I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə34/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   129

Ahmediye Külliyesi

Önde medrese (tekke), sağda geride cami.

tirdiğinin yazılı olduğu da İ. Hakkı tarafından verilmektedir.

Cami, moloz taşından, minare kesme taştan inşa edilmiştir. Kare planlı, tek kubbeli ve bir minarelidir. 1965'ten sonra yapılan tamiratta o sıralarda mevcut bulunan ahşap son cemaat yeri kaldırılmış, yerine yenisi yapılmamıştır. Camiin cümle kapısı, son cemaat duvarının sağındadır. Bu duvar üzerinde ortada bir mihrap ve sol üstte bir kapı-pencere vardır ki, mahfilden son cemaat üstüne geçiş olarak kullanılmış olabilir. Mahfil ahşap direkler üzerinde, çıtalı tavanı boyalıdır. Yakın zamanda yapıldığı anlaşılıyor. Merdiveni camiin içine doğrudur. Mahfilin bir yan ve dışarı açılan kapıdan başka bir penceresi daha mevcuttur. Minareye ise yeni mahfilden çıkılmaktadır. Kubbe dilimli tromplara oturmaktadır, "îsm-i celâl", "ism-i nebî" ve "cihar yâr" yazıları yuvarlak levhalar içinde ve kabartmadır. Sekiz kenarlı kasnağın her

Ahmediye

Külliyesi'nin

Esvapçı Sokağı

üzerindeki

kütüphanesi.

Erkin Emiroğlu. 1993

kenarında birer pencere mevcuttur. Camiin yedi alt, sekiz üst sıra penceresi vardır. Üst pencere içliklerinde sade alçı süslemeler bulunmaktadır. Mihrap bugün sıvalı basit bir oyuktur. Daha önce içinde Kabe resmi olan yeşil zeminli bir çini bulunmakta imiş. Minber, mermerden yapılmış, küçük, fakat 18. yy'in cidden güzel bir eseridir. Külah kenarında bir hadis-i şerif dolaşmaktadır. Ayrıca üç kenarlı güzel bir mermer kürsüsü vardır. Cami tromplardan itibaren 19. yy üslubuyla nakışlanmıştır. Pencere içleri ve mihrabın iki yanındaki setler ise modern fayanslarla kaplanmıştır. Minare, kaideden itibaren kesme taştan, muntazam; şerefe altı yuvarlak silmeli, korkulukları altı köşeli, kafeslidir. Camiin bugün iç avludan girilen bir avlu kapısı ve hazire ile birleşen bir ihata duvarı olduğu kalıntılardan anlaşılmaktadır.



Medrese (Tekke): Külliyenin on bir odalı medresesi, güneyde "L" şeklinde

iki kolludur. Medrese kollan arasından arka taraftaki helalara geçilmektedir. Odaların önünde yuvarlak kemerli ve kubbeli bir revak bulunmaktadır. Revak sütun başlıkları mermerden yontulmuş olup, ''yedi-sekizli"dir. Medrese odaları da kubbelidir. Hem revaka ve hem de dışarı açılan pencereleri, dolapları ve bir ocağı bulunmaktadır. Medresenin dershanesi, Gündoğumu Caddesi'ne açılan ve Tekke Kapısı da denilen cümle kapısının üzerinde fevkanidir. Plan olarak sekiz yüzlü, kubbeli ve revaklı-dır. Kapı üzerindeki kitabesi beş satırdır ve 1134/1722 tarihini taşımaktadır. Önündeki üçlü revakın ortası çapraz tonoz, yanlar kubbe ile örtülüdür. Sütun başlıkları mukarnaslıdır. Dershanenin altı alt ve altı üst sıra penceresi mevcuttur. Mermer mihrabı beş sıra mukarnaslıdır. Mihrap dışarı doğru çok kenarlı ve yarım kubbeli olarak çıkmaktadır. Bu dershanenin Rıfaî meşayihinden Mah-mud Raci Efendi (ö. 1724) tarafından Rıfaî tekkesi haline getirildiği söylenmektedir. Sonradan buranın bir tekke için dar geldiği düşünülerek, camiin son cemaat yerine ahşap bir ilave yaptırıldığı rivayet edilmektedir. Bu tekke 1931'de çökmüş ve enkazı ile 1965'lere kadar duran ahşap bir son cemaat yeri yapılmıştır. Kepçe Dede Dergâhı diye de anılan dershanede 1945'lerde hâlâ tekkeye ait bazı eşyalar, kudüm vb bu-lunmaktaymış. Dershane ile medrese arasındaki dört kemerli tonoz örtülü re-vakta dokuz adet abdest musluğu bulunmaktadır.



Kütüphane: Külliyenin Esvapçı Sokağı tarafındaki ikinci kapısı yanında fevkani olarak yapılan kütüphane binası kare planlı, tek kubbelidir. Önünde üç kubbeli revakı vardır. Sekiz alt ve altı üst sıra penceresi, bir ocağı ve iki dolabı mevcuttur. Bu kütüphanede yetmiş adet yazma bulunmaktayrmş. Revak sol yan tarafa doğru genişleyerek bir hela ile son bulmaktadır. Revak sütun başlıkları bademlidir. Kütüphane binasının altı bugün umumi hela olarak kullanılmaktadır.

Sebil ve çeşmeler: Külliyenin tekke kapısının solundaki mermer sebil üç cephelidir. Her yüzde bulunan ve içi istiridye dilimli olan yuvarlak kemerlerin üstünde ta'lik hattıyla ikişer beyit vardır. Kemer köşeleri rumîlerle süslüdür. Bu dilimli kemer aynası altında yine her yüzde birer ta'lik beyit daha vardır. Basık kemerli sebil pencereleri altı köşeli demir şebekelerle örtülmüştür. Kitabe tarihi 1134/1722'dir. Kapının sağ tarafındaki zarif çeşme de sebille aynı üsluptadır. Kitabesi beş beyittir ve ta'lik hattıyla yazılmıştır. Bu da 1134 tarihini taşımaktadır. Çeşmenin aynataşı üzerindeki ikinci kitabeye göre ise, II. Sultan Mah-mud'un ikballerinden Tiryal Hanım, 1280/1873'te bu çeşmeyi membamdan itibaren tamir ve ihya ettirmiştir. Ayrıca Gündoğumu Caddesi sonunda köşeye yakın daha sade, kitabesiz, ikinci bir

mermer çeşme bulunmaktadır. Bu çeşmenin solundaki küçük bölümün külliyenin muvakkithanesi olduğu söylenmektedir.



Türbe ve hazire: Külliyenin haziresi kıble ve kuzey tarafında iki parça halindedir. Gündoğumu Caddesi tarafında altı kemerli penceresi ile ihata duvarı vardır. İçinde bir hayli kabir olan nazirede külliyenin banisi Eminzade Ahmed Ağa'nın kabir taşı 1143/1730 tarihlidir. Ayrıca Eminzade Ahmed Ağa'nın oğlu Emin Mehmed Ağa 1159/1746, Eminzade oğlu Hüseyin Ağa 1145/1732 tarihli taşları ile Ahmediye Camii hatibi tarik-i Rıfaîyeden Hacı Seyyid Mehmed Said Efendi'nin 1288/1871 ve Rıfaî Şeyhi Mahmud Raci Efendi'nin 1316/1898 tarihli kabir taşı durmaktadır. Mescidin ilk banisi olan Kefçe (Kepçe) Mehmed Dede'nin kabri altı sütun üzerinde, kubbeli, yanları açık türbededir. Kabir taşı 947/1540 tarihlidir. Kepçe Dede'nin kabri önceleri haziredeki büyük çitlembik ağacı dibinde iken, 1975 sonrasında taşı enkaz altından çıkartılarak bugünkü yerine konulmuştur.

Bibi. Ayvansarayî, Hadîka, II, 206; Osman Bey, Mecmua-i Cevâmi, II, 56-57; Raif, Mir'at, 107-109; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 87-89; Kütükoğlu, İstanbul Medreseleri, 277-392; Kütükoğlu, Darü'l-Hilafe, 186-187.

İ. AYDIN YÜKSEL



AHMET CEVDET

bak. ORAN, AHMET CEVDET



AHMET HAŞİM

(1885, Bağdat - 4 Haziran 1933, İstanbul) Şair, yazar. Galatasaray Sultanisi'n-de okudu. Hukuk Mektebi'ndeki yükseköğrenimini yarıda bıraktı. Reji İdare-si'nde çalıştı, değişik okullarda öğretmenlik yaptı. İlk şiirlerini yayımladıktan sonra, Fecr-i Âti topluluğuna katıldı,

Ahmet Haşim

topluluk dağılınca Dergâh dergisinde eserlerini sürdürdü. Şiirlerini Göl Saatleri (1921) ve Piyale (1926) kitaplarında topladı. Şiirlerinde "duyulmak üzere vücut bulmuş, musikî ile söz arasında, sözden ziyade musikîye yakın" bir dili işleyen Ahmet Haşim, düzyazılarında çok önemli bir kültür adamı niteliğiyle

belirmiştir. Bize Göre (1926), Gurebâ-hâne-i Laklakan (1928), Frankfurt Seyahatnamesi (1933) kitaplarında derlenen deneme, söyleşi, gezi ve felsefi yazılarının pek çoğunu da bu eserlerine almayarak Servet-i Fünun, Dergâh, Yeni Mecmua gibi dergilerle ikdam, Akşam, Milliyet gibi gazetelerde bıraktı. Bu yazılar ancak 1991'de İnci Enginün ve Zeynep Kerman tarafından bir araya getirilip Bütün Eserleri dizisinde yayımlanmıştır.

1901'den sonra otuz yılı aşkın bir zaman diliminde değişik aralıklarla nesirlerini yayımlayan Ahmet Haşim, çok geniş konu ve sorun yelpazesinde İstanbul'dan da söz açmış; şehrin gündelik hayatını, tarihi çehresini, törelerini, gittikçe değişen mimarisini, modalarını, mevsimlerini, saatlerini, renklerini eşsiz bir tutanakçı kimliğiyle kaleme getirmiştir. Bu yazılar,'özellikle 1920-1930 yıllarının İstanbul'unu inanılmaz bir ayrıntı zenginliğiyle saptamaktadır.

Böylece şehrin hayatında sözgelimi "Sinema" (1922) ve yabancı filmler, "resmi beyazperde üzerinde kımıldayan şu rimel ile kirpiğinin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden, damla damla akan sahte gözyaşlarıyla karşımıza çıkmaktadır. Bahar bayramında şehir, kırlık alanlar, papatya, gelincik ve bülbül sağanağına tutulur; Kâğıthane Deresi'nde çingene, zurna sesiyle şenlikler yaratacaktır. Ne var ki "tozlu ve dolaşık" yollardan geçilerek varılmış Kâğıthane Deresi'nde "yalnız bozuk fonograf" sesleri yankılanmaktadır ("Çingene", 1928). Fatih, Hırka-i Şerif, Kara-gümrük taraflarındaki yangın felaketinden sonra açılan "bulvarların her iki tarafında birbiri ardınca yapılmakta olan küçük, üslupsuz, nizamsız binalar, bir yeni çirkin İstanbul'un çekirdeğini" teşkil eder ("Yeni İstanbul", 1928).

İstanbul, herhalde henüz tenha bir İstanbul'dur ve "otomobillerin nadiren geçtiği", Haydarpaşa'dan Beykoz'a kadar uzanan yollarda, geceleyin, hâlâ, "merkebi yeşil dalllarla yüklü rençberle-re, kollarında yiyecek taşıyan gecikmiş işçilere, bir evden diğer bir eve misafir giden, başka bir asırdan kalma küme küme hanımlara" rastlanılmaktadır ("Gece Gezintisi", 1928). Ama artık İstanbul'da hayat değişmekte; "İstanbul'u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatler" Müslüman saatinin yerini almaktadır. Alafranga saatle birlikte alaturka saat "camilere, türbelere ve muvakkitha-nelere bırakılmış battal bir eski saat haline" gelmiştir. Alaturka saatin "ışıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşaması kolay" günü, bundan böyle, İstanbul'da ve bütün öteki büyük kentlerimizde, "sarhoşları, evsizleri, hırsızları ve katilleri çok ve yeraltında mümkün olduğu kadar fazla çalıştırılacak köleleri sayısız olan büyük medeniyetlerin acı ve sonu gelmez" gününe dönüşecektir ("Müslüman Saati", 1921).



AHRİDA SİNAGOGU

138

139

AİLE

Ahrida Sinagogu'nun içinden bir görünüm. Ön planda teva (dua kürsüsü). Naim Güleıyüz

ara kapı da bu iddiayı doğrular mahiyettedir. 1992 restorasyonunu üstlenen yüksek mimar Hüsrev Tayla çalışmalarını binadaki mimari bulgulara uyan 17. yy mimari tarzını ve iç tezyinatını göz önünde tutarak düzenlemiştir.

Ahrida Sinagogu Balat sinagoglarının en büyüğü ve görkemlisidir. Tuğla ve yığma taş sinagogun teva'sı (dua kürsüsü) bir gemi pruvasını andırır. Bir rivayete göre bu profil Nuh'un gemisini anımsatmakta, bir başka rivayete göre ise Sefaradları (ortaçağ İspanya Yahudileri) İspanya'dan Osmanlı İmparatorluğu'na getiren kadırgaları simgelemektedir.

1693'te geçirdiği bir yangın felaketi sonucu harap olan Ahrida Sinagogu 10 Mayıs 1694 fermanı ile yenilenmiş, Stei-ner isimli bir gezginin ifadesine göre

Osmanlı


ordusunun

zaferi için

18 Mayıs 1877

günü Ahrida

Sinagogu'nda

düzenlenen

tören.

L'IUustration,

2 Haziran 1877

Naim Güleıyüz

Şehir hayatında usul usul bir ikilik belirmektedir. Boğaziçi'nde bütün yaz, görkemlerinden çok şey yitirmiş yalılarda, düşkün Ruslar ve Yahudiler eğlenmektedir. Onlar denizden ve güneşten yararlanırlar. "Mülkün sahipleri"ne gelince, iskele kahvelerinde, bakımsız köşelerde nargile çekmekte, "fincan fincan" kahve içmekte, gülüp eğlenenlere kızmaktadırlar. Rumeli sahili "musikîli. parıltılı'yken Anadolu yakası her gece gamlı bir karanlığa bürünür. "Oteller, kulüpler, gazinolar, meyhanelerle dolu, cazbandı ve balom alafranga Ada"da yeni devrin zenginleriyse eğlenceyi, "rakı sofraları ve kumar masaları"nda aramaktadır. Şimdi İstanbul'u saran, alaturka ve alafranga yaşayışlarda, yoğun bir can sıkıntısı, tehlikeli bir üretimsizliktir ("Sayfiyelerden Dönenler", 1924).

İstanbul'da durgun, ölgün, isteksiz bir kültür-sanat hayatıyla karşılaşılır: "Süleyman Nazif'in mezarı hâlâ" yapılmamıştır; fakat zaten "bu gibi aç ölenlerin çürümüş kemiklerine mermerlerden bir köşk yapmaya kalkışmaktan ne çıkar?" ("Süleyman Nazif'in Mezarı", 1928). "Ertuğrul Muhsin'in Amerika'ya ansızın gidişiyle" Darülbedayi'de yeni tiyatro mevsimi pek zayıf açılmıştır. "Hayatı bir tek adamın mukadderatına" bağlı kaldıkça böyle bir sanat kurumundan söz açmak da olasızdır ("Darülbe-dayi", 1928).

Gitgide ironik bir ifadeye bürünen yaklaşımlarda, Ahmet Haşini'in şehir hayatının yeniliklerinde kofluğu, yalın-katlığı gördüğü sezilebilir. "Yarım yamalak tarihî bilgilerin ve ham bir zevkin kaynaklarından akıp gelen" İttihat ve Terakki siyaseti, mimaride türbeyle medresenin taklidini uygun bulmuştur. "İşte o tarihten beridir ki İstanbul'un her tarafında bu biçim binalar inşa etmek ve bu mimariye de 'millî mimari rönesansı' ismini vermek âdet" olmuştur ("Mürteci Mimari", 1926).

İstanbul'a ilişkin, bu türden, sayısız eleştirel değinme, önsezili endişeler, yönetim katlarmca ilgiye değer bulunmadığından, Ahmet Haşim'in şehir yazıları güncelliğini hâlâ korumaktadır. Bibi. Y. K. Karaosmanoğlu, Ahmet Haşini, ist., 1934; Y. K. Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ankara, 1969; A. Ş. Hisar, Ahmet Haşim / Şiiri ve Hayatı, ist., 1963; Kenan Akyüz, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, ist., 1979.

SELİM İLERİ



AHRİDA SİNAGOGU

Balat'ta Kürkçü Çeşme Sokağı'ndadır. 15. yy başlarında kurulan sinagog adını kurucularının Osmanlı İmparatorluğu'na göç ettiklerinde ilk yerleştikleri yer olan Makedonya'daki Ohri Kasabası'ndan alır. Bugünkü bina 15. yy'da yapılmış ilk bina olmayıp bir rivayete göre daha önce mevcut yan yana iki sinagogun aralarındaki duvarın yıkılarak birleştirilmesiyle oluşmuştur. Ahrida'nın son restorasyonu sırasında ortaya çıkan arka

de 1709 ve 1823'te tekrar onarım görmüştür. Sinagogun giriş kapısının üzerinde okunan 5641/1881 tarihi binanın önemli onarımlarından birini belgelemektedir.

Sinagogun bahçesinde bir midraş (medrese) bulunmaktadır. Sinagogun arka duvarına bitişik daha önce mevcut Yahudi okulunda 1912 yılında Türkçe, İbranice ve Almanca eğitim yapıldığı ifade edilmektedir. Belgelenmeyen bir iddiaya göre sinagogun altında nereye kadar uzadığı belli olmayan bir gizli geçit bulunmaktaydı. 1910'lu yıllarda bazı yöneticilerin kazı yaptıkları ve gerçekten bir demir kapı ile karşılaştıkları, ancak belirsiz bir yönde ilerlemekten çekinip kazıyı kapattıkları söylenmektedir. 17. yy'da kendini mesih ilan eden Sabetay Sevi'nin İzmir'den İstanbul'a geldiğinde içinde vaaz verdiği söylenen Ahrida Sinagogu'nun geçmişindeki anlamlı anılardan biri de 1877-1878 Os-manlı-Rus Savaşı'na katılan Osmanlı ordusunun zaferi için 18 Mayıs 1877 günü düzenlenen ve Sadrazam İbrahim Ed-hem Paşa ile devlet ricalinin de katıldığı dua törenidir.

1926 ve 1955'te kısmen onarım gören yaklaşık 350 kişi kapasiteli Ahrida Sinagogu'nun 1992 restorasyonu sırasında elden geçirilen tavan kaplamalarının altında, binanın kuruluş döneminden kalma orijinal tavan süslemelerini bulmak mümkün olmuştur. Ahrida Sinagogu iki yıl süren titiz bir çalışma sonunda 19

Kasım 1992 günü düzenlenen bir törenle tekrar hizmete girdi. Balat Yahudi yaşamının görkemli günlerinde sayısız düğün ve kutlama töreninin icra edildiği Ahrida Sinagogu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'nun 8.6.1989 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanmış olan 16.9.1987 tarih ve 3618 sayılı kararı ile (sıra no. 128) koruma altına alınmıştır.

NAİM GÜLERYÜZ

AİLE -\

Ana, baba, çocuklar ve aile biçimine göre değişen sayı ve nitelikte kan akrabalarından oluşan; tarihsel, kültürel, dinsel, ekonomik etkenlere göre biçimlenen; neslin devamını, yeni kuşakların yetiştirilmesini ve topluma katılımını sağlayan ekonomik ve toplumsal birlik.

Tarih boyunca çeşitli etnik grupları ve halkları barındırmış çok kültürlü, çok dinli bir mozaik olan İstanbul'da aile yapısının ve ilişkilerinin, tarihsel süreç içinde farklılık ve değişme göstermesi doğaldır. Böylesine geniş bir tarihsel boyut ve karmaşık bir sosyo-ekono-mik çerçeve içinde, değişmez ve tek bir "İstanbul ailesi"den söz etmek, gerçeği yansıtmayan bir soyutlama olur. Bizans ailesi Fetih sonrası İstanbul'unun orta tabaka Müslüman Türk ailesinden ne kadar farklıysa, İstanbullu bir Rum ya da Musevi ailesi de yaşam mekânı konak olan bir ulema ya da paşa ailesinden; orta sınıf Müslüman esnaf ailesi Tanzimat ailesinden, günümüzde "Te-peler"den birinde gecekonduda oturan Doğu ya da Karadeniz kökenli bir işçi ailesi de Boğaz'daki özel sitelerde bir villada yaşayan büyük burjuva ailesinden o kadar farklıdır. Bütün bu farklılıklar ve tarih boyunca geçirdiği değişmeler göz önüne alındığında İstanbul ailesinden değil İstanbul ailelerinden söz etmek; tarihsel, kültürel, ekonomik ve toplumsal farklılıkların doğurup biçimlendirdiği farklı aile yapılarını ve bunların tümünde ortak kalan yanlan incelemeye çalışmak doğru olacaktır. Bizans Dönemi

Bizans iç yapısının temel birimi olan aile biyolojik, toplumsal ve ekonomik bir kurumdur. Gerek başkent Konstantino-polis'te, gerek imparatorluğun geri kalan yörelerinde rastlanan en yaygın aile türü karı, koca ve çocuklardan oluşan çekirdek (nükleer) ailedir. Bu aile türünün yaygınlığının baş nedenleri arasında Bizans miras kanunlarında, ortaçağ Avrupa'sındakinin aksine, ekber evlat hakkının mevcut olmayıp aile servetinin çocuklar arasında (kızlar da dahil olmak üzere) eşit olarak paylaştırılması gelir. Dolayısıyla, aynı çatı altında yaşayan 20-30 fertten oluşan kalabalık ailelere de kaynaklarda zaman zaman rastlanmakla birlikte, her evlenen çiftin kendilerine ayrı birer ev açmaları yoluyla ailelerin küçük birimlere bölünmesi daha yaygın bir âdet halini almıştır. Roma devrine kıyasla, Bizans'ta aile

çok daha sabit ve pekişik bir birim teşkil etmekteydi. Örneğin, Roma'da bir evliliğin yürürlüğe girmesi yalnızca tarafların rızasıyla mümkün iken, Bizans'ta bu yeterli görülmemiş, kilisenin onayı ve ayrıca her iki ebeveynin de rızası şart koşulmuştur. Roma kanununda cariyelik kurumu tanınırken Bizans imparatorları, önce evli erkeklerin cariye tutmalarını yasaklamış, sonra kurumu tümden yok etmeye çalışmışlardır. Bizans'ta ailenin Roma devrinden farklı bir başka özelliği de zamanla erkeğin aile içerisinde sahip olduğu sonsuz otoritenin ("patria potestas") azalıp, kadının etkisinin ve öneminin artmış olmasıdır (bak. Kadın yaşamı).

Bizans devrinde, özellikle bazı aşırı dini çevreler arasında, evlilik ve dolayısıyla aile karşıtı tavırlar mevcut olmakla beraber, aile genelde devlet ve kilisenin himaye ve gözetimi altında bir kurum olarak varlığını sürdürmüştür. 8. yy'da düzenlenen Ekloga isimli kanunnamede aile konusu pek çok maddede ele alınmıştır. Bu yasalara göre, evlilik yaşı kızlar için 13, oğlanlar için 15 olarak belirlenmiş; çeşitli akrabalık ve hısımlık derecelerinde olan kişiler arasındaki evlilikler ise yasaklanmıştır. Boşanma konusunda da devlet kısıtlayıcı bazı yasalar getirmiştir. Çiftlerin boşanması ancak erkeğin üç yıl boyunca devam eden cinsel iktidarsızlığı, kadının zina yapması, çiftlerden herhangi birinin diğerini öldürmeye teşebbüsü veya çiftlerden birinin cüzam hastalığına yakalanması durumlarında mümkündü. Buna karşılık akli denge bozukluğu veya erkeğin zina suçu aileyi bozmak için yeterli sebep sayılmamaktaydı. Yasal olarak bir kişinin üç kez evlenip ayrılması mümkün olmakla beraber, gerek devlet, gerek Bizans kilisesi ikinci evliliklere (özellikle kadınlarınkine) hoş gözle bakmamış, üçüncü evliliklere de çoğu kez engel olmaya çalışmıştır. Başkent'te, fakir halkın düğün törenleri için senato binasının karşısında Nimfaion(->) adlı bir kamu binası yapılmıştır.

Aile içi ekonomik ilişkilere gelince, Bizans'ta drahoma âdeti vardı. Kadının evlenirken aileye getirdiği ve asıl amacı çocukların maddi güvenliğini sağlamak olan drahoma, mirasın tersine, satılamaz mülklerden oluşmaktaydı ve intifa hakkı kocaya aitti. Ancak kocanın ölümünden sonra veya bazı suiistimal durumlarında kadınlar drahomalarını kendileri denetleme ve idare etme hakkını elde edebilirlerdi. Şart olmamakla birlikte, çiftler arası maddi ilişkiler ve mülk dağılımını tanzim eden evlilik kontratı âdeti de vardı. Bizans'ta aile aynı zamanda ö-nemli bir üretim birimiydi; özellikle evde dokumacılık çok yaygındı.

Bizans toplumsal yaşamında çok mühim bir yer tutan aile örnek kurum olarak başka sosyal ilişkilere de model olmuştur. Örneğin, Bizans imparatorunun halkla veya başka devletlerin reisleriyle ilişkilerinde, mecazi olarak aile

Eski istanbul'da mahalle, aile yaşamının hem dış mekânı hem de uzantısıydı.

G. Brindesi'nin bir resmi, 19. yy Ara Güler

modeli kullanılmıştır. Bu sisteme göre imparator baba rolünü üstlenirken, başkalarının konumlan aile içerisindeki değişik akrabalık derecelerine göre hiye-rarşik olarak sıralanmıştır.

NEVRA NECİPOĞLU Osmanlı Dönemi

15. yy'ın ikinci yarısında, fetih sonrasında uygulanan iskân politikası, kente, ihtiyacı olan Müslüman kalifiye nüfusu sağlamayı hedefliyordu. İskân edilenlerin şehir hayatına uyum sağlayabilecek ve ekonomik hayatın canlandırılmasına katkıda bulunabilecek nitelikte olması yanında, bunların aile yapılarını korumalarına da özen gösterildi. İstanbul'a iskân edilen, ekonomik hayatın çok çeşitli alanlarından esnaf ve zanaatkar aileleri, Osmanlı dönemi İstanbul ailesinin ilk örnekleriydi. Şehirli kökenleri, gelişmelere ve kent yaşamına uyumlarını kolaylaştırırken kuşaktan kuşağa geçmiş becerileri, bu aileleri kent hayatının vazgeçilmez öğeleri arasına sokuyor ve İstanbul'un ekonomik hayatını canlandırma politikasının gereği olarak kendilerine sağlanan maddi destekler, aile yapısının güçlenip sağlamlaşmasına katkıda bulunuyordu. 15. yy'ın ikinci yansında ve 16. yy'da İstanbul ailesinin demografik özellikleri konusunda fazla bilgi yoksa da, orta tabaka Müslüman reaya ailesinin şer'i ve örfi hukukun biçimlendirdiği bir yapıya sahip bulunduğu söylenebilir. Eski Türk aile yapı ve gelenekleri, yerel özellikler, Bizans kenti aile yapısı, İslamiyetin aile anlayışı ve hukuku, karşılıklı bir etkileşim içinde, genel olarak kentsel Müslüman Türk ailesini, özel olarak da İstanbul ailesini şekillendirmiştir.

Söz konusu yüzyıllarda, Müslüman Türk ailesi, İslamlığın ilk dönemlerindeki kadın ve erkeğin rızasından ibaret

â,

AİLE

140

141

AİLE

19. yy İstanbul'unda geleneksel yapıda bir paşa ailesi. Fotoğrafta, oğullarını, kız ve erkek torunlarını çevresine toplamış alaylı paşa, kadınların hâlâ ev içine kapandığı, pederşahi ve gelenekçi aile yapısını yansıtıyor. Necdet Sakctoğlu

Abbas Halim Paşa ailesi. Paşa ve ailesi 1917 yılı civarında Bebek'te Abbas Paşa Yalısı'nın korusunda bulunan kendilerine ait köşkteler. Yenileşmeci, alafranga aile yapısına bir örnek. Niinel Ceialoğlu

sözleşmeyle değil, resmi bir nikâh akdi ve bu akdin getirdiği yükümlülüklere ve haklara bağlı olarak kuruluyordu. Kırsal kesimlerde evlilik ve ailede örfi hukuk hükümleri ağırlık kazanırken, kentlerde, özellikle de kentler arasında ayrıcalıklı yeri olan İstanbul'da, İslam aile hukuku ağır basıyordu. Nikâh öncesinde ailesine değil de bizzat kadına ödenen "mehr-i muaccel" ve evlilikten sonraki dönemlerde, örneğin boşanma durumunda ödenen "mehr-i müeccel" İstanbul'la kırsal kesim farklılığını göstermesi açısından önemliydi. Mehr, kırsal kesimlerde kızın ailesine ödenen başlık vb gibi bedellerden işlevi ve tasarruf sahibi açısından farklıydı. Öte yandan şer'i hukukta yeri olan kadının boşanma veya nişanın bozulmasını talep hakkı da İstanbul'da, pek sık olmasa da, günlük hayatta uygulanabiliyordu. Çokeşli evlilik (dört kadına kadar) erkeğe İslamiyetin getirdiği bir hakti. İslamiyet'in doğup yayıldığı bölgelerde çok karılı evlilik yaygındı. İslam, Cahili-ye döneminin bu yaygın geleneğini kurallara bağlamış, dört kadına kadar cevaz vermiş ama tekeşliliği yüceltmiş ve önermişti. İstanbul'da yaygın aile biçiminin ağırlıkla tek karılı olması-, kaynaklara göre, 15 ve 16. yy'larda ve Kanuni döneminde de monogamik (tekeş-li) ailenin yaygın biçim olarak görülmesi, İslamın doğuş döneminin saf bir modelini, eski Türk ailesi ve Bizans ailesinin tekeşli yapısının izlerini yansıtıyor, ancak aileye ilişkin diğer konularda olduğu gibi bu konuda da farklı sosyoekonomik katmanlardan ailelerde farklı eğilim ve yapılar gözleniyordu.

Birden fazla kadınla evlilik, kural olarak çocuk -çoğunlukla erkek evlat-sahibi olabilmek için başvurulan bir yoldu. Buna karşılık saray ve çevresindeki evliliklerde harem kurumunun, cariye kullanımının getirdiği karmaşık yapılara, çok karılılığın çeşitli biçimlerine rastlanmaktaydı. Toplumsal farklılaşmanın, sosyo-ekonomik katmanlaşmanın zayıf ve yavaş olduğu 15-18. yy'lar boyunca, kendi içine kapalı geleneksel İstanbul ailesinin içinde devindiği mekân, ailenin bir çeşit doğal uzantısı sayılabilecek mahalleydi. Esnaf, imam, dul kadın, bey, paşa, asker vb hanelerin bir arada yer aldığı mahalle, ailenin toplumla buluşma noktası, değerler sisteminin başvuru çerçevesi, kolektif yaşamın mekânıydı. Aile-mahalle bağı günümüzde anlaşılamayacak kadar sıkı ve önemliydi. Mahallenin yapı ve işlevlerindeki ilk çatlaklar daha 18. yy'da, hele de 19. yy'da, üst katmanlara mensup ailelerin eski mahallelerinden çıkıp yeni semtlerde köşkler, konaklar yaptırmaları ve buralara taşmmalarıyla başladı. Bu türden gelişmeler 19. yy ortalarında ve 20. yy'da gerçekleşecek değişimin de ilk adımlarıydı.

19. yy'a kadar geçen sürede İstanbul ailesinin gündelik yaşamına ilişkin olarak, seyahatnamelerde, yabancı elçilerin

anı veya raporlarında, seriye sicilleri, tereke defterleri gibi belgelerde, zamanın ulemasının eserlerinde dağınık bilgiler vardır. Ailede, genel olarak erkeğin, özel olarak da aile reisi erkeğin mutlak hâkimiyeti, hanenin idaresinin ve çocukların yetiştirilmesinin kadının (annenin) yetki ve görevi olarak tanımlanması, çok karılılık durumunda ilk eşin tö-resel ve hukuksal üstünlüğü, dönemin evlilik ve aile yapısının ana hatlarıydı. Öte yandan, yine aynı kaynaklardan derlenebildiği kadarıyla, İstanbul ailesinde hâkim ve yaygın biçim tekeşlilikti. 15. yy'dan itibaren, çeşitli kaynaklar, özellikle de kendi önyargı ve beklentileriyle çatıştığı için bu duruma şaşıran yabancı gözlemciler, İstanbul aileleri arasında -hattâ tüm imparatorluk toprakları üzerinde, özellikle kentsel kesimlerde- tekeşliliğin yaygınlığına dikkat çekerler. 16. yy'dan itibaren İslami değerler açısından başlıca başvuru kaynaklarından biri sayılan Ahlâk-ı Alâi'-sinde Kınahzade Ali Çelebi (1510-1572) aileyi de ele alır ve Osmanlı toplum biçim yapısına uygun aile biçimini tekeşlilik olarak tanımlar. Çok kadınla evliliğin zararlarını ve ailede yol açacağı tahribatı anlatan Kınalızade'nin ahlakçı olarak ortaya koyduklarını 16, 17 ve 18. yy'da İstanbul'a gelmiş Batılı yazarlar ve eski kaynaklara doğrudan eğilen araştırmacılar doğrulamakta, tekeşliliğin yaygınlığının altını çizmektedirler.

Kulaktan dolma yerleşik kanılarla ça-tışsa da, şer'i hukuk hükümlerinin ağır bastığı, örfi hukukun etkilerinin bir ölçüde geriye itildiği ortalama İstanbul ailesinin yüzyıllar boyunca taşıdığı ana

l

özellikleri, çekirdek aile yapısının ve tekeşli evliliğin yaygınlığı, öte yandan hane halkı sayısının sanılandan düşük olmasıdır. Bu özelliklerin çağlar boyunca süreklilik gösterdiğini, Alan Duben, Cem Behar, Frederic Shorter gibi sosyal bilimcilerin daha yakın dönemlerin verilerini inceleyerek yaptıkları çalışmalar onaya koymaktadır. Duben ve Behar'ın 1885 ve 1907 sayımlarının verileriyle yaptıkları değerlendirmeye göre, bu yıllarda, İstanbul'daki evli erkeklerin, sırasıyla yüzde 2,51 ve 2,l6'sı çokeşlidir. Ancak, toplumsal farklılaşma ve katmanlaşmanın bir hayli gelişmiş olduğu 19. yy sonlan ve 20. yy başlarında çok karılı evlilik oranları sosyo-ekonomik katmanlara göre önemli oynamalar göstermektedir. Görece yoksul ailelerin ve geleneksel orta katmanların yerleşme bölgesi olan Fatih, Eminönü gibi sur içi semtlerde çok karılı evlilik oranı yüzde l,41e İstanbul ortalamasının da altına düşerken, sahilhanelerin, sarayların, konakların bulunduğu Beşiktaş çevresinde bu oran üç katına çıkmakta; yine imam, hafız benzeri din görevlileri arasında yüzde 30'a, yüksek bürokrasi ve saray çevresi arasında yüzde 10'a yükselmektedir. Çokeşli evliliklerin en seyrek görüldüğü kesim gündelikçiler, ameleler ve dar gelirli ücretlilerdir. Kimi araştırmacılara göre, çok karılı evliliklere üst katmanlar arasında daha fazla rastlanmasının nedeni, böylesine masraflı bir yaşam biçimini ancak bu katmanların sürdürebilmesi yanında, bunların yakından izledikleri saraydan etkilenmeleri ve saray yaşamını taklit eğilimleridir. İstanbul ailelerinin Osmanlı dönemi



boyunca fazla değişmemiş bir özellikleri de yukarda belirtildiği gibi hane halkı nüfusunun sanıldığından düşük olmasıdır. Bu durum, söz konusu dönemlerde ortalama yaşamın kısalığı yanında doğal afetler, savaşlar, salgınlar yüzünden ö-lüm oranlarının yüksek olmasından kaynaklandığı kadar, doğurganlık oranının düşüklüğünden de kaynaklanıyordu.

Duben ve Behar'ın daha geç dönemleri, 19. yy sonu ve 20. yy'ın başını kapsayan araştırmalarında, gerek hane nüfusunda gerekse doğurganlık oranlarında 19. yy'dan 20. yy'a ve 20. yy'ın ilk 40 yılma doğru bir düşme eğilimi saptanıyor. 1907 sayımı verilerine göre, evdeki hizmetkârlarla birlikte hane halkı nüfus ortalaması 4,4, doğurganlık oranları ise 1885'te 3,5, 1907'de 3,8'di. Paşaların, beylerin, ulemanın yüksek devlet bürokrasisinin konaklarında hane nüfusunun kimi zaman 30-40 kişiye varmasına karşılık alt sosyo-ekonomik katmanlarda hane nüfusu daralıyordu. Bu ortalama, bütün aile hanelerinin yüzde 40'ını meydana getiren ve en yaygın aile biçimi olarak ortaya çıkan basit çekirdek ailelerde 3,6'ya kadar düşüyordu. Hane halkı büyüklüğü açısından üst katmanlar ve asker sivil bürokrasi önde gelirken, en az nüfuslu haneler alt gelir grupları amele, işçi, ücretli aileleriydi.

Ailenin yapısı acısından bakıldığında, ana, baba ve çocuklardan kurulu basit çekirdek aile en yaygın biçimdi. Bu biçime en fazla Osmanlı seçkinleri (aydınları) ve esnaf, zanaatkar aileleri arasında rastlanıyordu. Buna karşılık, çiftlerden birinin anne veya babasının veya diğer yakın akrabalarının birlikte kaldığı

genişlemiş aile tipi, en yaygın olarak (yüzde 34,4 oranında) amele, işçi ve dar gelirli kesimlerde, onları izleyerek de asker veya sivil devlet memurları, bürokrasi arasında görülüyordu. Aynı veya değişik kuşaklardan birden fazla ailenin birlikte yaşadıkları çok aileli hane yapıları, alt sosyo-ekonomik katmanlarda çok azalırken (yüzde 6,3) üst katmanlar, seçkinler arasında 20. yy'ın başlarında yüzde 21'e kadar varıyordu.

İstanbul ailesini kırsal kesim ve hattâ diğer kent ailelerinden farklı kılan bir başka özellik, evlenme yaşının gerek kadın gerekse erkek için oldukça yüksek olması ve evlilik yaşındaki yükselişin 19- yy'ın ikinci yarısından sonra daha da belirginleşmesiydi. 19. yy'ın sonlarında ve 20. yy'ın başında, basında ve yazında evlilik yaşı üzerine yapılan tartışmalardan ve bu dönemlerin evlendirme kayıtlarından çıkarılabildiği kadarıyla 1870-1880'lerde en erken evlilik yaşı ortalaması kadında 18-21, erkekte 24, çoğunlukla 28-30'du. Evlilik yaşının görece yüksek olmasında, İstanbul'da kız veya oğlan evlendirme masraflarının fazlalığı yanında, evlilik ve aile kurmak için sadece bedensel olgunluğa erişmenin yeterli olmadığı, aile sorumluluğunu taşıyabilecek ruhi olgunluğa erişilmiş olması da gerektiği yolundaki anlayışın da payı vardı. Yine İstanbul'da ikinci defa evlenme oranı, dul kalmış ya da eşlerinden ayrılmış olanlar arasında bir hayli fazlaydı ve kadınlarda bile yüzde 20'yi aşabiliyordu.

İstanbul aileleri arasında en eski dönemlerden beri yaygın olan; farklı sosyo-ekonomik katmanlardan ailelerde

genel modeli bozmayacak, kabul edilebilir oranlarda sapmalar gösteren, bu yüzden de İstanbul ailesinin özellikleri sayılabilecek; tekeşliliğin, çekirdek aile tipinin yaygınlığı, hane halkı büyüklüğü ve doğurganlığın düşüklüğü, evlenme yaşının yüksekliği gibi olgular, İstanbul'u, çağı ve çevresinde benzer kentlerden, özellikle de kırsal kesimlerden ayırıyordu. Kimi araştırmacılar, bu özellikleriyle İstanbul ailesinin Doğu ve Doğu Akdeniz tipolojilerine giremeyecek, daha çok Batı ve Balkan grubunda yer alabilecek özel, hattâ "tek" bir durumu bulunduğu kamsındadırlar.

İstanbul ailesinin gerek aile yapısı, gerek demografik öğeleri, gerekse yaşam biçimi açısından modelden belirgin biçimde farklılaştığı yer konaktır. Osmanlı toplum yapısının hızla çözülmeye başladığı ve bütün toplum kurumlarının bu çözülmeden etkilendiği 19- yy öncesinde, mahalle bütünlüğünün korunduğu ve konakların da dar gelirli mahalle halkının evlerinin yanı başında kurulu olduğu dönemlerde bile, beylerin, paşaların konaklarındaki yaşam kuşkusuz orta katman İstanbul ailesininkinden bir ölçüde farklıydı. Konaklar, doğal üyeleri sayılan hizmetkârlar, cariyeler, lalalar, evlatlıklarla kalabalık haneler meydana getiriyorlar; çeşitli derecelerden akrabaları, çoğunlukla gelinleri, bazen içgüve-yisi damatları aynı çatı altında barındırıyorlardı. Yukarda sözü edilen 19. yy sonu 20. yy başına ait nüfus araştırmaları böyle bir yapının çok daha yakın dönemlere kadar sürdüğünü ve hane halkı büyüklüğü ortalamalarından en ciddi sapmaların konaklarda yaşayan ulema veya diğer devlet ricali aileleri arasında görüldüğünü belgeliyor.

Konak, hele de toplumsal farklılaşmanın hızlandığı ve her katmandan kişi ve ailenin aynı mahalle bütünlüğü içinde yaşadığı mahalle yaşam biçiminin hızla çözüldüğü 19. yy'dan itibaren farklı bir aile yapısı sergilemeye başladı. İster gelenekçi İslamcı ulema konakları, ister Batıcı yüksek bürokrat konaklan olsun, konak aileleri çok sayıda çiftin aynı mekânı paylaştıkları, birkaç kuşağın bir arada yaşadığı, akrabalar yanında, hizmetkârlar, cariyeler vb'nin büsbütün kalabalıklaştırdığı geniş birleşik ailelerdi. Tanzimat döneminde ve sonrasında, hızlı yenilikçilik, Batılılaşma ve alafrangalık akımları kadar, alafrangalığa. Batılılaşmaya ve değişmeye en sert karşı duran düşünce ve yaşam biçimlerinin de konaklarda filizlenip gelişmesi rastlantı değildi. Geleneksel orta katman İstanbul ailesinin özelliklerinden farklı yapıdaki, üretici değil tüketici yanları ağır basan konak aileleri, değişen toplum karşısında uyum sorunlarını olumlu ya da olumsuz yönden çok daha şiddetli yaşadılar. Geleneksel ve üretici orta katman İstanbul ailesi ise yapısını bir ölçüde koruyarak daha ağır ama daha az bunalımlı bir değişmeye adaydı. Tanzimat sonrasının yenilikçi, Batıcı


Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   30   31   32   33   34   35   36   37   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin