadisleri red etmiyoruz. Çünkü başka yaratıkların varlığı ve yokluğu açık olduğu gibi onun hilafetinin varlığı ve yokluğu ile ilgili değildir. Bu hadisler, pek çok yerde ileri sürülen ve meleklerin bu Kur'an'i diyaloglarında da söz konusu edilen bir soruyu akla getirebilir. Bu soru da şudur: Melekler bu yaratığın yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağını ve kan dökeceğini önceden bir deneyimleri olmadığı halde nereden biliyorlardı. Bu konuda pek çok cevap ileri sürülmüştür. Burada özellikle insanların maddi özellikleri ve insanın karakterini belirleyen faktörler üzerinde durulmuştur. İnsanın yeryüzüne ait bir yaratık olması nedeniyle yeryüzünün tüm olumsuz unsurlarını üzerinde taşıyacağı sınırlı ve maddi bir varlık olacağı hatırlatılmıştır. Fakat bu tür olumsuz yaklaşımlar konunun anlaşılmasına değil, daha da anlaşılmaz bir hal almasına neden olur. Bazı cevaplar ise, daha önce yeryüzünde varolan fakat sonraları nesilleri kesilen birtakım varlıklardan sözetmekte ve meleklerin bu konuda deneyimli olduklarını dile getirmektedir. Diğer bazı cevaplar da önceki iki cevapta yer alan somut bilgilere ve çıkarımlara değinmemekte, böyle bir diyaloğun meydana gelebileceğinden sözetmektedir. Eğer burada gerçek bir diyalog sözkonusu ise, tüm yönleriyle anlatılmamış da olsa meydana gelmiş olabilir. Hatta diyaloğun başka boyutları da bulunabilir. Kur'an, kıssayı özet olarak vermeyi temel ilke olarak aldığında detaylara girmediğinden, yalnız ana hedefle ilgili kısımlara değindiğinden kıssanın bu diğer boyutlarını vermemiş olabilir. Olabilir ki melekler Allah'ın yeryüzünde bir halife yaratacağını haber vermesinden sonra onlar bu halifenin özelliklerinden, yapacaklarından ve fonksiyonlarından haberdar olmaya çalışmış, buna ilişkin sorular üzerine Cenab-ı Allah da insanın yeryüzünde ortaya koyacağı eylemlerden söz etmiş, onun Allah'ın iradesiyle bağdaşmayan tavırlarda bulunacağını, yeryüzünde bozgunculuk yapma ve kan dökme gibi eylemlere girişeceğini haber vermiştir. Bunun üzerine melekler olaya akıl erdirememiş ve bunun hikmetini sormuşlardır. Dolayısıyla meleklerin bu konudaki bilgisi AIlah'ın kıssaya ilişkin bildirmesinden kaynaklanmış olmaktadır. Biz bunu eşyanın tabiatına uygun bir etüt ilkesi olarak kabul ediyoruz. Fakat bu konuda aktarılan rivayetler senet yönünden sağlamlık kazandığında sorunun tefsir ile ilgili olarak onları esas alırız. Çünkü bu durumda hadisler görüş ve zanlardan uzak ve tefsirin üstünde bir delil niteliğini arzedeceklerdir. Burada o hadislerin bir kısmına işaret etmekte herhangi bir sakınca yoktur. O hadislerden biri İyaşi'nin İmam-ı Cafer-i Sadıktan aldığı tefsirdir: «Eğer melekler daha önce yeryüzünde bozgunculuk yapan ve kan döken birtakım varlıkları görmemiş olsalardı Cenab-ı Allah'a; Sen orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birini mi yaratıyorsun diyemez ve geleceği bilemezlerdi.»,
3- Allah'ın yerine halife olmanın karakterini nasıl anlamalıyız? Herhalde Allah'ın adına halife olmaktan maksat, idareye, korunmaya ve tedbire muhtaç olan yeryüzündeki sosyal hayatı Allah'ın belirlediği ve insanlar için seçtiği sistemin ilkelerine göre idare etmektir. İşte bununla Allah'ın insan için hazırladığı büyük görev ve fonksiyon ortaya çıkmaktadır: Allah'ın ona verdiği bilgi gücüyle o etrafını kuşatan bütün olayları ve varlıkları tanıyabilecek, Allah'ın kendisine bahşettiği akıl gücüyle iyilik ve kötülüğü, bozgunculuk ve düzeltmeyi kavrayabilecek, karşılaştığı olayları birbiri iİe karşılaştırarak onlardan yeni düşünceler elde edecek, hayatın problemlerine ve meselelerine en sağlıklı çözümleri getirebilecektir.
Herhalde Yüce Allah'ın aşağıdaki Ayet-i Kerime'de emanet diye ifade ettiği insanın fonksiyonu da budur:
«Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; O'nu yüklenmekten kaçındılar, o'nun sorumluluğundan kaçtılar. O'nu insan yüklendi. Çünkü o çok zalim, çok cahildir.» ([56])
Kinaye şeklindeki bu tasvir herhalde insanın yüklendiği görevin büyüklüğünü, bunca büyük yaratıklar karşısında yüklendiği sorumluluğun ciddiyetini simgelemektedir.
Âdem’in hilafete, liyakatının belgelenmesi konusunda ona tüm isimlerin öğretilmiş olmasına işaret edilmesinden anlıyoruz ki bu konuda bilginin büyük bir fonksiyonu vardır. Ve insanın bu görevi üstlenmesinde Allah'ın diğer varlıklara değil yalnız insana bahşettiği güçlerin, enerjilerin de fonksiyonu meselenin temelini oluşturmaktadır. İnsan ancak bu güçler ve enerjilerle bilgiye ulaşabilir. Her alanda gelişecek bir hareket içinde bulunabilir. İnsan bu çabası ve kabiliyeti ile yeni yeni düşüncelere, yeni yeni deneyimlere ulaşacak ve onları yaratmanın ve yoktan varetmenin bir görüntüsü, bir tezahürü olarak yönelecektir.
İşte böylece, insanın görevi ve sorumluluğu hayatın yapısı ile Allah'ın iradesi arasında bir ahenk oluşturacak, dolayısı ile bu güçlerini kötülük yolunda değil iyilik yolunda harcayacaktır. İşte insanı Allah katında yüksek düzeye çıkaran ve yaradılışları icabı sürekli iyilik yapan meleklerden daha üstün bir konuma getiren de, Allah'ın iradesiyle hayat arasmda bir ahenk sağlamasıdır, İnsan kendine düşen görevi hakkıyla yerine getirdiğinde meleklerden hiç de geri kalmayacaktır. Kendi sorumluluğunu, sorumluluğu ile ilgili fonksiyonunu yerine getirmediğinde ise hayvanlardan gaha aşağı bir dereceye düşecektir. Çünkü hayvan şehevi arzularını tabii olarak yerine getirir ve ona bir sorumluluk ve günah yoktur. İnsan ise böyle değildir.
İnsan'ın sırrı; bilgisi, aklı ve iradesindedir. İşte insanı diğer varlıklardan ayıran ana ilke, onun bu karakteridir. Dünya hayatında işlerin dizginini eline almasına ve doğanın güçlerini hizmetinde kullanmasına imkân sağlayan da, onu bu göreve layık kılan da budur. Pratik açısından ise onun eylemi, değerini ve konumunu belirler. Yüce Allah'ın Kur'an'ın da indirdiklerine karşı takındığı tavra göre değer kazanr.
«Allah katında en değerli olanınız en çok korunanızdır.» ([57])
4- Halife kimdir? Yalnız Âdem midir? Yoksa tüm insanlar mıdır?
Ayet-i Kerime'den açıkça anlaşıldığına göre halife tüm insanlardır. Çünkü Âdem belli bir zaman diliminde yaşayan bir şahsiyettir. O zaman diliminin sona ermesiyle onun vazifesi de biter. Bu durumda o, hayatın tüm yönlerini kuşatan ve yeryüzünün tamamını kapsayan görevini nasıl yerine getirecektir? Birincisi bu, ikinci olarak: Melekler bu halifeyi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak ve kan dökmekle nitelendirmişlerdir. Bu sıfat ise Âdem’e uygun düşmemektedir. Bu sıfat hayat sahnesinde ancak bazı insan grupları için geçerli olabilmektedir.
Sonra bu «halife» kavramı birçok ayetlerde bazı Peypeygamberlere ve insanlara hitab edilirken de kullanılmıştır. Biz buradan hareketle, Âdem’e isimlerin öğretilmesi olayı hakkında, bütün isimlerin birden öğretilmediğini, isimleri aşamalı ve tedrici bir şekilde öğrenme imkânı veren yeteneklerin ve hazırlıkların öğretilmiş olduğunu söyleyen düşüncenin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Yani insanlar bilimsel gelişme pramidini aşamalı olarak çıkmışlardır. Allah daha iyisini bilir.
Bazı insanlar diyorlar ki, birtakım ayetlerde Cenab-ı Allah Mü'minleri halife olarak seçtiğini bildirmektedir.
Nitekim Yüce Allah buyuruyor ki:
«Allah sizden inanıp iyi işler yapanlara vadetti. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldı ise onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir.» ([58])
Bu durumda, halife tüm insanlardır nasıl denebilir ki?
Cevap: Biz Hz. Âdem’in halife ölarak belirlenmesi karşısında tüm insanların halife seçildiğini söylemiştik. Çünkü hilafet genel ve özel olmak üzere iki çeşittir. Genel hilafet insanların diğer canlı varlıklara karşi yüklendikleri hilafettir. Genel olarak insanlar Allah'ın kendilerine verdigi güçler ve özelliklerle bu görevi yerine getirirler. İnsanlar bunun vasıtasıyla Allah'ın dilediği şeyleri kullanabilirler veya bu yolla Allah'ın rızasını elde edebilirler.
Özel hilafete gelince, bu doğrudan doğruya başkalarına karşı hâkimiyet ve otoriteyi kullanmaktır. İşte bu Ayet-i Kerime'nin değinmek istediği de budur. Yani buna göre Allah Mü'minlere yeryüzünde egemen olma ve bu otoriteyi pratik olarak kullanma imkânını vereceğini vadetmektedir. Nitekim bu imkânları daha önceki Mü’minlere de vermiştir. Dolayısıyla bu yaklaşım ayetin anlamıyla çelişmemektedir.
5- Allah’ın Âdem’e öğrettiği isimler nelerdi?
Ehli beyt imamlarından aktarılan hadisler yolu ile ve başka rivayet zincirleri ile aktarılan dini metinlerde yoğun bir şekilde anlatıldığına göre bu isimler akıllı ve akılsız evrensel varlıkların isimleri idi. Herhalde bu ayetlerde ifadesini bulan ve açıklanmak istenen de budur. Bu yaklaşım aynı zamanda Allah'ın, insanı kendisi için hazırladığı hilafet ile de uygun düşmektedir; Çünkü buna göre evrenin bütün ihtiyaçlarını ve alanlarını en güzel şekilde bilmeyi gerektirir.
İyaşi'nin tefsirinde Ebu'l Abbas'tan, Ebu Abdullah Cafer-i Sadık'tan gelen rivayetinde deniyor ki: «İmama Cenab-ı Allah'ın; Âdem’e isimlerin hepsini öğretti ayetini sordum ve O'na ne öğretti dedim. Dedi ki: O'na yerleri, dağları, vadileri, pınarları öğretti.»
Taberi Tefsirinde İbn-i Abbas'tan gelen rivayete göre, O şöyle demişti: «Yüce Allah Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Bu isimler insanların birbirlerini kendisiyle tanıdığı isimlerdir: insan, hayvan, yeryüzü, ova, deniz, dağ, eşek ve buna benzer millet isimleri..»
Bu isimleri, melekleri isimleri ve soyunun isimleri yeklinde yorumlayan ve diğer yaratıkların isimlerini dışarda bırakan bir yaklaşım da vardır. Taberi kendi tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü Yüce Allah «Sonra onları meleklere sundu» buyurmaktadır. Yani bununla Âdem’e öğrettiği isimlerin kendisini kastetmiştir. Çünkü Araplar«ha» ve «Mim» harflerinden oluşan «hüm» zamirini ancak insanlar ve melekler için kullanırlar. Hayvanlar veya diğer yaratıklar söz konusu olduğunda ise, «ha» ve «elif» ten oluşan «hâ» veya, «ha» ve «nun»dan oluşan «hünne»zamirleri kullanılır... Yalnız bu yaklaşım, hilafetin karakteri ve yapısı ile bağdaşmaz. Özellikle ayetten, halifenin bizzat Âdem’in kendisinin değil, insanlık nesLinin' temsilcisi oluşuyla halife olduğunu anladığımızda bu yaklaşım hiç de tutarlı olmaz. Daha önce, halifenin Âdem’in şahsı olmadığını, insanlık nesli olduğunu belirtmiştik. Bu durumda neslinin ve meleklerin adını bilmek, bu konuda ne ileri ve ne de geri bir adım atmaya yaramaz.
Ayette sözü edilen isimleri ifade ederken akıllılar için kullanılan zamirin kullanılmasına gelince, adı geçen tefsirin sahibi de kabul ediyor ki, Araplar bazen akıllılar için kullanılan zamiri, hem akıllılara ve hem de akılsızlara işaret ettiği durumlarda çoğunluk esasına göre kullanırlar. Kur'an-ı Kerim'de bu konuya ilişkin ayette deniyor ki:
«Allah her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi sürünerek, kimi iki ayaküstünde yürür. Kimi de dört ayak üzerinde.» ([59])
Arapların genel ifade tarzı bizim belirttiğimiz niteliktedir. Yalnız buna benzer durumlarda çoğunluğu, eğer doğru ise, tercihe şayan olmayan veya fasih olmayan bir ifade olarak değerlendirmeyiz. Çünkü bu az önce verdiğimiz ayette Kur'an'da kullanılmış bir ifade tarzıdır ve bu da onun alışılagelen bir ifade tarzı olduğu imajını vermektedir. Herhalde İbn-i Abbas'ın kendisinden aktarılan rivayete göre görüşü de bizim yaklaşımımızı desteklemektedir. Çünkü o, daha sonra yaşayan ve bilgileri rivayete dayanan çevrelerden daha iyi düzeyde Arap edebiyatını bilmekteydi. Ayrıca onun bilgisi pratik realiteye ve bizzat işitmeye dayanıyordu.
6- Tefsircilerin çoğu «ayrıca sizin bütün açığa vurduklarınızı ve içinizde sakladıklarınızı bilirim» sözünü açıklamaktan çekinmişler, yalnızca «ve içinizde sakladıklarınızı» sözünü açıklamaya çalışmışlardır. Gizledikleri şeyin ne olduğunu soruşturmuşlar ve bu konuda değişik yaklaşımlarda bulunmuşlardır. Bu yaklaşımlardan birine göre bu gizledikleri şey İblis'in içinde sakladığı kibir ve gururdu. Burada onlardan biri hepsinin yerine geçirilmişti. Çünkü o da onlarla beraberdi. Bir yaklaşıma göre bu saklanan şey onların şu sözüydü: «Allah bizden daha bilgili ve daha değerli bir varlık yaratamaz»... Fakat biz bu her iki yorumun köklü delile dayandığını bilemiyoruz. Aksine -Allah bilir ya- bizim kanaatımıza göre burada mesele diğer pek çok ayetlerdeki gibidir. Nitekim pek çok ayetlerde konunun sonunda verilen Allah'ın sıfatları Kur'an'ın her tarafında Allah'ın ululuğunu, büyüklüğünü ortaya koyma ilkesine dayanır. Bu yaklaşımın ışığında denebilir ki; Burada Allah'ın gaybı bildiğinden söz edilmesi, bu yeni yaratıkta geniş boyutları ile ortaya çıkan ve geniş biçimde açıklanan konuyla uyum sağlayabilir. Çünkü melekler bu yeni yaratığı gerçek mahiyeti ile tanıyabilmiş değillerdir. İşte bu esnada Allah'ın geniş ilmini hatırlatmak elbetteki etkili olurdu. Allah'ın, insanın açık ve gizli her şeyini kuşattığının hatırlatılması, her yaptığı işte AIlah'ın kendisini kontrol ettiği bilincinin verilmesi ona bir duyarlılık kazandıracak ve Allah'ın ululuğunu, yüceliğini daha engin biçimde kavramasını ve ona daha sıkı bağlanmasını sağlayacaktır... Şu konuda herhangi bir sözü belirleme zarureti olduğuna inanmıyoruz. Çünkü burada problem şahsi realiteden kaynaklanan bir mesele değildir.
Önemli olan Yüce Allah'ın sıfatlarının köklü biçimde ve karakterlerine uygun olarak kavratılmasıdır.
7- Bu apaçık ayetler karşısında insan ilahi fazilet ve keremi sembolize eden bu diyalog ile kendi derecesini ve düzeyini ve boynuna geçirilen sorumluluk duygusunu somut bir şekilde görmek isteyebilir.
Bu görme ve gözlemin temelde şu ilkeye dayanması gerekir. İnsanın Allah tarafından bağışlanan özellikleri, kendisi ile üstünlük taslanacak bir onur, şeref aracı değildir. Aksine bu özellikler onun taşıdığı sorumluluk için kendisine verilmiştir. Bu sorumluluğu hakkı ile yerine getirmek onu yaygınlaştırmak ve onu Allah tarafından belirlenen ilkelere oturtmak için verilmiştir. İnsan ancak bu özellikleriyle yaradılışının amacına varabilir ve kendisine gösterilen hedefleri gerçekleştirebilir.
Bu açıklamanın ışığında diyebiliriz ki, Allah'ın insana verdiği güç ve enerjiler ona emanet edilmiştir. Bu güç ve enerjileri etkisiz bırakmak ve dondurmak yetkisine sahip değildir. Onları hayata yeni bir şey kazandırmayan ve onu bir adım daha ileri götiirmeyen boş şeylerle uğraştıramaz. Aksine tüm bu yeteneklerini ve enerjisini, etrafındaki hayatı istenen hedefe yöneltmek için harcamalıdır. İşte bu anlayışlar insanı bireysel ve kişisel duyguların tutsağı olmaktan kurtarır. Artık insan yalnız kendini düşünen bir yaratık değildir. Çünkü o başkalarının varlığını da bilmekte ve duymaktadır. Sonra o insanlığa karşı sorumluluğunu idrak etmiş ve onları sapıklık ve yokoluştan kurtarma görevinin bilincine varmıştır. Artık onun için yalnız kendini düşünmek, düşüncesinde ve eyleminde yalnız kendisine tapınmak ve diğer her şeyden uzaklaşmak alçaklığına yuvarlanamaz.
İnsanın, Allah'ın halifesi olduğu bilincine varması hergün insanın hayatını yenileyen bir bilinçtir. O kendisine verilen bütün yetenekleri, gücü ve enerjiyi hergün yenilemek ve onları doğru yola çağırmak için, pratik eylemlere dönüşmek amacıyla etkili, daha büyük güçlere dönüştürme çabası ve gayretindedir.
Allah yolunda çalışanların görevi de budur. Onlar insanın gönlünde ruhi bir eğitimin yöntemleri gibi gittikçe derinleşmelidirler ki, hayatın her alanında sürekli faaliyet gösteren ve her sabah yeni bir enerjiyle, yeni bir sorumlulukla Allah'ın nuruyla aydınlanan geniş ufuklara açılmak için ortaya çıkan fonksiyonlar müslüman şahsiyeti yetiştirmede sürekli mücadele edebilsinler.
Herhalde insanın her türlü zaaf duygularından ve dışından kendisine empoze edilen dış baskılardan tamamen uzak bir ortamda özgürlüğünün bilincine varması, özgürlük bilincini en geniş boyutlarda idrak etmesi de budur. Çünkü insan bu bilinçle korkunç ve sürekli bir güce kavuşmakta, bu bilinci ile kâinattaki her şeyin yaratıcısı olan Allah tarafından kendisine bağışlanan önemli görevini yerine getirmek amacıyla bütün dünyaya egemen olması gerektiğini anlamaktadır. Çünkü o Allah'tan destek almaktadır. Allah ise evrendeki her şeyin yaratıcısı olmaşı nedeniyle evrendeki bütün kuvvetlerin yaratıcısıdtr... Öyleyse, görevini yerine getirmede azgın kuvvetiyle insanlığını yok edecek herhangi bir güçten söz edilemez. Aksine o içindeki potansiyel gücü ile bütün dış güçlere karşı hakimiyet sağlayacak biricik kuvvetin sembolüdür.
DOKUZUNCU DERS: BAKARA SURESİ, 34. AYET
İBLİS BAŞKALDIRDIĞINDA
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla...
«Hani biz meleklere Âdem’e secde ediniz dedik de hemen secde ettiler, yalnız İblis reddetti. Kendini büyük gördü ve kâfirlerden oldu.» ([60])
Bu, Yüce Allah'ın yeni olarak yarattığı insanı onurlandırmak, değerini ve üstünlüğünü ortaya çıkarmak istediği ikinci durumdur. Bu nedenle meleklerin ona saygı, hürmet ve selamlama niyeti ile secde etmelerini istemiştir. İblis de bu sırada meleklerin arasında bulunuyordu. Ayet-i Kerime'nin ifadesinden anlaşıldığına göre meleklerden olmamasına rağmen o da Adem'e secde etmekle emredilmişti.
Melekler onurlandırılmış kullar olduklarından, Allah' tan önce söz söyleyemediklerinden ve O'nun emrine göre hareket ettiklerinden bu ilahi emre boyun eğdiler. Herhangi bir uyumsuzluk çıkarmadılar. İblis'e gelince onun durumu başkaydı. Çünkü o, Allah'ın emirleri ve yasakları karşısında bu manevi atmosferde yaşamıyordu. O, meseleye kendi benliği ve kişisel görüşleri açısından bakıyordu. Eğer emir ve yasaklar bunlara uygun olursa kabul ediyordu. Uygun düşmediğinde... Âdem’e secde etmesi kişisel gururuna ve üstünlük taslamasına aykırı düştüğünde, bu yeni yaratığa boyun eğmesi onun ırkı duygularına ters düştüğünde durum değişti. Pek çok Kur'an ayetinin belirttiği gibi, kıssasını geniş biçimde ele aldığı gibi onun karşı çıkışı, reddedişi, büyüklük taslayışı, itaate yanaşmayışı hep ırk temeline dayanıyordu.
İblis Küfre Girdi
Allah'ı doğrudan inkâr etmeyen, ancak Allah'a karşı gelmeleri ile hayatlarının tamamını küfrün bir tezahürü ve sonuçları haline getiren, böylece küfrün özünü hayatlarına esas alanlar gibi kafir oldu. Kur'an'ın pek çok ayetinde ameli uygulamaya dayalı küfür, aynı akide planındaki küfür gibi lanetlenmiştir. Çünkü bunların her ikiside normal sonuçları açısından aynı kapıya çıkar. Bu sonuç da Allah'a karşı gelme ve Allah'ın hayat için belirlediği doğru çizgiden uzaklaşmadır. İman ile iyi işleri birbirine bağlayan ayetlerden anlaşılıyor ki, küfrün tehlikesi Allah'ın elçilerini ve Ahiret gününü inkar etmekten çok, Allah'a ibadetten uzaklaşma ve Allah'ın belirlediği yasalara hukuka göre insanın hayatını düzenlemekten kaçınmada gözlenmektedir. İşte İblis'i küfre sokan da bu harekettir.
Bazı tefsirciler bu konuda bilimsel tenkid Karşısında tutarlı olmayan başka yaklaşımlara başvurmuşlardır. Nitekim Tabersi'nin Mecma'ul Beyan'ında deniyor ki:
«Ve kâfirlerden oldu. . .» sözüne gelince, bir yaklaşıma göre, tamamen kâfir oldu demektir. Bu yaklaşım bizim de görüşümüze uymaktadır. Başka bir yaklaşıma göre, Allah'ın ilminde kâfirlerden oldu. Diğer bir görüşe göre,«Boğulanlardan oldu...» ([61]) ayetinde olduğu gibi «kâfir oldu» demektir. Bazı bilginler bu ayetten hareketle amellerin imandan olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bunlar diyorlar ki: «Eğer böyle olmasaydı, İblis Allah'a karşı gelmesine rağmen Yüce Allah'ı tanıdığından Mü'min olurdu.»Bu yaklaşım doğru değildir. Çünkü İblis'in kâfir olduğu icma ile sabittir. Öyleyse onun asla imanı yoktur. Nitekim puta secde eden birini gördüğümüzde onun kâfir olduğunu biliriz. İsterse, bizzat secde küfür olmasın...» Mecma'ın yazarı devam ediyor: Eğer denilse ki: Şimdi secdeyi terk eden, kafir olmadığı halde neden Allah onun kafir olduğuna hükmetti. Cevap olarak deriz ki: Çünkü secde etmemesi ile beraber başka şeyler de vardı. Onun secde etmemesine, Allah'ın çirkin bir işi emrettiğine inanması ve Allah'ın bu secdeyi emretmesinde bir hikmet aramaması yol açmıştı. Sonra o büyüklük tasladığından ve Allah'ın emrini reddettiğinden secde etmemişti. Şimdi de bu tür nedenlerle secdeyi red edenler kafir olur. Aynca o, Allah'ın elçisini hafife almış ve küçümsemişti. Bu ise ancak küfre inanan birisinin yapacağı iştir...
Yalnız biz bu konuda bu ve benzeri ayetlerin, karşı koyuşun nedeni olarak tek bir şeyi gösterdiği kanısındayız.
Bu da İblis'in, Âdem’e karşı ırk temeline dayalı olarak üstünlük taslamasının doğal bir sonucuçlur. Yüce Allah İblisten şunları naklediyor:
«Ben O'ndan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, O'nu ise çamurdan yarattın.» ([62])
Yine buyuruyor ki:
«Şu benden üstün yaptığını gördün mü? Andolsun eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen O'nun neslini pek azı hariç kökünden koparıp sürükleyeceğim, dedi.» ([63])
İşte bu yaklaşım onun temel düşüncesini oluşturmaktadır. Bu ise dar kapsamlı bir günah değildir. Sadece Âdem’in şahsı ile de ilgili kalmamaktadır. Düşünce ve eylem planında, akidenin her alanında Âdem’in tüm neslini aldatmaya dönüşen bir eylemdir bu. Bu yaklaşımın ışığı altında denebilir ki: Burada bu karşı gelişi, küfrün terminolojik anlamı çerçevesine sokmak için zoraki yorumlara gerek yoktur. Yoksa insanların pek çok eylemlerini, hareketlerini, hatalarını küfürle damgalamak mümkün olacaktır.
Bu tür konuşmaların akide ve amel alanında pratik bir etkisi olmayacaktır. Çünkü bu yaratık, insanoğluna Allah'tan ve Allah'ın şeriatından sapma ve uzaklaşma yollarını güzel göstermekle küfrün ve fasıklığın sembolü haline gelmiştir. Yalnız burada özetle açıklayıcı bir düşünceye varmak istiyoruz. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerim'de küfür kavramı, akide ile sınırlı bulunan gerçek anlamının yanısıra, eylem planında gerçekleşen mecazi anlamında da kullanılmıştır. Herhalde bu ayet bizim kanaatimize göre küfrün ikinci anlamını destekler niteliktedir. Allah her şeyin daha iyisini bilir.
Dostları ilə paylaş: |