Bibi. C. E. Arseven, Muhlis Sabahattin, îst, 1947; M. Rona, 50 Yıllık Türk Musikisi, ist., 1960; G. Oransay, Batı Tekniğiyle Yazan 60 Türk Bağdar, Ankara, 1965, M. N. Özalp, TürkMusi-kîsi Tarihi, Ankara, 1989, Öztuna, BTMA, I.
MEHMET GÜNTEKİN
Subhi Ezgi
Hayat Tarih Mecmuası, S. 3 (Nisan 1967)
EZGİ, SUBHİ
(1869, istanbul - 12 Nisan 1962, İstanbul) Musiki nazariyatçısı, besteci, tanburi.
5 yaşında okula başladı ve kısa sürede "ilahicibaşı" oldu. Kanuni Hacı Arif Bey' den kanun öğrenmiş olan ve keman da çalan babası İsmail Zühdü Bey amatör bir musikiciydi. Evlerinde sıkça düzenlenen musiki toplantıları Ezgi'nin yetişmesinde önemli rol oynadı. 11 yaşındayken, Muzı-ka-i Hümayun'da(-») görevli Kolağası Vefalı Tahsin Efendi'den keman ve musiki öğrenmeye başladı. Babasının da hocası olan Kanuni Hacı Arif Bey'den Batı notası ve çeşitli eserler öğrendi. Medeni Aziz Efendi'nin Laleli'deki evine devam ederek fasıllar geçti. Arkadaşı olan Rauf Yek-ta'dan(->) da işaretli Hamparsum notasını öğrendi; bu şekilde, bilen kimsenin kalmadığı "dilsiz Hamparsum notası" denen gizli işaretli nota sistemini kendi kendine çözdü. Şeyh Hüseyin Fahreddin Dede'den repertuvar, ney ve nazariyat dersleri aldı. 17 yaşına geldiğinde Zekai Dede'nin(-0 öğrencisi oldu, ondan 35 dolayında tam faslı meşk etti. Kozyatağı Rıfaî Tekkesi Şeyhi Halim Efendi'den sinekemam ve tan-bur öğrendi ve 100'e yakın saz eseri geçti. Geleneksel tanbur tavrının önemli bir temsilcisi olan Halim Efendi'den bu üslubu öğrenmek ve öğrencilerine öğretmekle, Tanburi Cemil Bey'int-») gelişiyle ortadan kalkan eski tanbur tavrının günümüze ulaşmasını sağladı. Edgar Manas'tan Batı müziği ve armoni dersleri de aldı.
Ezgi 23 yaşında Mekteb-i Tıbbiye-i Şâ-hâne'yi bitirdi. I. Dünya Savaşı'nda Beykoz Serviburnu Hastanesi'nin başhekimliğinde bulundu. 1932'de Belediye Konserva-tuvarı(->) Türk Musikisi Tetkik ve Tasnif Heyeti üyeliğine getirildi. Buradaki çalışmalarında, beraber görev aldığı Rauf Yek-
ta, Ali Rifat Çağatay(-t) ve Ahmed Irsoy'la, yüzlerce klasik eserin notasını yayımladı. O yıllarda hayatta bulunan eski ustalar, hanendeler, zâkirbaşılar ve ayinhan-lar bir araya getirilerek hafızalarındaki eserler notaya alındı. 1913'ten 1955'e kadar, önce Rauf Yekta, sonra Hüseyin Saadettin Arel(» ve Salih Murad Uzdilek'le birlikte yürüttükleri çalışmalarla, bugün adına "Arel-Ezgi-Uzdilek sistemi" denen ve günümüzde kullanılan Türk musikisi nazariyatının kurucularından biri oldu.
Subhi Ezgi'nin en önemli hizmetlerinden biri de metin onarımı yoluyla klasik Türk musikisi repertuvarına yeniden kazandırdığı eksik yahut yarım eserlerdi. Bunların arasında bulunan Kutb-ı Nâyî Osman Dede'nin Miraciydsini üzerinde 30 yıl çalışarak ortaya çıkardı. Itrî'nin(->) AWİni de 10 yıllık bir çalışma sonunda yayımladı. Türk musikisinin en dikkate değer eserlerinden biri olan besteli Mevlid üzerindeki çalışması ise yarım kaldı. Eski eserleri onarırken tahrif ettiği gerekçesiyle ağır biçimde eleştirildiği de oldu. Ancak, bugün klasik Türk musikisi repertuvarında bulunan ve icra edilebilen yüzlerce klasiği u-nutulmaktan kurtaranın da Ezgi olduğu konusunda görüş birliğine varıldı.
Ezgi çok sayıda öğrenci yetiştirdi. Kemal Batanay, Fahri Kopuz, Lâika Karabey, Mesud Cemil, Yılmaz Öztuna, Ahmed Çağan, Arif Sami Toker, Ercümend Berker ve Mustafa Cahid Atasoy öğrencilerinden bazılarıdır. Öğrencisi olduğu büyük musiki adamlarına hocalık etmiş olması da özellikle ilgi çekicidir; önce öğrencisi olduğu Şeyh Abdülhalim Efendi ile Zekâi Dede' ye Batı notasını öğretmişti.
Bestelediği eser sayısı 700'den fazla olduğu halde, 165 tanesini yayımlanmaya değer görmüş, kalan kısmını imha etmişti. 2 durak, 13 peşrev, 43 saz semaisi, 10 oyun havası, l taksim, 13 beste, 4 ağır semai, 9 yürük semai, 3 marş ve 67 şarkıdan oluşan eserlerinin tamamının notaları Türk musikisi repertuvarmdadır. Şarkılarının 28' ini, 19l6'da Musahibzade Celal'in yazdığı ve ilk defa Şehzadebaşı Ferah Tiyatrosu'nda temsil edilen Lale Devri opereti i-çin Nedim'in(->) şiirleri üzerine bestelemişti. Ezgi yine Musahibzade Celal'in İstanbul Efendisi operetini de bestelemiştir. Sözlü eserleri arasında hicaz-uzzal nakış bestesi "Baktıkça hüsn ü ânına hayran olur âşıkların" ve kürdilihicazkâr "Birlikte bir akşam yine mey-nûş edelim gel" mısraıy-la başlayan şarkısı en çok icra edilen ve se-vilenlerindedir. Tevfik Fikret'in şiirinden bestelediği ve Lavignac tarafından çokses-lilendirilmiş olan "Bir fedai milletiz mer-doğluyuz Osmanlıyız" mısraıyla başlayan "vatan şarkısı", marş olarak ün kazanmıştı.
Bibi. Ergun, Antoloji; M. Rona, 50 Ytlhk Türk Musikîsi, îst., 1960; M. C. Atasoy, "Büyük Türk Musikîsi Bilgini Dr. Subhi Ezgi", Hayat Tarih Mecmuası, Nisan 1967; M. N. Özalp, Türk Musikîsi Tarihi, Ankara, 1989; Öztuna, BTMA, I. MEHMET GÜNTEKİN
FAHREDDİN KERİM GÖKAY CADDESİ
bak. KAYIŞDAĞI CADDESİ
FAİK BEY (Hacı)
(1831?, istanbul - ? Ocak 1891, istanbul) Bestekâr, neyzen, nısfiyezen ve hanende.
Üsküdar'da doğdu. Bestekâr Üsküdarlı Neyzen Salim Bey'in kardeşidir. Musikiyi Dellâlzade İsmail Efendi'den(->) öğrendi. Ney ve nısfiye sazlarının iyi bir ic-racısıydı. Hanende (okuyucu) olarak da "üstad" çizgisine erişti. Bulgurlu'da Liba-de semtindeki köşkünde öldüğünde 60 yaslamadaydı. Mezarı Karacaahmet'tedir.
Mevlevî ve Sadî olan Hacı Faik Bey, "Faik" mahlasıyla şiirler yazdı. Birçok eserinin güftesi de kendisine aittir. Dindışı Türk musikisinin en büyük beste şekli olan "kâr"ın şaheserlerinden sayılan dü-gâh kârının güftesini de kendisi yazmıştır. Musiki dersleri de veren Hacı Faik Bey'in yetiştirdiği öğrenciler arasında VI. Meh-med (Vahideddin), Hacı Kiramı Efendi, Hammamîzade Osman Bey, Lem'i Atlı(->), Şeyh Edhem Efendi, Hafız Mustafa İhsan Bey ve Şeyh Said Özok bulunmaktadır.
Hacı Faik Bey, 19. yy'ın önemli beste-kârlarındandır. Dini ve dindışı formlardan bestelediği 600 kadar eserinden günümüze 170 kadarı ulaşabilmiştir. Bestelediği ayinlerden yegâh makamında olanının üç selamı unutulmuş, yalnızca bir selamı bugüne ulaşabilmiştir. Dügâh ayini ise, Üsküdar Mevlevîhanesi'nde yalnızca birkaç defa icra edilmiş olmasına rağmen günümüze gelebilmiştir.
Hacı Faik Bey, Türk musikisinde İsmail Dede Efendi'nin bir dönemeç oluşturduğu çok güçlü bir aktarım zincirinin, hocası Dellâlzade'den sonra önde gelen tem-silcilerindendir. Dede Efendi'nin en büyük beste şekillerinden halkın duyuşlarına cevap verecek durulukta ve sadelik içindeki küçük şekillerdekilere kadar eser vermesiyle kendim gösteren geniş bir dinleyici kitlesine yönelik bestekârlık anlayışı, Faik Bey'de de görülür. Çok başarılı bir büyük formlar bestekârı olduğu kadar, gerçek anlamda halka mal olmuş eserler de verebilecek yetenekte bir sanatçı olması zengin musiki anlayışını yansıtır.
Faik Bey'in Faiku'l-Asâr adıyla 1881'
de yayımladığı bir de güfte mecmuası bulunmaktadır. Rast makamından bestelediği "Nihansın dîdeden ey mest-i nâzım" ve "Bir dâme düşürdü ki beni baht-ı siyahım" ile hicaz "Âteş-i sûzân-ı firkat yaktı cism ü canımı" mısralarıyla başlayan şarkıları en çok yaygınlık kazanmış eserleridir. Kürdilihicazkâr makamından bestelediği "Aksaray'dan kol geliyor" mısraıyla başlayan şarkısı ise, İstanbul halk zevkini yansıtan ilgi çekici bir eserdir.
Bibi. Ergun, Antoloji, II; M. N. Özalp, Türk Musikîsi Tarihi, Ankara, 1989; Öztuna, BTMA, I. MEHMET GÜNTEKİN
FAİK BEY ÇEŞMESİ
Üsküdar'da, Arakiyeci Hacı Cafer Mahal-lesi'nde, Tunusbağı Caddesi ve Ethem Paşa Sokağı'nın kesiştiği köşe başındadır. Çeşmenin cephesi caddeye bakmaktadır.
Çeşmenin inşa kitabesi, Ethem Paşa Sokağı'na bakan, su haznesinin duvarına monte edilmiştir. Gayet güzel bir sülüs ile yazılmış olan bu üç satırlık kitabeye göre çeşme 1093/1681'de yaptırılmıştır. Bu kitabe, muhakkak ki çeşme ilk yapıldığında cephesinde yer alıyordu. Zamanla tahrip olan çeşmenin 1325/1907'deki ihyası sırasında bu kitabenin yeri değiştirilerek, aynı yere onarım kitabesi konulmuştur. Bugün çeşmeyi ihya edenin Hacı Faik Bey a-dında bir kişi olduğunu anlıyoruz. Banisinin adı bilinmediğinden, çeşme Faik Bey' in adı ile anılmaktadır.
Faik Bey Çeşmesi klasik üslupta yapılmış, yalın görünüşlü bir çeşmedir. Düzgün kesme taşlarla inşa edilmiş olan bu çeşme, sivri bir kemerden oluşan basit mimarisi ile devrinin yapı özelliklerini taşımaktadır. Bu kemer içinde, yine sivri kemerli bir yuvaya oturan mermerden yapılmış ayna taşı yer alıyordu. Süs öğesi olarak sadece, kitabenin iki yanında, bitkisel
Faik Bey Çeşmesi'nin ön cephesi. Yavuz Çelenk, 1994
bezemeli birer büyük rozet bulunur. Sathi silmeler ve çift kademeli dar saçak çeşmeye çerçeve teşkil etmektedir. Haznesinin üzerinde kiremit örtülü, meyilli bir çatı bulunur. Kırılmış olan teknesinin uzun kenarı, yakın bir zamanda orijinal şekli göz önünde tutulmadan çirkin bir şekilde onarılmıştır. Halen mamur durumda fakat suyu akmamaktadır.
Bibi. Konyalı, Üsküdar Tarihi, II, 62; Tanışık, İstanbul Çeşmeleri, II, 284-286; Çeçen, Üsküdar, 129-130; A. Egemen, istanbul'un Çeşme ve Sebilleri, ist., 1993, s. 279-280.
ENİS KARAKAYA
FAİK ESAD
(1873, istanbul- 1902, Malatya) Şair.
Ulemadan Paşmakçızade Zühdi Molla' mn oğludur. Özel öğrenim gördü. Gazetecilikle uğraştı. Edebiyat çevrelerinde daha çok şiirlerinde kullandığı "Andelib" mahlasıyla tanınır. Şiirde Muallim Naci'nin yanında yer alarak eski tarzı sürdürenlerdendi. Şiirleri, İrtika, Mektep ve Hazine-i Fünûn gibi dergilerde yayımlandı; bir ara da Mektep'in yöneticiliğini yaptı. Faik Esad dönemin bohem hayatının da örnek tiplerinden biridir. Onun portresini Ahmed Rasim, Muharrir, Şair, Edip (1924) adlı kitabında ayrıntılı olarak çizmiştir.
Faik Esad'ın Sabah-ı Hayatım (1890) adlı eseri hep eski tarz şiirleriyle mensur şiir diyebileceğimiz "Bir Sevdazedenin İlân-ı Muhabbeti" gibi yazılardan ve "Mü-nacaat", "Kıt'a" gibi münferit şiirlerden o-luşur. Gül Demetleri (1891), Faik Esad a-dıyla yayımlanmıştır. Kitap, birçok şiir ile Arapçadan çevrilmiş felsefi yazıları ve kendi nesirlerini toplamaktadır. Araplann Hi-kâyat-ı Şairânesi (1894), adından da anlaşılacağı gibi Arapçadan çevrilmiş aşk hikâyeleridir. Eser, "Andelib" adıyla yayımlanmıştır. Bir Demet Çiçek ise (1896), Andelib Faik Esad adıyla çıkmıştır. Hemen bütün şiirlerinde Divan şiiri geleneğini, şekil ve tema bakımından devam ettirmeye çalışmış gazel ve şarkıları, tahmisleriyle bu şiirin aşk ve tabiat temalarını işlemiştir.
Faik Esad edebi yönünden çok yaşamıyla bir dönemin gazeteci-edebiyatçı çevresinde iz bırakmıştır. Politik bir kişiliği olmamasına rağmen II. Abdülhamid'in hafiyelerinin elinden kurtulamamış, tahrirat müdürü olarak sürgün edildiği Malatya'da ölmüştür.
AYHAN DOĞAN
FAİK PAŞA
(1814, Syra Adası [bugün Yunanistan'da] - 19 Kasım 1866, istanbul) Eczacı.
Asıl adı Francesco Della Sudda'dır. "Fran-çesko Efendi", "Usta Françesko" olarak da tanınır. İtalyan asıllıdır. Yoksul bir ailenin çocuğuydu. Annesinin ölümü üzerine 1826' da İstanbul'a geldi ve bir yetimhaneye yerleştirildi. Bir süre bir eczanede çırak ve Maltepe Asker Hastanesi'nde eczacı yardımcısı olarak çalıştı. Daha sonra Mekteb-i Tıbbiye'nin eczacı sınıfına girdi ve 1844'te asker eczacı olarak diploma aldı.
Kınm Savaşı (1853-1856) sırasında Osmanlı, Fransız ve İngiliz orduları sağlık ku-
FAİK PAŞA
256
257
FÂRlSÜ'Ş-ŞİDYAK
Faik Paşa'nın açtığı Büyük Eczane'nin Leon
Fridman'ın işlettiği döneme ait bir zarfının yazılı bölümü. Turhan Baytop
Faik Paşa öğretim üyeliği yanında Harbiye Nezareti Ecza Deposu müdürlüğü, eczacılık müfettişliği ve saray eczanesi müdürlüğü gibi yüksek makamlarda da çalışmış ve 1887'de asker eczacıların alabilecekleri en yüksek derece olan, "ferik" rütbesini almıştır. Cemiyet-i Tıbbiye-i Şahane (Societe Imperiale de Medicine de Constantinople) üyesidir. Cemiyet-i Eczaciyan der Asitane-i Aliyye (Societe de Pharmacie de Constantinople) ve Osmanlı Hilal-i Ahmer (Kızılay) cemiyetlerinin kurucu üyesidir. 1867 Paris uluslararası sergisine yolladığı ilaç maddeleri koleksiyonu ve bunlar üzerinde yaptığı yayınlar nedeniyle "Legion d'Honneur" nişanı almıştır. Faik Paşa bilimsel araştırmaları ve yayınları ile Osmanlı eczacılığına katkılarda bulunmuş ve öncülük etmiş bir öğretim üyesi ve idarecidir.
BibL Baytop, Eczacılık, 150, 412; P. Apery, "S. E. Fayk Pacha G. Della Sudda", ReuueMedico-Pharmaceutigue, XXIII, 1910, s. 159.
TURHAN BAYTOP
FALAKA
Eskiden okullarda talebeyi, halk içinde kanunsuz harekette bulunanları herkesin önünde cezalandırmak için kullanılan dayak aracı.
Falaka cezasının uygulanması, "falaka-
ruluşlarmın ilaç ve tıbbi malzeme gereksinmelerini karşılamak için büyük bir gayret sarf etti. 1851 ve 1862 Londra, 1855 Paris ve 1863 istanbul uluslararası sergilerine Osmanlı ilaç koleksiyonları ile katılarak onur belgeleri ve madalyalar aldı.
Fait Paşa'ya eczacılık alanında yaptığı hizmetler nedeniyle "Ordu Merkez Eczanesi Müdürü", "Devlet Baş Eczacısı" ve 1859' da da "Paşa" unvanları verildi. Cemiyet-i Eczaciyan der Âsitane-i Aliyye (Societe de Pharmacie de Constantinople) ve Cemiyet-i Tıbbiye-i Şahane (Societe Imperiale de Medicine de Constantinople) derneklerinin kurucularından ve Societe de Pharmacie de Paris'in (bugünkü Academie Natio-nale de Pharmacie) ilk Osmanlı üyesidir.
1849'da Beyoğlu'nda (Pera Caddesi no. 159) açtığı "Büyük Eczane" (Grande Pharmacie Della Sudda) İstanbul'da açılan ilk eczanelerden biridir. Eczane ölümünden sonra oğlu Giorgio Della Sudda'ya ve daha sonra da bu kişinin damadı Leon Frid-man'a geçmiştir. 1880'lerde aynı aileden Eugene Della Sudda aynı cadde üzerinde (no. 298) bir eczane (Eczahane-i Ojen Del-lasudda) açmıştır.
Eugene Della Sudda'nın eczanesi 1920' lere kadar açık kalmıştır. 1930'larda Della Sudda ve Polivis Morphiadis aynı cadde üzerinde (no. 244) yeni bir eczane açmışlardır. Bu eczane 1940'lara kadar aynı yerde çalışmıştır. Bu şekilde "Della Sudda" a-dmı taşıyan eczanelerin Beyoğlu semtinde 100 yıla yakın bir ömürleri olmuştur.
TURHAN BAYTOP
FAİK PAŞA
(14 Aralık 1835, istanbul - 7 Ocak 1913, İstanbul) Eczacı.
Bir anonim
yazma eserde
kol teftişinde
yakalanan
suçlunun
falakaya
yatırılmasını
betimleyen
resim, 16. yy.
Viyana Ulusal
Kitapkğı
(cod. 8626)
Galeri Alfa
Asıl adı Giorgio Della Sudda'dır. Fran-cesco Della Sudda Faik Paşa'nın oğludur. Galata'da doğdu, ilköğrenimini Lazarist Fransız Okulu'nda (Saint Benoit, Bebek) yaptı. 1851'de Paris'e gitti. Sorbonne'dan bakalorya diploması aldıktan sonra girdiği Paris Yüksek Eczacılık Okulu'nu 1855' te bitirdi. Bir süre Paris'te kimya labora-tuvarlarında çalıştı, istanbul'a döndüğünde hemen binbaşı rütbesi ile Mekteb-i Tıb-biye-i Şâhâne'nin kimya ve fenn-i ispen-çi (galenik) hocalığına atandı, bu görevi yaş haddi nedeniyle emekliye ayrıldığı 1897'ye kadar sürdürmüştür.
ya yatırmak, falaka çekmek, falakaya yık1-mak" gibi deyimlerle adlandırılırdı. Falaka, 1,5 m uzunluğunda ve bilek kalınlığındaki sıngın bir ucundan diğer ucuna çift ip bağlanmak üzere meydana getirilirdi.
Falaka eskiden okullarda, çocukları cezalandırmak gayesiyle kullanılmıştır. Falaka, mahalle mekteplerinin en görünür yerine arma gibi asılırdı. Dayak yiyecek olanların ayakları, falakaya iyice sıkıştırıldıktan sonra falakanın bir ucunu sınıf çavuşu, öbür ucunu da başka bir talebe tutar, hocanın yardımcısı durumundaki, değnek destesini eline alır, hocanın uygun gördüğü değnekle vurmaya başlardı. Vurulacak sopa sayısı ise dayak atma yetkisine sahip olan kimsenin insafına kalmıştı. Suçun şekline göre falakanın uygulanışı ve sopa adedi değişebilirdi. Hafif suç işleyenler mestin üzerine, biraz daha ağır suç işleyenler çorap üzerine, ağır suç işleyenler yalınayak üzerine, çok ağır suç işleyenler ise ıslak yalınayak üzerine sopa yerlerdi. Falaka cezası uygulanırken daha çok kızılcık sopası kullanılırdı. II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) askeri okullarda uygulanan falaka cezası, âdeta bir tören niteliği taşırdı. Falaka, sadece okullarda dersini bilmeyenlere ya da yaramazlık yapanlara uygulanmaz, dışarıda anne babasına karşı bir kabahat işleyenler de bazen anne ve babaları tarafından okula getirilir ve hocaya rica edilerek falakaya yatırılırdı. Bazen okullarda topluca suç işleyen çocukların hepsi birden falakaya yatırılarak cezalandırılırdı. Bu şekilde verilen cezaya, "ayak birliği" denirdi.
Falaka, Tanzimat döneminde de ilk ve orta dereceli okullarda uygulanan bir ceza şekli olmuştur. Maarif Nizamnamesi'n-de değneğin cins ve nitelikleri belirtilmiş, falakanın acıtmadan vurulması öngörülmüşse de buna pek uyulmamıştır. II. Meşrutiyet döneminde falaka yasaklanmış, fakat taşra okullarında yine uygulanmıştır. Falaka cezası, Cunıhuriyet'in ilk yıllarına kadar sürmüştür.
Osmanlı döneminde mahalle içlerinde dolaşarak uygunsuz işler yapanları ceza-
landırma, çoğu zaman asesbaşının yetki-sindeydi. Falaka cezasının saray mensupları arasında da uygulandığı görülmektedir. IV. Mehmed (hd 1648-1687), 1664'te Yanbolu'da avlanırken saray kethüdasına kızarak 1.000 değnek vurdurmuş, 1672' de yine Enderun ağalarının bindikleri kayığın küreklerini çeken bir esirin kaçtığının duyulması üzerine dikkatsizliğinden dolayı, bostancıbaşıya 500 değnek vurulmasını emretmiştir.
Sadrazamlar, kola çıktıklan zaman, suçluları cezalandırmak için yanlarında falakacılar ve bir de falakacıbaşı bulundururlardı. Falakacılar kol teftişlerinde falakayla değnekleri sırtlarına asıp dolaşırlar, yakalanan uygunsuz kimseleri, sokak ortasında falakaya yatırarak cezalandırırdı. Falakaya en çok sarhoşlarla, ramazanlarda oruç yiyenler yatırılırlardı.
Falaka istanbul'da çarşılarda ve pazar yerlerinde denetim görevi yapan kadı, yeniçeri ağası, ihtisap ağası, sekbanbaşı ve subaşı gibi yetkililerin de başvurduklan bir cezalandırma yöntemiydi. Narhtan fazlasına erzak satan bakkallar ya da eksik ağırlıkta ekmek çıkaran fırıncılar, hileli terazi ya da kantar kullanan esnaf, temizliğe dikkat etmeyenler derhal dükkânının önüne yıkılarak komşularının ve kendi loncasından ileri gelen kimselerin gözü ö-nünde falakaya çekilirlerdi.
Falaka cezalarının uygulanılması edebiyatta da tiyatro, hikâye ve anı türünde e-serlerde ele alınmıştır. Çarşı ve pazarlarda uygulanan falaka cezalan, en güzel şekliyle Musahibzade Celal'in istanbul Efendisi adlı oyununda görülür: Eski yangın çivileriyle at nallayan nalbant Durmuş, pekmez küpünün içine fare düşüren bakkal Yuvan, istanbul efendisi Savleti Efendi tarafından falakaya yıkılır. Ahmed Rasim, Falaka adlı çocukluk anılarında, H. R. Gürpınar, "Eti Senin Kemiği Benim" adlı hikâyesinde eski eğitim sisteminde ceza aracı olan falakayı ve uygulanışını anlatırlar.
Bibi. H. Kodaman, "Falakalı Mektep", Yedi-gün, S. 399 (29 Teşrinievvel 1940), s. 12; S. N. Gerçek, "Eski ilk Mektep", Yedigün, S. 452 (3 İkinci Kânun 1941), s. 11; E. E. Talu, Dünden Hatıralar, İst., ty, s. 36; ay, "Falaka", Resimli Tarih, S. 38 (Şubat 1953), s. 2056-2058; î. A. Gövsa, "Falaka", Yedigün, S. 667 (16 Aralık 1945), s. 5; M. Aksel, istanbul'un Ortası, İst., 1977, s. 419; Büngül, Eski Eserler, I, 116; H. R. Gürpınar, Eti Senin Kemiği Benim, ist, 1981, s. 161-169; Ahmed Rasim, Falaka, İst., 1987, s. 109-115; Pakalm, Tarih Deyimleri, I, 586-587; "Falaka", ISTA, X, 5501-5503; "Falaka", IKSA, III, 1708.
UĞUR GÖKTAŞ
FALCILIK
Gelecekte meydana çıkabilecekler hakkında bilgi vermeyi meslek edinmiş kimselerin yaptığı iş. Bu işleme, "fal açmak", "fala bakmak", "fal çıkarmak" adı verilir. Gelecekten haber almak, talihini öğrenmek, sevgiliden haber alabilmek, kaybolan eşyaları bulmak için fala bakıldığı gibi uzun ve tehlikeli bir yolculuğa çıkılmadan önce, evdeki geçimsizlikler, kay-nana-gelin anlaşmazlıkları da değişik yön-
temlerle bakılan fal çeşitlerinin doğmasına yol açmıştır.
Eskiden beri fala bakmak için birçok usul denenmiştir. Bunların içinde en çok rağbet gören ise "kitap falı"dır. Kitap falı için Mevlânâ'nın Mesnevi, Yazıcızade Mehmed'in Muhammediye, Ahmed Mür-şidî'nin^Abmediye, Ahmed Bîcan'm En-varü'lÂşıkîn gibi dini nitelikli kitaplarına başvurulurdu.
Kuran da kitap falına bakmada sıkça kullanılırdı. Bunun için, herhangi bir sayfa açılıp yedi sayfa geriye gidilir ve ilk a-yetten bir anlam çıkarılmaya gayret edilirdi. Kitap falında divanlara başvurmak, Osmanlı aydınlarının çokça tercih ettikleri fal çeşitlerindendi.
El falında eldeki değişik şekiller ve çizgiler ömür, servet, aşk gibi kavramları ifadede sembolleştirilerek fal bakanın geleceği söylenirdi.
Bakla falı, günümüzde de görüldüğü gibi Çingeneler tarafından bakılan fal cinsidir. Bu fala, "kumalak" ismi verilmiştir. 41 bakla kullanılarak açılan bakla falında baklaların arasına birer tane kömür, şeker, kayataşı ve bozuk para konulurdu. Bu malzemeler, bir mendil içinde taşınır, fala bakılacağı zaman mendil açılarak içindekiler, gelişigüzel serpilir ve bu maddelerin aldıkları değişik şekillere göre fala bakılırdı. Çiçekçilik ve bohçacılık yapan Çingene kadınları, yan meslek olarak falcılık yaparlar ve girdikleri evlerden de çoğu zaman öteberi çalarlardı.
Remil, fal çeşitlerinin hemen hemen\ en eskisidir. "Ilm-i nücum" adı da verilen \ bu falın temelinde yıldız hareketleri bu- ; kanmaktadır. Remil bir fal cinsi olduğu gi- ; bi kaybolan eşyaların keşfedilmesinde de \ kullanılmıştır, ilk zamanlarda kum, daha ; sonraları kâğıt üzerine tatbik edilmiştir. • Remilde kullanılan nokta ve çizgilerden : oluşan 16 şeklin her biri sırasıyla bir burca ve gezegene ait olup, bunların ihtiva etti-ği şekillere dayanılarak gelecekle ilgili kehanetlerde bulunulurdu, istanbul'da Nuru-osmaniye ve Beşiktaş semtlerindeki zenci Arap şeyhleri bu falcılık çeşidiyle tanınmışlardı. Ayrıca, 16. yy Divan şairlerinden Zâtî'nin de iyi bir remilci olduğu bilinmektedir. Evliya Çelebi Seyahatname'de remilci esnafının 15 dükkânda 300 kişi olduğunu kaydeder.
Kahve falı, eski istanbul'da kafes arkasında hayatlarını geçirmekte olan kadınların en büyük eğlencelerinden biri olmuştur. Mahallelerde falcılığı ile ünlenmiş değişik kişiler de müşkil işleri olanların dertlerine kahve falıyla derman bulmaya çalışırlardı.
iskambil falına ise Rum, Ermeni gibi azınlıklarla daha çok ayaktakımına mensup kimseler bakardı. Bir zamanlar istanbul'da kuş falı çok rağbet gören fallardan olmuştur. Evlenecek çağa gelen bütün genç kızlar, muhakkak kuş falına baktırırlar-dı. Bu fal için isketekuşu kullanılırdı. Kuş falcıları, manicilere yazdırdıkları küçük fal kâğıtlarını bir tahta üzerine dizerler, müşteri geldiği zaman bu tahtayı kuşun ağzına doğru tutarlar, kuş bir kâğıdı çe-
Zonaro'nun bir resminde, bakla falına bakan Çingene, 18. yy sonu, 19. yy başı. Gözlem Yayıncılık Fotoğraf Arşivi
kip alır, bu kâğıt açılıp içindeki okunduğu zaman da fala ne çıktığı öğrenilirdi.
Bu falların dışında diğerlerine göre daha az rağbet gören çay falı, su falı, bıyık falı da istanbul halkının müracaat ettiği fal çeşitlerindendir.
istanbul'da falcıların yanında, hemen hemen aynı fonksiyonda bulunan "bakıcılar" da halledilmesinde güçlük görülen işlerde başvurulan kişilerdi. Bakıcılar, daha çok kaybolan ya da çalınmış mücevher, para gibi kıymetli şeylerin nerelerde bulunabileceğini haber verirlerdi. Kendilerine has birtakım tekerlemeleri okuduktan sonra gözlerini sabit bir yere dikerek kendilerine sorulanları cevaplandırırlardı.
Falcılık, büyücülük ve gaipten haber verme, 13 Aralık 1925 tarih ve 677 sayılı kanunla yasaklanmıştır.
Dostları ilə paylaş: |