AYVAZLAR
Batılılaşma döneminde İstanbul'da konak yaşamının bir tipidir. Avrupa mali-kânelerindeki "servant'la hizmet benzerliği olan ayvaz, 18. yy'da yaşama katıldı. 20. yy başında ise ayvaz istihdamı, yaşam koşullarının değişimiyle sona erdi. Boğaziçi sarayları ile Osmanlı hanedanı mensuplarının köşklerindeki ayvazlara ise "saraydar" deniyordu.
"İşe koyulmuş, hazır bekleyen" anlamına gelen ayvaz, çoğu Van yöresinden gelen ve konaklarda çalışma olanağı bulan Ermeni gençlerine deniyordu. Aynı yörelerden gelen Kürtlerden de ay-vazlık edenler olurdu. Bunların özellikleri güçlü kuvvetli oluşları ve insan gücüne dayalı işlerdeki becerileriydi. İstanbul'da iş bulmak, belirli yörelerden olmaya ve aranılan yetenekleri taşımaya bağlıydı. Bu nedenle Van yöresinden gelenler de aynı işi yapan hemşerileri-nin aracılığı ile ayvaz olmaktaydılar.
İstanbul saray ve konaklarında ne zamandan beri ayvaz istihdam edildiğine ilişkin kesin bilgiler yoktur. Fakat kuşkusuz olan, Batı'ya açılışla birlikte yazın sayfiyeye, kışın kentteki konaklara taşınmanın ve konaklar arası ilişkilerin artmasının yeni istihdamları gerektirdiği, ayvaz istihdamının da bu süreçte yaygınlaştığıdır. Orta düzeydeki bir İstanbul konağında haremde bir "bacı", selamlıkta da bir ayvazın yardımı aileye yeterken büyük ve kalabalık konaklarla saray ve sahilhanelerde, kâhya ya da vekilharcın yönetiminde iki-üç ayvaz bulunduğu olurdu. Tek olan ayvaz, konağın kâhyalığını, vekilharçlığını da çoğu kez yüklenirdi. Ayvaz istihdamının bir nedeni de selamlık-harem ilişkilerindeki gelişmeydi. Konakların bu iki ayrı dünyasının giderek yakınlaşması, kaç-göç kaygılarının azalması ile ayvazlar da her iki tarafın en çok aranan ve işe koşulan hizmetçileri oldular. Fakat II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918) İstanbul'un yaşadığı kıtlık ve yokluk, eski varlıklı aileleri de etkilediğinden, ayvaz, yanaşma, bahçıvan, aşçı vb istihdamı olanağı da sona erdi. Bununla birlikte resmi dairelerde özellikle de Hariciye Nezareti'nde makam odalarının temizlik ve tertibinden sorumlu, ayvaz denen özel giyimli hademeler Osmanlı Devle-ti'nin yıkılışına değin istihdam edildi.
Osmanlı hanedan saraylarında ise mutfaklarda pişen yemekleri feriye dairelerine, dağıtılması gereken diğer yerlere tablalarla götüren hizmetlilere de ayvaz veya saraydar deniyordu.
Köşk, konak, yalı ve sahilhanelerde-ki ayvazlar, kapı bekçiliği, geleni karşılama, oda kapısında emre hazır bekleme, dönme dolaptan veya mutfaktan yemek servisi yapma, tablayla yemek götürme, lambaları, avizeleri hazırlama, ocakları yakma, ateşi mangallara tevzi etme, odun kırma ve taşıma, hamam yakma, su taşıma, çarşı pazar işlerine bakma, gerektiğinde kayıkçılık etme vb
Saray mutfaklarından şehzade ve sultan dairelerine yemek servisi yapan ayvaz. Elbise-i Osmaniye, Dersaadet LAM Kütüphanesi
gibi büyük bir evin ve kalabalık bir eski zaman ailesinin pek çok ağır işlerini sabahın erken saatlerinden başlayarak yaparlardı. Daha ileri giderek ayvaza mutfak işleri veren, sebze ayıklatan, bulaşık yıkatan, çocuk baktırtan, hayvan otlatan aileler de vardı. Bu yüzden hizmet sınıfı içinde en bakımsız, üstü başı kirli, yorgun ve çilekeş olanlar ayvazlardı. Bu kadar yorulmalarına karşılık düşük düzeyde aylık ya da yıllık ücret alırlar, bununla memleketlerindeki ailelerinin geçimim sağlamaya çalışırlar; kendileri ise yanaştıkları ailenin himayesinde barınır ve geçinirlerdi. Eski bir İstanbul halk destanında geçen "Dangul dungul bitli ayvaz mı desem / Hamam külhanında haylaz mı desem", "Gözleri güzelmiş yüzü maskara / El ayak düzgünmüş ama kapkara", "Bir çuval sabunla ağarmaz eti / Kaşlarında oynar cambazdır biti" vb dizeler, ayvazların perişan durumunu anlatır. Bunlara yatıp kalkmaları için de konağın müştemilatından eski bir yer ya da mutfağa, ahıra, ambara bitişik bir oda gösterilirdi. Buraya ayvaz evi veya ayvaz odası denirdi.
Çalıştırılan personelin kılık kıyafetine, temizliğine özen gösterilen konaklarda ise ayvazlar için ortak kıyafet, kalıpsız fes, buna sarılı ve hem Ermeni hem de ayvaz olduklarının işareti mor veya mavi puşi, tülbent ya da yemeni,
sırtlarında salta yahut omuzdan iliklenen kapalı yelek, siyah şalvar, kaba kundura, renkli ve desenli çorap, bellerinde de siyah kuşaktı. Siyah giysi, kir göstermemesi nedeniyle tercih ediliyordu. Yerel alışkanlıklarını bırakmayan kimi ayvazlar ise arkası basık yemeni veya tomak giyerlerdi.
Gerek bu kıyafetleri gerekse çok kaba yerel şivelerle konuşmaları ayvazları ilginç bir İstanbul tipi olarak ilk Türk tiyatro oyunlarına ve romanlara sokmuştur.
Bibi. Pakalın, Tarih Deyimleri I, 127; "Ayvaz", ısta, m, 1655-1656.
NECDET SAKAOĞLU
AYVAZOVSKİ, İVAN KONSTANTİNOVİÇ
(29 Temmuz 1817, Feodosia/Kınm - 2 Mayıs 1900, Feodosia) Daha çok deniz konulu resimleriyle tanınan, İstanbul'da bulunmuş ve İstanbul tabloları da yapmış Ermeni asıllı Rus ressam. Resme olan yeteneği küçük yaşta fark edildi. Çar I. Nikola'ya sunulan resim çalışmalarının beğenilmesi üzerine çarın emriyle 16 yaşında Petersburg Akademisi'ne girdi. M. Vorobyov'un öğrencisi oldu. Klasik Rus resminin temel öğretilerini aldı. Puşkin, Gogol, Glinka gibi sanatçıların sanat anlayışlarından etkilendi, romantik tarzı benimsedi. 1836'da akademiden mezun olduktan sonra, devlet tarafından yurtdışına gönderildi. Portekiz, Fransa, İngiltere, Hollanda, Malta gibi çeşitli ülkeleri dolaştığı bu dönemde, tablolarını Roma, Venedik, Paris gibi önemli sanat merkezlerinde sergiledi. 1844'te Petersburg'a dönüşünde Rus donanması resmi ressamlığına atandı ve Petersburg Akademisi'ne üye seçildi.
İstanbul'a ilk kez 1845 Haziran'ında Batı Anadolu ve Ege adalarına yaptığı gezi sırasında geldi. Tarihçi ve eğitimci Avadis Berberyan'ın yazdığına göre bu gezide Rusya imparatorunun oğlu Gran-dük Konstantianos'a refakat ediyordu ve heyetle birlikte Beylerbeyi Sarayı'na davet edilerek padişah tarafından kabul edildi. Aynı tarihçiye göre Ayvazovski ikinci İstanbul ziyaretini, 1857'de, kardeşi rahip (daha sonra başpiskopos) Kap-riel Ayvazovski ile birlikte Paris dönüşünde yaptı. Bu defa İstanbul'da 13 gün kaldı.
Üçüncü kez 1874 Ekim'inde sultanın davetlisi olarak İstanbul'a geldi. Bu gelişinde Mimarbaşı Sarkis Balyan'ın Kuruçeşme'deki adacık üzerinde bulunan ikametgâhında bir ay kadar misafir oldu. Sultan Abdülaziz'in Dolmabahçe Sarayı için sipariş ettiği tabloları burada hazırladı. Bu vesile ile Osmanî Nişanla taltif edildi.
Ayvazovski'nin İstanbul'a son gelişi, ölümünden bir süre önce 1890 Mayıs'ın-dadır. Bu gelişinde de II. Abdülhamid'in huzuruna kabul edilerek padişaha iki tablosunu hediye etti. Tablolar padişah tarafından çok beğenildi. Bazı kaynaklar ressamın İstanbul'a dört defa değil de
AYVERDİ, EKREM HAKKI
498
499
AYVERDİ, SÂMİHA
bul'a yeni bir kimlik kazandıran Osmanlı dünyasını deşiyordu.
Boğaziçi'nde Tarih (1964) bu anlayış çerçevinde Boğaziçi'nin semt semt, köy köy bir gezintisi; bir yandan da Osmanlı İmparatorluğu tarihi içinde zamana bir yolculuktur. Ayverdi yüzyılların olaylarına, hikâyelerine, çocukluğu ve gençliği boyunca yakından gözlemlediği Boğaziçi'ni katıştırarak, kendi türünde, neredeyse bir benzeri olmayan bir eser armağan etmiştir: Böylece Boğaziçi'nde Tarih, imparatorluğun yükseliş ve çöküş günlerini, Boğaziçi'nde yaşa-
Ayvazovski'nin "Mehtapta istanbul" adlı Aurora ArtPublishers, Leningrad, 1980
yedi-sekiz defa geldiğini yazarlarsa da bu yanılgı İstanbul'da açtığı, ancak kendisinin bulunmadığı sergileri yüzünden olmalıdır. Ayvazovski'nin tabloları istanbul'da 1881, 1882, 1886 ve 1888'de olmak üzere dört kez sergilendi. 1888'de-ki son sergi Beyoğlu'ndaki Rus Sefare-ti'nde tertiplenmiş ve elde edilen gelir ressamın isteği üzerine hayır kurumlarına verilmişti. Sergide en fazla göze çarpan tablolar, "Boğaziçi Üzerinde Ayın Doğuşu", "Güneş Doğarken Vezüv Yanardağı", "Fırtınalı Deniz", "Boğaziçi'nde Osmanlı Zırhlı Gemisi" vb idi.
Ayvazovski'nin istanbul manzaralarına hasredilen tabloları kronolojik sıra ile şunlardır: "Tophane'de Bir Kahvehane" (1846), "Mehtapta istanbul" (1846), "Sultan Ahmed Camii ve Marmara Denizi" (1847), "Kız Kulesi" (1848), "Marmara Kıyı Surları" (1859), "Mehtaplı Gece" (1862), "Sarayburnu" (1874), "Tophane Üstlerinde Sarayburnu" (1874), "Fethi Paşa Korusu" (1874), "Göksu Kasrı" (1875), "Çırağan Sarayı" (1875), "Güneş Batarken İstanbul" (1891), "Sarayburnu Önünde Osmanlı Kadırgaları" (tarihsiz), "Kayığa Binenler" (tarihsiz), "istanbul'da Güneşin Batışı" (tarihsiz).
Beş binin üzerinde eseri olan Ayvazovski'nin tablolarının büyük bir kısmı Moskova, Leningrad, Erivan devlet müzelerinde ve Odessa resim galerisinde-dir. Türkiye'de de, Dolmabahçe Sarayı, Deniz Müzesi, Askeri Müze, Fener Pat-
yapıtı, 1846.
rikhanesi koleksiyonlarında tabloları vardır.
Bibi. P. Tuğlacı, Ayvazovski Türkiye'de, İst., 1983; N. Novovspensky, Ayvazovski, Londra, 1980; V. Pilipenko, Ayvazovski, Leningrad, 1991; K. Pamukciyan, "Ermeniler Hakkında Biyografik Notlar" (Ermenice yayımlanmamış çalışma).
KEVORK PAMUKCİYAN-AHMET ÖZEL
AYVERDİ, EKREM HAKKI
(22 Aralık 1899, istanbul - 24 Nisan 1984, istanbul) Mühendis, mimarlık tarihçisi. Piyade miralayı İsmail Hakkı Bey'in oğludur. Vefa Sultanisi'nde okudu. 1920'de Mühendis Mektebi'ni bitirdi. Kısa bir süre İstanbul Şehremaneti Fen İşleri Dairesi'nde çalıştıktan sonra serbest inşaat müteahhitliğine başladı. Fabrika, yol, köprü, hastane, cami gibi yapılar yanında eski binaların tamir ve restorasyon işlerini de üstlendi ve bu alanda uzmanlaştı.
İstanbul'da tamir ya da restore ettiği yapılardan başlıcaları Zeynep Hanım Konağı (1922), Medresetü'l-Kuzat (1922) (bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Eski Eserler Bölümü), Harbiye Nezareti (1922 ve 1933) (bugün İstanbul Üniversitesi merkez binası), Bâli Paşa Camii (1935), Mesih Paşa Camii (1935), Laleli Camii (1937), Kuyucu Murad Paşa Medresesi ve Sebili (1943-1950), Hasan Paşa Medresesi (1943-1950), Gazanfer
Ağa Medresesi (1943-1950), Ayasofya (1943) ve Topkapı Sarayı'nın çeşidi bölümleridir (1935-1945).
Ayverdi özel çabasıyla hat, tezhip, işleme, çini, yazma kitap gibi eski el sanatları alanında zengin bir koleksiyon oluşturdu. Bütün bu birikimiyle 1950' den sonra Osmanlı mimarlığı üstünde çalışmalara girişti. Bu arada İstanbul Fetih Cemiyeti ile bu cemiyete bağlı İstanbul Enstitüsü ve Yahya Kemal Enstitü-
Ekrem Hakkı Ayverdi
ilhan Ayverdi'nin izniyle
sü'nün kurucuları arasında yer aldı. Uzun yıllar İstanbul Fetih Cemiyeti'nin başkanlığını yaptı.
Ayverdi'nin İstanbul'a ilişkin eserlerinin başında ilk biçimi 1953'te yayımlanan Fatih Devri Mimarisi gelir. II. Meh-med (Fatih) döneminde (1451-1481) Osmanlı topraklarında meydana getirilmiş bütün mimari eserleri kapsayan bu kitabın genişletilmiş ve tamamlanmış biçimi Osmanlı Mi'mârisinde Fatih Devri adıyla iki cilt olarak yayımlanmıştır (1973-1974). Ayverdi'nin İstanbul'a ilişkin diğer eserleri de XVIII. Asırda Lâle (1950), Fatih Devri Hattattan ve Hat Sanatı (1953), Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskam ve Nüfusu (1958), XIX. Asırda istanbul Haritası (1958, yb 1978) ve İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri-953 (1546) Tarih-/z"dir (1970-0. L. Barkanla birlikte). Ayrıca İstanbul üzerine görüşlerini de içeren çeşitli gazetelerde ve dergilerde çıkmış yazılarından seçmeler Makaleler (1985) adlı kitapta toplanmıştır.
İSTANBUL
AYVERDİ, SÂMİHA
(21 Kasım 1905, İstanbul - 22 Mart 1993, İstanbul) Tarih, anı, roman yazarı. Süleymaniye Kız Numune Mektebi'ni bitirdi (1921). Daha sonra köklü bir özel öğrenim gördü. Tasavvuf, Osmanlı tarihi, İstanbul gelenek ve görenekleri konusunda geniş ve derin bilgiler edindi. Eserlerinde, çağdaşlarından hayli farklı bir tutumu seçerek, dini sorunlara eğildi. Bu açıdan ele alındığında Yolcu Nereye Gidiyorsun (1944), Mesihpaşa İmamı (1948) gibi romanları 19. yy'dan 20. yy'a geçişte Müslüman Türk insanının duyarlıkları, ruh sarsıntıları, endişeleriyle yüklüdür.
Sonraları roman türünde eser vermekten uzak duran Ayverdi, İstanbul'
Sâmiha Ayverdi
Ara Güler
un Türk ve Müslüman dünyasını anı ve tarih kitaplarında ayrıntı zenginlikleriyle işlemiştir. Zaman zaman söyleşi havasında, zaman zaman şiirsel bir anlatımla örülmüş bu eserlerden Edebî ve Manevî Dünyası İçinde Fatih (1953) İstanbul'un Bizans'tan Osmanlı'ya geçişinin bir pa-noramasıdır. Yazar, bu eserinde dini kaynaklardan, yüzyılların imbiğinden süzülmüş efsanelerden, günümüz okurunun ulaşamadığı eski tarihlerden yola çıkarak ve esinlenerek II. Mehmed'in (Fatih) bir portresini çiziyor, İstanbul'u Bizans'tan gitgide uzaklaştıran, İstan-
E S K İ
İSTANBUL
B İ R BAKI Ş
Geceler... dedim; İstanbul geceleri... gündüzleri de söylesem, hattâ buna, gece-, lerin ve günlerin teknesinde yuğurulup şekillenmiş içimizin sesinden ve nefesinden de bir tutam katsam günah mı olur? Amma Asya ile Avrupa'nın ortasında, boşluğa kurulmuş muazzam bir örümcek ağı gibi, her telini bir kıt'aya iliştirmiş olan bu şehrin mânevi fezasında dolaşmak, onun kıldan ince tellerini koparmadan, örselemeden bir taraftan öbür tarafa geçmek mehâreti nerede?
Sanır mısınız ki İstanbul, meyvelerinin altına çarşaf tutulup silkelenen bir ağaç gibi, asırlar boyunca, dallarında budaklarında oldurduğu ne varsa, çelimsiz bir insan gücü, mütevâzî bir teşebbüs, münferit bir hamle ile döküp bitirecektir? Onu gövdesinden tutup sarsacak ve haşmetli mazisini, lezzetleri, zevkleri, hüsranları, hatâları, meziyetleri, mürüvvetleri, hülyaları, ümitleri, hulâsa bütün çeşni ve hasiyet terkîbi ile eteğine indirecek kuvvetli bâzû nerede? Nerede bu şehri fedaice benimsemiş, nerede onun hâkim hüviyetini can gibi gizlemiş, nerede onun irfanına, tabiatla târihin iş birliğinden örülmüş mâzîsine hasretle yanmış serdengeçti nerede? Nerede o adam ki, bir yürek dağının tek solukta söylettiği kasideler misâli, onun beyanında tükenircesine feryâd etsin; içinden, tâ içinden vurulmuşların ateşi ile coşup, bir sevdâlının bağrı gibi yansın ve tütsün...
İstanbul ağacı, gölgesinden gelip geçenlerden, boylarının yettiği miktar kendisine uzananlara, meyvelerini esirgememiş, hattâ tırmanıp uzanmağı külfet sayıp da dallarına budaklarına taşlar atıp sopalar vuran küstahları bile nasipsiz bırakmamıştır. Fakat bir dolaşık saç kadar birbiri içine kenetlenmiş tepelerini ne kimse merak etmiş ne kimse yetişmiş, ne de yoluna varıp sıralarını fethedebil-miştir. Böylece de İstanbul, hırpalanmış güzelliği, hakarete uğramış şahsiyeti, kırılan gururu, hiçe sayılan irfanı ortasında, kocasını evlendirmek için görücü gezen bir kadının hazin kahramanlığı ile sabırlı, hazımlı, iffetli temkin ve feragatinden bulduğu bir tokgözlülükle hep başı yukarda kalabilmiştir.
İstanbul tiryakiliği... buna insaflı olup da İstanbul hastalığı da desek olur. İp-tilânın bir derecesi vardır ki artık bize zevk yerine ıstırap verir. Fakat bu öyle bir ıstıraptır ki, bedelini hiç bir zevkin dudağında bulamayız. Belki de bu yüzden bir İstanbul tiryakisi, içinde doğup büyüdüğü bu şehrin heyecanı âfetine yakalanmış samimi bir İstanbul dîvânesidir.
Onun için acaba, bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde., diye tıpkı bir masala başlar gibi, böyle bir İstanbul tiryakisi ağzı ile geçmiş zamandan konuşmaya âğâz etsek nasıl olur? Gerçi bu geçmişin, efsâne ve esatirle alâkası yoksa da, görünmez bir buyruğun keyfi, üzere tasarruf edilmekte olan biz insanların birer masal kahramanından ne farkımız vardır? Başlangıcı bilinmiyen uzun ve ezelî dünyâ hikâyesinin zincirine kendi masalını ekliyerek geçip giden insan oğlu, belki de bu yüzden mâzîsine, yaşadığı günden daha muhabbeti!, daha yatkın, daha sokulucu ve onu daha derinden eşeleyicidir. Belki gene aynı yaradılışın zorlayışı ile, sislerinden, örtülerinden, gizliliklerinden kurtaramadığı daha eski bir geçmişe, bir öte âleme de, peçesini açması, sırrını dökmesi, düğümünü çözmesi için istidadına göre kâh muhabbetle yalvarır, kâh hiddetle yumruk sıkar, kâh inatla baş çevirir, kâh sabırla bekleyici ve araştırıcı olur, kâh ise ümide düşer, kâh meyus olur, kâh inkâr eder, kâh düşman kesilir ve kâh dize gelir.
Amma bilmem, uzak ve yakın târihinin kollan arasında uyuyan İstanbul'u beşiğinde sallamak, biraz okşayıp, biraz olsun öpüp sevmek dururken, idrâk ve şuur aydınlığının işlemediği fikir kesafetlerine dalmaya, yaradılışın sırlan eskiliğinden söz açmaya da ne lüzum var? Evet, gözün ve hafızanın ölçüye sığan bir mâzî tarlasında el birliği ile toplayıp şuraya buraya sakladığı tohumları aramak dururken...
Sâmiha Ayverdi, istanbul Gecelen, İst., 1971, s. 3-5
AZAK SİNEMASI
500
501
AZARYAN, BEDROS
tır. Tarihin eşliğinde, Osmanlı-Türk kültürünün nitelikleri, uygarlığımızın üzerinde henüz pek durulmamış birçok özelliği bu eserin başlıca değer kıstası sayılabilir. Boğaziçi'nin, semt semt bir peyzajını da çıkaran Ayverdi, İstanbul' un özel bir yöresiyle bütün bir şehri dile getirme imkânına kavuşmuş gibidir.
Boğaziçi'nde Tarih, İstanbul'u yalnızca bir payitaht olarak saptamaz; bu şehir, doğrudan doğruya, imparatorluğun çekirdeği, atardamarıdır. Boğaziçi'ni yıllar boyu ayakta tutan "vakıf müessesesi", Ayverdi'nin bakış açısıyla, Osmanlı-Türk uygarlığının evrensel uygarlığa büyük bir katkısı, imparatorluğu uyakta, tutan büyük bir güçtür. Aynı şekilde, inançlardan geleneklere, törelerden törenlere, yaşama biçiminden sanat kollarına, İstanbul'un dünyasını sürüp giden, kesintiye uğramayan bir çizgide gören Ayverdi, asıl kültürümüzün yenilikler ve yenilik hareketleri karşısında yenik düştüğü kanısına varmıştır.
Zaten daha istanbul Geceleri (1952) adlı yorum ve anı kitabında, yazar, İstanbul'un çehresini değiştiren etkenler arasında, Batılılaşmayı ve yenilikçiliği gördüğünü açıkça kaleme getirmiştir. Yer yer önyargılı denebilecek bu olumsuz yaklaşım sebebiyle, İstanbul Gecele-rfnde şehrin bazı semtleri, özellikle alafranga semtleri ya hiç anılmamış, ya da hayli sert bir dille tasvir edilmiştir. Buna karşılık, geleneğin korunduğu, törel dünyanın henüz yıkılmamış olduğu öteki semtler, örnekse, şehrin İstanbul yakasındaki semtler adeta şiirsel bir ortam içinde irdelenmiştir.
Roman, anı, yorum ve gözlem karışımı İbrahim Efendi Konağı (1964) ise, Ayverdi'nin artık yaşadığı günden, yaşadığı İstanbul'dan büsbütün kopuşunu belgeler. Bu eserde biri dünya işlerine fevkalade bağlı, ötekisi huzur arayışı içindeki iki erkek kardeşi kıyaslayan yazar, yüzyılın başına geri döner ve yakın gelecekte çöküp kaybolacak konak hayatının, dolayısıyla İstanbul'un belli bir kesiminin sergilemesine girişir. Anlatımından sözcük seçimine eski dönemlerin bilinçli bir savunusu olan İbrahim Efendi Konağı, geçmişte kalan bir uygarlığı saptamak ve tasvir etmekle yetinmez, bu uygarlığın günümüzün sarsıntılarına bir çözüm olabileceğini de ileri sürer.
Yazar, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları adlı üç ciltlik tarih kitabında (1975-1976), Osmanlı Devleti'nin kuruluşunu, yükselişini ve çöküşünü kişisel bir bakış açısıyla saptarken, sık sık İstanbul'a sayfalar açmış ve şehrin tarihi çizelgesini çıkarmıştır. II. Abdülhamid'i tahttan indiren İttihat ve Terakki'yle birlikte büyük yıkılışın gelip çattığı kamsındaki Ayverdi, İstanbul'u da gerek mimarisi, doğal görünümü, gerekse şehircilik anlayışı açılarından imparatorluğun yükselişi dönemlerinde önemli bir başkent saymakta; İttihat ve Terakki'yle birlikte İstanbul'un özelliksizleştiği düşüncesi-
ne varmaktadır. Rahmet Kapısı (1985), Ne İdik Ne Olduk (1986), Hey Gidi Günler Hey (1988) adlı kitaplarda topladığı anıları da kendisinden çok yaşadığı dönemin olaylarını hikâyeler biçiminde anlatır.
Yakın tarihe adamakıllı iğneleyici bir dille eğilen Ayverdi, daha çok muhafazakâr çevrelerin ilgisini çekmiş olmakla birlikte, 20. yy'ın sayılı "İstanbul yazarlarından" biridir. Yalnız bu özelliği bile, Sâmiha Ayverdi'yi, günümüzün nesnel aydın okuru katında önemli kılmaya yetmektedir.
Bibi. K. Yetiş, Sâmiha Ayverdi Hayatı ve Eserleri, Ankara, 1993.
SELİM İLERİ
AZAK SİNEMASI
Beyazıt'tan Kumkapı'ya inen Tiyatro Caddesi'nde (eskiden Gedikpaşa Caddesi) bulunan eski sinema salonu.
Azak Sineması'nın yerinde daha önce Gedikpaşa Tiyatrosu bulunuyordu. 1884'te tiyatronun yıkılmasından sonra uzun süre boş kalan arsası 1931'te Tev-fik Azakoğlu ve kardeşleri tarafından satın alınarak buraya Azak Sineması yaptırıldı. 1935'te açılan, parter, balkon ve locaları bulunan sinema 550 kişilikti. Dönemine göre çok konforlu olan sinemada sıcak ve soğuk hava tertibatı da bulunuyordu. Ancak sanat düzeyi düşük ve eski filmler gösterildiği için müşterisini çoğunlukla orta halli semt halkı ve çocuklar oluşturuyordu.
Azakoğlu kardeşler kışlık sinemanın açılmasından bir süre sonra az ileride büyük bir garaj yaptırdılar ve garajın üstünü yazlık sinema haline getirdiler. Yazlık sinemada Muammer Karaca, İsmail Dümbüllü ve Zati Sungur da temsil ve gösteriler düzenliyordu. 196l'de aralarında Gazanfer Özcan, Gönül Ülkü, Tevfik Gelenbe, Âdile Naşit'in de bulunduğu, Şehir Tiyatrolarından ayrılan bir grup sanatçı, yazlık sinemanın altındaki garajı tiyatro salonu haline getirdiler. Fakat kısa bir süre sonra sinemalar ve tiyatrolar kapandı. Bugün yerlerinde bir işhanı bulunmaktadır.
BEHZAT ÜSDİKEN
A2APKAPI
Şişhane'den Atatürk Köprüsü'ne inerken bugünkü Yolcuzade İskender Cadde-si'nin güneyinde kalan, güneybatıda Tersane Caddesi ve köprünün ayaklarından denize kadar uzanan semt. Atatürk ve Galata köprüleri ile Halic'in güney kıyısına, dolayısıyla Eminönü ve Aksaray bölgelerine bağlantısı bulunmaktadır. Batısındaki Yolcuzade İskender Caddesi ile de Taksim'e ulaşılabilmektedir.
Azapkapı, bugün Arap Camii ile Emekyemez mahalleleri muhtarlık sınırları içindedir ve bu iki mahallenin belirli bir kısmını oluşturmaktadır.
Semte Azapkapı adının verilmesinin nedeni, İstanbul'un fethinden sonra kurulan, o zamanlar İstanbul Tersanesi olarak bilinen, bugünkü Haliç Tersane-si'nin yanındaki Azebler Kışlası ve surların bu bölgesindeki kapının adı olan Azeb Kapısı'dır. Azebler, 15. yy'ın ilk yarısından itibaren, gemi hizmetlerinde, tersane ve donanmada görevli deniz erleriydi. Kışlaları tersane yakımndaydı.
Azapkapı, Bizans döneminde Cenevizlilerin ticaretlerini yürüttükleri imtiyazlı Galata bölgesinin sınırları içinde bulunmaktaydı. Ama semt Bizans'ın son dönemlerine kadar meskûn değildi. Cenevizlilerin bölgedeki hâkimiyetlerinin bir izi olan mahkeme binaları hâlâ Azapkapı'da depo olarak kullanılmaktadır. Bizans döneminde Galata surları Tophane'den Haliç Tersanesi'nin bulunduğu yere kadar uzanıyordu. Galata yönünden gelen deniz surlarının hemen bitiminde bulunan kapıya, Bizans döneminde Porta di San Antonio da denirdi. Arapların 716-717'deki kuşatmaları sırasında inşa ettikleri söylenen Arap Ca-mii(-») semtin en ünlü yapısıdır.
II. Mehmed'in (Fatih) Konstantino-polis'i fethinden sonra buradaki surların bir bölümü yıktırıldı. Surların tersane tarafındaki kapısı ise yıkılmamıştır. Surların kalan bölümü çok sonra 1864'te belediye tarafından yıktırılmış, ancak Ha-rup Kapısı'na doğru uzanan küçük bir kısmı günümüze kalabilmiştir.
Semt II. Mehmed (Fatih) döneminde (1451-1481) iskân edilmeye başlanmış ve
Azapkapı semtinin Haliç'ten genel görünümü
Cenevizlilerin yaşadığı bir yer olmaktan çıkmıştır. İstanbul'un fethinden önce burada yaşayan halk önce Okçumusa'ya, oradan da Asmalımescit'e doğru kayarak yeni yerleşim merkezleri oluşturmuştur. I. Süleyman (Kanuni) döneminde Mısırlılar, Suriyeliler ve Iraklılar Arap Camii çevresine yerleştirilmişlerdir. Sokollu Mehmed Paşa, 1577'de Mimar Sinan'a kendi adını taşıyan camiyi yaptırdı (bak. Sokollu Mehmed Paşa Camii). Saliha Sultan tarafından 1145/1732-33'te yaptırılan Saliha Sultan Sebili ve Meydan Çeş-mesi(-0 ve sıbyan mektebi, Sokollu'nun Mimar Sinan'a yaptırdığı Azapkapı Hamamı semtte bulunan önemli tarihi yapılardandır. Azapkapı 16. yy'dan itibaren iş merkezi olmaya başlamıştır. Kömürci-yan 17. yy'da Azapkapı'da birçok büyük demirci dükkânının ve her türlü ürünün satıldığı bir iskelenin bulunduğunu belirtmektedir. Yine Kömürciyan buradaki demircilerin gemiler için lazım olan büyük gülleleri imal ettiğini ve gemilerin burada kalafat edildiklerini anlatmaktadır. II. Mahmud döneminde (1730-1754), Unkapanı ile Azapkapı arasında 1836'da yapılan Hayratiye Köprüsü (bak. Unkapanı Köprüleri) Azapkapı'yı karşı yakaya bağlamıştır. İstanbul'un ilk tramvay hattı 1872'de Azapkapı-Beşiktaş arasında kurulmuştur.
Köprü son kez 1939'da yenilenmiş, ama Atatürk Bulvarı'mn açılabilmesi için Azaplar Camii ile Azaplar Hamamı yıktırılmıştır.
Cumhuriyet'ten sonra Azapkapı tamamen bir iş merkezine dönüşmüş ve
Perşembepazarı olarak anılmaya başlanmıştır. Semtin görünümü 1960'larda yapılan alt ve üst geçitler ve yonca yaprağı düzenlemeleri ile çok değişmiş, semt adeta bu ulaşım bağlantılarının altında kaybolmuştur.
İnşaat malzemeleri, hırdavat ve elektrik gereçlerinin satıldığı işyerleri Azap-kapı'nın görünümüne egemen olmuşlardır. B. Dalan'ın belediye başkanlığı döneminde (1984-1989) Haliç kıyılarını açmayı amaçlayan istimlakler, semtin yola göre Haliç kıyısında kalan bölümünü hemen hemen yok etmiştir. Perşembepazarı tüccarları için Okmeyda-nı'nda inşa edilen PERPA, gerek açılışı geciktiren nedenler, gerekse de çarşı esnafının buraya gitmek istememesi nedeniyle Perşembepazarı'nın yerini alamamıştır.
Bugün Yeşildirek Hamamı diye bilinen Azapkapı Hamamı'nın arkasında bulunan Cenevizlilerden kalma sarnıç halen çöplerle dolmuş durumdadır. Sarıkçı Sokağı'nda bulunan 1476 tarihli Yolcuzade Camii, günümüzde mimarisine uygun olmayan bir tarzda boyanmış bir haldedir. Kapısında adı Fransızca olarak yazılı, 1881 tarihli Ticari Han ile 1912 tarihli Roman Han, Azapkapı'nın önemli tarihi binalarındandır.
Azapkapı semti, 1715, 1797 ve 1807' deki yangınlarda büyük ölçüde yanmış, her defasında yeniden inşa edilmiştir.
FİGEN TAŞKIN
Dostları ilə paylaş: |