AYDEDE
474
475
AYDINLATMA
ayazmaların bazıları ise: Çengelköy'de Ayia Anaryiri; Fener'de Ayia Anna; Kadı-köylü Ayia Eufemia'ya adanmış olan Fener, Beylerbeyi ve Heybeliada'daki ayazmalar; Ayia Katerina'ya ithaf edilen Kadıköy ve Moda'daki ayazmalar; Ayia Eudoksia'ya sunulan Langa'daki ayazmalar; Balat'ta Ayia Elisavia; Arnavut-köy, Yeniköy, Yeşilköy, Büyükdere ve Cevizli'de Ayia Fotini; Arnavutköy, Ki-reçburnu, Kadırga ve Paşabahçe'de Ayia Kiryaki; Kireçburnu, İstinye, Tarabya ve Fenerde Ayia Marina ayazmaları ile Ayia Paraskevi'ye ithaf edilen Arnavut-köy'deki iki ayazma; Baltalimam, Çıra-ğan, Büyükdere, Küplüce, Beykoz, Kadıköy, Edirnekapı (Hançerli Ayazma), Küçüksu, Kuruçeşme, Kasımpaşa, Kireçburnu, Küçükçekmece, Kartal, Merdi-venköy, Maltepe, Sütlüce, Yeşilköy, Se-faköy, Hasköy, Fener, Yeniköy, Kumka-pı, Büyükada ve Heybeliada'daki ayazmalar ile Mevlevihane Kapısı dışındaki Yılanlı Ayazma; Fener'de Ayia Teodosia; Süreyyapaşa ve Mevlevihane Kapısı dışındaki Ayia Trias ayazmalarıdır.
Bu ayazmalardan bir kısmı Hakkı Göktürk'ün listeyi hazırladığı tarihlerde (1947) yok olmuş durumdaydı. Bir kısmı da o tarihten sonra çeşitli nedenlerle günümüze ulaşamamıştır. Tehlike arz ettikleri için kapatılanlar, bina ve yol inşaatlarında ortadan kaldırılanlar dışında bir kısmı da özel konutların bahçe kuyusu haline sokulmuş, bir kısmı ise ayazma inancı olmayan Gregoryen mezhebinin kiliselerinin içinde kalmıştır (örneğin Balat Surp Hreşdagabet, Surp Kevork Ermeni kiliseleri). Ama ayazmalara karşı gösterilen saygı ve inancın eksilmediği, mevcut ayazmaların yalnızca Ortodokslar tarafından değil, Müslümanlarca da ziyaret edilerek, adaklar adanıp, dileklerde bulunulduğu görülmektedir.
Bibi. M. H. Bayrı, "İstanbul ilinde Yer Adları.- Bentler, Sukemerleri, Ayazmalar, Kaynaklar", TFA, 11/45 (Nisan 1953), s. 716-171; İSTA, III, 1505; Erdenen, Adalar, 67, 74, 92, 102,118; Eyice, Boğaziçi, 68-69, 109-110; İn-ciciyan, İstanbul, 118; Konyalı, Üsküdar Tarihi, II, 409-414, Müller-Wiener, Bildlexikon,
109, 302, 309, 497; Kömürciyan, İstanbul Tarihi, 172-173, 182-184; H. Tezcan, Topkapı Sarayı ve Çevresinin Bizans Devri Arkeolojisi, ist'., 198°9, s. 115-116; S. Eyice, "Ayazma", DİA. IV, 229-230.
ENiS KARAKAYA
AYDEDE
Kurtuluş Savaşı'na karşı çıkan en etkili mizah dergisi. İlk sayısı 2 Ocak 1922'de yayımlandı. Haftada iki defa çıkıyordu. Sahibi ve başyazarı İttihatçılara karşıtlı-ğıyla tanınan, onların iktidarında çeşitli baskılar altında bırakılıp sürgüne gönderilen Refik Halit (Karay)(^) idi. Refik Halit Mütareke döneminde, bir ara posta ve telgraf umum müdürlüğü yaptıktan sonra tekrar gazeteciliğe dönmüş ve Aydede'yi çıkarmaya başlamıştı.
Dönemin siyasal olayları içinde yoğrulan Refik Halit, İtilafçıların olumsuzluğuna da tanık olmuş, dergisinin ilk sayısında iki akımı da reddettiğini açıklamış; bunların bir devamı saydığı "milliciliği" de aynı mantıkla dışladığını kaydetmiştir. Aydede'nin, bu üç yola da hevessiz ve üçünün gidişinden de bezgin olarak, edebi, mizahi, yani nezih ve eğlenceli bir yol izleyeceğini, ne onu ne bunu ne ötekini benimseyip, her yolun kabahatini yüzüne vuracağını belirtmiştir.
Kurtuluş Savaşı döneminde, çözüm önermeden sadece eleştiriyi hedefleyen Aydede, yazar ve çizerlerinin kaliteli olmasına karşılık, ilkesi bulunmadığı için, İstanbul'daki sınırlı bir kesim dışında genellikle tepkiyle karşılanmıştır. Milli Mücadele'yi İttihatçılıkla özdeşleştirdiği için bütün yazı ve karikatürlerinde Kemalistler! eleştirmiştir. 30 Ağustostan sonra gazete Mustafa Kemal'e övgü yazı ve resimleri basmış, ama 9 Kasım 1922' de yayımına son vermiştir.
Yazarları arasında Orhan Seyfi (Or-hon), Halil Nihad (Boztepe), Fazıl Ah-med (Aykaç), Rıza Tevfik (Bölükbaşı), Osman Cemal (Kaygılı) gibi isimlere rastlanır. Karikatürist olarak, Rıfkı, Cem, Ramiz (Gökçe), Ratip Tahir (Burak) sayılabilir.
150'likler listesinde yer aldığı için
Aydede'nin 5 Ocak 1922 tarihli ikinci (solda) ve l Ekim 1949 tarihli son sayısının kapaklan. Nuri Akbayar koleksiyonu
yurtdışında yaşayan, 1938'de affedilince Türkiye'ye dönen Refik Halit, Aydede'yi ikinci kez 8 Mayıs 1948'de yayımlamaya başladı. Cemal Refik, Fikret Âdil, Semih Mümtaz, Melih Cevdet Anday, Fazıl Ah-med Aykaç, Ercümend Ekrem Talu gibi yazarlar ve Togo, Turhan Selçuk gibi karikatürcülerin katkısına rağmen, dergi fazla başarı sağlayamadı ve l Ekim 1949' daki 125. sayısında kapandı.
İSTANBUL
AYDINLATMA
Bizans Dönemi
Bizans'ın geç Roma dönemi sayılabilecek ilk yüzyıllarında aydınlatma, saray ve evlerde yağ lambaları ile sağlanıyordu. Yağ lambaları genelde seramikten yapılırdı. Maden ve camdan olanlarına da Roma döneminden bu yana rastlanır. Lambalar genellikle çanak biçiminde bir yağ deposu, içinden fitil çıkması için ona açılan küçük bir üst cidar, taşımak ya da asmak için kol ya da kulaklardan oluşur, genellikle kabartmalarla beze-nirdi. Kullanılan yağ genelde kükürtlü zeytinyağı idi. Fitil olarak da üstüpü ya da papirüs kullanılırdı.
Bütün Bizans ülkelerinde olduğu gibi, Konstantinopolis'te de, çanak şeklindeki yağ lambalarının yerini, 7. yy'dan sonra mum kandilleri (kerion, keros) aldı. Eparhos'un kitabında mumların balmumu ve zeytinyağı ile yapılması ve hayvan yağı kullanılmaması gerektiği yazılıdır. 7. yy'dan sonra mumculardan (keroularios) ve mum atölyelerinden (keropoleion) söz edilmeye başlandı. O dönemlerde sokakların aydınlatılması söz konusu değildi. Büyük alanların aydınlatılması için birbirine bağlanmış, bazen yanıcı yağlarla yağlanmış ve demet haline getirilmiş meşaleler kullanılıyordu. 5. yy'da Prefekt Kiros'un bazı ana-caddeleri aydınlattığı söylenir. II. Teodo-sios döneminde (408-450) Augusteion yakınındaki bazı dükkânların kandillerle aydınlatıldığı anlaşılıyor. Fakat bu uygulamalar uzun ömürlü olmamıştır.
Bizans ortaçağında mumcuların Cons-tantinus Forumu civarında çalıştıkları, 931'de çıkan bir yangında atölyelerinin yanmasından anlaşılıyor. Ayasofya'nın ise kendi mumhanesi vardı. Kuşkusuz sarayın da özel mumhanesi olmalıdır. Paskalya gibi merasimlerde renkli ve gösterişli mumlar kullanıldığı biliniyor. Bu geleneğin Osmanlılara miras kalıp sonradan daha da zenginleşmiş olduğu, Osmanlı dönemi kaynaklarında belgelenmiştir.
Kiliselerin aydınlatılması pratik olduğu kadar simgesel bir anlam da taşıyordu. Kiliselerin aydınlatılması için vakıflar . kurulmuştu. Hıristiyanlar için mum, ışık kaynağı olan İsa'yı simgeliyordu. Mum adamak Hıristiyanlıkta günümüzde de devam eden bir âdettir. İstanbul'da Müslümanlar da mezar ziyaretlerinde bu âdeti benimsemişlerdir. İslam geleneğine kandil ve buhurdanlık, kilise gelenekle-
rinden miras kalmıştır. Hıristiyanlar mezarlarda, ikonalar önünde ve kilisede ikonostais üzerinde mum dikerek, bugün de olduğu gibi, dilekte bulunurlardı. Kiliselerde kullanılan mumlu kandillerin değişik biçimleri vardı. Çok mumlu cam ve madeni avizelere (polikande-lon, polikandela) erken yüzyıllarda rastlanır. Kilise akarlarında döşemeye oturan büyük şamdanlar (kandelabra), çoğu kez gümüşten yapılan ajurlu lambalar (kaniskia) değişik kandil türleridir. Bunların hemen hepsi, bazen içine elektrik lambaları takılsa da günümüze kadar kullanılageldi. Bizans ortaçağı, yere konan büyük kandil ve şamdanları yeğlemişti. Kapıların, nişlerin, ikonaların iki yanlarına konan şamdanlar genel aydınlatma araçlarıydı. Kubbeli kiliselerde kubbeye asılan büyük polikandelalar vardı. Kilise çevresine, içine çok sayıda kandil alan fenerler asılırdı.
Osmanlı Dönemi
Fetihten (1453) sonraki aydınlatma araçları da Bizans döneminde kullanılanların aynısıydı. Bir bakıma çıra kandili diyebileceğimiz meşale, çıra ve başka kolay alev alan ağaçların taşındığı, demir bir sırığa bağlı ilkel bir aydınlatma aracıydı. Meşaleci, meşaleyi tutuşturan ve gezdiren, çoğu kez asker olan bir görevliydi. Ancak Osmanlı döneminde de temel aydınlatma aracı mumdu. Bunun Bizans döneminden farkı, yapımında zeytinyağı yerine hayvan yağı kullanılmasıdır. Mumun esas malzemesi içyağı ve balmumu idi. Birçok divan kaydında, kasapların, hattâ evinde koyun kesenlerin, yağları mumculara vermeleri emredilmiştir. Özellikle fetihten sonraki ilk yüzyıllarda İstanbul'da sürekli bir mum darlığı olduğu anlaşılıyor. Mumcular zimmi yani Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. II. Mehmed'in mum işleyenlerin zimmi olduğu ve ihtiyaçları olan yağın onlara verilmesi gerektiğini bildiren bir iradesi vardır. 17. yy'da bu gereği anımsatan bir divan kararını Ahmed Refik yayımlamıştır. Mumcular genellikle "kefere tayfasından" Rumlardı. Bunların işyerleri (mum kârhaneleri) çokluk Yedikule civarındaydı. İstanbul'un daha birçok yerinde de mumhaneler olduğunu biliyoruz. Örneğin 1575'te Nurbanu Sultan'ın Üsküdar'da yaptırdığı Şemhane'ye yağ sağlanmasına ilişkin bir divan kararı vardır. Mum üreten Rumlar yeniçerilere ve halka saptanmış fiyatlardan mum satarlardı. Sonraları yeniçeri kışlalarında kullanılan mumların, örneğin 18. yy'da, doğrudan kışlaların (odaların) mumcu kârhanele-rinde mumcu denilen askerler tarafından yapıldığı anlaşılıyor. Sarayın mumları ise saray mutfağında görevli mumcular (şemgerân-ı hassa) tarafından hazırlanıyordu. Çok büyük sayıda küçük ve büyük baş hayvan tüketen saray mutfağının bütün içyağları, gereken balmumu ile karıştırılarak, mum yapımında kullanılırdı. Fakat bu mumcuların atölyeleri saray dışındaydı. Ağa kârhanesi denen ve yeniçeri ağasına bağlı atölye-
lerdendi. Mumcuların kontrolünü şem-hane emini yapar, kontrol edilen mumlar damgalanırdı. Ancak bunun yaygın ve sürekli bir kontrol olduğu kuşkuludur. 19. yy'da, balina başından alınan yağla yapılan ispermeçet (Latince ve Yunanca "balina" anlamına gelen sözcük) mumu denilen mumlar içyağı ile yapılanların yerine geçtikten sonra, 1863' te Beykoz'da bir ispermeçet mumu fabrikası kuruldu. İhtisab Nezareti tarafından 1831'de çıkarılan bir narh listesinde şişe mumu, sade mum ve yerli mum olarak ayrılan üç tür mumun fiyatları okka başına 4 kuruş 15 para ile 3 kuruş 38 para arasında değişiyordu. Aynı listede, bir okka iyi un l kuruş, kelleşekeri 5 kuruş, bir okka beyazpeynir 2 kuruş 30 para idi.
Uzun yüzyıllar boyunca mum kullanımı, bu malzemeyi taşıyan değişik araçların yaratılmasına neden olmuş, değişik amaçlarla kullanılan mum için ilginç kandil ve lamba biçimleri ortaya çıkmıştı. Konutlarda mumlar kandil ve şamdanlara konurdu. Kandiller düz bir yüzeye oturan cam şişeler ya da zincirle asılan kap şeklinde fanuslar biçiminde yapılırdı. 16. yy'da yapılmış, her iki türe ait, yaldızlı, klasik bezemeli örnekler Topkapı Sarayı Müzesi'nde vardır. Top şeklinde madeni büyük ajurlu avizeler de özellikle sarayda kullanılmıştır. İstanbul'da ilk cam kandillerin; hamam, cami ve benzeri yerlere şişe işleyen sır-çacı fırınlarının Yahudilere ait olduğu ve bunların atölyelerinin Eyüp civarında bulunduğu biliniyor. Madeni şamdanlar da ufak profil farklarıyla cam kandillere benzerdi. Bazılarında yapıldıkları tarihler yazılıdır. 16. yy'dan sonra İstanbul' da üretilmişlerdi. İstanbul'da pirinç, bronz, gümüş, altın ya da tombak (cıvayla parlatılmış bakır) kandiller yapılırdı. Saraylar için bunların değerli taşlarla süslü olanları da üretilirdi. Osmanlı döneminin İznik işi klasik kandilleri de çini işçiliğinin ve klasik bezemenin büyük boyda ünlü örnekleri arasındadır. Son yüzyıllarda, zengin konutlarda ve saraylarda, büyük aynalı ve mermer kaplı konsolların iki yanlarında, değişik biçimlerde, renkli camdan bezemeli fanuslar taşıyan petrol lambaları, ev dekorasyonunun önemli öğeleri olmuştu.
Camilerde iki tür ışık kaynağı kullanılırdı: Birincisi, mihrabın iki yanındaki büyük şamdanlar; ikincisi, kubbeye zincirlerle asılmış, caminin asıl ışık kaynağı olan Bizans döneminin polikandelonu-na tekabül eden ve top kandil denen avize. Yukarıya asılı anlamına gelen Farsça avize sözcüğü büyük kandil karşılığı kullanılmıştır. Bazen insan boyunu geçen dev şamdanlar içine çapları 20-30 cm'yi bulan büyük mumlar konurdu. Top kandiller ise kubbeye asılan büyük bir madeni çember üzerine dizilmiş cam fanuslar içindeki mumlardan oluşuyordu. Asılan kandiller içinde daha çok bir vazoya benzeyen, gümüş, bakır ya da pirinçten yapılanları da vardı. Şamdan-
ların bir grubu, büyük bir kesik koni biçiminde yüksek bir kaidenin çanak oluşturan yüzeyi üzerindeki zengin profilli silindirik bir üst bölümden meydana gelirdi. Cami mihraplarında kullanılan başlıca tip buydu.
Bir başka tür şamdan, zengin profilli uzun çubuk biçimindeydi. Küçüklü büyüklü çubuk şamdanların bir lale motifi ile bitirilmeleri Lale Devri'nden sonra yaygınlaşmıştır. Altıgen ya da sekizgen piramidal bir kaide üzerine yivli küresel başlıkla biten delikli (ajurlu) cami lambaları da vardı. Bunlar Memluk geleneği uzantılarıydı. Bu temel biçimlerin dışında kalan, özel olarak üretilmiş gümüş şamdanlara ve lambalara her dönemde rastlanmıştır. Benzer biçimleri yineleyen seramik şamdanlar, kandiller ve lambalar, genelde İznik atölyelerinde karakteristik çini bezeme ve renkleriyle de üretilmiştir. Cam avizeler özellikle son yüzyıllarda Avrupa'dan ithal edilmişse de İstanbul'da yapılan avizeler de vardır. Beykoz Cam Fabrikası'nın "çeşm-i bülbül" tekniğinde yapılan çiçek motifleri ile süslü avizeleri, bunların en gözde olanlarıydı (bak. camcılık).
Fenerler bakır, bronz ya da gümüşten yapılan, camlı, taşınabilir kandillerdi. Tümüyle karanlık olan sokaklarda yatsı namazından sonra fenersiz dolaşmak IV. Murad döneminde (1623-1640) yasaklanmıştı. Yaygınlaştıktan sonra, madeni, pahalı fenerlerin yerini muşamba fenerler aldı. Bunların alt ve üst iki madeni parça arasında armonika gibi katlananları da vardı.
Vakfiyelerde camilerin aydınlatılmasında görevli olanlar ve yapacakları işler özenle belirtilmiştir. Fatih Vakfiye-si'nde cami için, "Kanadili zerrin ile ol kubbe-i simin evc-i letafette mah ü per-vindir" denir. Caminin aydınlatılması için "dört nefer suleha-i nurani mezahir-i saadet-i tevfik-i rabbani suruc ü kanadil huddamı olup evvel-i leylde ikad ve iş'al-i kanadile iştigale ikdam ve bade edai's-salat iftası ile ihtimam edüp..." denmiştir. Ayasofya'nın aydınlatma hizmetlerinin "Üç nefer merd-i salih siraci vehhaç" "gah lema-i nur ile şem-i mür-deyi ihya, gah nefha-i sur ile mahv ü ifna..." ederek yerine getirildiği anlatılmaktadır. Süleymaniye Camii'nde de sekiz "siraci" vardı.
Osmanlı döneminde sokakların aydınlatılması 19. yy'a kadar söz konusu değildi. Sadece gece bekçileri, ellerinde fenerlerle dolaşırlardı. Geceleyin sokağa çıkmanın da, o dönemler nadir olduğunu anımsamak gerekir. Sokağa fenersiz çıkmanın yasak edilmesinden, evlerin ve dükkânların önüne fener asılmasının istenmesinden sonra, sokakta fener kullanımı artmıştır. Cam fenerler genellikle kapı önüne asılmış sabit fenerlerdi.
Elde dolaştırılan fenerler ise özel olarak hazırlanmış muşamba bez ya da daha ucuz olarak kâğıttan yapılırdı. Muşamba fenercilerin en ünlü merkezi, Sü-leymaniye'de Tiryaki Çarşısı idi.
AYDINLATMA
476
477
AYDINLATMA
Toplumsal amaçlı aydınlatma, törenler, şenlikler, donanmalar, ramazan, bayram ve kandillerde ortaya çıkmış, yabancıları da yerliler gibi etkileyen ve hayran bırakan olağanüstü zengin, yaratıcı biçimlere bürünmüştür. "Şehrâyin" sözcüğü şehrin donanması anlamına kullanılmıştır. Mevlit ve regaip kandillerinde minarelere kandil asılmasının II. Selim döneminde (1566-1574) başladığı söylenir. Berat ve miraç kandillerinde de minareleri kandille süslemenin Ko-camustafapaşa Dergâhı Şeyhi Necmed-din Hasan Efendi'nin tavsiyesiyle, 1577" de III. Murad tarafından irade edildiği söylenir. Ramazan gecelerinde minarelerin aydınlatılması ise I. Ahmed döneminde (1603-1617) yaygınlaşmıştır. Ramazanda mahya kurmak törensel aydınlatmanın en önemli gösterilerinden biridir. Zengin bir geleneği ve tekniği olan mahyacılık Lale Devri'nden bu yana, mahya asılacak camilerin sayısının Damat ibrahim Paşa tarafından artırılmasından sonra gelişmiştir. Bayram günlerinde kandil asılması da Esma Sultan'ın 1725'teki doğum şenliklerinden sonra yaygınlaşmıştır.
Dini günlerde camilerin mahya ve kandillerle süslenmesi dışında ışığın törensel kullanımına daha da görkemli büyük şenlikler sırasında rastlanırdı. Büyük şenliklerde çok sayıda meşale ve kandil düzenlemeleri yapılırdı. Kandillerle mahya düzenlemek de sadece camilere özgü değildi. Denizde gemi direkleri arasında ya da yüksek yerlerde kandillerle resimler yapılır, yazılar yazılırdı. Böyle tören günlerinde kentin aydınlatılması olağanüstü boyutlara ulaşırdı. Petit la Croix 17. yy'da Boğaz'ın iki kıyısının da aydınlatıldığını söyler. Anlaşıldığına göre, ahşap direklerle yapılan hafif konstrüksiyonlara, iplerle çeşitli biçimler meydana getirecek şekilde kandiller asılıyordu. Bunlar makaralar aracılığı ile inip çıkıyor, çeşitli biçim olanakları yaratıyorlardı. Bu kandiller rüzgâra. karşı cam fanuslarla korunuyordu. Fanusun içine kaba yağ, su ve fitil olarak pamuk konuyordu.
Osmanlı tarihinde ışığın gösterilerde kullanımının doruğa çıktığı dönem Lale Devri'dir. Lale Çeragânı denen gösteriyi Muradgea d'Ohsonn anlatır. Çırağan Sa-rayı(->) bu gösterinin yapıldığı Boğaziçi Kasrı yerine sonradan yapılan saraydır. Işık, çiçek, kandil biçimleri, hareket eden objeler, üzerine konan kandiller, aynalar ve meşalelerle yaratılan ışık düzenleri Osmanlı döneminde etkili bir sanat haline dönüştürülmüştür. O dönemde, olağanüstü günlerde bütün kentte saraylar, kışlalar, yalılar, minareler on binlerce kandille donanırdı. Ne var ki, bu gösteriler havagazı ile aydınlatma başlayana kadar, kent sokaklarını karanlıktan kurtaramamıştır. Bu nedenle ramazan geceleri, daha aydınlık bir kent imgesi olarak folklorda özel bir yer tutmuştur. Ramazan gecelerinde daha aydınlık olan sokaklarda, halk elinde
fenerlerle gezintiye çıkardı. Ahmed Ra-sim, şair Sabit'in Ramazaniye'sinde, iftardan iftara dolaşan bir obur tipini çizer: Elde işkembe fener, arkada zenbil-i sahur / Gece faslında şikemhürelerindir meydan. Tarihi belgeler incelendiğinde şenliklerde görülen düzenlemelerin dana küçük boyutlarda günlük yaşama da yansıdığı anlaşılır. T. Gautier bir kahvehanenin ilginç aydınlatma düzenini şöyle anlatır: "Fitilli, yağ dolu kandiller kıvrımlı tellerle tavana asılıdır. Bu teller bir tür yay ödevi görür. Kahveci ara sıra kandillere dokununca kandiller, ışıktan bir bale gibi, inip, çıkar... Çizgilerini belirten birçok ışıkla süslü telden yapılmış gemi biçimindeki bir avize de bu garip ışıklandırmayı tamamlar."
Işığın simgeselliği Bizans kültüründe olduğu kadar Osmanlı kültüründe de geçerlidir. Dini yapıların, türbelerin aydınlatılması, adaklar, karakteristik göstergelerdir. Bektaşî tekkelerinde on iki köşeli kandiller (şebçırağ). On iki tmam için yakılırdı. "Kandil" sözcüğü günlük yaşamın pratik sözlüğünde, folklorda ve argoda olduğu kadar, simgesel ve şiirsel kavram ve sözlükte de ışıkla ilgili olarak büyük yer tutar. Mehmet Akif'in Çanakkale şehitleri için yazdığı şiirde şehitlerin mezarı üzerine astığı avize, Yedi Kandilli Süreyya, Boğa Burcu içinde yedi yıldızdan oluşan Ülker grubunu simgeleyen bir metafordur.
Bibi. "Lighting", "Lamps"; Dictionary of Byzantium, II; L. Bouras, "Byzantine Lighting Devices", Jahrbuch der Österreichischen Byzantinistik, 32/3 O982), s. 479-91; Bün-gül, Eski Eserler; And, Şenlikler, 101-121, d'Ohsonn, Tableau.
DOĞAN KUBAN
Tanzimat Dönemi
Osmanlı döneminde sokakların düzenli aydınlatılması ilk kez Tanzimat sonrasında gündeme geldi. Kent önce gazyağı, ardından havagazı ve nihayet elektrikle aydınlatıldı.
Sokakların petrol lambasıyla aydınlatılmasından önce, geceleri ender de olsa sokağa çıkıldığında fenerle dolaşılır-dı. Fenersiz sokağa çıkmak yasaktı. Devriye memurları fenersiz gezenleri karakola çekerdi. Fenerler muşamba ya da kâğıttan yapılırdı.
Tanzimat'la birlikte kent hizmetleri önem kazandı. Batı'mn çağdaş kent olgusu Osmanlı'yı da benzer önlemler almaya sevk etti. 1847'de yayımlanan bir resmi bildiride geceleri sokakların aydınlatılmasının "mamuriyet ve medeniyet" eseri olduğu belirtilerek çarşıda dükkânların önlerine kandil asılması gereği vurgulandı. Arzu edenler evlerinin önüne de kandil asabileceklerdi. Bir süre sonra, Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye kararı üzerine, bundan böyle memur ve bendegân hane ve yalıları önlerinde tüm yıl boyunca birer veya ikişer kandil yakmaya mecbur tutuldular. Halk arasında da bu usulü benimseyenlerin hükümet nezdinde takdir görecekleri kaydediliyordu. Ayrıca şehremanetinden
esnaf kethüdalarına yapılan tenbihle, aralarında hane bulunmayan dükkân sahiplerinin masrafım kendileri karşılamak üzere kırk-elli adım aralıkla kandil yakmaları gerekiyordu. Fenerlerin tek tip olması için zaptiye yerel zabıtaya birer örnek göndermişti.
Böylece sokaklarda kandil veya fener yakılması âdet haline geldi. Yüksek rütbeli memurlar ve zengin kimseler evlerinin önlerini kandillerle süslediler. Geceleri çarşı bekçileri fenerleriyle dolaşır, dükkânların kandillerini denetlerlerdi. Bu uygulamaya rağmen, gazyağı dönemine kadar kenti karanlıktan kurtarmak mümkün olamadı. Geceleri sokakta dolaşmak tehlikeli addedildi.
Petrol 1850'lerin sonlarına doğru ABD'de Pennsylvania'da keşfedilmiş ve kısa sürede Avrupa'da kullanılmaya başlanmıştı. Osmanlı'ya da ticari mal olarak gecikmeden geldi. Başlangıçta İstanbul'a yerleşmiş yabancılar ve hali vakti yerinde olan yerli halk tarafından kullanıldı. Petrolden önce, iç mekân aydınlatma aracı olarak varlıklı kesim balmumu, fakirler yağmumu ya da zeytinyağı, hattâ yerine ve bolluğuna göre sadeyağ kullanıyorlardı. Petrol zeytinyağı kandilleriyle mumlara oranla daha fazla ışık veriyordu. Bu nedenle, kısa sürede, ülkeye tenekelerle çok miktarda gazyağı ithal edildi. Bir süre sonra biriken tenekeler Osmanlı'da tahıl ölçü birimi o-larak kullanılmaya başlandı.
Petrol beraberinde depolama sorununu getirdi. İstanbul'daki yapıların büyük çoğunluğunun ahşap oluşu nedeniyle, zaten eksik olmayan yangın tehlikesini artırmamak için şehir dışında depolar kurularak oralarda gaz depolanması uygun görüldü. Önceleri petrole sulu gaz deniyordu. Zamanla bu tabir değişti, gazyağı denmeye başladı. Romanya'nın ardından Çarlık Rusyası'ndan da petrol getirildiğinde, halk arasında Romen gazına oranla daha vasıflı olan Rusya kaynaklı petrole Batum gazı adı verildi.
O zamanlar sokakların aydınlatılması kentin güvenliğiyle ilgili bir sorun olarak görülüyordu. Hers adında yabancı bir müteahhit 1864'te dönemin güvenlik işlerine bakan en yüksek mercii olan Bâb-ı Zaptiye Nezareti'ne başvurarak sokakları gazyağıyla aydınlatma imtiyazını aldı. Görüşmeler sonucu teklif uygun görülmüş ve yapılan anlaşma gereğince müteahhit firma, İstanbul, Üsküdar ile Boğaziçi ve Marmara kıyılarındaki köylerin aydınlatılmasını taahhüt etmişti.
Müteahhide her ay için lamba başına 22,5 kuruş ödenecek, gaz lambalarının yerleri Zaptiye Nezareti tarafından tespit edilecekti. Fenerler yaz ve kış, güneşin batmasından sonra yakılacak, güneş doğuncaya kadar yanık kalacaktı. Fenerlerle gaz lambalarını mahalli idare sağlayacak; bu fenerlerin yakılmasına, sön-dürülmesine ve bakımına müteahhit firmanın adamları memur edilecekti.
Fenerlerin işler bir halde bulundurulmasına, tamirine, kırılan lambaların ye-
Aydınlatmada kullanılan araçlardan bazı örnekler.
/. sıra: Ahmet Kuzik, Aydınlatma ve Isıtma Araçları Müzesi (2, 4 ve 5), Nazım Timuroğu (orta); II. sıra: Aydınlatma ve Isıtma Araçlan Müzesi,
Hazım Okureı; Ahmet Kuzik (3, 4 ve 5); III. sıra: Hazım Okuret; Tahsin Aydoğmug, Elif Erim/TETTV Arşivi;
IV. sıra: Elif Erim/TETTV Arşivi, Hazım Ohurer (oıta ve sağ)
L
AYDINLATMA
478
479
AYDINLATMA
nilenmesine ait giderler, müteahhit tarafından ödenecekti. Müteahhit, masrafı kendisi tarafından karşılanmak üzere uygun yerlerde gaz ambarları kuracaktı. Her mahallenin sokaklarında yakılan gaz bedeli, zaptiye idaresi tarafından, mahalle imam ve muhtarları eliyle her ay halktan tahsil edilecekti. 1877'de gaz bedellerinin tahsili "tenviriye resmi" a-dıyla belediyelere verildi.
Sonraları İstanbul dışında diğer kentlerde de sokaklar petrol lambalarıyla aydınlatılmaya başlandı. Bu nedenle belediyeler "gazhane" adıyla petrol tenekelerini muhafaza etmek için depolar açma gereği duydular, istanbul'da en büyük petrol ambarları şehremanetinin Çubuklu depolarıydı.
Batı'da havagazı, yani madenkömü-ründen gaz üretimi 1812'de bulundu. İlk olarak 1813'te, Londra, havagazıyla aydınlatılmaya başlandı. Onu Paris ve diğer Batı kentleri izledi. Osmanlı topraklarında ise havagazı Abdülmecid döneminde (1839-1861) Dolmabahçe Sara-yı'nın yapımıyla gündeme geldi. Sarayın aydınlatılması için yakın bir mekânda bir gazhane kurulması gereği doğmuş, bu nedenle Dolmabahçe Gazhanesi inşa edilmişti. Daha sonra Beylerbeyi Sarayı inşa ettirildiği sırada, Kuzguncuk'ta dere içinde ikinci bir gazhane kuruldu.
Her iki gazhane de başlangıçta sarayın aydınlatılması için yapılmışsa da bir süre sonra saray dışına da hizmet götürdü. Gazhaneler 1856'da, özellikle sokak aydınlatması için saray dışına gaz vermeye başladılar. İlk aydınlatılan cadde, Beyoğlu'nda bugün İstiklal Caddesi ile Galip Dede Caddesi'ni kapsayan eskinin Cadde-i Kebir'idir.
İstanbul suriçinin aydınlatılması ise ancak II. Abdülhamid döneminde gerçekleşti. 1880'de Yedikule Gazhanesi inşa edilerek kentin bu kesimi de havagazıyla aydınlatılmaya başlandı.
1891'de Georgy isminde bir Fransız mühendise 50 yıl süreyle Kadıköy, Üsküdar ve 8. Daire-i Belediye sınırlarına kadar olan yörelerin madenkömürün-den üretilen gaz ile aydınlatılma ve ısıtılma imtiyazı verildi. Böylece Kadıköy Gaz Şirketi de faaliyete geçmiş oldu.
Elektrik alanında 19. yy'm ilk yarısında önemli gelişmeler sağlanmışsa da elektriğin aydınlatmada kullanılması için yüzyılın sonunu beklemek gerekiyordu. Paris'te havagazı aydınlatması 1838'de başladı; 1878'den sonra elektrik ile aydınlatmaya geçildi.
Elektriğin Osmanlı payitahtına gelişinin gecikmesini, şehremaneti mektupçusu Osman Nuri (Ergin) de dahil birçok yazar II. Abdülhamid'in istibdatma ve güvenlik kaygısına bağlar. Hattâ devlet, Şam, Selanik gibi diğer kentlerde elektrik donanımına izin verdiği halde İstanbul'da elektrik kullanımına geçilememiş, bu nedenle tramvaylar da elektrik gücüyle işletilememişti.
II. Meşrutiyetle (1908) birlikte elektrik fobisi kalktı. Ancak İstanbul'da
elektrik imtiyazının verilmesini tramvay ve gaz şirketlerinin imtiyazlarıyla bağdaştırmak güçtü. Sorun, görüşmeler sonucu çözüldü ve merkezi Peşte'de bulunan Ganz Elektrik Anonim Şirketi'ne 50 yıl için Rumeli cihetinde 1. ile 12. daireler sınırları içinde elektrik dağıtımı imtiyazı verildi. Sözleşme gereği elektrik donanımı Haziran 1913'te tamamlanacaktı. Ancak Silahtarağa'da yapımına başlanan santral, Balkan Savaşı nedeniyle bir süre aksadı. Öte yandan 28 Eylül
1913 günü İstanbul'u sel bastı ve santral
binası önemli ölçüde hasar gördü.
Sözleşme gereği 3.000 kw'lık (kilovat) bir merkez fabrikası kurulacak ve imtiyaz süresince şehremaneti adına 600 genel aydınlatma lambası konacaktı. 24.000 paydan oluşan 12 milyon frank (528.000 lira) sermaye ile şirket kurulmuş ve Silahtarağa Elektrik Santralı 14 Şubat 1914'te faaliyete geçmişti. Santral işletmeye alındıktan sonra pay senetleri tümüyle Belçika'dan Sofina müessesesine devredilmiş, böylece Ganz ismi ortadan kalkarak yerini Sofi-na'ya bırakmıştı.
Santral her biri beşer bin kilovatlık üç türbojeneratör grubu ile saatte 12-13.000 kg buhar verecek altı kazanla donatılmıştı. 1921'de bu üç türbin grubuna, yeni bir makine dairesi de inşa edilerek, 12.000 kw'lık bir türboalterna-tör ile saatte 12.000 kg buhar veren iki kazan daha eklenmişti.
İstanbul'da öncelikle tramvaylara elektrik verildi. Balkan Savaşı nedeniyle, tramvay kumpanyasının çekim gücü olan atlara ordu tarafından el konmuş, elektrik tek seçenek olarak kalmıştı. Ardından özel tesisata da akım verildi.
1914 sonunda şebeke uzunluğu 258.320
m, indirici merkez adedi 60 ve müşteri
toplamı 2.055'ti.
İstanbul'da elektrik 1914'te üretilmiş-se de sokakların elektrikle aydınlatılmasına ancak 1920'de başlanabildi. Gaz ve elektrik şirketlerine ayrıcalık verildiği sırada sözleşmelere sokakların belediye adına ve hesabına parasız fenerle donatılması konmuştu.
Nitekim Dersaadet Gaz Şirketi belediye hesabına parasız 200 fener yakmakla yükümlüydü. I. Dünya Savaşı öncesi İstanbul sokaklarına sözleşme gereği 3.943 fener konmuştu.
Dolmabahçe Gazhanesi'nce de şehremaneti hesabına parasız 200 fener yaktı-rılması sözleşmeye alınmış, Üsküdar ve Kadıköy Gaz Şirketi de sokaklara 2.989 fener koymuştu. Bunların 70 adedi parasız, diğerleri bedel karşılığıydı. Fitillerin değişimi ve şişelerin bakımı dahil fenerlerin yakılması şehremanetine ayda 85 ile 90.000 kuruş dolayında bir meblağa mal oluyordu. Şirketin imtiyazı 25 Temmuz 1920 tarihinde 50 yıl uzatılırken bedelsiz fener adedi 100'e çıkarıldı.
Şehremaneti, elektrik şirketiyle sözleşme yaparken bedelsiz 12 amperlik 600 adet ark lambası asılması şart koşulmuştu. 600 lambadan 300'ünün her biri
yılda 4.000 saat, diğer 300'ünün her biri yılda 2.000 saat yakılacaktı. Diğer bir deyişle yarısı sabaha kadar, diğer yarısı gece yarısına kadar yakılacaktı.
Yabancı şirketlerle yapılan bu tür sözleşmelere konan aydınlatma maddeleri yeterince işletilemedi. Yukarıda belirtildiği gibi elektrik şirketi ancak 1920' den itibaren kenti aydınlattı. Yedikule Gazhanesi savaş yıllarında ordunun fabrikayı tahrip ettiği gerekçesiyle işlemedi. Dolmabahçe Gazhanesi ise yeni sözleşmeyi savaş ve işgal yıllarında uzun süre uygulamaya koymadı.
I. Dünya Savaşı başladığında Yedikule Gazhanesi'nce Beyazıt ve Fatih dairelerinde 4.000; Tophane Gazhanesi'nce Beyoğlu ve kısmen Yeniköy dairesi dahilinde 1.966 ve Kadıköy Gazhanesi'nce Üsküdar, Kadıköy ve kısmen Hisar daireleri sokaklarında 2.776 fener yakılmaktaydı. Üç gazhanenin beslediği toplam fener adedi 8.742 idi. Yine savaş öncesi belediye daireleri dahilinde 2.316 petrol, 277 ark lambası (lüks) yakılmakta idi.
Durum 1920'de de farklı değildi. Elektrikle aydınlatma başlamadan önce İstanbul ve Bilâd-ı Selase diye bilinen Üsküdar, Galata-Beyoğlu ve Eyüp semtleri toplam 8.747 lambayla donatılmıştı. Bu sayıyla ancak İstanbul'un birinci ve ikinci derecedeki sokakları geceleyin aydınlatılıyordu. Osman Nuri Ergin'in tahminine göre kentin gereği gibi aydınlatılması için yirmi-otuz bin sokak fenerine ihtiyaç vardı.
Cumhuriyet Dönemi
17 Haziran 1923'te Sofina, Ankara hükümetiyle yeni bir sözleşme yapmış, o güne kadar sağladığı hak ve çıkarları hükümete kabul ve tasdik ettirmişti. Fabrika ve şebekede yapılacak tevsiata karşılık olmak üzere kuruluş sermayesini de 12 milyon franktan 30 milyon franga (1.320.000 Türk Lirası) çıkarmıştı. Aynı yıl fabrikadaki türbojeneratörler-den biri sökülerek yerine 10.000 kw takatinde yeni bir türbin konmuştu.
Şebeke Büyükdere ve Bakırköy'e kadar uzatılmış, indirici merkezi sayısı 152'ye, şebeke uzunluğu 265 km'ye ve müşteri sayısı 30.228'e çıkmıştı.
Cumhuriyet'in ilk yılında aydınlatmada kullanılan havagazı, petrol ve lüks lambalarının sayıları sırasıyla 1.345, 250 ve 66'ya düştü. Buna karşılık 1.228 elektrik lambası kondu. Bu lambaların 323'ü 1.500 mumluk ve 905'i 250 mumluktu. Beyazıt, Beyoğlu, Yeniköy ve Makriköy (Bakırköy) tümüyle elektrikle aydınlatılmıştı. Bu dairelerdeki ampul sayıları sırasıyla; 196, 538, 75 ve 40 idi. Fatih Dairesi de hemen hemen tümüyle elektriklendirilmişti. 7 lüks radyum lambasına karşılık 188 elektrik lambasına sahipti. Üsküdar ve Adalar hâlâ havagazı kullanıyordu. Bu dairelerde sırasıyla 371 ve 719 havagazı lambası vardı. Hisar ise 250 petrol lambası ve 245 havagazı lambasıyla aydınlatılıyordu.
Dolmabahçe Gazhanesi. Am Güler, 1950'ler
1924'te Kadıköy Gaz Şirketi hükümetle yeni bir anlaşma yaparak geriye kalan imtiyaz müddetini yeniden 50 yıl uzattı. Bu arada Kadıköy ve havalisinin elektrik imtiyazı da bu şirkete verildi ve şirketin adı Kadıköy Elektrik ve Havagazı Kumpanyası (Satgazel) oldu.
I. Dünya Savaşı'nda faaliyetini tatil eden Yedikule Gazhanesi de Satgazel tarafından devralındı. Şirket bir süre elektrik şirketinden satın aldığı elektriği Anadolu cihetinde şebeke tesisi ile satmaya devam etti. Ancak faaliyetini daha fazla devam ettiremeyerek imtiyaz ve tesisatını 1931'de Sofina Şirketi'ne sattı.
Cumhuriyet ertesi, kentin yıllardır süregelen ekonomik durgunluğu giderek son bulmuş, sanayi faaliyetleri, atölyeler, imalathaneler ve fabrikalar kurulmaya başlamış, sınırlı da olsa nüfus artışıyla kentte bina yapımı artmıştı. Elektrik tüketiminin sürekli artışı karşısında, Eylül 1926'da Sofina Şirketi hükümetle yeni bir sözleşme yaparak imtiyaz müddetini 1993'e kadar uzattı; sermayesini 56 milyon İsviçre Frangı'na, buna karşılık yeni bir türboalternatör ile fabrikanın üretim gücünü 47.000 kw'a çıkardı. Arnavutköy-Vaniköy arasında denizaltı-na döşenen kablo ile elektrik enerjisi Anadolu yakasına da verildi. Şirket 1927' de Silahtarağa-Yedikule yüksek gerilim havai hattını kurdu ve buna karşılık sermayesini 60 milyon İsviçre Frangı'na yükselti.
21 Nisan 1931'de yapılan bir sözleşme ile Kadıköy Elektrik ve Havagazı Kumpanyası (Satgazel) şirketçe 2.785.500 isviçre Frangı'na satın alındı; böylece
şirketin faaliyet alanı Pendik'ten Adalar ve Karadeniz Boğazı'na kadar genişledi. Yapılan takviye neticesinde fabrikanın elektrik üretim kudreti 65.000 kw'a yükseltildi.
Ancak 1931-1937 arası dünya buhranı ve Türkiye'nin izlediği para politikası nedeniyle Sofina dış borçlarını ödeye-medi; bu nedenle de taahhütlerinin bir kısmını yerine getiremedi. Var olan tesisler ufak tefek tamiratla sürdürülmeye çalışıldı. Sözleşme hükümlerinin yerine getirilmediğini gören hükümet şirketin donanımını satın almaya karar verdi ve görüşmeler sonucu 31 Aralık 1937 günü tüm mal varlığı ve tesisat 11.500.000 lira bedel karşılığı ve yüzde 5 faizle 20 yılda ödenmek koşuluyla satın alındı.
Elektrik şirketi devralındığı tarihte fabrikada 65.000 kw gücünde 5 muhtelif grup ve 40.0000 kw gücünde buhar veren 12 kazan bulunuyordu. 345 km yeraltı kablosu, 12 km denizaltı kablosu ve 53 km yüksek gerilim şekebesi; 409 km yeraltı ve 478 km alçak gerilim şebekesi ve ayrıca 55 km pilot kablosu ve nihayet 301 indirici merkezi, 422 transformatör ve 3.669 genel ışık lambası vardı. Müşteri sayısı 107.156 ışık ve 4.618 sınai tatbikat olmak üzere 111.774 abone idi.
l Ocak 1938 günlü ve 3480 sayılı yasayla hükümetçe satın alınarak Nafıa Ve-kâleti'ne bağlı İstanbul Elektrik İşleri Umum Müdürlüğü kuruldu. Bir süre bu şekilde yönetildikten sonra 16 Haziran 1939 gün ve 3645 sayılı kanunla belediyeye devredildi. İşletmenin aynı yıl ürettiği elektrik 145.245.515 kw/saat; şebeke
uzunluğu 1.402 km; indirici merkezi sayısı 319 ve abone sayısı 123.781 idi.
İETT(-0 (İstanbul Elektrik, Tramvay ve Tünel İşletmeleri) 16 Haziran 1939 gün ve 3645 sayılı yasayla tüzel kişiliği olan ve İstanbul Belediye Reisliği'ne bağlı bir umum müdürlük olarak kuruldu. Havagazı şirketi 1945'te satın alındı ve İETT bünyesinde yer aldı. İdare gelirleriyle kurulmuş olan otobüs ve tro-leybüs işletmeleri ile birlikte İstanbul'un en önemli altı kamu hizmeti İETT bünyesinde toplanmış oldu. İETT İşletmeleri Umum Müdürlüğü elektrik ve havagazı üretecek ve dağıtacak; kent içi otobüs, troleybüs ve tramvay-tünel yolcu taşımacılığı yapacaktı.
İstanbul günden güne genişliyor, sınai faaliyet yoğunlaşıyordu. Kentin elektrik enerjisine olan ihtiyacı her geçen gün artıyordu. Sofina'dan devralınan ve amortisman süresini çoktan doldurmuş bulunan eski tesisatın bakımdan geçirilmesi, yenilenmesi ve tevsii gerekiyordu. Bu nedenle yönetim 5 yıllık bir ıslahat programı hazırladı.
Bu program gereğince önce fabrikanın üretim gücünü artırmak gerekiyordu. Bu amaçla 1939'da Almanya'ya saatte 12.000 kw gücünde gelişmiş iki adet kazan sipariş edildi. Aynı zamanda 1.000 m2 genişliğinde ve l m kalınlığında betonarme bir radye üzerine kazan dairesi yapıldı. II. Dünya Savaşı'na rağmen kısa sürede getirilen ve bina ile birlikte bir milyon liraya mal olan yeni kazanlar, yönetimin belediyeye devrinin ilk yıldönümünde, yani 17 Haziran 1940' ta hizmete alındı.
Dostları ilə paylaş: |