Hukuk kavrami



Yüklə 0,76 Mb.
səhifə1/9
tarix19.12.2017
ölçüsü0,76 Mb.
#35336
  1   2   3   4   5   6   7   8   9




HUKUK KAVRAMI

Yaptığınız işin felsefesini yapmazsanız, yalnızca bir teknisyen olarak kalırsınız,” Nietzche




ORTAK ÖNERME: İNSAN TOPLUMSAL BİR HAYVANDIR
Tüm bilim dallarının yaptığı gibi, sosyal ve siyasal bilimler de bir temel ve ortak önermeden yola çıkarlar: “İnsan toplumsal bir hayvandır.” Bu önerme, bir yanıyla, insanı diğer hayvan cinslerinden ayıran temel özelliklerden biriymiş gibi algılanmaktadır – böyle algılansa da bu algılama aslında pek doğru değildir, çünkü artık çok iyi bildiğimiz gibi, en azından küçük sosyal birimler (bizim adına ‘sürü’ dediğimiz sosyal birimler) halinde yaşayan pek çok başka hayvan cinsi daha bulunmaktadır -, bir yanıyla ise, diğer hayvan cinslerini dikkate almaksızın ve toplumsallığı insana özgüleştirerek toplumsallığın insan olmanın zorunlu ve olmazsa olmaz bir unsuru olduğu fikrini yansıtmaktadır. Tabii ki, bu ikinci fikre katılmamak pek mümkün değildir. Ancak toplumsallığın aslında bir zorunluluktan kaynaklandığını da unutmamak gerekir. Gerçekten de, aynen diğer pek çok hayvan cinslerinde de olduğu gibi, toplum halinde yaşamak insanın bilinçli ve iradi bir tercihi değil, doğanın insana yüklediği bir zorunluluktur. Bu anlamda, toplumsallığın aslında insan için zorunluluktan kaynaklanan ve yaşamını sürdürme güdüsünden beslenen doğal bir hal olduğunu söylemek mümkündür.
Bu temel varsayımdan yola çıkarak varabileceğimiz ikinci durak, insanların dünya üzerinde var oldukları andan beri toplum halinde yaşadıkları yönündeki ikincil varsayım olacaktır. En azından tarihin bilebildiğimiz o çok küçük diliminin tamamında insanların toplum halinde yaşadıklarını biliyoruz. Tarihin aslında bilemediğimiz o çok büyük kısmında ne olup bittiğini hiç bilmesek de, o dönemde de atalarımızın en azından birlikte yaşadıklarını düşünebiliriz. Neden? Çok basit. Çünkü birlikte yaşamak zorundaydılar. İnsanın doğada mevcut tehlikelere ve zorluklara tek başına karşı koyabilmesi ve hayatta kalabilmek için tatmin etmek zorunda olduğu gereksinimlerini tek başına karşılayabilmesi mümkün değildir. Bir başka deyişle, bu dünyada ve bu yaşamda aslında birbirimize mecburuz…
İNSAN TOPLUMLARI İLE HAYVAN TOPLULUKLARI ARASINDA

BİR KISA KARŞILAŞTIRMA DENEMESİ
Genel inanış, toplum halinde yaşamanın insana özgü olduğu yönündedir. Bir açıdan bakıldığında, yani toplum kelimesine yüklediğimiz anlam açısından, bu genel inanış doğrudur. Ancak doğru olduğu kadar eksik bir inanıştır ve bu nedenle de yanlıştır. Artık pek çok hayvan türlerinin topluluk halinde yaşadıklarını ve hatta bazılarının çok karmaşık bir topluluksal yapı kurduklarını biliyoruz. Bu konuda ilk akla gelen örnekler, karıncalar, arılar ve memeli hayvanların pek çoğudur. Üstelik hayvanlar hakkındaki araştırmalar geliştikçe, bu konuda eskiden doğru bildiğimiz pek çok önermenin aslında doğru olmadığını ve hayvan topluluklarının da çok gelişmiş olabildiklerini görüyoruz.
Ancak insan toplumlarıyla hayvan toplulukları arasında iki temel konuda önemli farklılıkların bulunduğunu da yadsımamak gerekir. Bu konuların birincisi toplum düzeni, diğeri ise iletişim ve etkileşimdir.
Hayvanların topluluk halinde bir arada yaşamalarını sağlayan etkenin bilinçli bir seçim olmadığı, sadece bir içgüdüye dayandığı açıktır. Hayvan topluluklarında oluştuğunu gözlemlediğimiz düzenin kaynağı sadece ve sadece doğadır; doğanın kendisi ve getirdiği zorunluluklardır. Bu sebepledir ki, doğanın kurallarında ve doğal koşullarda temel değişiklikler olmadıkça ve olmadığı sürece, hayvan toplulukları binlerce, belki de milyonlarca yıldır aynı şekilde varlıklarını sürdürmektedirler ve hayvanlar milyonlarca yıldır aynı niteliğe sahip topluluklar içinde yaşamaktadırlar. Göründüğü kadarıyla ve bilgimizin yettiği kadarıyla, hayvanlar dünyasında – en azından topluluk içi kurallar açısından – hiçbir değişiklik olmamakta ve bu kurallar genler aracılığıyla nesilden nesile aktarılmakta ve biteviye sürmektedir.
Oysa insan toplumlarındaki kurallar - her ne kadar insanın toplum içinde yaşaması doğal bir zorunluluğun sonucu olsa da – insanlar tarafından konulmakta ve yine insanlar tarafından değiştirilebilmektedir. İnsan toplumlarındaki düzen konusunu ileride daha ayrıntılı incelemek üzere şimdilik kapatıyoruz.
İnsan toplumlarını hayvan topluluklarından ayıran ikinci kıstasın iletişim ve etkileşim olduğundan söz etmiştik. Bunu söylerken, insanın başka canlılarla ve varlıklarla iletişim kurabilen ve etkileşime geçebilen tek hayvan cinsi olduğunu söylemek istemiyoruz. Bunun böyle olmadığı, insan dışındaki pek çok hayvanın ve doğadaki pek çok unsurun da hem kendi cinsiyle hem de başka cinslerle ve varlıklarla iletişim ve etkileşim kurduğu artık çok iyi bilinmektedir. Ancak insanı diğer hayvan cinslerinden ayıran çok temel bir farkın olduğu da bir gerçektir. İnsan; düşünebilen, öğrenebilen ve öğrendiklerini başkalarına aktarabilen gelişmiş bir cinstir. Bu özellikler her ne kadar ilk bakışta çok bireysel nitelikler gibi görünseler de, aslında böyle değildir. İnsanın düşünme, öğrenme ve öğrendiklerini aktarma yetileri, göründüğü gibi sadece bireysel değil, aslında ve aynı zamanda toplumsal yetilerdir. Neden? Çünkü insanlığın ortak bir bilinci, bilgi deposu ve belleği vardır. Bu bilinç, milyonlarca yıldır insanların doğayla, diğer hayvan cinsleriyle ve birbirleriyle girdikleri savaşımların ve kurdukları iletişim ve etkileşimin kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen bir birikimi ve toplamıdır aslında. İnsan düşüncesi ve bilgi birikimi, en gelişmiş iletişim aracı olan dil aracılığıyla insandan insana ve çağdan çağa aktarılıp durmaktadır. Böylece başkalarıyla paylaşılan bilgi, artık bireysel olmaktan çıkıp toplumsal bir ürün haline gelmektedir.
İnsan sadece iletişim kurmakla kalmamakta, aynı zamanda etkileşime de girmektedir. İnsan, yakın çevresinden başlayarak toplumun tamamıyla ve giderek tüm diğer insanlarla her zaman etkileşim içerisindedir. Bu etkileşim sürecinde, bir birey olarak insan, hem edilgin hem de etkin konumdadır. Demek istediğimiz, insan bu sürecin hem alan hem de veren tarafındadır. Toplum düzenini oluşturan kurallara sadece uymakla kalmamakta, aynı zamanda bu kuralları yapmakta, koymakta ve kaldırmaktadır.
İnsan toplumlarının tarih boyunca gelişimini izlediğimizde gördüğümüz ve tarih biliminin ana konusunu oluşturan da, bu sürecin kendisi değil midir aslında?
Bu iletişim ve etkileşimin ve babadan oğula, kuşaktan kuşağa, toplumdan topluma aktarılarak ve aynen bir kar topu gibi büyüyerek – tabii ki düz ve yanılmaz bir çizgide değil – devam eden bilgi birikiminin en güzel örneği Robinson Crusoe’dur gibime geliyor. Her ne kadar sadece bir roman kahramanı olsa da, Robinson’un durumuna düşebilecek insanların çoğunun aynı koşullarda aynı yaşama içgüdüsüyle hayatta kalabilecekleri de bir gerçektir aslında… Peki, Robinson’un doğanın sayısız güçlüklerine ve tehlikelerine karşı tek başına giriştiği mücadelede yalnız olduğunu söyleyebilir miyiz? Cuma’yı saymazsak yalnızdı tabii ki diye düşündüğünüzden eminim. Fakat bu doğru değil… Gerçekte, Robinson hiçbir zaman yalnız kalmamıştı. Neden? Çünkü Robinson bu adaya düşmeden önce yıllarca toplum içinde yaşamış, babasının ve atalarının bilgi birikimini doğrudan doğruya almış ya da bunlar ona genleriyle aktarılmıştı. Demek ki, Robinson’u hayatta tutan sadece kendi mücadelesi veya şansı değildi; önceki kuşakların yüzyıllarca elde edip geliştirdikleri ve bir sonraki kuşağa aktardıkları bilgi ve deneyimlerin bir toplamıydı. İşin sırrı buydu aslında!…

TOPLUM DÜZENİ
İnsanın toplumsal bir hayvan olduğunu söyledikten ve hayvan toplulukları ile insan toplumları arasındaki benzerlik ve ayrılıkları anahatlarıyla anımsattıktan sonra, şimdi de, toplum düzeni sorununa değinelim.
İnsan toplumu, aynı cinsten hayvanların – yani, insanların – sadece belli bir coğrafi noktada bulunmaları sebebiyle ve rastgele bir araya gelmeleriyle oluşan bir topluluk mudur? Belki ilk insan toplulukları için bunu söylemek mümkün olabilir. Peki, insan topluluklarını insan toplumuna dönüştüren ayıraç nedir? Bu sorunun yanıtı bence çok açıktır: düzen ve düzenin doğal gereği ve sonucu olan örgütlenme, işbölümü, dayanışma ve birbirine bağımlılık.
Konuya bu noktadan bakıldığında, toplum düzeni aslında insanın özgürlüğünden fedakârlık etmesiyle gerçekleşir. Düzenin olduğu yerde kural vardır ve kurallar da özgürlüğü sınırlandırır. Zaten salt ve sonsuz bir özgürlük, insan bir toplum içinde yaşamasa bile, aslında bir hayalden ibarettir, çünkü bu kez de insanın özgürlüğünü sınırlandıran doğa yasaları devreye girecektir. Demek ki, salt ve sonsuz özgürlüğü sınırlandıran kıstaslar, öncelikle doğa yasaları ve ardından toplum düzeninin kendisidir. Burada her ne kadar bir ikilem var gibi gözükse de, insanın salt ve sonsuz özgürlüğünü sınırlar gibi gözüken toplum düzeni, gerçekte, insanın hak ve özgürlüklerini kullanabileceği ve geliştirebileceği tek elverişli ve uygun ortamı da yaratmaktadır.
Özgürlüğün “başkalarına zarar vermeyen her şeyi yapabilmek” olduğu biçimindeki yaygın tanım ya da “benim özgürlüğüm başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde biter” sözlerinde ifadesini bulan düşünce, aslında, sadece bireyler arasındaki yatay ilişkileri tanımlar. Kelimenin tam anlamıyla özgürlük, aslında devletin (yani, düzenin) olmadığı yerde başlar. Fakat kelimeyi soyut bir düş olmaktan çıkartıp ayakları yere basan bir kavrama dönüştürdüğümüzde, özgürlüğün bir yanıyla “bağımsızlık” anlamına, bir yanıyla ise “erk” anlamına geldiğini görürüz. Dolayısıyla, konuya toplum düzeni açısından yaklaştığımızda, özgürlük, “bireysel bağımsızlık” değil aslında bireylerin, yani insanların birbirlerine “karşılıklı bağımlılığı” anlamına gelir. Bir özne olarak benim özgürlüğüm başkalarının haklarını sınırlandırmaktadır ve yine birer özne olarak başkalarının özgürlüğü benim özgürlüğüme sınırlamalar getirmektedir. Kısaca, özgürlük, paylaşılmadıkça saf bir fikir olmaktan öteye gidemeyen, paylaşıldığında da kendi kendini sınırlandıran ve kısmileştiren bir kavramdır.
Bir toplum düzeninin olmadığını varsayalım. Sadece doğa yasalarıyla sınırlandırılan özgürlükler arasındaki çatışmalar nasıl engellenecektir? Yine doğa yasalarıyla. Ya da bir başka deyişle, güçlünün egemenliğiyle. Burada güçlü derken, sadece kol gücünden değil, insanı diğerlerine göre güçlü kılan tüm etmenlerden söz ediyoruz.
Toplum düzeni konusunu düzen kavramından başlayarak irdelediğimize göre, önce “düzen” kavramını tanımlamakta yarar vardır.
HUKUK BAĞLAMINDA DÜZEN SORUNSALI
Düzeni “her şeyin bir sırayla, bir amaca göre, kendine ayrılmış uygun yerde bulunması ve doğru biçimde işlemesi”, “kargaşanın ve kuralsızlığın olmaması”1 olarak tanımlayabileceğimiz gibi, ansiklopedik bir düzeyde, “bir toplumu toplumsal, siyasal, ekonomik ve benzeri açılardan düzenleyen kurumlar ve yasalar dizgesi”2 olarak da tanımlayabiliriz.
Hukuk düzeni ne demektir? İnsanların toplum halinde yaşamasını düzenleyen başka kuralların da (görgü kuralları, ahlâk kuralları ve din kuralları) bulunduğu bilinmektedir, ancak insan toplumlarını düzenleyen en etkili kuralların hukuk kuralları olduğu açıktır. Neden hukuk kurallarının en etkili kurallar olduğu sorusunun yanıtı her ne kadar “yaptırım” kavramında düğümleniyor gibi gözükse de, aslında bundan daha fazlasıdır görüşündeyim. Hukuk kurallarının en etkili toplum düzeni kuralları olmasının nedeni, bu kurallara uyulmasının devlet zoruyla sağlanmasıdır ve devlet sadece yaptırımlardan ibaret değildir. Daha ileride tartışacağımız gibi, devlet kavramı J.J. Rouessau’nun Toplum Sözleşmesi fikrine temellik eden bazı unsurları da barındırmaktadır. Hukuk kuralları toplum içinde bazı “hukuksal kurumlar” biçimde örgütlenir. İşte bu hukuk kuralları ve bunların örgütlendiği hukuksal kurumların bütününe “hukuk düzeni” diyoruz.
Toplumsal yaşam, hiç kuşkusuz bir düzenin var olmasını gerektirir. İnsanlığın tarihsel ve entelektüel birikimi bu konuda çeşitli farklı kural dizgeleri geliştirmiştir. Bu kurallara neden gereksinim duyduğumuza, yani altlarında yatan nedenlere yukarıda kısaca değinmiştik. Peki, bu kuralların amacı nedir? Toplum içinde yaşayan bireylerin birbirlerine ve topluma karşı ve toplumun da bireylere karşı tutum ve davranışlarını düzenlemek; üretim ilişkilerinden ve başka pek çok etmenden kaynaklanan çıkar çatışmaları arasında bir denge kurmak, kısaca toplum içinde yaşama sorununa çözüm getirmektir. Hangi kurallardan söz ediyoruz? Çok kabaca toparlarsak, bunlar görgü, ahlâk, din ve hukuk kurallarıdır. Öncelikle, kural kelimesini tanımlamamız gerektiğini düşünüyorum. Kural nedir? Bu konuda çok çeşitli tanımlar da yapılabilecek olmasına rağmen, bu tanımların en yaygın rastlanan iki tanesi şunlardır: “(1) Davranışlarımıza yön veren ve uyulması gereken ilkeler; (2) Bir sanata, bir bilime, bir düşünce ve davranış sistemine temel olan ve yön veren ilkeler ya da nizam.” Demek ki, kural, aslında nizam, yani düzen demektir. Kural, kişinin özgürlüğünden feragat etmesi ve belli bir davranışa zorlanması anlamına da gelir bir bakıma. Bir zorlamanın kural düzeyine çıkabilmesi için, bir buyruk içermesi ve bu buyruğun genel ve sürekli nitelikte olması ve en önemlisi de bir yaptırıma (müeyyideye) dayanması gerekir.
Burada hiç unutulmaması gereken temel önerme şudur: İnsan davranışlarıyla ilgili her düzenleme, aslında bu davranışlara az ya da çok ama mutlak bir sınırlama getirmeyi gerektirir. Toplum halinde yaşamanın insanı doğanın güçlüklerine ve tehlikelerine karşı koruduğu açıktır, fakat aynı zamanda insanı yaşamında, davranışlarında ve ilişkilerinde hep belirli sınırlamalara ve kısıtlamalara uymaya da zorlar.
Tam bu noktada, bir konuya açıklık getirelim. Toplum halinde yaşamanın insana hep belirli sınırlamalar getirdiği ne kadar gerçekse, toplum olmadan insanların özgür kalmalarının ve hatta yaşamlarını sürdürmelerinin olanaksız olduğu da o kadar gerçektir. Toplum halinde yaşamak, aslında, insanın özgürlüklerine sahip olması ve bu özgürlükleri kullanıp geliştirmesi için elverişli olan tek ortamdır. İnsan, sahip olduğu tüm bu hak ve özgürlükleri ancak ve yalnızca bir toplum içinde yaşayarak gerçekleştirebilir ve kullanabilir. Kısaca, toplum düzeni bir yanıyla insan özgürlüklerini sınırlandırırken, bir yanıyla da insan özgürlüklerini gerçekleştiren, geliştiren ve hayal olmaktan çıkartan bir işlev de üstlenir. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde de özgürlük ve düzen kavramları bu yönüyle ele alınmaktadır. Örneğin, İHEB Madde 28’de “Herkesin bu Bildiride yer alan hak ve özgürlüklerin tam olarak gerçekleşmesini sağlayacak toplumsal ve uluslararası bir düzene hakkı vardır,” denilerek toplum içinde yaşama zorunluluğu ve gereği tüm insanların bir hakkı olarak vurgulanmıştır. Daha da ileri gidersek, İHEB Madde 29 paragraf 1’de “Herkesin kişiliğinin özgürce tam gelişmesine olanak sağlayan topluma karşı ödevleri vardır,” önermesinde hem toplumun insanların kişiliğinin özgürce ve tam gelişmesini sağladığına vurgu yapılmakta hem de insanlara içinde bulundukları topluma karşı ödevleri olduğu anımsatılmaktadır.
Hukuk, öncelikle toplum düzeninin içinden çıkan ve onu korumayı ve sağlamayı amaçlayan bir bilimdir. Bir toplum içerisinde yaşayan herkesin, aralarında din, dil, cinsiyet, ırk, etnik köken, felsefi görüş, siyasi görüş, ekonomik güç ve benzeri ayrımlar yapmadan tâbi olmayı kabul ettiği bir kurallar dizgesidir hukuk. Bu yönüyle, birleştirici ve yapıştırıcı bir öze sahiptir. Her ülkede ve her devirde hukuk düzeninin amacı toplum düzenini kurmak, kollamak ve korumak olmuştur. Tabii burada sözünü ettiğimiz hukuk düzeni, sadece pozitif hukuk düzeni değil, pozitif hukukla birlikte ve daha çok ideal (olması gereken) hukuk düzenidir.
Hukuk düzeni ile toplum düzeni arasındaki bu kopmaz bağlar, hukuk düzeninin her devirde ve her zaman toplum düzenine uyumlu olmasını gerektirmiştir. Bir deyişle, hukuk düzeni toplumların altyapıları ve üstyapılarıyla yakından ilgili ve bağlantılıdır. Hukuk düzenini, bir yandan toplumdaki üretim ilişkileri ve üretim biçimi, bir yandan da o toplumu şekillendiren ve etkileyen üstyapı unsurları (din, ahlâk anlayışı, toplumsal yaşayış biçimleri, vb.) yakından etkiler. Bu unsurlardan sadece birini öne çıkartıp diğerlerini gözardı etmek bizi yanılgılara sürükler. Hukuk düzenini tek başına üretim biçimi ve ilişkileri biçimlendirmediği gibi, tek başına üstyapı da biçimlendirmez. Hukuk düzeni, bunların hepsini içinde taşıyan ve toplumu bir bütün olarak yansıtan bir ayna gibidir; en azından öyle olmalıdır, aksi halde çok eklektik ve dayatmacı bir sistem olur ve yaşama şansı azalır.

TOPLUMSAL DAVRANIŞ KURALLARI VE HUKUK KAVRAMI
Özetlersek, insan toplumsal bir hayvandır. Ancak toplu yaşamanın faydalarının yanı sıra, sakıncaları da vardır. Neden? Çünkü insanlar arasında maddi ve manevi nitelikleri açısından önemli farklar vardır ve bir toplumda kuvvetli olan bireylerin başıboş hareket etmesi, diğer bireylerin ve dolayısıyla toplum düzeninin aleyhine olur. Bu nedenle, ilk çağlardan beri, insanlar toplum içinde belirli bazı kurallara uymanın toplumsal yaşam için zorunlu olduğunu hissetmiş ve sonuçta bazı toplumsal kurallar oluşturmuşlardır. Bu kuralların amacı; toplum içindeki bireylerin birbirleri arasındaki ilişkileri, bireylerin toplumla ilişkilerini ve toplumun bireylere karşı davranışlarını düzenlemektir. Buna toplum düzeni diyoruz.
Toplumsal davranış kuralları ise hukuk; ahlâk; görgü (nezaket ve muaşeret) ve din kurallarıdır. Aslında toplumsal davranış kurallarının dışında da yasa (kanun) adı verilen belirli kurallar vardır. Örneğin, yerçekimi yasası gibi fizik kuralları. Bu yasalar, insanların istencinden bağımsız olarak doğada “kendiliğinden” var olan ve insanlarca değiştirilmeleri olanaklı olmayan yasalardır. Bu yönleriyle, toplumsal davranış kurallarından ayrılırlar, çünkü toplumsal davranış kuralları insanların istencinden bağımsız değildir; doğada “kendiliğinden” var olmazlar ve üstelik insanlar tarafından değiştirilmeleri de olanaklıdır. Şimdi bu tür yasaları bir kenara bırakarak asıl konumuz olan toplumsal davranış kurallarına dönelim.
Toplumsal davranış kuralları arasında önceliği ahlâk kurallarına verelim.

AHLÂK KURALLARI

Sözlük anlamıyla, ahlâk, bir insanın iyi veya kötü olarak nitelenmesine neden olan manevî ve tinsel değerleri, huyları, öznitelikleri ve bunların etkisi altında benimsediği ve ortaya koyduğu iradeli davranışlarının bir bütünüdür. Bu konuları inceleyen bilim dalına da ‘ahlâk’ ve ‘ahlâk felsefesi’ adı verilir. Ahlâk kelimesi, etimolojik anlamda, sözlüklerde “huy, tabiat, seciye, mizaç ve karakter” gibi anlamlarla tanımlanan Arapça ‘hulk’ veya ‘huluk’ kelimesinin çoğuludur. İnsanın fiziksel yapısı için çoğunlukla halk, manevî ve tinsel yapısı için ise hulk kelimesi kullanılır. Ahlâk sözcüğü, bu anlamda “hulk” kelimesinin çoğuludur. Hulk ise, insan tinindeki “huy” dediğimiz bir meleke anlamına gelir. Dinsel inançlara göre, bu meleke ya hayırlı bir semere verir ya da hayırsız ve zararlı bir semere verir. Bu bakımdan da din felsefesinde ahlâk özellikleri güzel ve çirkin diye ikiye ayrılarak incelenir.


İnsanlar çok eski çağlardan beri toplum içinde kendilerini maddi ve manevi bir takım görevlerle yükümlü saymışlardır. Ahlâk kuralları insanların bazı davranışları devamlı olarak iyi ve bazı davranışları devamlı olarak kötü görmelerinden doğan bir görüş tarzıdır. Bu görevlerin tümüne birden ahlâki görevler denir. İnsanın kendisine karşı olan görevlerine sübjektif ahlâk, başkalarına karşı olan görevlerine ise objektif veya toplumsal ahlâk denilir. Sübjektif ahlâk tamamen öznel bir nitelik taşır; örneğin yalan söylememek, başkası hakkında kötülük düşünmemek, vb. Başkasının canına, şerefine, malına dokunmamak gibi kurallar ise objektif ahlâk kapsamına girer.
Ahlâk felsefesi (moral philosophy) ise,  insan yaşamının ahlâki boyutlarıyla ilgilenen bir bilim ve felsefe disiplinidir. Bir başka ifadeyle, ahlâk felsefesi, insan yaşamındaki değerleri, ilkeleri ve yargıları inceleyen felsefe dalıdır. Tam bu noktada, ahlâk felsefesi ile ahlâk arasındaki farklılığı açıklamakta yarar vardır. Ahlâk felsefesi, ahlâk konusunu inceleyen bir bilim dalı ya da felsefe disiplinidir. Ahlâk ise, insanların  birbirleriyle ya da devletle olan ilişkilerinde ortaya çıkan ve insanlardan “yapmaları istenen” davranışlar ve eylemlerdir. Kısacası, ahlâk, insanın toplumsal yaşamının ortaya çıkarttığı ve milyonlarca yılın birikimlerine dayanan bir ortak değerler dizgesi iken, ahlâk felsefesi bu birikimi tartışan ve filozofların görüşlerine ve bilimsel bilgi temeline dayanan bir bilim dalıdır.

 

Ahlâk felsefesi  kendi içerisinde çeşitli açılardan sınıflandırılabilir. İlk olarak, ahlâk felsefesi “normatif ahlâk” ve “pozitif ahlâk” olmak üzere ikiye ayrılır. Her iki alan da “meta-ahlâk”’ın (meta ethics) konusunu oluşturur. Meta-ahlâk, felsefi açıdan ahlâki ilkeleri, normları ve değer yargılarını inceler. Normatif ahlâk, yapılması istenen (beklenen) davranış ve eylemler ile yapılmaması istenen (beklenen) davranış ve eylemleri ifade eder.  Pozitif ahlâk ise “olması gereken” değil, toplumda mevcut ve yerleşik bulunan ahlâki normlar, kurallar ve değer yargılarıdır. Ahlâk kuralları “evrensellik” açısından da “objektif ahlâk” ve “sübjektif ahlâk” olmak üzere ikiye ayrılır. Objektif ahlâk bir toplumda herkes tarafından kabul edilebilecek evrensel ahlâki normların olabileceğini savunurken, sübjektif ahlâk herkes tarafından kabul edilebilecek evrensel ahlâk kurallarının geçerli olamayacağını savunur. Ahlâk felsefesinde yapılan bir diğer sınıflama ise “mutluluk ahlâkı” (eudaimonism) ve “ödev ve sorumluluk ahlâkı”dır.  Mutluluk ahlâkı, insanın mutluluğunu esas alan ve bu yönde ahlâki değer yargıları oluşturmaya çalışan bir ahlâk felsefesidir.  Ödev ve sorumluluk ahlâkı ise, insanların sadece kendi mutluluklarının peşinde koşmalarının ahlâki bir davranış olamayacağını, toplumdaki sorunlara karşı da ilgili ve duyarlı olmaları gerektiğini savunmaktadır.  Mutluluk ahlâkı bir tür “egoist ahlâk”; ödev ve sorumluluk ahlâkı ise “alturist ahlâk” felsefesidir. Ahlâk felsefesi alanında yapılan diğer bir sınıflama ise “dinsel ahlâk” ve “laik ahlâk” şeklindedir. Dinsel ahlâk, ahlâk kurallarının kaynağını Tanrı’da ve Tanrı’nın kutsal kitaplarında ararken; laik ahlâk, ahlâk kurallarının kaynağını insanda ve insan aklında arar. Laik ahlâk aynı zamanda “rasyonalist ahlâk”; dinsel ahlâk ise “ilahi ahlâk” olarak da adlandırılmaktadır.  Din ve ahlâk konusu birlikte ele alınarak yapılan bir sınıflama daha bulunmaktadır. Dinden hareket ederek Tanrı’ya ulaşmaya çalışan ahlâk felsefesi “teolojik ahlâk” olarak adlandırılmaktadır. Buna karşın, ahlâktan hareket ederek Tanrı’nın varlığını araştıran ahlâk felsefesine ise “ahlâki teoloji” denilmektedir.             



           

İşin gerçeğine bakarsak, ahlâk, filozoflar tarafından geliştirilmiş ya da keşfedilmiş  normlar değildir. Esasen, ahlâk, felsefeden önce varolmuş ve ahlâki değer yargıları kendiliğinden oluşmuştur. Ancak felsefe ile birlikte “iyi olan nedir?”, ya da “kötü olan nedir?”, “hangi eylem ve davranışlarımız doğru (yanlış) ve ahlâkidir (gayriahlâki)?” türünde sorular üzerinde durulmuştur. Eski Antik Çağ Yunan Düşüncesi’nden günümüze değin bir çok filozof ahlâk konusuna olan felsefi yaklaşımını ortaya koymaya çalışmıştır. Böylece Ahlâk Felsefesi adı verilen bir disiplin doğmuştur. Ahlâk felsefesi ile yakınlık arz eden bir diğer disiplin ise Aksiyoloji’dir. Aksiyoloji, değer yargılarının özünü ve niteliklerini araştıran ahlâk disiplinidir. Ahlâk felsefesinin gelişimi incelendiğinde neyin “iyi” ya da  “doğru”, neyin “kötü” ya da “yanlış” olduğunun zaman ve mekan itibariyle sürekli değişime uğradığı görülmektedir. Eski Antik Çağ Ahlâkı, ahlâki değer yargılarını mutluluk amacına yönelik olarak belirlemeye çalışmıştır. Antik Çağ düşünürlerinin hemen hepsi (Sokrates, Platon, Aristo, Epiküros ve diğerleri) “mutlu olmak için insanoğlu ne yapmalı ve nasıl yaşamalı?” sorusuyla ilgilenmişlerdir. Bu bakımdan bu eski Antik Çağ ahlâk anlayışı Mutluluk Ahlâkı (Eudaimonism) olarak isimlendirilir. Örneğin, Demokritos’a (İ.Ö. 460-370) göre mutluluk “euthymia” (ruhun iyi durumda olması) ve “ataraksia” (ruh dinginliği) ile gerçekleşir. Haz ve acı, yararlı ve yararsızın temel kriterleridir. Demokritos’un mutluluk ahlâkı anlayışı, Kirene Okulu’nun kurucusu Aristippos’da (İ.Ö. 435-355) daha net bir şekilde görülebilir. Aristippos’a göre “haz” (hedone) veren şey iyi, acı veren şey kötüdür. Kirene Okulu’nun bu Haz Ahlâkı anlayışına (Hedonizm) adı verilir. Bu anlayışı Epikuros ve Epiktetos’un düşüncelerinde de görmek mümkündür. Yakın Çağ’da bu haz ahlâkı anlayışına benzer bir ahlâk anlayışı da Jeremy Bentham (1748-1832) ve onu takiben John Stuart Mill (1806-1873) tarafından savunulmuştur. Bentham ahlâkında “en üstün iyi” (Summum Bonum) faydadır. Ortaçağda Hıristiyan ve İslam dinleri de eudaimonist karakterdedir. Bazı dinsel ölçüler ve normlar “öteki dünya mutluluğu” için gereklidir. Gerek Hıristiyan ve İslam dininde, gerekse diğer dinlerde temel dinsel inançlar ve buyruklar, ahlâki değer yargılarının temelini oluşturur. Dinsel ahlâkın karşısında bir Laik Ahlâk  anlayışını  ilk savunanların başında ise Francis Bacon (1561-1626) gelir. Bacon’a göre dinsel inançlar ve buyruklar olmadan da ahlâka ulaşılabilir. Ahlâki değer yargılarının akıl (logos) yoluyla bulunabileceğini savunan ahlâk felsefesi öğretileri de geliştirilmiştir. Stoa Ahlâkı buna bir örnek olarak gösterilebilir. Stoacılara göre genel doğru yasalar ancak “akıl” (logos) yolu ile bulunabilir. Bu bakımdan stoa ahlâkını rasyonalist ahlâk felsefesi olarak adlandırmak mümkündür. Mutluluk ahlâkının dışında ahlâkı başka açıdan ele alan bir diğer öğreti de “ödev ahlâkı”dır. Ödev ahlâkında “nasıl mutlu olabilirim” sorusu değil, “benden istenen ve beklenen nedir” sorusu  önem taşır. Ödev ahlâkını en iyi ortaya koyan düşünür Immanuel Kant’dır. Kant’ın ödev ahlâkı Kategorik imperatif (koşulsuz kesin buyruk) olarak bilinir. Kategorik imperatif, Kant tarafından şu şekilde ifade edilmiştir: “Aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin bir maxime göre hareket et.” Bu ilke, neyi yapmamız gerektiğinin değil, “neyi istememiz” gerektiğinin önem taşıdığını belirtmektedir. Burada “yapma” değil “isteme” önemlidir. Kant’ın ödev ahlâkında dışarıdan gelen bir buyruk ya da emir  değil, aksine “ben”den gelen bir “iç isteme” söz konusudur.3
Ahlâk felsefesinin ilgilendiği temel kavramlar şöyle sıralanabilir:
İYİ: İnsanın yapması gereken davranışlar. Ahlâkça değerli olan.

KÖTÜ: İnsanın yapmaması gereken davranışlar.

ÖZGÜRLÜK: İrade ile “iyi” ve “kötü” davranışlardan birisini seçme gücü.

ERDEM (FAZİLET): İyi olana yönelme.

SORUMLULUK: İnsanın kendi eylemlerinin ya da yetki alanına giren herhangi bir olayın sonuçlarını üstlenmesi.

VİCDAN: Tutum ve eylemlerimizin ahlâkça değerli olup olmadığını yargılama bilinci. Bir çeşit iç mahkeme.

AHLÂK YASASI: Uyulması ahlâk açısından gereken, genel-geçer kurallar.

AHLÂKİ KARAR: Ahlâk kurallarına özgürce uymak.



AHLÂKİ EYLEM: Ahlâka uygun davranışı gerçekleştirmek. Ahlâka uygun eylem davranış olarak dışa yansır. Eylemin dışa yansımayan yönü ise tutumdur.
Örneğin, derse geç gelen öğrencinin öğretmene gerekçeyi belirtirken doğruyu söylemesi “İYİ”, yalan söylemesi “KÖTÜ”, bu davranışlardan birini seçmesi “ÖZGÜRLÜK”, doğru söylemeyi seçmesi ise “ERDEM”’dir.
Son söz olarak, ahlâk kurallarının da aslında homojen ve değişmez bir bütün olmadıklarını unutmamak gerekir. Ahlâk deyince aslında son derece bağıl ve değişken bir inanışlar bütününden söz ediyoruz. Tarih boyunca çeşitli çağlar arasında ahlâki inanışlar açısından çok büyük farklar bulunduğu gibi, aynı toplum içinde, hatta aynı kentte farklı semtler arasında bile ahlâki inanışların değiştiği ve belki de bir insanın kendi yaşamında da insanın sınıfsal temeli, ekonomik durumu ve kültürel hamuru değiştikçe değişim gösteren ve her ortama kolayca kendisini uyarlayan bir davranış sisteminin söz konusu olduğu da çok açıktır. İyi - kötü, doğru - yanlış, ayıp - ayıp değil, ahlâki – ahlâkdışı ayrımları ve çatışmaları, hem insanlığın genel tarihi boyunca, hem aynı çağda farklı toplumlar arasında, hem aynı çağda aynı toplumun içinde farklı sınıflar ve kesimler arasında, hem de bir insanın kendi kişisel tarihi boyunca her dönem ve devirde farklılıklar gösteren kavramlara dayanmaktadır. Bugün iyi olan, yarın kötü olabilir, ya da tam tersi… O ünlü özdeyişin de ifade ettiği gibi, “Pireneler’in berisinde iyi (doğru) olan, Pireneler’in ötesinde kötü (yanlış) sayılabilir”. Peki, bu değişimin altında yatan nedenler nelerdir? Öncelikle, ekonomik rejimlerin ve sistemlerin değişmesi ve bu değişimle birlikte üretim ilişkilerinin de değişmesi ve üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki çelişkilerin derinleşmesi; insanlar arasında işbölümünün gelişmesi; kültürel farklılıkların ortaya çıkması ve artması; sınıf ve çıkar farklılıkları ve çatışmalarının varlığı; daha durağan olan kırsal bölgelerden (köyden) yaşamın sürekli evrildiği ve değiştiği kentsel bölgelere (kente) göç ve kentleşme olgusu; yerleşim alanlarının denize yakınlığı ya da uzaklığı; ticari ilişkiler sayesinde insanların birbirleriyle karşılaşması ve birbirlerini etkilemesi ve değiştirmesi; uygarlığın (?) gelişmesi ve gelişirken yanında kendi değerlerini de getirmesi gibi pek çok etkenin oluşturduğu taban, ahlâki inanış ve davranışlardaki hiç bitmemiş ve hiç bitmeyecek değişime zemin hazırlamaktadır.
Bu kadar felsefe şimdilik yeter. Şimdi de, hukuk ile ahlâk arasındaki farklara bir bakalım:


  1. Ahlâk insanın kendisine karşı görevleriyle ilgilenir; hukuk ise genellikle bu görevlerle uğraşmaz.

  2. Ahlâk kuralları başkalarının haklarını çiğnememeyi ve başkalarına yardım ve acımayı emreder. Hukukta ise böyle bir emir yer alamaz.

  3. Hukuk kuralları genellikle kanun haline getirilmiş kurallardır. Oysa ahlâk kuralları sadece toplumsal vicdanda yaşarlar.

  4. En önemli fark ise yaptırım farkıdır.

Ahlâk kuralları ile hukuk kuralları arasında, her iki normlar dizgesinin de insan davranışlarını düzenleme, etkileme ve yönlendirme amacı gütmeleri açısından bir benzerlik bulunduğu tartışmasızdır. Her ikisi de normatif karakterdedir ya da bir başka deyişle, ne yapmak gerektiği sorusuna yanıt ararlar. Pozitif bilimler neyin olduğunu ve nasıl olduğunu sorup bu sorulara yanıt ararlarken ve doğadaki olguları saptayıp bu olguların altında yatan yasaları bulmayı hedeflerlerken, tüm diğer sosyal bilimler gibi ahlâk ve hukuk bilimleri de neyin olması gerektiği sorusunu sorup bu soruya yanıt ararlar.


Gerek ahlâk gerekse hukuk insanlara ödevler ve yükümlülükler yükler. Bunların bir kısmı, başkalarına yardım etmek ve yaşlı anne babasına bakmak gibi olumlu ahlâki ödevler; bir kısmı vergi vermek ve borcunu ödemek gibi olumlu hukuki ödevler; bir kısmı başkalarına iftira etmemek veya zarar verici davranışlardan sakınmak gibi ‘olumsuz’ (yapmama) ahlâki ödevler; bir kısmı da adam öldürmemek veya hırsızlık yapmamak gibi ‘olumsuz’ (yapmama) hukuki ödevlerdir. Bir çok konuda, ahlâki ödevlerin hukukça da kabul edildiğini ve ahlâkın gereği olan bazı davranışların hukuk normları haline getirildiğini görüyoruz. Örneğin, başka insanlara karşı “hakkaniyet ve eşitlik” ilkelerine uygun davranmak bir ahlâk ödevi olduğu kadar, bazı yasalarda bir hukuki ödevdir de.4
Ahlâkın “kötü” sayıp yasakladığı davranışlar, çoğu zaman, hukukça da “haksız” (hukuka aykırı) sayılmakta ve yasaklanmaktadır. Örneğin, adam öldürmek, hırsızlık ve sövmek sadece ahlâki açıdan kötü ve yanlış değil, aynı zamanda hukuki açıdan da hukuka aykırı eylemler ve cezayı gerektiren suçlardır.
Ahlâki ödevlerin hukukça benimsenip yaptırıma bağlanmasının Medeni Kanun’da da örnekleri vardır. Medeni Kanun madde 769/I: “Kaybedilmiş bir şeyi bulan kimse, malın sahibine, bilmiyorsa kolluk kuvvetlerine, köylerde muhtara bildirmek veya araştırma yapmak ve gerektiğinde ilân etmek zorundadır.” Medeni Kanun madde 364/I: “Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür.
Yalan söylemek, ahlâk kurallarına göre “yasak” sayılan bir davranıştır. Fakat hukuk bazı istisnalar dışında “yalan söylemek” eylemiyle ilgilenmez. Bu bazı istisnalardan biri de Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenmiştir. TCK Madde 272: “Mahkeme huzurunda ya da yemin ettirerek tanıkları dinlemeye kanunen yetkili olan kişi veya kurul önünde gerçeğe aykırı olarak tanıklık yapan kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.” Gerek ceza yargılama usullerinde, gerekse hukuk yargılama usullerinde tanıklar mahkeme huzurunda namus ve vicdanları üzerine ‘gerçeği söyleyeceklerine dair’ yemin etmektedirler.
Ancak bu gerçeği söylemeyi zorunlu kılan hukuki düzenlemeler, kişiyi kendisi ve yakınlarıyla ilgili suçlama ve yargılamalarda ahlâki bir ikilemle karşı karşıya bırakabilir. Bu nedenledir ki, hukukta bu tip durumlar için istisnai düzenlemeler vardır. Anayasa Madde 38/V: “Hiç kimse, kendisini veya kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.” Ceza Muhakemesi Kanunu madde 45: “(1) Aşağıdaki kimseler tanıklıktan çekinebilir: (a) Şüpheli veya sanığın nişanlısı; (b) Evlilik bağı kalmasa bile şüpheli veya sanığın eşi; (c) Şüpheli veya sanığın kan hısımlığından veya kayın hısımlığından üstsoy veya altsoyu; (d) Şüpheli veya sanığın üçüncü derece dahil kan veya ikinci derece dahil kayın hısımları; (e) Şüpheli veya sanıkla aralarında evlâtlık bağı bulunanlar…”
Bazen de hukuk kuralları doğrudan doğruya ahlâk kavramına gönderme yaparlar. Örneğin, Borçlar Kanunu’na göre “konusu ahlâka (adaba) aykırı olan sözleşmeler geçersiz ve batıldır”. Bir sözleşmenin geçersiz ve batıl olması, hukuk açısından hiç doğmamış sayılması anlamına gelir.
Demek ki, ahlâk ve hukuk, birbirlerini sürekli besleyen, kollayan ve birbirlerinden yararlanan iki ayrı toplumsal kurallar sistemidir. Hukuk, ahlâki normları alır ve onlardan beslenir. Zaten aksini düşünmek de pek mümkün değildir? Toplumun genel ahlâk anlayışıyla zıt düşen bir hukuk sisteminin toplumca benimsenmesi ve topluma uygulanabilmesi uzun erimde olanaklı değildir. Bu nedenledir ki, pozitif hukuk kuralları toplumun genel ahlâk anlayışını daima göz önüne alırlar. Peki, hukukun saygı göstereceği ahlâk anlayışı kişilerin öznel ahlâk anlayışı da olabilir mi? Örneğin, öznel ahlâk anlayışına göre evlenmeden çocuk sahibi olmayı kınayan ve ayıplayan bir evsahibi, evini kiraya verdiği bekâr kadın kiracısıyla yaptığı kira sözleşmesine, sözleşme serbestisi ilkesinden yararlanarak “kiracının çocuğu olursa malsahibi kira sözleşmesini feshedebilir” yönünde bir hüküm koymuşsa, hukuk bu öznel ahlâk anlayışını da koruyacak mıdır? Tabii ki, hayır. Burada dikkate alınması gereken ilkeler toplumun genel olarak benimsediği ahlâk anlayışıdır. Böyle bir sözleşme maddesinin hukukça benimsenmesi ve korunması asla mümkün değildir.
Ancak bazı durumlarda ahlâk kuralları ile hukuk kuralları arasında bir zıtlığın olduğu da görülmektedir. Bunun en güzel örneği, zamanaşımına ilişkin hukuk kurallarıdır. Ahlâka göre, bir kimse borcunu ne olursa olsun mutlaka ödemelidir. Oysa, örneğin Borçlar Kanunu, sözleşmeden doğan borçlar için genel olarak 10 yıllık bir zamanaşımı süresi öngörmektedir (BK Madde 125). Ancak tabii ki, bu 10 yıllık zamanaşımı süresinin dolması borcu sona erdirmemekte, sadece alacaklıyı borcunu ödetmek için borçluyu mahkeme ve icra yoluyla zorlama olanaklarından mahrum bırakmaktadır. BK Madde 504’ün “kumar ve bahis alacak hakkı doğurmaz” ve Madde 408’in “evlenme tellâllığı ücrete hak doğurmaz” yönündeki hükümleri de buna örnek olarak gösterilebilir.

Yüklə 0,76 Mb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4   5   6   7   8   9




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin