I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə71/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   ...   129

ARASTA HAMAMI

bak. SULTAN AHMED KÜLLİYESİ



ARASTALAR

Farsçada "ordugâh pazarı" anlamına kullanılan bir terimden Türkçeleştirilen arasta, dükkân dizilerinden meydana gelen çarşıları ifade eder. Osmanlı döneminde, külliyelerin bakımları için gelir sağlamak amacıyla yapılan arastaların ikinci bir görevi de külliyenin çevresine canlılık vererek, külliyenin merkezi olan camiye cemaat sağlamaktır. Dükkânlar iki sıra olarak karşılıklı yapılmış, ortadaki yol ise önceleri sadece gölgelik asmalar veya ahşap çatılar ile örtülmüş, sonradan yangınlar yüzünden bu yolların da üstlerinin kagir tonozlar ile örtülmesi yoluna gidilmiştir. Bu arada dükkânların da bu orta yola kemerlerle açılan, tonozlu gözler halinde yapılması tercih edilmiştir. Arastalarda, esnafın sabahları topluca yemin ve dua ettikleri bir de dua yeri bulunur.

İstanbul'da büyük külliyelerin çoğunun ilk yapıldıklarında böyle arastaları vardı. İlk Fatih Camii'nin, Şehzadebaşı tarafında geniş bir alana yayılan Saraçlar Çarşısı esasında bir arasta idi. Bugün hemen hemen hiçbir izi kalmayan bu arastadan yalnızca Saraçhanebaşı semt

adı bir hatıra olarak yaşamaktadır. Ba-yezid Camii'nin ilk inşasında arastası yoksa da, daha sonra ya da kısa bir süre sonra 16. yy içinde dış avlu duvarına bitişik olarak bir dizi dükkân yapılmıştır. Bugün görülen tek sıra dükkânlar yeni olmakla beraber eski dükkânların geleneğini sürdürür. Tek sıra dükkânlardan ibaret bir diğer arasta ise Süley-maniye Külliyesi(->) ile inşa edilmiş olup iki medresenin altında uzanmaktadır. Burası da Osmanlı tarihinde Tiryaki Çarşısı(->) olarak tanınır.

İki tarafında kagir dükkân gözleri olan, fakat ortadaki yolun üstü açık bırakılmış büyük bir arasta, Sultan Ahmed Külliyesi'nin(->) güneyinde (Marmara tarafı) uzanır. Sipahi Çarşısı olarak da adlandırılan bu arasta, çok uzun yıllar harabe halinde kaldıktan, bazı bölümleri yıkılıp, içi gecekondular tarafından işgal edildikten sonra 1980'li yıllarda Vakıflar İdaresi'nce boşaltılıp temizlenerek restore edilmiş ve yeniden turistik eşya satan dükkânlara dönüştürülmüştür. Buradaki orta yol da Arasta Sokağı olarak adlandırılmış ise de bu,' resmi şehir planına girmemiş, ancak 1935'lerden itibaren Bizans Büyük Sarayı'nın mozaik döşemesini bulmak için yapılan kazılar "Arasta Sokağı" veya "Arasta Kazıları" olarak yayınlara geçmiştir. Sultanahmet Arastası'nın başında, evvelce içi çini kaplı sebiller bulunduğu görülür. Ayrıca dışında, önünde Mimar Mehmed Ağa Sokağı köşesinde bir de meydan çeşmesinin olduğu, restore edilmeden bırakılan harap kalıntıdan anlaşılır. Arasta Sokağı adı, yalnızca Üsküdar'da Mihri-mah (veya İskele) Camii'nin yanındaki bir sokakta yaşamaktadır.

Büyük külliyelerden, Eminönü'nde Yeni Valide (veya kısaca Yeni Cami) Camii'nin (bak. Yeni Cami Külliyesi) arastası önemli bir yapıdır. Yapıldığından beri genellikle Mısır'dan getirilen çeşitli bitkilerin satışını yapan baharatçılar toplu olarak bulundukları için Mısır Çarşısı(->) olarak adlandırılan bu yapı, Yeni Cami'nin dış avlusunu "L" biçiminde iki taraftan sarar. Avlunun huzurunu bozmamak için avluya bakan taraflara dükkân yapılmamıştır. Yalnız buraya açılan kapılar vardır. Burada orta yolun üstü de kagir tonozla kapatılmıştır. İki yolun birleştikleri yerde ise Dua Meydanı bulunur. Bunun mükebbiresi (tekbir getirmek için imamın oturduğu çıkma) yeniden yapılmış olarak bugün görülebilir. 1940'lı yıllarda İstanbul Belediyesi tarafından Mısır Çarşısı restore edildiği sırada içerideki dükkânların genellikle 18-19. yy'lara ait ahşap bezemeli dış süslemeleri sökülmüş ve dükkân gözlerinde her çeşit esnafın yerleşmesinde bir sakınca görülmemiştir.

İstanbul'un önemli arastalarından daha sonraki döneme ait bir örnek ise, Şehzadebaşı'nda Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'nın inşa ettirmiş olduğu cami, medrese, kütüphane, sebil ve çeşmeden meydana gelen külliyesinin

(bak. Damad İbrahim Paşa Külliyesi) dışına yaptırdığı iki sıra halindeki dükkânlardır. Şehrin anacaddesi olan Di-vanyolu'nun karşılıklı olarak iki tarafında sıralanan bu dükkânlardan bir tarafta olanlar 19. yy'da cadde genişletilirken bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. Külliyenin komşusu olan diğer dizi, önlerindeki kemerleri taşıyan sütunlar dolayısıyla Direklerarası olarak İstanbul tarihi ve yaşantısına girmişti. Caddeden geçen tramvay hatlarına yer kazanmak için bu sütunlar ve yaya kaldırımını örten saçağı taşıyan kagir kemerler, 20. yy başlarında kaldırılmış, yalnızca çoğu bozulmuş halde olarak tonozlu dükkânların bir kısmı kalmıştır.

SEMAVİ EYİCE

ARAYICI ESNAFI

15. yy sonlarından 19. yy ikinci yarısına kadar, İstanbul'un sokak temizliğiyle görevli örgüt. Çöplük subaşısının yöneticiliği altında ayrı bir gedik oluşturan arayıcı esnafı, çöplük subaşısına avaid (ücret) ödemekteydiler.

Arayıcı esnafının disiplininden ve çalışma düzeninden sorumlu olan çöplük subaşısı, İstanbul kadısının denetimin-deydi. Atanmasını, şehremini gerekli onayları alarak yapıyordu. Çünkü parasal yönden şehreminine bağlıydı. Sistemin işleyişi, diğer birçok alanda olduğu gibi Hazine tarafından yıllık ihale ile gerçekleştirildiğinden, çöplük subaşılı-ğını üstlenen, görevini en iyi biçimde yerine getirmeye ve arayıcı esnafını çalıştırmaya çaba gösterirdi. Halk, semtlerin ve mahallelerin yeterince temizlenip temizlenmediği konusunda duyarlıydı ve saptanan ihmaller nedeniyle ilgili makamlara şikâyette bulunuyordu. Örneğin, 26 Zilhicce 993/19 Aralık 1585 tarihli, İstanbul kadısına saraydan yazı-

lan bir hükümde Atmeydanı ile Beyazıt havalisinin ayda iki kez süpürülüp tertemiz duruma getirilmesi eski bir gelenek iken bu yerlerin uzun zamandan beri süpürülmemesinin nedeni sorulmuş ve çöplük subaşısının bu yerleri temizletmesi emredilmiştir.

Evliya Çelebi ise kendi döneminde (17. yy ortalan) İstanbul'daki arayıcı esnafının 500 kişi olduğunu, 1638'de çöplük subaşısına 60 bin akçe avaid ödediklerini yazar. Seyahatname'deki bilgilere göre, arayıcı esnafı evlerden süp-rüntü, atılacak öteberiyi topladıkları gibi anayollarda ne kadar çöp, pislik varsa bunları da zembilleri ile deniz kıyısına götürmek hizmetini üstlenmişlerdi. Bu işi, kazançları olduğu için istekle yapmaktaydılar. Çünkü taşıdıkları çöpleri ayıklayıp değerlendirdikleri gibi bunların arasından kimi zaman altın, gümüş de bulmaktaydılar. Arayıcıların giyimleri, battal kasık çizmesi, siyah veya kırmızı meşinden kaftan, hamideli külahı veya kulakları da kapatan takke idi. Araç gereçleri çapa, kazma, kavata (ağaç tekne) elek, süpürge, harar (büyük çuval), zembil ile el arabası veya beygir koşulu iki tekerlekli mezbele arabasıydı. Arayıcılar, İstanbul'un umumi yollarında, herkese açık yan sokaklarda, arasta ve han meydanlarında biriken süprüntüleri toplarlar, deniz kıyısında, belirli noktalara sırt küfeleri, zembiller, arabalarla götürürlerdi. Daha sonra bunları, alışageldikleri yöntemlerle ya deniz suyuyla ya da denize akan kent içi su ağızlarında yıkar, ayıklar, elerler; neredeyse tek tek elden geçirirlerdi. Buldukları bakır, demir, kemik, çivi, tel, kumaş, kösele vb her şeyi ayrı ayrı biriktirirler, bu arada mangır, akçe, takı vb bulmaya dikkat ederlerdi. Arayıcı esnafının İstanbul çöpleriyle uğraştığı

i

ARBORETUM___298___299__ARETAS_SARAYI'>ARBORETUM



298

299

ARETAS SARAYI

dört yüzyıl boyunca, eşeledikleri birikintiler içerisinden çok değerli yüzükler, pırlantalar, sorguç vb saray işi parçalar ele geçirdikleri tarihlerde yazılıdır. Yine onların en çok ilgi duydukları bir alan da yangın yerleriydi. Arayıcılar, yasal süre sonunda yangın yerlerini tathir etmek (temizlemek ve molozları kaldırmak) hakkı elde ederler, böylece hem enkazın kaldırılmasını gerçekleştirirler hem de yangın külleri altından değerli şeyler bulurlardı.

Arayıcı esnafının bir bölümü, kent mahallelerini dolaşıp sokak başlarında "Çöp çıkaran!.." diye bağırırlardı. Eski kent düzeninde o muhitten olmayan kimselerin rasgele sokaklara girmeleri yasak olduğu halde arayıcı esnafı için bu yasak söz konusu değildi. Arayıcılar kapı kapı gezip evlerde biriken çöpleri, zembil ve küfelerle alırlardı. Bu hizmetlerine karşılık kendilerine bahşiş de veriliyordu. Evlerden toplananlar kemik, paçavra, kırık dökük nesnelerden ibaretti. Çünkü eskiden her eve giren tüketim maddeleri o zamanki yaşam pratikleri içerisinde çöp bırakmayacak tarzda tüketiliyordu. Örneğin yiyecek artıkları kedilere, kümes hayvanlarına yal ve yem olmakta veya küçük koltuk bahçelerine gübre olarak gömülmekteydi. Yine, sokaklarda kaçak olarak dolaşan eskiciler de birçok şeyi değerlendirmekteydiler. İstanbul'un kenar mahallelerindeki durağan yaşamın bir sonucu olan aşırı gözlemcilik ve komşular arası kıskançlık, arayıcı esnafının ve eskicilerin birtakım öteberiyi torbalarına atmalarına fırsat sağlıyordu. Çünkü kimi aileler varsıllıklarını kanıtlamak ve komşularını kıskandırmak için, henüz kullanılabilir bazı eşyayı "Aman al şu partalları da ortadan kalksın!" yollu konuşmalarla arayıcılara verirlerdi. Bu tür bir davranış hemen etkisini gösterir; cumbadan cumbaya "Aaa, seninki yepyeni hırkayı arayıcıya verivermiş!" dedikoduları aktarılırdı.

Arayıcı esnafının kent temizliğine önemli hizmette bulunduğundan söz edilemez. Çünkü, örneğin çarşı esnafı, ortaklaşa ya da bireysel olarak kendi arastalarının temizliğini gerçekleştirirler; işyerleri denize yakın olan esnaf, dükkân süprüntüsünü götürüp denize atardı. Ya da dükkân sahipleri, anlaştıkları arayıcılara haftalık, aylık belli bir ücret ödeyerek çöplerini kaldırtııiardı. Bundan ise esnaf kethüdaları sorumluydular. Kent meydanlarının temizliğini ocak subaşılar! acemioğlanları istihdam ederek sağlamaktaydılar. Bu nedenle meydan temizliklerine arayıcı esnafı karışmazdı. Anacaddelerle meydanların düzenli olarak acemioğlanlarca temizletilip temizletilmediğini, yeniçeri ağası, kola (genel denetim) çıkan sadrazam, İstanbul kadısı kontrol ettikleri gibi, tebdil gezen padişah da denetlerdi. Görülen olumsuzluklardan şehremini sorumlu tutulur ve kendisine buyruklar yazılırdı. Mahalle temizliği ise, İslami bir gereklilik de sayıldığıdan sorumluluğu mahalle

imamına bırakılmıştı. Her mahalle imamı, bu işi ya arayıcı esnafı .ile anlaşarak veya mahalle olanakları ile bir düzene bağlamak durumundaydı.

Darphane'nin özel bir arayıcı örgütü vardı. Darphane'deki para döküm ve kesimi sonunda lağım ve kanallardaki altın, gümüş, bakır tesviye artıkları görevli arayıcılar tarafından toplanıp yine Darphane'ye teslim edilirdi. Sarayların çöplerini taşıyan, ayıklayan örgüte ise Mezbelekeşan deniyordu. Bunlar Bostancı Ocağı'na bağlıydılar. 1585'te İstanbul kadısına yazılan bir hükümden, Yeniçerilerin Eski Odalar ile Yeni Odaların, Acemioğlanlar Kışlası'nın, sekban odalarının mezbelelerini her gün kendi beygirleriyle mirî mezbelecilerin Langa civarındaki kapıdan denize döktükleri, fakat kapıcıların buna engel olmak istedikleri öğrenilmektedir.

İstanbul'da İhtisap Nazııiığı'nın kurulması (1826) ile kent ölçeğindeki temizlik işleri yeni esaslara bağlandı. Bu tarihten sonra bir süre adı geçen nezaret, ardından Zaptiye Nezareti ve 1854'ten sonra da şehremaneti (belediye), çöp ve temizlik işlerini yüklendi. Fakat sağlıklı bir işleyişe kavuşturulamayan temizlik işleri için Altıncı Daire-i Belediye'nin (Beyoğlu) akılcı bir çözüm bulduğu saptanmaktadır. Galata-Beyoğ-lu semtleri çöplerinin ihale yöntemiyle kaldırtılması, anayolların, hayvan pisliklerinden, enkazdan çamur ve tozdan arındırılması konusunda bu belediyenin çalışmaları Avrupa kentleri düzeyinde olmuşken, beride İstanbul cihetindeki ara sokaklar uzun zaman çamur, su birikintileri, gübre, pislik yığınları, kedi köpek, fare ölüleri ile çok kötü manzaralar sergilemiş, arayıcı düzeni de giderek bozulmuştur. Nihayet 1868'de şehremaneti yeni bir organizasyona giderek ilk kez çöp arabaları yaptırtmış, "çöpçü" adı altında aylıklı personel istihdamıyla bu işi üstlenme gereğini duymuştur. Çöpçülerin kontrolü ise belediye kavaslarına bırakılmıştı. Ancak, bu dönemdeki temizliklerin meydan, anayol, çarşı pazar sınırlarını aşmadığı,

İ. Galip Arcan

(sağda) Kral

Lear oyununda

kral rolündeki

Hüseyin Kemal

Gürmen'le.

Şehir Tiyatroları,

1937.

Turban Gurkun

mahalle içlerinin ise eski durumunda bırakıldığı biliniyor. Özellikle de arsalar ve terk edilmiş evler ve viranelikler, birer çöplük durumundaydı. İstanbul Be-lediyesi'nin buralara da temizlik hizmeti götürmesi 1911'den Nezafet-i Fenniye Müdüriyeti'nin kurulmasından sonradır. Bibi. Evliya. Seyahatname, I, 514-515; (Ergin), Mecelle, I; Ali Rıza, Bir Zamanlar, Pa-kahn. Tarih Deyimleri, I; Ahmet Refik (Altı-nay), Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayatı, Ankara, 1987, s. 98.

NECDET SAKAOGLU

ARBORETUM

bak. ATATÜRK ARBORETUMU



ARCAN, İSMAİL GALİP

(1894, istanbul - 8 Ağustos 1974, İstanbul) Tiyatro ve sinema oyuncusu, yönetmen, oyun yazarı. Ravza-i Terakki Okulu'nda ve Soğukçeşme Askeri Rüşti-yesi'nde öğrenim gördü. İlk kez 1909'da Ahmed Fehim Efendi'nin kumpanyasında, Ahmed Vefik Paşa'nın Moliere'den uyarladığı Tabib-i Aşk adlı oyunuyla sahneye çıktı. Daha sonra Burhanettin Tepsi'nin topluluğuna katılan sanatçı, 1914'te açılan Darülbedayi'nin ilk öğrencileri arasına girdi. 1921'de Fransa'ya -gidene kadar Darülbedayi'de Uçurum, Kundak Takımları, Kısmet Değilmiş, Kendini Bil adlı oyunlarda rol aldı; Bora adlı oyunun çevirisini yaptı. 1921-1924 arasında Paris'te çeşitli tiyatrolarda çalıştı. 1924'te yurda dönerek Muhsin Ertuğ-rul'un kurduğu Ferah Tiyatrosu'nda bir yıl kadar çalıştıktan sonra, 1925'te bir yıllığına Berlin'e gitti. Yurda gelişinde yeniden Şehir Tiyatroları'na girdi, emekli oluncaya kadar bu kurumda çalıştı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarında yüze yakın oyunda rol almıştır. Bu oyunlardan bazıları şunlardır: Kafes Arkasında (1930), Müddeiumumi (193D, Bir Ölü Evi (1932), Süt Kardeşler (1933), Hamlet (1934), Müfettiş (1935), Ayak Takımı Arasında (1936), Kral Lear (1937), Windsor'un Şen Kadınları (1938), Kibarlık Budalası (1941), Nasıl Hoşunuza Giderse (1942), Cimri (1944), Cyrano de Bergerac (1945), Kral Oidi-

pus (1947), Don Juan (1950), Son Koz (1952), Benim Üç Meleğim (1957), Bir Kavuk Devrildi (1962). Ayrıca, sahnelenen, basılan birçok çevirisi ve uyarlaması bulunan sanatçının, Tiyatroda Makyaj (1941), Tiyatroda Diksiyon (1947) adlı yapıtları vardır. Konservatuvarda diksiyon dersi de veren Arcan, sinemada "Bi-can Efendi", radyoda "Habibe Molla" tiplemeleriyle geniş ilgi toplamıştı.

H. ZAFER ŞAHİN



AREL, HÜSEYİN SAADETTİN

(18 Aralık 1880, İstanbul - 6 Mayıs 1955, istanbul) Türk musikisi bilgini ve bestekârı. Vefa semtinde dünyaya geldi. Babası Anadolu Kazaskeri Mehmed Emin Efendi, annesi Fatma Zekiye Ha-nım'dır. Beş yaşında özel olarak musiki dersleri almaya başladı. İlkokul öğrenimine İstanbul'da başladı, babası Emin Efendi'nin kadı olarak İzmir'e tayini çıkınca, Arel eğitimine İzmir'de Fransız Koleji'nde devam etti. Burada Fransızca'nın yamsıra Almanca ve İngilizce öğrenme imkânını elde etti. Aynı yıllarda İzmir medreselerine de devam ederek orta kısımdan "icazet" aldı. Böylece Tanzimat'ın iki kültürlü eğitimini birlikte gördü.

"Rüûs" denen yüksek medrese icazetini İzmir'den almak mümkün olmadığından İstanbul'a geldi. Almanca, İngilizce ve Farsça özel dersler alarak, Fransızca ve Arapça gibi bu üç dili de çok iyi öğrendi. Yüksek medreseden sonra, Mekteb-i Hukûk-i Şâhâne'ye devam etti. 1906'da bu okuldan mezun oldu.

Arel 1901'den 1918'e kadar çeşitli memuriyetlerde bulundu. Adliye Neza-reti'nin çeşitli kademelerinde çalıştıktan sonra müsteşarlığa kadar yükseldi. 1914'te Defter-i Hakanî nazırlığına, bir yıl sonra da Şûra-yı Devlet Tanzimat Dairesi başkanlığına atandı. 1918'de Şûra-yı Devlet kapatılınca memurluktan ayrıldı, daha sonra verilen hiçbir görevi kabul etmedi, sadece avukatlıkla uğraştı.

Çocukluğundan beri musikiye karşı derin bir ilgi duyan Arel musikiye mandolin çalarak başladı. Notayı ve Batı müziğinin temel kurallarını bu dönemde öğrendi. İzmirli Şeyh Cemal Efendi ile Şekerci Cemil Bey'den ut ve Türk musikisi dersleri aldı. İstanbul'a geldikten sonra da çalışmalarına aralıksız devam etti. 1907-1909 arasında Edgar Ma-nas'tan armoni, kontrpuan ve füg dersleri aldı. Çalgı tekniği, orkestra tekniği, bestecilik ve musiki tarihi gibi konulardaki araştırmalarıyla bilgilerim geliştirdi. Aynı zamanda Hüseyin Fahreddin De-de'den de dini musiki dersleri aldı. Türk ve Batı musikisi sazlarını daha yakından tanımak amacıyla ney, nısfiye, girift, kemence, keman, viyola, viyolonsel ve piyano üzerinde çalıştı. Böylece Türk ve Batı musikisini teorik ve pratik yönleriyle değerlendirip, karşılaştırabile-cek bir musiki birikimine erişti. Bu anlayış doğrultusundaki çalışmalarla, Türk

musikisini eğitim, öğretim ve uygulama bakımından, çağdaş bir zemine oturtmaya çalıştı. Yakın arkadaşları Dr. Suphi Ezgi ve Rauf Yekta Bey ile Türk mü-zikolojisini temellendirmek üzere bilimsel araştırmalara girişti. Dr. Suphi Ezgi ile Türk musikisi nazariyatı üzerine çalıştı. Ord. Prof. Salih Murad Uzdilek'in ses fiziği incelemeleriyle bir oktavda eşit olmayan 24 aralık ve 25 sesin oluşumu açıklandı. Arel-Ezgi-Uzdilek sistemi olarak adlandırılan bu sistem, eğitim, öğretim ve nota yazımı bakımından büyük kolaylıklar sağladı.

Türk musikisinde çoksesli eserler verilmesi taraftarı olan Arel, Türk musikisi aralıkları ve perdelerine bağlı kalarak çeşitli beste çalışmalarına yöneldi. Bir Türk musikisi piyanosu geliştirmek istedi. Ke-mençenin üç telini, dörde çıkararak dört telli ve keman düzeninde kemence kullanımını özendirdi. Kemençenin soprano, alto, tenor, bas, kontrbas türlerini imal ettirdi. Ayrıca musiki terimleri üzerinde de çalıştı; bugün kullanılan birçok Türk musikisi terimini o türetmiştir. Bütün bu çalışmalar, Batılı anlamda bir Türk musikisi eğitimi, orkestrası ve icrasına ulaşma amacım taşıyordu.

Arel bir musiki eğitimcisi ve öğretmen olarak sırasıyla Darüttalim-i Musiki Cemiyeti'nde, İstanbul Belediye Konser-vatuvarı'nda ve İleri Türk Musikisi Kon-servatuvarı Derneği'nde çalıştı. 194.3'te İstanbul Belediye Konservatuvarı'nda, Türk musikisi bölümü ve bu bölüme bağlı icra heyetinin kurulması görevini üstlendi. Çağdaş ölçülere göre kurduğu bu bölümde, nazariyat, armoni, musiki tarihi, prosodi dersleri verdi. Türk Musikisi Nazariyatı Dersleri 'ni bu amaçla kaleme aldı. 1948'de konservatuvardaki sözleşmesi bitince uzatılmasını istemeyerek konservatuvardan ayrıldı. 1949'da İleri Türk Musikisi Konservatuvarı adı altında bir dernek kurdu. Bu dernekte bir süre dersler verdi.

Musiki teorisine çok önem veren, çocukluğundan başlayarak ömrünün son günlerine kadar kitap toplamaya devam eden Arel'in zengin bir kitaplığı vardı. 1922'de İstanbul'un işgali sırasında, müttefik askerlerince el konulan konağında çıkan yangın sonunda, 10.000'e yakın basma kitapla 200 kadar da değerli yazma yok oldu. Daha sonra topladığı kitap, yazma ve notalarla ikinci kütüphanesini kurdu. Kütüphanede Türk ve Batı musikisi ile ilgili basma eserler, nota ve dergi koleksiyonları, Türk musikisi üzerine yazılmış Arapça, Farsça, Türkçe yazmaların kopyaları vardı. Özellikle Dr. Suphi Ezgi'nin yetmiş yılda topladığı notaları da koleksiyonuna alarak kütüphanenin nota kısmını zenginleştirdi. Kitaplığın Batı musikisi bölümünde ise üç büyük Batı dili ile yazılmış yüzlerce kitap ve on binlerce nota vardı. Kütüphanenin büyük bir kısmı, Arel'in ölümünden sonra, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü'ne verildi.

Arel müzikle ilgili birçok kitap, makale, inceleme yazdığı gibi 1909-1914 arasında Şehbâl, 1939-1940 arasında da Türklük adlı dergileri çıkarmıştır. Türk Musikisi Nazariyatı Dersleri adlı çalışması Musiki Mecmuasının 1-83. sayılarında yayımlanmış, sonradan kitap haline getirilmiştir. Türk Musikisi Kimindir önce Türklük dergisinde, sonra Musiki Mecmuasında, yayımlanmış, 1969'da kitap haline getirilmiştir. Prosodi Dersleri de 1992'de yayımlanmıştır. Bunların dışında musiki ile ilgili 100'ü aşkın makale yayımlamıştır.

Türk musikisinin kendi ses sistemine dayanarak çoksesli Batı tekniği ile çağdaş bir noktaya geleceğine inanan Arel, teksesli ve çoksesli, dini ve dindışı beste şekillerinde 700'e yakın eser bestelemiştir. 72'si çoksesli olan bu eserlerin içinde, hüseyni "Düğün Evinde", tahir "Oyun Havası", hicazzirgüle "Bir Peri Masalı", nihavend "Minimini Bir Peşrev", kürdilihicazkâr "İnce Bir Bulut Gibi Siyah İpek Peçesi" gibi eserleri sık sık icra edilir. Bibi. Y. Öztuna, Sâdeddin Arel, Ankara,

FATİH SALGIR

Büyükçekmece Gölü yakınında Aretas Sarayı'nın kalıntısı olduğu sanılan Bizans harabesi.



Semavi Eyice arşivi

ARETAS SARAYI

Malazgirt'te 1071'de Selçuklulara yenilen imparator IV. Romans Diogenes (hd 1068-1071), kısa saltanatı sırasında, şehrin dışında yazlık bir saray yaptırmıştı. I. Aleksios Komnenos'un (1081-1118) kızı Anna Komnena'mn yazdığına göre bu saray İstanbul'a oldukça yakın sayılacak bir yerde, denizden fazla uzak olmayan ufak bir bir tepede bulunuyordu.

Bazı araştırıcılar, Aretas Sarayı'nın Topkapı Maltepe'sinde Davutpaşa'da olabileceğini ileri sürmüşler, ancak sarayın denize inen bir yamaçta bulunduğu bilindiğinden bu görüş pek inandırıcı olmamıştır. Janin ise Aretas Sarayı'nın Haznedar Çiftliği'ne hâkim olan yamaçta olması gerektiğini ileri sürer. Gerçekten 1950'li yıllarda burada evvelce bir Bizans yapısı bulunduğuna işaret eden, işlenmiş mermer mimari parçalar meydana çıkarılmış fakat ilgili yerlere duyu-rulmaksızın bunlar yok edilmiştir. Bunun dışında, Büyükçekmece'ye inen yeni yolun sağ tarafındaki yamaçta bir Bi-

L

AKGİRONİON



300

301

ARİF BEY

HÜSEYİN RAHMİ'DEN İSTANBUL ARGOSUNA BİR ÖRNEK

... Gönül bu... İskete kuşuna benzer... Korkma sen. Bizim dala da konan bulunur... Aynalı karılara bakmak insanın gönlünü midye gibi açar be!..

- Kısrakları gördün mü dadaş?

- (Sahi) be...'(Gerdan) kırışa, adım atışa bak... Senin altındaki ekmekçi bey


girine benzemiyor... Beygir işte böyle olmalı... Kız gibi maşallah...

- Haydi yanlarına gidelim de dikkat geçelim...

- Düldülü parmakla ulan, onlara başka türlü yetişebilir miyiz?

- Duru kısrak da üzerindeki bey de aynalı. Birbirini açmış... Kır kısraktakini


gördün mü? (Ayastafonoz) kopoyuna benziyor... Hayvanın namusuna yazık de
ğil mi?

O esnada oradan geçen bir kadın arabasına:

- Ah canımın içi mavilim!.. İpsiziz... İşte böyle seyyahınız... Fakat güzelin
kadrini biliriz... Kır hayvandaki kopoyu gördün mü?... Benim atım çirkin amma
kendim o kopoydan güzel değil miyim?.. Dengi dengine binse ne ise... Haydi
yosmam sen buna bir "racon" kes... Böyle şeylere tutulurum... Suratına bakmı
yor da yeşillilere hampalanıyor...

- Yoldaş be!.. Senin odabaşılı aftosu gördün mü? İpekli ferace giymiş de şim


di bize kafa tutuyor... Kaça alırım çalımını... Eskiden altmışlık pakete mumdu.
Şimdi piyasası fırlamış... Bir aval yakalamış yoluyor... Deminden otuz paralık
fıstık ikram ettim... Vay geçmişinin canına... "Fıstık yemem" dedi... Ben de
avuçlan suratına fırlattım... Bizim otuzluk yerlere saçıldı... Kimin umurunda!
Hovardalıkta paranın gittiğine bakılır mı? Namustur bu.. Mangize kıyarım da ca
kamı bozmam...

Çifte naranın refakatine "düm düm"üne refakatle nihavendden gezinen zurnacı:

- Beyler keriz edelim mi?

- Vay kibar tavcıları be!.. Burada hiç mangiz lâfı etmemeli mi?

Hüseyin Rahmi Gürpınar, Bir Muadelet Sevda, Hilmi Kitabeyi, îst., 1946

zans binasının kalıntısı görülmektedir. Planı anlaşılamayan, fakat taş ve tuğla duvar örgüsünden Bizans yapısı olduğu anlaşılan bu kalıntının, Diogenes'in sarayının son izi olabileceğine ihtimal vermek mümkündür. Büyükçekmece'ye Aretas denilmesi bu hususta destek olduktan başka, kalıntının olduğu yerin denize ve göle hâkim bir yamaç olması önemli bir dayanak sayılabilir. Harabenin içinde ve çevresinde yapılacak bir kazı ile aydınlatıcı çözüme ulaşılabilir.



Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   67   68   69   70   71   72   73   74   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin