I. ÖFKENİN MAHİYETİ
“Herkes kendi karakterine göre hareket eder.” 1 Ayeti ve Hz. Peygamber (sav)’in “İnsanoğlu farklı farklı mertebelerde yaratılmıştır. Kimisi nadiren öfkelenir, çabuk yatışır; kimisi çabuk öfkelenir çabuk yatışır, bazısı çabuk öfkelenir zor teskin edilir ki en şerlileri bunlardır. En Hayırlıları ise nadiren öfkelenip çabuk yatışanlardır” 2 hadisini göz önüne aldığımızda öfkenin fıtrî bir duygu olduğunu, bu sebepten dolayı yok edilemeyeceğini; ama ıslah edilerek hayırlı yöne yönlendirilebileceğini görüyoruz.
Bu açıdan bakıldığında öfkeyi, övülen ve yerilen öfke olarak ikiye ayırmak uygun olacaktır.
II. ÖFKENİN KISIMLARI A. ÖVÜLEN ÖFKE
Öfkenin din ve hak uğruna olanıdır. Güzel hasletlerden biridir. Bu sıfata haiz olan kimseler azmin ve gayretin gerektiği yerde akıl ve dinin emirlerine göre hareket ederler. Ama hilmin, yumuşak huyluluğunun faydalı olacağı yerde de kendilerine hâkim olurlar 3. Bu yüzden Peygamberimizin kendisinden “bana az ve öz bir ameli emret” diyen sahabîye ‘öfkelenme!’ diye tavsiyesi 4 dünyevî meselelerle ilgili olmalıdır. Hâlbuki kâfirlere ve ehl-i batıla karşı yeri geldiğinde öfkelenmek farz bile olmaktadır.
İnsanlık tarihi boyunca bu dengeyi, en iyi şekilde Peygamberlerin, Allah (cc)’ın dinine davet konusunda gösterdiklerini görüyoruz.
Mesela Hz. Musa, Firavun’a karşı önce yumuşak davranmış, daha sonra küfür ve inkârdaki inatçılığı sonrasında5 “Ey Firavun! Sen de biliyorsun ki bu gördüğün mucizeleri, insanları ibret olsun diye indiren, göklerin ve yerin Rabbi’dir. Doğrusu ben, seni perişan olmuş görüyorum”6 diyerek tavrını ortaya koymuş ve bu duyguyu en akıllı biçimde kullanmıştır.
İslâmî öğretide ise Allah (cc), Hz. Peygamber (sav) ve ashabını “kâfirlere karşı izzetli/şiddetli, kendi aralarında şefkatli/alçakgönüllü”7 olarak nitelendirmiş ve haklı öfkenin dengeleri kurulmuştur. Ancak burada şunu ifade etmek gerekir ki, kâfirlere karşı şiddetli ifadesi genel değil, Müslümanlarla savaşan, onları vatanlarından çıkarmaya çalışan veya bu konuda başkalarına destek olanlarla ilgilidir. Diğerlerine karşı iyi davranmak gerekir8.
B. YERİLEN ÖFKE
Haksız yere ortaya çıkan öfkedir. Bunun sonucunda öfke duyulan kişiye zarar verme, intikam duygusu meydana gelir ki; bu da saldırganlık olarak tanımlanabilir. Burada dikkatimizi çeken husus, öfke duygusunun ateşten yaratılması meselesidir. Bu vakıayı öfkenin ciğerden gelen hararet, kızgınlık, kalp kanının kaynaması şeklindeki tarifi ile İslâmî öğretinin insanoğlunun ilk ve azılı düşmanı saydığı şeytanın ateşten yaratılması olgusu ile birlikte düşündüğümüzde ne adar anlamlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Nitekim Gazali, bu hususa işaret ederek, “insanda şeytana çeken bir damar vardır. Gazap ateşine tutuşan kimsenin şeytana yakınlığı artar” demiştir 9. Rasul-i Ekrem’in; gazabın şeytandan olduğu 10 ile ilgili hadisi de yerilen öfke ile ilgili olsa gerektir. Kur'ân-ı Kerim’de Mü’minler “Öfkelendikleri zaman, affederler” 11, “Öfkelerini içine atarlar, insanları affederler” 12 diye vasıflandırılıyor ve Peygamber’in şahsında tüm Mü’minlere “Af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir.” 13 Tavsiyesinde bulunuluyor.
Bununla birlikte gücü yettiği halde öfkesini yenen kimsenin, kıyamet gününde Allah tarafından insanların en başında çağrılarak mükâfatlandırılacağı bildiriliyor14.
Bu bölümdeki yerilen öfkeye karşılık, Peygamberimizin pratik tedavi tavsiyelerini görüyoruz. Öncelikle fitnenin kaynağı, öfkenin baş sorumlusu olan şeytandan Allah’a sığınmayı15 tavsiye etmekte yine “gazap, şeytandandır, şeytan ateşten yaratılmıştır, ateş ise su ile söndürülür; biriniz öfkelendiği zaman abdest alsın”16 buyurarak abdest almanın öfkeyi teskin edeceğini ifade etmektedir. Kızgınlığın insanlığın kalbinde bir kor olduğunu ifade eden Peygamberimiz, öfkelenen kimsenin toprağa yapışmasını tavsiye etmektedir17. İmam-ı Gazali, bu tavsiyeyi; “insanın topraktan yaratıldığını düşünmesi ve böylece huzura kavuşması” olarak değerlendiriyor18.
Hz. Peygamber’in öfkeyi tedavi etme yöntemi olarak belirttiği tavsiyelerinden bir diğeri de, susmaktır19. Bunun yanında pozisyon değiştirmeyi de tavsiye ederek “Biriniz ayakta iken öfkelenmişse, otursun. Eğer oturmak fayda vermiyorsa yatsın, uzansın.”20 Buyurmaktadır. Bir başka tavsiyesinin de sabır timsali ideal şahsiyetleri örnek almak olduğunu görüyoruz21.
BİRİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBER’İN ÖFKELERİNİN GENEL KARAKTERİ I. HZ. PEYGAMBER’İN ÖRNEKLİK VASFI
Hz. Muhammed, tüm insanlığa bir rehber olarak gönderilmiş olup yaşayışıyla kâmil bir örnektir. Kendisine özel olduğu bildirilen durumlar dışında örnek olma vasfı, hayatının her alanı için geçerlidir. Bu sebeple Hz. Peygamber (sav)’in rahmet ve merhametlilik vasfı kadar hüzün, elem ve öfkelilik halleri de bizler için örnektir.
Örneklikten söz edilen bir yerde mutlaka iki şey gereklidir:
1. Örnek gösterilen şey, onu örnek alacaklar tarafından üretilebilir olmalıdır. Üretilemeyecek bir şeyi örnek göstermek veya almak (mesela, Peygamber’in göz rengi, kafatası, boyu vs) mümkün değildir.
2. Örnek ile örnek alacaklar arasında yapısal farklılık olmamalıdır. Çünkü insan ancak bir insanı kendisine örnek alabilir. İnsan, meleği örnek alamaz. Bu yüzden Peygamberimiz ve diğer Peygamberlerin ilk verdikleri mesaj “Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” olmuştur.
Bu iki maddeyi göz ardı ettiğimizde Peygamber hayattan dışlanmış olur22.
Bir insan olarak bir baba, bir dost, bir eş olarak duyduğu üzüntüler yanında; bir önder, bir komutan, bir hidayet elçisi, bir mürşid, bir devlet reis olarak yaşadığı hüzün halleri elbette birbirinden farklı düzey ve boyutta olmuştur23. “Beşer veya Peygamber olarak” diye ikiye ayırmadan bir bütün olarak Peygamberimizin hüzün ve öfkelerini takdim etmek, Peygamber Efendimizin öfkelendiği hususların genel karakterine değinmek yararlı olacaktır.
Bu düşüncemiz, özü itibariyle Hz. Peygamber’in kızgınlıklarının meşru ve haklı gerekçelere dayalı olması gereğinin bir sonucudur. Zaten bir Peygamber için bundan başkasını düşünmek de imkânsızdır.
A. BEŞER PEYGAMBER, MELEK PEYGAMBER
Kur'ân’da beşer üstü fizikî hayatından söz edilmeyen tek vahiy tebliğcisi ve tatbikçisi İslâm’ın son peygamberidir24. Hz. Peygamber (sav) diğer bütün Peygamberler gibi, her şeyden önce bir beşerdir25.
Aşırı yüceltme, bilerek veya bilmeyerek insanüstüleştirme sonucunu doğurur. Böyle bir durum ise Hz. Peygamber (sav)’in örneklik vasfını ortadan kaldırır. Çünkü aşırı yüceltmenin sonucu hayattan dışlamadır26.
Vahyi ve Peygamberi hayattan dışlamak için melek Peygamber gerekçesi, sadece Mekke müşriklerinin değil, Nuh kavminin de gerekçesiydi27. Ad ve Semud kavminde ve Eyke halkında da aynı mazeretleri görüyoruz28.
O da Allah (cc)’ın beşeri yaratmadaki kuralına “Sünnetullah” tabiîdir. Yani o da, doğar, ölür, yer-içer; güler-ağlar, sever ve kızar. İnsanlığa örnek olan bir varlığın, yine bir insan olmasından daha doğal bir şey olamaz. Allah-u Teala’nın Peygamberlerinin kendileri gibi bir insan olmasını hazmedemeyen inkârcılara karşı “Eğer yeryüzünde uslu uslu yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir elçi melek gönderirdik”29 şeklindeki beyanı bunun en açık delili sayılır.
Muhakkak ki Allah (cc), Melek bekleyen30, insanüstü meziyetlerle donatılmış Peygamberler31 isteyen ve bu yüzden kendileri gibi insan olan Peygamberleri küçümseyen32 insanlara karşı isteseydi bir mucize ile onları imana mecbur ederdi. Ne var ki bu durum, insanın inanç özgürlüğünü engellediği gibi bir insanı örnek edinmenin en cazip ve en önemli vasfı olan “içimizden biri olması33 özelliğine de ters düşer.
Bütün bunlara rağmen elimizdeki mevcut kaynaklar, bize Peygamberimizi nasıl tanıtıyor. İslâm Tarihi ve Siyer kaynakları Hz. Muhammed’i insanüstü niteliklere sahip bir varlık göstermeye O’nu daha baba sulbünden başlamışlardır34. Mesela, Suyûtî’ye göre “Hz. Peygamber (sav), cesedi ile ruhu ile canlıdır. Tasarrufta bulunur. Yeryüzünde ve melekût âleminde istediği yere gider. Hatta ölümden önce hangi şekilde ise halen öyledir. Kendisinden hiçbir şey değişmemiştir. Allah (cc), bir kimseyi Peygamber’i görmekle taltif etmek dilerse perdeyi kaldırır. O kimse, Peygamber’i gerçek şekliyle görür. Buna bir engel yoktur.”35
Bunun yanında karanlıkta gören, iki omzunun arasında iğne deliği büyüklüğünde elbisenin altından da görebilen iki gözü bulunan, içine tükürdüğü kuyunun suyu Medine’nin en tatlı su kaynağı haline dönüşen, terinden koku imal edilen, hiç esnemeyen, gölgesi olmayan, bir gecede bütün eşlerini dolaşacak cinsî güce sahip bulunan, kanı ve idrarı şifa olan insanüstü bir varlıktır36.
Bu tutum, Peygamberi beşeri sıfatlardan tecrit etmeyi sevgi ve hürmet gereği gören bir neslin37 doğal beşerî özelliklerinin ve ihtiyaçlarının adeta bir nakisa, hatta zül olduğunu Hz. Peygamber (sav) için düşünmekten kaynaklanmaktadır.
Herkes gibi çocuğunun ve torununu vefatına üzülen, gözlerinden yaş gelen Peygamberimize “Sende mi Ya Rasulallah?” denmesi ve vefatı sonrası birçok sahabînin O’nun ölümüne inanmayışı, hep bu durumun bir göstergesidir.
Hz. Peygamber (sav)’i anlatırken ve tanıtırken O’nun şefkat ve merhametinin yanında şiddet ve salâbeti, sevgisinin yanında nefret ve adaveti, duasının yanında beddua ve laneti de bahis konusu edilmelidir. Aksi takdirde bu anlatış, gerçeklere uygun olmakla birlikte eksik bir anlatış olacaktır. Yani normal bir insanın özelliklerini taşıyan “İnsan Peygamber”in yerine sadece müsbet yönleri ve vasıfları bulunan bir “Melek Peygamber” tanıtılmış olacaktır. Oysa biz, Hz. Peygamber (sav)’in “Ben de bir insanım. Normal bir insan gibi hoşnut ve memnun olurum, yine normal bir insan gibi kızar ve sinirlenirim.”38 Dediğini biliyoruz39.
Konumuzla ilgili Peygamberimiz hakkındaki eksik anlatımlardan bir örnek vermek gerekirse; Uhud Harbi esnasında uğradığı saldırılar neticesi dişi kırılan, yüzü kana bulanan Rasûlüllah (sav) Efendimiz, kendisine “müşriklere beddua etmesi” talebine karşılık “Ben, lanetçi olarak gönderilmedim, davetçi ve rahmet müjdecisi olarak gönderildim” buyurmuş ve “Allah (cc)’ım! Kavmime hidayet ver. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar” şeklinde dua etmiştir. Bu rivayet, Kadı ‘Iyaz’ın “eş-Şifa bi Ta’rîf-i Hukûki’l-Mustafa” isimli eserinde kaynak belirtilmeden nakledilmektedir40. Bugün Peygamberimizi tanıtan hemen hemen bütün eserlerde bu rivayet alınırken41 Buhârî’nin naklettiği Uhud günü yaralandığı zaman “Peygamberinin yüzünü kana bulayan bir kavme Allah (cc)’ın gazabı şiddetlenmiştir”42rivayeti ve “Peygamberinin dişini kıran ve yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felah bulur?”43 Şeklindeki Müslim rivayetleri ihmal edilmiştir.
Peygamberimiz bu muharebe esnasında mutlaka daha başka şeyler de söylemiştir. Duyan sahabî şehit olmuş olabilir. Yukarıda geçen iki farklı durum da ayrı ayrı gerçekleşmiş olabilir. Ancak Buhârî, Müslim ve İbn Hişam, Kadı ‘Iyaz’dan daha evvel yaşamış ve daha güvenilir kaynaklar bırakmış olmasına rağmen sadece Kadı ‘Iyaz’dan naklettiği söze yer verilmesi, bu ihmali açıkça göstermektedir.
Hz. Peygamber (sav) için “düşmanlarına bile beddua etmemişti” prensibini yerleştirmeye çalışanlar, Peygamberimizi olduğu gibi tanıtmak yerine; hayal ettikleri bir Peygamberi tanıtmış olmaktadırlar veya günümüz şartlarında daha doğru bir yol olacağı düşüncesindedirler.
Fakat Peygamberi bugün bir türlü; yarın başka bir türlü tanıtmak, faydası yanında zararı da olabilir. Bunun sonucunda oryantalistlerin İslâm toplumu içine fitne tohumu saçmaları, beklenen bir gelişme olacaktır. Olduğu gibi tanıtamıyorsak, sorumluluk bize aittir. Çünkü O, sadece bizim değil; bütün insanlığın Peygamberidir. Şu bir gerçektir ki Peygamber Efendimizde merhamet, şefkat, muhabbet gibi müsbet sıfatlar, hayatın her alanında görülecek kadar aslîdir. Şiddet, nefret gibi sıfatlar ise, arızîdir. Yeryüzündeki kilometrelerce düzlüğün dünyanın yuvarlaklığını değiştirmediği gibi44.
B. HZ. PEYGAMBER’İN ALLAH İÇİN ÖFKELENMESİ
Hz. Peygamber (sav)’in öfkesi, hayatı boyunca daha önce ifade ettiğimiz; övülen öfke şeklinde gerçekleşmiştir. Çünkü kendi nefsi ve çıkarları için değil yalnızca Allah (cc) için kızıp öfkelendiğini görüyoruz. Nitekim “Allah (cc) Rasulü kendi nefsi için, intikam almamıştır. Ancak Allah (cc)’ın yasaklarının çiğnenmesi durumunda Allah (cc) hakkı için öç almıştır.”45 İfadesi buna işaret etmektedir. Bununla beraber kendi şahsına hakaret edildiği yerlerde öfkesini bastırmaya çabaladığını görüyoruz46.
C. HZ. PEYGAMBER’İN ÖFKESİNİN RAHMET OLUŞU
Sıradan bir insanın hayatında kin, nefret ve sıkıntılara yol açabilecek, öfke ve kızgınlık halinin Peygamberimizin hayatında rahmete dönüştüğünü görüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, birine kızmış veya hakaret etmiş olsa bile üstün bir ahlak üzere ve âlemlere rahmet olarak gönderilmesinin bir belirtisi olarak o öfke ve hakaretin söz konusu kişi hakkında rahmete dönüşmesi için yine kendisi dua etmiş ve “Ya Rabbi! Ben, nihayetinde bir kulum ve bütün kullar gibi ben de öfkelenirim. Bu sebeple hangi Müslüman’a kızmış, hakaret veya beddua etmişsem; onu, onun için kıyamet günü bir arınma ve rahmet vesilesi yap”47 demiştir.
O, muhteşem ahlâkı, sağlam karakteri, yüce ruhu, merhamet pınarı yüreği, keskin zekâsı, engin basireti, asil tavrı, yüksek hasletiyle Peygamberliği dışında da üstün insandır.
D. HZ. PEYGAMBER’İN YANLIŞ KONUŞMAMASI
Peygamberimizin “Ya Rabbi! Gerek hoşnutluk, gerekse öfke hallerimde daima hak sözü söylemeyi bana nasip et”48 şeklindeki duasının bir yansıması olarak kaynaklarımızda şöyle bir rivayet geçmektedir. Efendimizden tüm duyduklarını yazan Abdullah b. ‘Amr (ö. 65/685), “Allah (cc) Rasûlü’nün ağzından çıkan her şeyi yazıyorsun. Hâlbuki O da, bir beşerdir; hoşnut olduğu zaman da olur, öfkelendiği zaman da.” Denilerek eleştirilmesi üzerine durumu Allah (cc) Rasûlü’ne aktarınca Efendimiz, elini mübarek ağzına götürerek “Yaz! Hayatım elinde olan Allah (cc)’a yemin ederim ki, bu ağızdan haktan başkası çıkmaz.”49 Bu rivayetten anlaşıldığı kadarıyla Hz. Peygamber (sav)’in kızgınlık hali; O’nun kesinlikle yanlış konuşmasına sebep olmamıştır.
Allah (cc) Rasûlü’nün “biriniz öfkeli bir halde iken hüküm vermesin”50 hadisinin şerhlerine baktığımızda konuyla ilgili olarak âlimler bu hadisin Peygamberimiz için geçerli olmadığı ve kızgınlık durumunda hüküm vermenin O’na has bir durum olduğu görüşünü savunmuş; Peygamber için öfke ve hoşnutluk durumunun birbirine denk olduğunu belirtmişlerdir51.
Dostları ilə paylaş: |