hz. fatıma'nın hayatının aşamaları
Hz. Fatıma (a.s) Rasulullah'ın (s.a.a) ve annesi Hatice'nin (a.s) gölgesinde, himayesinde büyüdü. Sonra, Peygamberimiz (s.a.a) Yesrib'e hicret edinceye kadar onunla yalnız kaldı. Hz. Peygamber (s.a.a) onu gözetiyordu. O da bir anne şefkatiyle Resul-i Ekrem'i gözetiyordu. Sonra amcasının oğlu Ali b. Ebu Talib'le evlendi. Böylece babası Muhammed'in (s.a.a) gölgesinde ve genç İslâm devletinin himayesinde hayatını sürdürdü. Dinî-Risalî misyonu ile ailevî görevini omuz omuza yürütüyordu. Resul-i Ekremin (s.a.a) vefatıyla büyük nübüvvet güneşi batıncaya kadar böyle devam etti. Sonra genç İslâm devletinin siyasal liderliğinin İmam Ali b. Ebu Talib'in elinden çıkmasıyla büyük felâket meydana geldi. Fatıma (a.s), o sırada İmam Ali b. Ebu Talib'in tek destekçisiydi. Ali (a.s), her türlü kabilesel ve duygusal endişeden uzak bir şekilde, baş gösteren bu zor durumu çözümlemek durumundaydı.
Hz. Zehra (a.s), babasının (s.a.a) ölümünden sonra, kocası İmam Ali'nin (a.s) himayesinde çok kısa bir süre yaşadı. Bu kısa sürede öyle acılar çekti, öyle sıkıntılara maruz kaldı ki, bunların gerçek boyutlarını ancak nefisleri yaratan ve bütün gaybı bilen Allah bilir.
Bundan dolayı, bu incelememizde, onun hayatını aşağıdaki şekilde aşamalara ayırmayı uygun gördük:
Birinci aşama; Babasının (s.a.a) ve annesinin (a.s) himayesinde geçen çocukluk aşaması.
İkinci aşama; Hatice'nin ölümünden sonra, babasıyla (s.a.a) beraber kaldığı ve evlenmesiyle birlikte sona eren aşama.
Üçüncü aşama; Ali (a.s) ile evlendikten sonraki hayatının, Peygamber'in (s.a.a) vefatına kadar süren dönemi.
Dördüncü aşama; babasının (s.a.a) ölümünden hastalanmasına kadarki dönem.
Beşinci aşama; şehit oluncaya kadar süren hastalık dönemi.
İlk üç aşamayı, üçüncü bölümde ele alacağız.
Üçüncü babın ilk bölümünü, Hz. Fatıma'nın (a.s) hayatının dördüncü aşamasına ayırdık.
Bu arada, ikinci bölümü de, Fatıma'nın (a.s) hayatının beşinci aşamasına ayırdık.
hz. fatıma (a.s), babası resulullah'ın (s.a.a) yanında Fatıma'nın (a.s) Çocukluk Dönemi
Hz. Fatıma'nın (a.s) doğduğu ortamı incelediğimiz zaman, -o sırada- Arap Yarımadası'nın son derece tehlikeli hadiselere, mücadelelere sahne olduğunu, kritik bir dönemden geçtiğini görürüz. Bu kritik ortamda Hz. Peygamber'in (s.a.a) sunduğu davet, toplumu bir yol ayrımına getirmişti.
Doğası gereği Yarımada, ekonomik açıdan yoksuldu. Sadece Yemen ve Şam bölgeleriyle yapılan ticarete dayanan zayıf bir ekonomik hareket söz konusuydu.
Sosyal açıdan, küfür esaslı dinlerin, çürümüş, kokuşmuş geleneklerin, kabileci ırkçılığın hâkim olduğu bir yapı arz ediyordu. Bir kabilenin başka bir kabileye karşı gerçekleştirdiği saldırılar, savaşlar eksik olmuyordu. Çoğu zaman bunların makul bir sebebi de olmazdı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömme olgusu, toplumsal geri kalmışlığın en acımasız göstergesiydi.
İşte böyle bir ortamda Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber olarak gönderildi. O sırada kırk yaşındaydı. Tek başına evrensel inkârın, puta tapıcılığın ve müşrikliğin karşısına dikildi. Çok girift problemi ve tehlikeli zorluğu aştı. İlk başlarda davetini gizli sundu. Daveti düşmanlardan korumak için böyle bir önlem almak zorundaydı. Sonra, daveti açıkça ilân etmesine ve batılın saflarında gedikler açmasına ilişkin ilâhî emir geldi. Bunun üzerine Hz. Resul (s.a.a) davetini ilân etti. İnsanları İslâm'a çağırdı. Günden güne Müslümanların sayısı artmaya başladı.
İslâm düşmanları, yeni akımın oluşturduğu tehlikeyi sezmekte gecikmediler. Her kabile, mensuplarından olup İslâm dinine giren zayıf kimselere eziyetler etmeye başladılar. Onları bir yere hapsediyor, çeşitli işkence yöntemlerine maruz bırakıyor, açlığa terk ediyor, kızgın kumların üzerine yatırıyorlardı. Vücutlarını ateşle dağlıyorlardı. Bütün bunlar, Müslümanları dinlerinden döndürme amacına yönelikti. Resulullah (s.a.a), ashabının bu ağır baskılara maruz kaldığını görünce onlara şöyle dedi: "Allah, bu durumunuzdan bir çıkış yolu gösterinceye kadar Habeşistan'a gitseniz daha iyi olur." Müslümanlar Resulullah'ın emrine icabet ettiler. Yurtlarını ve mallarını geride bırakarak yola koyuldular. Dinden döndürme amaçlı baskılara uğramamak ve dinlerini Allah'ın himayesinde korumak için.[105]
1) Ebu Talib (a.s) Vadisinde Fatıma (a.s)
Kureyşliler, Hz. Resul'ün (s.a.a) ashabının kendilerine direndiklerini, eziyetlerine katlandıklarını ve İslâm'ın gün geçtikçe önem kazandığını, kabileler arasında hızla yayıldığını, dolayısıyla İslâmî hareketi önleme hususunda başarısız olduklarını görünce, aralarında, Hz. Peygamber'i bir suikast sonucu öldürmek için plân hazırladılar. Ebu Talib, bu plânı fark edince, vadisine çekildi. Haşimoğulları ve Abdulmuttalib oğulları da Hz. Peygamber'i (s.a.a) korumak amacıyla vadide toplandılar. Peygamber'in (s.a.a) amcası Hamza sabaha kadar kapısında nöbet tutuyordu. Kureyşliler vadiye çekilenlere karşı şiddetli bir ekonomik boykot uyguladı. Onlara bir şey satmamak ve onlardan bir şey satın almamak hususunda bir sözleşme hazırlayıp imzaladılar. Var güçlerini kullanarak iki ya da üç yıl boyunca bu boykotu sürdürdüler. Müslümanlara ancak gizlice bir şeyler ulaşıyordu. Haşimoğulları için açlık had safhaya ulaşmıştı. Bazen açlıktan ağlayan çocukların feryadı yükseliyordu.
Bu zor ve acılı şartlarda Hz. Zehra (a.s), emzirme döneminin bir dönemini Ebu Talib vadisinde geçirdi. Sonra sütten kesildi. Vadinin kızgın kumlarının üzerinde yürümeye başladı. Aç çocukların iniltileri, yokluktan yükselen feryatları arasında konuşmayı öğrendi. Yokluk ve yoksulluk zamanında yemeye başladı. Gecenin bir yarısında uyandığı zaman, nöbetçilerin, büyük bir dikkatle babasının etrafında döndüklerini, gece karanlığında düşman saldırısından korumaya çalıştıklarını görürdü. Hz. Zehra (a.s) yaklaşık olarak üç yıl boyunca bu zindanda yaşadı. Onu dış dünyaya bağlayan bir bağ yoktu. Bu durum beş yaşına girinceye kadar böyle devam etti.
2) Hz. Hatice'nin Vefatı ve Hüzün Yılı
Zor ve ağır abluka yılları geçiyordu. Resulullah (s.a.a) ve beraberindekiler, artık boykot ve ablukadan çıkıyorlardı. Allah onlara zafer ve üstünlük yazmıştı. Hatice de ablukadan çıkıyordu. Yıllar onu ağırlaştırmış, boykot ve yoksulluğun yükü onu takatsiz bırakmıştı. Cihadın aydınlığıyla parlayan ömrünü sabır ve kararlılıkla geçirmişti. Bir kadın açısından eşsiz ve ideal bir hayat yaşamıştı. Artık Hatice'nin eceli yaklaşmıştı. Allah onu katına almayı dilemişti. Ve Haşimoğulları'nın ablukadan çıkmaya başladıkları bu yılda Hatice vefat ediyordu. Bisetin onuncu yılıydı.
Aynı yıl, Peygamber'in (s.a.a) amcası, İslâm davetinin koruyucusu, İslâm'ın yardımcısı Ebu Talib de öldü. Bu iki ölüm, Resulullah'ı (s.a.a) çok üzdü. Derin bir hüzün ve keder hissediyordu. Ayrılık ve yalnızlık duyguları içindeydi. O, bir sevgiliyi, bir yardımcıyı, bir dert ortağını; eşi, sevgilisi ve yardımcısı Hatice'yi yitirmişti. Bunun yanında koruyucusu ve savunucusu olan amcasını yitirmişti. Bu yüzden bu yıla "Hüzün Yılı" adını verdi.
Bu yıl musibete uğrayan sadece Resulullah (s.a.a) değildi. Anne şefkatine ve sevgisine henüz doymamış küçük Fatıma'nın payına da, acıların bir kısmı düşmüştü. Musibeti yaşayanlardan biri de oydu. Bu hüzünlü yılda, bela dört koldan onu sarmıştı. Yetimlik tertemiz hayatının üzerine çökerken, yüreğinin derinliklerinde hüznün kavurucu elemini hissediyordu.
Baba, Hz. Peygamber (s.a.a) de hüznün Fatıma'nın yüreği üzerindeki ağırlığının farkındaydı. Yanaklarından aşağıya doğru göz yaşlarının süzüldüğünü görüyordu. Merhametli kalbini paramparça ediyordu bu manzara. Gerçek sevgi ve babalık duyguları harekete geçiyordu. Allah Resulü (s.a.a), Fatıma'yı (a.s) kucaklıyor, onu, sevgisi ve şefkatiyle sarıyordu. Annesinin ölümüyle yitirdiğini düşündüğü sevgi, koruma ve şefkat duygularını, babalık sevgisi, şefkati ve koruyuculuğuyla dolduruyordu.
Resulullah (s.a.a) Fatıma'yı seviyordu. Fatıma da onu. Resulullah (s.a.a) derin bir şefkat duygusuyla Fatıma'ya düşkündü, Fatıma da ona. Fatıma'dan daha çok sevdiği veya Fatıma'dan daha çok kalbine yakın olan bir başka insan yoktu. Fatıma'yı seviyordu ve Fatıma'ya karşı beslediği bu ilgiyi gerekli gördüğü her defasında vurguluyordu. Onun işgal ettiği makama ve ümmeti içindeki konumuna işaret ediyordu. O, Fatıma'yla doğrudan bağlantısı bulunan büyük bir olaya, önemli bir olguya hazırlıyordu ümmetini. Bu büyük olayın, Fatıma'dan sonra, zürriyetiyle ilgisi vardı. Neticede tüm İslâm ümmetini ilgilendiren bir olaydı. Peygamberimiz (s.a.a) bunu vurguluyordu ki, Müslümanlar Fatıma'nın, Fatıma'nın soyundan gelen imamların değerini, makamını bilsinler, Fatıma'nın hakkını eksiksiz versinler, onun saygınlığını korusunlar. Sonra, bu tertemiz sülâleyi hakkıyla gözetip korusunlar. Bakınız Hz. Resul (s.a.a), Fatıma'yı nasıl tanıtıyor Müslümanlara: "Fatıma benden bir parçadır. Onu öfkelendiren, beni öfkelendirmiş olur."[106]
Fatıma (a.s) büyüyor, gençlik çağına giriyordu. Onunla beraber babasının sevgisi de gençleşiyordu. Fatıma'ya düşkünlüğü her geçen gün biraz daha artıyordu. Fatıma da bu sevgiye karşılık veriyordu. Bu yüzden Hz. Peygamber'in (s.a.a) kalbi, Fatıma'ya yönelik sevgi ve şefkat duygularıyla doluydu. Ona "babasının anası" diyordu.
Peygamberimizin (s.a.a) bu tavrı, çocuklarının kişiliğinin oluşmasında aktif rol oynayan, hayatlarını ve hayat biçimlerini yönlendiren babalık misyonunun etkili örneklerinden biridir. Peygamber'in (s.a.a) bu tavrı, İslâm dininde kızların gözetilmesine, onlara özen gösterilmesine ve saygın konumlarının belirlenmesine ilişkin prensiplerin ideal bir pratik örneğini oluşturmaktadır.
Dostları ilə paylaş: |