SEVDİ
çeki yıllara ait bir uzun hikâyedir. Eserde eski İstanbul'un eğlenceli âdetlerinden helva sohbetleri(-*) anlatılır; bu toplantılarda oynanılan eğlenceli oyunlardan, özellikle "yüzük oyunu"ndan(->) ayrıntılı olarak söz edilir, oyuncuların kendi aralarında yaptığı şakalara kadar yer verilir. Bir gözü dışarda kadının evine aldığı sıradan bir İstanbullu olan Behram Ağa ile aynı kadının belalısı bir yeniçeri ve "paşalı" kocası arasında'geçen olay yeniçerinin ve kadının "paşalı" koca tarafından öldürülmesine kadar uzanır. Yeniçerinin konuşmaları, giyim
AHMED MİDHAT EFENDİ 126
Midhat Efendi'de İstanbullu tipler de büyük bir yer tutar. Hikâye ve romanlarında konuyla bağlantılı uzun açıklamalara sık sık yer veren Ahmed Midhat Efendi, bu pasajlarıyla daha çok bir tarih, bir hayat kesiti tespiti, insan ve çevre tasvirleri, geleneklerin açıklanması gibi hizmetleri yerine getirir.
Gençlik 'te (1870) çarşı, pazar ve seyir yerlerinde gezip dolaşarak, daha çok Kalpakçılar'da alışverişe gelen kadınlara bıyık burup kaş göz atan acemi bir çapkın tipi canlandırılır.
Mihnetkeşân (1870) ve Henüz Onye-di Yaşında (1881; yb 1943) adlı eserlerinde İstanbul'un Beyoğlu tarafında bulunan genelevler, buralarda çalışan kadınlar, bu evlere devam eden kişiler yer alır. Bunlardan birincisinde baş kahramanlardan biri bir Müslüman kız, ikincisinde ise bir Rum kızdır. Yazar ayrıca kaleme aldığı Yeryüzünde Bir Melek 'te de (1879) benzer konuyu ve benzer kadın tipini canlandırır.
Yeniçeriler (\B1\\ yb 1942), bu askeri ocağın son yıllarındaki korku, isyan ve patırtı dolu istanbul günlerini, Tophane ve Galata meyhanelerini, buralara devam eden yeniçeri zabit ve askerlerini anlatır. Eserde olaylar, kişiler, yer ve zaman bakımından İstanbul anlatılmaktadır. Yazarın ayrıntılarla çizdiği kabadayı yeniçeri portreleri, bunların kendi aralarında kullandıkları özel deyim ve kelimelerden oluşan yeniçeri argosunun yansıtılması, giyim-kuşamlarındaki en küçük ayrıntının bile ihmal edilmemesi dikkati çeker.
Bahtiyarlık^ (1885) İstanbullu olmadığı için esef eden zengin bir köy ağasının oğlu Senai ile şehir çocuğu olduğu halde köyde yaşamayı tercih eden Şinasi arasındaki karşıtlıklar ele alınır. Senai babasından kalma mirası Beyoğlu eğlence yerlerinde har vurup harman savurur. Bu eserde Senai'nin devam ettiği çalgılı kahvelere de yer verilir, ancak bunlardan o dönemin en alafranga eğlence yerlerinden "Cafe Flamme" ayrıntılı bir biçimde tanıtılır.
Obur (1885; yb 1945), eski İstanbul hayatının birçok yönünü çok iyi yansıtan, mirasyedi zenginlerin maskara durumuna düşmüş bazı tiplerle birtakım muziplikler yaparak nasıl eğlendiklerini anlatan bir uzun hikâyedir. Bu hikâyeye adını veren Fil Tahsin obur olduğu kadar pisboğazdır da. Eserde bir mirasyediye dalkavukluk eden "molla" ile yalancı "tabip" tipi de vardır. Eserde eski İstanbul mutfağına ait bazı yemeklerin nasıl hazırlandığı abartılı tariflerle anlatılmaktadır.
Çingene (1887), halk arasında anlatılan bir çingene kızı masalından yola çıkılarak yazılmıştır. Hikâyede Kâğıthane mesiresindeki âlemlerin ve buralara devam eden kahramanların tasvirleri yapılır. Kâğıthane âlemlerinin gerçekçi bir anlatımla canlandırıldığı görülmektedir. Dolaptan Temaşa (1890; yb 1986), Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasından ön-
GÖNÜL
GÖZ GÖRDÜ
Civelek Hüsnü Üsküdar iskelesinde kayıkçılık eder idi. Bir akşam saat on bir buçuğa, on ikiye kadar kayığı içinde büyük iskele başında bulunup artık müşteri zuhurundan [çıkmasından} meyus olarak silâhlarını iskele başına bırakmış ve kayığı kızağa çekmek tedarikiyle iştigal etmiye [uğraşmaydı başlamış idi.
Derken ezan ile beraber yanında genç bir kız olduğu halde ihtiyarca bir kadın geldi:
- Aman kayıkçı, bizi Bahçekapısı'na geçir.
- Bu vakte kadar nerede kaldınız? Kadın kısmının bu vakit sokakta işi ne?
- Aıtık "Aman" dedim. Evlâdım ol bana kıydırma, vakit kaybetmeyelim, hali
mi sana kayıkta söylerim.
- (Kendi kendine) Akşam üstü ummadığım taraftan bir kısmet mi geldi de
sem! (Kadına hitaben) Haydi artık ne ise! (Kızı baştan ayağı süzerek ve içini çe
kerek) Senin oğlun olayım amma oğlun olur isem bu yanındakinin kardeşi ol
mam.
Tabancalarını devşirerek kayığa girer, iskeleye yanaştırır ve kadın ile kızı alarak denize açılır. Biraz açılınca hem küreklerini yağlar ve hem de söze başlar:
- (Sırıtarak) Ey hanım abla söyle bakalım. Fakat kavlimizi [sözümüzü] unut
ma "Senin oğlun olurum amma yanındakinin kardeşi olmam." demiş idim. Gö
züme pek parlak görünüyor.
- Eh evlâdım ırzımızı sana teslim ettik artık...
- Tamam öyle etmeli ya, buldunuz ciğer inanacak kediyi. O bir tarafa kalsın
şu siz bu vakit Üsküdar'da ne geziyorsunuz; eğer Üsküdarlı iseniz İstanbul'da
ne işiniz var? Çabuk söyle zira kollarım titriyor, kürek çekemiyorum. Sonra, İs
tanbul'a varamazsınız ha!
- Aman evlâdım. Artık ocağına düştük. Fakat sen bizi fena zannetme ve bi
ze şu muamelede bulunma. Bugün izinsiz nasılsa şeytana uyarak Üsküdar'a ge
lin görmeye geldik, dalıp kaldık. Bu akşam eve yetişemez isek herif bizi öldü
rür.
µ Vay sizin herif te mi var?
µ Var ya.
- Ne bok yer, o herif bu kızın kocası mı?
- Hayır benim kocam.
— Ha! şöyle söyle... Şey hanım nine bu kızın nişanlısı mişanlısı var mı? (Ken
di kendine) Kollarda da takat kalmadı.
- Hayır evlâdım. Henüz kısmetini bekliyor.
— (Kendi kendine) Tuhaf. Şunun kısmeti ben olsa idim ne olur idi. (Kadına
hitaben) Lâkin Allah bağışlasın. Pek güzel. Sahihan ırz ehli olduğunuzu kızın
yüzünden anladım. Bak bak ne kadar mahcup, yüzüme bile bakmıyor. Hem
yüreğim de bana diyor ki siz ırz ehlisiniz. Çünkü bu akşam üstü ezandan sonra
siz kayıkta, ben de Civelek Hüsnü iken yüreğim bana çok şeyler söylemek lâ
zım gelir idi. Amma bıçağım hakkıyçin yemin ederim ki şu halde yüreğim hiç
bir fenalık düşünmiyo'r.
- Allah yiğitliğini bağışlasın oğlum.
- Valide doğru söylüyorum, kazan-ı şerif hakkıyçin yüreğimden bir fenalık
geçmiyor. Bu kızın babası kim?
- Babası Cellât Hasan'dır.
- Ne dedin? Ne dedin? Cellât mı dedin? Vay avradını!...
- Cellât onun lâkabıdır. Kendisi topçudur oğlum.
- Ha şöyle. Ben de cellât zannettim de... Hanım nine bana Civelek Hüsnü
derler. Ben de yeniçeriyim.
Ahmed Midhat, Yeniçeriler, ist., 1942; s. 33-35
kuşamı ve davranışları ayrıntılarıyla tasvir edilmiştir.
Hüseyin Fellah (1874; yb 1981), konusu büyük ölçüde Cezayir'de geçmekle birlikte Yeniçeri Ocağı'nın kapatılmasından önceki yıllara ait olayları anlatırken bazı kabadayı tiplerini canlandırması bakımından ilginçtir. Eski Galata hendeklerini, buralarda işlenen cinayetleri anlatması ve çubukçuluk, lülecilik zanaatıyla ilgili bilgiler vermesi de İstanbul açısından dikkat çekicidir.
Dünyâya İkinci Geliş yahut İstanbul'da Neler Olmuş? (1874), Marmara Deni-
zi'ndeki ıssız adalardan birinde sevdiği kadınla birlikte yedi yıl yeraltındaki bir mağarada yaşamış bir genç adamın hikâyesidir. Konusunu eski İstanbul konaklarında, sonu ölümlerle biten entrikalardan alan bu eser Ahmed Midhat Efendi'nin olay içinde olay kurgusunu çok başarılı bir biçimde uyguladığı örneklerdendir.
Felâtun Bey ile Rakım Efendi (1875; yb 1966), alafrangalık özentisi içinde bir genç olan Felâtun Bey ve mütevazı hayatıyla örnek teşkil eden Rakım Efendi etrafında gelişen olayları konu edinir. Eserde o dönemin kibar muhitleri ile halk kesimi çok gerçekçi bir biçimde canlandırılmaktadır.
Karnaval (1881), Beyoğlu çevresinde yaşayan Hıristiyanların büyük perhizden önce yaşadıkları yeme-içme ve eğlence dolu dinsel bir bayramı, zengin bir Ermeni kan kocanın yaşadığı eğlenceli hayatı da canlandırması bakımından ilginçtir.
Dürdane Hanım (1882; yb 1951), külhanbeyi kayıkçılar arasına karışmış erkek kılığında bir genç kızın başından geçenleri anlatır. Eserde Galata meyhaneleri ve buralara devam edenler ustaca canlandırıldığı gibi ad verilmeden telefondan da söz edilir.
Jön Türk (1910), II. Abdülhamid döneminin jurnalci ortamında sevgilisi tarafından jöntürklükle itham edilen ve bu yüzden sürgüne gönderilen bir gencin başına gelenleri konu edinir. Eserin baş tarafında yer alan konak tasviri ile bütün ayrıntılarıyla anlatılmış bir İstanbul düğünü oldukça ilginç tespitler ihtiva etmektedir.
Bibi. İ. Hakkı (Eldem), Ondördüncü Asnn Türk Muharrirleri. I. Defter: Ahmed Midhat Efendi, İst., 1308; Ali Muzaffer, Terâcim-i Ah-vâl-i Meşâhir yahud Zamanımız Osmanlı Odebâ ve Muharririni: Ahmed Midhat Efendi, ist., 1317; Abdurrahman Şeref, "Ahmed Midhat Efendi", TOEM, III, S. 18 (l Şubat 1328), 1U3-1119; Ahmed Midhat Efendi (yay. Resimli Gazete), İst., 1927; 1. Hikmet (Ertaylan), Ahmed Midhat, İst., 1932; M. N. Ozon, Türk-çede Roman Hakkında Bir Deneme, İst., 1936, s. 187-332; K. Yazgıç, Ahmed Midhat Efendi. Hayatı ve Hatıraları, İst., 1940; M. Baydar, Ahmet Midhat Efendi, İst., 1954; H. T. Us, Ahmet Mithat'ı Anıyoruz, İst., 1955; A. H. Tanpmar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İst., 1956, s. 433-436; C. Kudret, Ahmet Mithat, Ankara, 1962; ay, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, I, İst., 1965, s. 27-54; M. S. Çapanoğlu, ideal Gazeteci Efendi Babamız Ahmed Midhat, İst., 1964; M. O. Okay, Batı Medeniyeti Karşısında Ahmed Midhat Efendi, Ankara, 1975; ay, "Ahmed Midhat Efendi", TDEA, I, 68-70; ay, "Ahmed Midhat Efendi", DlA, II, 100-103; H. Z. Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İst., 1979, s. 107-121, 216, 224; Ş. Rado, Ahmet Mithat Efendi, Ankara, 1986; S. E. Siyavuşgil, "Ahmed Midhat Efendi", İA, I, 184-187.
NURİ AKBAYAR - M. SABRİ KOZ
AHMED MİDHAT EFENDİ YALISI
Beykoz, Yalıköy mevkiinde, sahil yolu ile Boğaziçi Suyolu arasında kalan düz bir alanda yer alır. Tapuya, Beykoz, 68 pafta, 469 ada, 20-21 parseller ile kayıtlıdır.
Ahmed Midhat Efendi Yalısı'mn restorasyon öncesi sağ yan cephesi. Oğuz Ceylan
19. yy başlarında inşa edildiği bilinen yalı bir bodrum, bir zemin, iki normal ve bir çatı katı olmak üzere toplam beş katlıdır.
Yapı tamamen simetrik bir anlayışla inşa edilmiştir. Mimari planlamada harem ve selamlık bölümleri kendini belli eder. İki bölüm arasındaki kapılar, daha sonra kapatılmıştır. Yalıda yaşamlarını sürdürmekte olan Ahmed Midhat Efendi'nin vârislerinin ifadelerine göre, çıtalar ile oluşturulmuş geometrik motifli tavan süslemeleri bir tamirat sırasında kaldırılmıştır. Bu döneme ait bir tavan motifi, yalının deniz cephesi çıkmasının altında görülmekteydi. 1980'li yılların ortalarında yalının rölöve ve restorasyon çalışmalarına başlanılmış ve yalı günümüzde yeni bir iç mekân düzenlemesiyle kagir bir yapıya kavuşturulmuştur.
Yalının eski fotoğraflarında görülen, çatı katındaki cihannüma, restorasyon esnasında inşa edilmiştir. Cephede cihannüma ile kendini belli eden, çatı katındaki çokgen mekânda Ahmed Midhat Efendi'nin temsiller verdirdiği söylenmektedir.
Yalının cephe mimarisinde ampir tarzın etkili olduğu görülmektedir.
OĞUZ CEYLAN
AHMED MUHTAR PAŞA
(1861, İstanbul - 1926, İstanbul) Askeri Müze'nin(->) ikinci kurucusudur.
Davutpaşa'da doğdu. Kolağası Hasan Efendi'nin oğludur. Mühendishane-i Berrî-i Hümayun'u bitirdi. 1881'de er-kân-ı harp (kurmay) yüzbaşısı oldu. 1885-1894 arasında Mekteb-i Hayriye'de hocalık yaptı.
1895'te miralay rütbesiyle Umum Topçu ve İstihkâm Komisyonu azalığına tayin edildi. 1902'de mirliva, 1906'da ferik rütbesine yükseldi.
II. Meşrutiyet'in ilanından birkaç yıl önce, II. Abdülhamid tarafından silah alımı için Avrupa'ya gönderilen Ahmed Muhtar Paşa, Avusturya, Almanya ve Fransa'da gördüğü askeri müzelerle ilgili izlenimlerini zamanın Tophane Müşiri Zeki Paşa'ya aktardı ve İstanbul'da da böyle bir müze kurulmasını önerdi. II. Abdülhamid'in onayıyla Ahmed Muhtar
727
AHMED MUHTAR PAŞA
Paşa'nın başkanlığında Alman Gromkov Paşa ve mühendislik okulu öğretmenlerinden Alman Jasmund'dan oluşan komisyon Yıldız Sarayı'nda bir silah müzesi kurduysa da, bu müze kısa sürede kapandı.
II. Meşrutiyet'in ilanından (1908) sonra, zamanın Tophane Müşiri Ali Rıza Paşa'nın desteği ile Ahmed Muhtar Paşa yeniden müze komisyonu başkanlığına getirildi. Yine aynı yıl Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa'nın önerisi ile Esliha-i Askeriyye Müzesi'nin ilk müdürü oldu. 1908-1923 arasındaki müdürlüğü sırasında müzenin adı Mü-ze-i Askerî-i Osmani olarak değişti. 1914'te müzeye bağlı olarak bir mehter takımı kuruldu.
Ahmed Muhtar Paşa, aynı zamanda askeri marşlar bestelemiş, güfte yazmıştır. Verimli bir yazar olarak, çoğu askerlik tarihi ve topçulukla ilgili makale ve kitapları vardır. Bunlardan en önemlisi sayılan Feth-i Celil-i Konstantiniyye (1320/1902) tarihçilik açısından fazla değer taşımamakla birlikte İstanbul'un fethine ilişkin o döneme kadar yazılmış en kapsamlı eserdir.
Gazeteci ve yazar Sermet Muhtar Alus'un(-») babası olan Ahmed Muhtar Paşa, kısa bir emeklilik döneminden sonra, İstanbul'da öldü.
Bibi. Esad, Mühendishane, 1312, s. 230-231; 1986, 183; Gövsa, Türk Meşhurları, 257-258; Tülin Çoruhlu, "Ahmed Muhtar Paşa", DİA, II, 106-108; M. H. Yınanç, "Tanzimat'dan Meşrutiyet'e Kadar Bizde Tarihçilik", Tanzimat, I, ist., 1940, s. 587; N. Eralp, "1908-1923 Döneminde Türkiye Askeri Müzesi'nin Batılı Anlamda Kuruluşu ve Kültür Hayatındaki Yeri", ikinci Asken Tarih Semineri-Bil-dinler, Ankara, 1985, s. 285-294.
İSTANBUL
Ahmed Muhtar Paşa
Nuri Akbayar
AHMED NAİlI
128
129
AHMED PAŞA
AHMED NAM (Galatalı)
(?, İstanbul - 1812, İstanbul) Sülüs ve nesih hattatı. Zarifi adlı bir gemicinin oğludur. Hat hocası Kütahyalı Mustafa Efendi'dir. Alımed Nailî imzasını bazen "Galatalı" bazen "Eyüplü", Hat ve Hat-taîari'A. göre bazen de "Kasımpaşalı" diye atmıştır.
Galata'daki Taşmektep'te uzun yıllar hat hocalığı yapan Ahmed Nailî çabuk yazan bir hattat olarak tanınmıştır. 120'-den fazla Kuran yazmıştır. 99, 100 ve 101. Kuran'lan Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndedir. Ibnülemin Mahmud Kemal İnal Son Hattatlarda. 1226/1811 tarihli 121. Kuran'ının Ekrem Hakkı Ay-verdi'de olduğunu yazar. Şevket Rado da Türk Hattattan'nda 1222/1807 tarihli 113. Kuran'ını gördüğünü bildirir. Oğlu Hafız İbrahim Efendi de hattattır. Ahmed Nailî sülüs ve nesihte Hafız Os-man(-») okuluna bağlıydı. Bibi. Habib, Hat ve Hattatan, İst., 1305, s. 163; İnal, Son Hattatlar, 218-221; Rado, Hattatlar, 187.
ALİ ALPARSLAN
AHMED NECİB
(1833 ?, İstanbul - 1898, İstanbul) Batılı anlamdaki tiyatro sahnesine profesyonel olarak çıkan ilk Türk ve Müslüman tiyatrocudur. 1869-1870 döneminde, Güllü Agop'un gazetelerde yaptığı duyuru üzerine, onun yönettiği Osmanlı Tiyatrosu'na giren Ahmed Necib'in ilk büyük rolü Kasım 1871'de oynanan Ay-yar Hamza'dakı Muhterem Efendi rolüdür. Gedikpaşa'daki Osmanlı Tiyatro-su'nda oynamadan önce ortaoyununda pişekâr rolüne çıktığı da bilinir.
Ahmed Necib Schiller'in Haydutlar adlı oyununda sahneye sarıkla çıkacak kadar geleneklerine bağlı olmasına karşın, kısa zamanda Tanzimat dönemi tiyatrosunun önemli oyuncuları arasına girdi. 1885'ten sonra Mınakyan'ın yönettiği Osmanlı Tiyatrosu'nda rol aldı. Bin-bir Gece Masalları'ndan Gozzi'nin oyun, Weber'in müzik ve Puccini'nin de opera haline getirdiği ünlü Turandpt masalından uyarladığı İdbar ve İkbal (1874), 19. yy Türk tiyatro yazarlığı içinde kendine özgü bir yer tutan, masal havasında gelişen fantezi bir oyundur. Ahmed Necib'in, Nedamet yahut Hırsız Evlat (1875) adlı oyunu da Osmanlı Tiyatrosu'nda sahnelendi.
İSTANBUL
AHMED NİYAZİ EFENDİ TEKKESİ
bak. AĞAÇKAKAN TEKKESİ
AHMED PAŞA (Melek)
(1604, ? - l Eylül 1662, İstanbul) Osmanlı sadrazamı. Hazine açığını kapatma önlemleri alması, İstanbul'da fiyatların döıt kat artmasına neden olmuştur. Evliya Çelebi'nin koruyucusu olduğu bilinir.
Abaza asıllı Pervane Kaptan'ın oğludur. I. Ahmed döneminde (hd 1603-1617) saraya alındı. Enderunda eğitim gördü. Silahdarlığa kadar yükseldi. Güzel yüzlü ve şişman oluşundan önceleri "Malak", daha sonra ''Melek" lakabıyla anıldı. l640'a doğru dış göreve çıkarak Diyarbekir, Erzurum, Şam, Halep, Bağdat valilikleri, Musul muhafızlığı görevlerinde bulundu. 1644'te IV. Murad'ın kızı İsmihan Kaya Sultan'la evlenerek saraya damat oldu. Bir görev değişikliği sonrasında yeniden Bağdat Valiliği'ne gitmek üzereyken Kaya Sultan'ın aracılığı ile 5 Ağustos 1650'de sadrazamlığa atandı. Padişah IV. Mehmed henüz 9 yaşında bir çocuktu. Kösem Mahpeyker Sultan'ın ve ocak ağalarının İstanbul'daki egemenlikleri doruk noktasındaydı. Eyaletlerden vergi toplanması ve başkente aktarılması neredeyse durmuştu. Divan üyeleri bile ancak rüşvetle ve esnafa salgınlar salarak geçimlerini sürdürmekteydiler. Kimse dış göreve ve valiliklere gitmek istemiyordu.
Ahmed Paşa, mühr-i hümayunu aldıktan sonra kola binip kenti dolaştı ve Kaya Sultan'ın Eyüp'teki sarayına gitti. Ertesi gün, şeyhülislam, kazaskerler, ağalar padişaha çıkıp aylıkların ödenmediğini şikâyet ettiler. Ahmed Paşa, defterdarı, İstanbul kadısını değiştirdi. Kendisini her konuda "evrenin vekili" ilan eden ve istanbul halkını korkutmuş bulunan Müneccimbaşı Hüseyin Efen-di'yi Boğaziçi'nde sandalda yakalatıp boğdurttu. Müneccimbaşı patriklerden, elçilerden rüşvetler alır, Kösem Sultan'a ve Murad Ağa'ya dayanarak her işi çevirirdi. Ahmed Paşa'nın bu bir-iki önlemi yüzünden, yeniçeriler kuşkulanıp ulufe divanı günü eyleme geçtiler. Asker güçlükle yatıştırıldı ve ertesi gün ulufeleri dağıtıldı.
Daha kaygılandırıcı bir durum, İstanbul'a gelmesi gereken zahire yüklü gemilerin İzmir açıklarında yabancı gemilere satılması, başkentin kıtlık tehlikesine düşmesiydi. Bunlardan habersiz çocuk padişaha, bostancıbaşı ve silahdar ağası, Kâğıthane'de, İmrahor Köşkü korusunda önüne tilkiler, tavşanlar bırakarak ilk av zevkini tattırmaktaydılar. Büyük alay göstererek İstanbul'a gelen Avusturya elçisiyle aradaki antlaşmayı yenileyen Ahmed Paşa, ekonomik sorunlara eğilmek istedi. İstanbul'a tek kuruş mukataa bedeli ve vergi gelmiyordu. Devlet bütçesi, Bağdat ve Mısır gelirleri ile kaptan-ı deryanın ödentisiy-le döndürülmeye çalışılıyordu. Bu sırada donanmanın denize açılma zorunluluğu yeni kaynaklar gerektirdi.
Ahmed Paşa, iç hazineden borç isterken eyaletlere de tekâlif-i şakka (yasal dayanaksız vergi) buyrukları yazdı. İstanbul çarşı esnafına altından kalkılamaz salgınlar saldı. Artık divan oturumlarında, üyeler birbirlerini en ağır sözlerle itham etmekteydiler. İstanbul, taşradan gelen şikâyetçilerle dolmuştu. Öte yandan, şeriatı en katı kuralları ile uygulamadan yana Kadızadeliler ile ta-
rikatçı zümrelerin çatışması da bugünlerde başladı.
Nisan l651'de dağıtılması gereken ulufe için hazinede para bulunmadığı gibi gelecek iki yılın kamu vergi alacakları da satılmıştı. Ahmed Paşa, tüm vezir haslarına el koydu. Gürcü Mehmed Paşa ise, sadrazamı rüşvet almakla suçluyordu. Üst yönetimde ilişkiler gerginleşirken ilmiye sınıfı içinde de tütünün haram olup olmadığı konusundan kaynaklanan çatışma şiddetlenmişti. Dönemin ünlü şeriatçısı Üstüvanî Mehmed Efendi başkentte oluşturduğu çeteyle tekkeleri basıyor, şeyhleri, dervişleri dövüp sövüp tutukluyordu. Şeyhülislamın, İstanbul'daki İngiliz balyosunu (elçi), bir konudan dolayı huzuruna getirtip sorguya çekmesi, sonra da ahıra hapsettirmesi, olaylara bir de diplomatik skandal kattı. Ocak ağaları, Ahmed Paşa'yı, Karadeniz'den dönen donanmayı seyre gönderip Topkapı Sarayı'na gittiler. Ba-haî Efendi'yi azlettirip Karaçelebizade Abdülaziz Efendi'yi şeyhülislamlığa getirttiler. Bu tür kararlar, o zaman "İçerü" denen harem dairesinde alınıyordu. Halk, Abdülaziz Efendi'ye "Balyos Müf-tîsi" adını taktı. Yine Nisan l651'de, Ahmed Paşa'nın özel olarak yaptırttığı kalyon Bahçe Kapısı'nda denize indirilmesi sırasında yan yatıp battı, 50 kişi boğuldu. Halk, bunu da Alımed Paşa'nın\ uğursuzluğuna yorumladı. "Ah ile batdı vezirin gemisi deryaya" tarihi düşürüldü.
Kapıkulu askerlerine haziranda ulufe dağıtılamaması sonucu sipahiler, ocak ağalarını taşladılar, defterdarın konağını bastılar. Bir iki elebaşıları boğdurulunca Üsküdar'a geçip "yoldaşımızın kanını isteriz!" diyerek gösteri yaptılar. Bu olaya "Yenicami Vak'ası" denmiştir.
Merkezi yönetimin Üsküdar'da bile etkinliği yoktu. Rüşvete doymayan ocak ağalan, piyasaya egemendi. Bunlar, türlü malları kente getirip yüksek Batlarla ve zorla çarşı esnafına devredip bedellerini tehditle tepkiyorlardı. Esnaf beş parasız kalmıştı. Celeplerin İstanbul'a koyun getirmelerini yasaklayıp bu işi de üstlendiler. Etin okkasını 8 akçeden 13 akçeye çıkardılar. Bursa ipeklisine, dimisine, Bağdat ve Şam hilalilerine el koydular. Şikâyetlere karşı da "İstanbul, varsıllar şehridür. Fukara şehri değül-dür. Geçiminden âciz olan varsun taşraya getsün. Bulgur bulamaç yesün!" demekteydiler. Dalkavukları ise ağalarına "Bir alay Türk, çiftlerin(i) bozup gelüb böyle nazenin şehirde zevk idüb et ve-sâir şey ayaklarına gelüb onbeş akçeye almağa ar mı iderler? Hazzı olmayan eski yerine gitsün!" diyorlardı. Ocak ağaları, hazineden çektikleri halis akçe ulufeleri, Yahudi sarraflarda ayarı düşük akçelerle bozdurup askere dağıtıyorlardı. Defterdar da bu yolu denemek istedi. Bosna dolaylarından toplattığı bozuk akçeyi, meyhanecilerden toplanan kızıl kırpık paraları, esnafa zorla verip her 118 akçeye bir altın almaya kalkıştı. Bu
altınları da Yahudi sarraflara ikişer riyale bozdurtup bu yollardan 240.000 riyal sağlamayı ve ulufe dağıtmayı tasarlıyordu. Toplanan düşük akçeler defterdar sarayına yığıldı, keselere taksim edildi ve bedestene taşıtıldı. 21 Ağustos 1651 günü, Bedesten Kethüdası, esnaf ihtiyarları çağrıldı. Herkes itiraz etti. "Devletli vezir, biz bu yıl on dört vergi çektik. Kesat ise canımıza kâr etti. Ağaların Karadeniz'den gemilerle getirttikleri bakır ve şap ve fındık ve tuz, İzmir'den şaykalarla gelen sabun ve dimi ve sakız ve boğası, bunca şeyler de bize aktarıldı" denilince derterdar hepsini kovdu. Esnaf, dükkânlarını kapattı. Da-vutpaşa Mahkemesi yanında toplandılar. Oradan şeyhülislam konağına yürüdüler. Abdülaziz Efendi "Ben sizin işinize karışmam!" deyince bir kethüda "Sizden kürk istenince, padişahı (İbrahim) ve veziri katlettiniz. Niye bizimle meşgul değilsiniz?" diye bağırdı. Müftüyü zorla önlerine katıp saraya yürüdüler. On bin esnaf toplandı. "Herkes dükkânını kapatsın!" diye tellallar çıkartıldı. Padişah ayak divanına çıktı. Çağrılan Ahmed Paşa, korkusundan saraya gelemedi. Gönderdiği adamını esnaf taşa tuttu. Padişah bir hatt-ı hümayunla yasasız tüm istekleri kaldırdı. Bu sırada ocak ağaları da kapıkulu askerlerini At-meydanı'na getirmiş, bekletmekteydiler. Padişah, Melek Ahmed Paşa'dan mühr-i hümayunu aldırttı. Siyavuş Paşa sadrazam oldu. Ramazan olduğu için, iftardan önce herkes yatıştırılıp dağıtıldı. Ağalar da köşelere kılıçlı nöbetçiler koyup, halkı dayaktan geçirerek ertesi günkü toplanmayı önlediler. Esnaf, daha birkaç gün dükkân açmamakta direndi.
Ahmed Paşa'nın bir yıl süren sadrazamlığında özellikle paranın ayarı ile oynanmasından enflasyon dört kat arttı. l Macar Dukası 50 akçeden 160 akçeye fırladı. Silistire muhafızlığına atanan Alımed Paşa, ortalık yatışınca İstanbul'a döndü. Kubbe veziri oldu. l654'te kısa süre İstanbul kaymakamlığı yaptı. Van beylerbeyliği (1654) ve Bosna valiliğinden (1658) sonra l660'ta emekli oldu. l659'da ölen eşi Kaya Sultan'ın sarayına yerleşti.
Alımed Paşa 30 Nisan l662'de I. Ah-med'in kızı Fatma Sultan'la evlendi. Yeniden kubbe vezirliğine atandı. Bir ulufe divanı sonunda saraydaki ziyafette çokça yedi, soğuk şerbetler içti. O gece komaya girip öldü. Eyüp'te Keçi Mehmed Efendi'nin ayakucuna gömüldü. İyiliksever, hoşsohbet olarak tanınmıştır. Saray görgüsüne ve kültürüne sahipti. Evliya Çelebi'nin akrabasıdır. Seyahatname 'de kendisinden çokça söz edilir.
Dostları ilə paylaş: |