Xvııı- Allah, İnsanlar Arasında Ayırım Yapmaz
Dursun, 155-157. sayfalarda Kur'ân'da Allah'ın, insanları ayırma politikası güddüğünü iddia ediyor. Bu görüşüne delîl olarak da Zuhruf Sûresinin 33-35. âyetlerini gösteriyor:
"Kur'an'm Tanrı'sı, "insanların tek bir ümmet olmamaları için" Özel politikası olduğunu, "tek ümmet olmayı" özellikle Önlediğini, mal-mülk dağıtımım yaparken de bu politikayı güttüğünü açıklar:
Diyanet'in resmi çevirisinden 3 âyetin anlamı:
"Eğer bütün insanların bir tek inkarcı ümmet olmakta birleşmelerini önlemek istemeseydik; Allah'ı inkâr edenlerin tavanlarını, üzerinde yükseldikleri merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları kerevetleri GÜMÜŞTEN yapar ve ALTIN bezeklerle işlerdik. Bunların hepsi ancak, dünya hayatının geçimliğidir.
Âhiret, Rabbinin katında, O'na karşı gelmekten sakınanlaradır." (Zuhruf: 33-35).
Yani: "Bu dünya" da "kâfır'lcre daha büyük zenginlikler verebileceğini, ancak, "herkes kâfir olur diye" bu yola gitmediğini, zenginlik dağılımını bunu önliyecek biçimde yaptığını anlatıyor."
Tabii her yerde olduğu gibi burada da âyetin anlamını tahrîf eden bir çeviri veriyor. Âyet: "insanlar bir tek ümmet olacak olmasalardı" şeklinde iken, Dursunun lercemestnde âyete bir de önlemek kelimesi eklenerek: "Eğer bütün insanların, bir tek inkarcı ümmet olmakta birleşmelerini önlemek istemeseydik..." şekline sokulmuştur. Şimdi âyetin doğru tercemesini yazalım:
"İnsanlar, bir tek ümmet olacak olmasaydı. Rahmanı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar, kanapeler. Ve nice süsler. Bütün bunlar, sadece dünyâ geçiminden ibarettir. Rabbinin katında bulunan âhiret ise korunanlara mahsustur." (Zuhruf: 33-35).
Bu âyetler, Mekke devrinde, müslümaniann güç şartlar altında yaşadıkları, çoğunlukta bulunan inkarcıların ise oldukça rahat bir hayat sürdürdükleri zamanlarda inmiştir. Yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunan müslümanlan teselli amacını taşıyan bu âyetlerde dünyâ malının değersizliği belirtilmektedir: Eğer bütün insanlar inanmayanların zenginliklerine ve sürdükleri konforlu hayâta imrenip küfre eğilim duyacak, hepsi inkarcı bir toplum haline gelecek, yahut zenginlere heveslenip hepsi dünyâ peşinde koşacak olmasaydı Allah, rahmetini inkâr edenlerin evlerine gümüş tavanlar, üzerine binip yükseklere çıkacakları merdivenler, asansörler yapardı. Evlerine kapılar, odalarına rahatça yaslanacakları koltuklar, divanlar ve daha başka nice altun ve süs eşyası verirdi. Çoğunluğun verdiği mânâ budur. Ibn Zeyd' göre mânâ söyledin însanlar, dünyâyı arzu etmekte bîr tek ümmet olacak, yani hepsi dünyâya meyledip dünyâ peşinde koşacak olmasaydı Allah, rahmetini inkâr edenlere bol servetler, refahlar verirdi. Ama o zaman insanlar bu konfor içinde azar, servetlerine güvenip Allah'ı tanımaz olurlardı.
Bu âyetler adetâ günümüz modern hayâtını tasvir etmektedir. Gerçekten refah insanı azdırır. Nitekim servetin, refahın ve konforun içine gömülen günümüzün insanı, Allah'ı tanımaz hale gelmiştir. Demek ki yüce Kur'ân, çok önceden insanlığın istikbalini haber vermektedir. Fakat neden insanlar bu kadar gururlu, neden böyle dünyâya al--danıcıdırlar? Nihayet dünyâ refahı ve mevkii birkaç günlük geçimden ibarettir, insanla beraber âhirete gelmez. İnsanla beraber gelen, Allah'a inanması, takvası, iyi ahlâkıdır. Gerçekten insan, refah içinde azmakla büyük nankörlük ve bilmezlik etmektedir.
Bu âyetlerde hâşâ Allah, insanlar arasında ayırım politikası güd-müyor, inkarcıların servetine heveslenen mü'miniere, dünyâ malının geçiciliğini, asıl önemli olanın ruhsal değer olduğunu, bunun da gönül temizliğiyle kazanılacağını anlatıyor.
Kur'ân'a göre insanların değeri, malıyla, soyuyla, ailesiyle, mev-küyle ölçülmez, gönül temizliğiyle, güzel davranışıyla ölçülür, Kur'ân şöyle diyor:
"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, kötülüklerden en çok korunanınızdır." (Hucurât: '13).
"Sûra üflendiği zaman, artık o gün aralarında soylar yoktur ve birbirlerine bunu sormazlar." (Mü'minûn: 101).
"O gün ne mal, ne de oğullar yarar sağlamaz. Ancak Allah'a sağlam ve temiz kalb getiren (yarar görür)." (Şuarâ: 88-89)
Dursun, Kur'ân'da ayırımcılık yapıldığı yolundaki kasıtlı iddiasına kanıt olarak bir de Nisa Sûresinin 34. âyetini vermektedir. Ama âyet, kendisinin ileri sürdüğü gibi ayırımcılık yapmıyor, ailenin sağlam ve güçlü kalmasının yollarını gösteriyor.
Bu iddianın bâtıl olduğunu bundan önceki bölümlerde (34-40. sayfalar) izah etmiştik. 144
Xix-Allah'ın Mekri Ne Demektir?
Dursun, 232 nci sayfada, "ŞERİAT TANRISININ HİLESİ" başlığı altında şunları yazıyor:
"Gelin görün ki "Şeriat Tanrısı", âyetlerin, hadislerin çok açık açıklamalarına göre; hem kendisi "hile" yapar; hem de "hile" yapılsın diye "Peygamberine öğütler verdirir.
Kur'an'da "hile (düzen, tuzak)" anlamına gelen "hud'a"nm türe-viyle bir yerde (bkz. Nisa, ayet: 142.); aynı anlama gelen "mekr" sözcüğü ve tureviyle de alü yerde (bkz. Âlu İmran: 54: A'raf: 99; Enfal: 30; Yunus: 21; Ra'd: 42, Nemi: 50.), "Tanrı'nın hile yapar olduğu" anlatılır. Kur'an'ın "Tann"sı birtakım kasabaları nasıl yokcttiğini uzun uzun anlattıktan sonra sorar -"Onlar, Tanrı'nın hilesine karşı kendilerini güvenlikte mi görüyorlardı?" (A'raf: 99.)
Sonra şöyle der:
"Tanrı'mn düzenine karşı, yalnız zararlı çıkan bir toplum kendisini güvenlikte görür."
Yine Kur'an'ın "Tanrısı" herkese şunları duyurur:
"... De ki: 'Tanrı, hile yapmakla, herkesten daha hızlıdır.'" (Yunus: 21.) Bunun tam karşılığı olan sözlere, "Tann"ya yakıştıramadığı İçin Diyanet'in resmi çevirisinde, kendi anlamının dışında bir anlam verilmiştir. Bu, hep yapılır.
"Onlar hile yaptılar; Tanrı da hile yapü. Tanrı, hile yapanların en hayırhsıdir." (Âl-i Imran: 54.)
"... Onlar hile-tuzak kurarlar. Tann da hile-tuzak kurar. Tanrı hi-le-tuzak kuranların en hayırlısıdır." (Enfal: 3.)
Kur'ân'm, suça belirlediği cezalar, hep suçun türündendir, Öldüren, aynı şekilde öldürülür. Organ kesenin organı kesilir. Masum insanlarla alay eden, âhirette alay edilecek duruma düşürülür. Cezanın, işlenen suç türünden olmasına, edebiyatta müşâkele denilir.
Kur'ân'da geçen mekr (tuzak, çâre, plan) kelimesini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Nankörler, peygamberleri dinlememişler, onların çağrılarını engellemek için tuzaklar kurmuş, planlar yapmışlardır, tşte onların bu davranışları, aynen kendi yaptıkları tuzakları önleyen karşı bir mekr ile cezalandırılmaktadır. Burada mekr, kurulan tuzağı etkisiz bırakan, daha üstün bir karşılık(cezâ)dır, Mekredenler, yine mekr ile cezalandırılıyorlar. Kur'ân'da mekr, asla önce Allah'tan değildir. Bunu başlatan insanlar, bunu etkisiz bırakan karşı mekr ise Allah'tandır. İşlenen suçu, etkisiz bırakacak bir yöntemle cezalandırmak Allah'ın adaleline uygundur. Bunda garipsenecek bir durum yoktur. "Kişiselliğini bulur."
Kur'ân'daki mekrin, derin bir felsefi anlamı da vardır: insanın yaptığı eylemler, zayi olmaz. Ruhunda izler bırakır ve geleceğini etkiler. Meselâ görevini düzenli yapan, okulda derslerine çalışan öğrencinin eylemi, sonunda diplomaya döşünür. Tenbellik yapan haylaz öğrencinin eylemi de başarısızlığa döner.
iyi niyetle hareket eden, herkes için iyilik düşünen, güzel işler yapan insanların davranışları, dünyâda mutluluğa, âhirette cennet nimetlerine dönüşmekledir. Bencil, kaprisli, kendi çıkarından başka kimseyi düşünmeyen, çıkarı İçin başkalarına kötülük etmekten çekinmeyen insanların eylemleri de, kendisi hiç farkına varmadan kendisini çepeçevre kuşatan cehennem tuzakları, azâbları haline dönüşür. Bu kölü eylemler, kişiyi bu dünyâda huzursuzluğa, bahtsızlığa, hattâ felâketlere çarptırdığı gibi âhirette de yine bunlardan oluşan ateşlerin içine aıar. îşle Allah'ın mekri, aslında insanın kendi davranışlarının, kendisi hiç farkına varmadan kendisini çevreleyen a/.âb tuzaklarına dönüştürmesi anlamını taşır. Bu eylemler, Allah'ın yarattığı sosyo-psikoloik yasalar sonucunda sahibini yakalayan cezâ haline geldiğinden, buna Allah'ın mekri (tuzağı) denmesi, son derece yerindedir. Evet Allah'ın yasası, planı, eyleme verdiği karşıt eylem böyledir. İyi insan, kendisi hiç farkında olmadan iyiliklerinin ma'nevî şekilleriyle kuşatılır. İyiliklerinin oluşturduğu mutluluk ve nimetler içinde yaşar. Kölü insan da* yine farkında olmadan, kendisini kuşatan kötülüklerinin ma'nevî biçimlerinin arasında sıkışıp kalır. Kendi kendisini tuzağa düşürmüş olur.
insan, birine haksız yere vurduğu tokadın, çok daha büyük bir güçle kendi canına çarpılacak bir tokat haline geleceğini; çaldığı, gasbettiği hakların, boynuna dolanan yılanlara, vücudunu ısıracak akreplere, canını yakan ateşlere dönüşeceğini anlarsa, kötülük yapamaz.
işte insanın farkına varmadan, kendisini yakalayacak cezaya mekr (tuzak) denmiştir. Allah'ın yarattığı yasalar uyarınca, insanın geleceği, her ân böyle biçimlenmektedir. Kötü eylemlerin iç yüzü, sahibini perişan eden azâblardır. Allah'ın yasaları uyarınca oluşan bu cezalara mekr denmesi, son derece hikmetli bir ifadedir. Kulun mekrlerinin karşıtı olan bu mekrler, Allah'ın adaletinin gereğidir.
"Onlar bir tuzak kurdular, biz de onlar hiç farkına \'armadan bir tuzak kurduk!" (Nemi: 50). "Âyetlerimizi yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş helâka yaklaştırırız!" (A'râf: 182)
"Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır." (Fâtır: 43) âyetlerinde bu ma'nevî gerçek, gayet özlü biçimde anlatılmıştır. Demek ki tuzağı Allah kurmuyor, tnsan, kendi eylemlerinden oluşan tuzağa yakalanıyor! 145
Dostları ilə paylaş: |