I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə72/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   129

Bibi. Janin, Constantinople byzantine, 137, 406; S. Eyice, Malazgirt Savaşını Kaybeden IV. Romanos Diogenes, Ankara, 1971, s. 91-93.

SEMAVi EYÎCE



ARGİRONİON

Beykoz'un kuzeyinde bugün Macar Burnu denilen yerin Bizans dönemindeki adı. Bu mahalde ünlü bir cüzam hastanesi ya da yurdu bulunuyordu, lusti-nianos'tan önce var olan hastane onun zamanında yeniden yaptırılmıştır. Bizans döneminde cüzamlılar için kurulan hastanelerin en tanınmışı Pantokrator Manastırı'na bağlı olarak II. İoannes Komnenos tarafından yaptırılan hastaneydi (bak. Zeyrek Kilise Camii). Argi-ronion'da cüzam hastanesinin yanısıra bir de manastır yer alıyordu. Söz konusu manastır orada daha önce var olan ve 4. ya da 5. yy'da inşa edilen Pantele-imon Kilisesi'ne ek olarak yapılmıştı. 1924 yılında istanbul Arkeoloji Müzesi tarafından bir kazıda kubbeli küçük bir kilisenin temelleri ortaya çıkarıldı. Bu bölgenin kent içindeki tanınmışlığı cüzam hastanesinden çok, civardaki Yuşa Tepesi'nin ününden dolayıdır. Kilise bu tepe üzerinde bulunuyordu. Bibi. Janin, Constantinople byzantine,

DOĞAN KUBAN

ARGO

İstanbul, Türkçenin dünyanın büyük dilleriyle karşılaştığı yerdir. Türkçe, daha önce Çinceyle, Hindistan dilleriyle, Arapça ve Farsça ile karşılaşmış, onlara söz verip söz almıştı. Kâşgarlı Mahmud, Divan-ı Lûgât-it-Türk adlı olağanüstü sözlüğünü 1072'de bitirdi. Sözlükte argo vardı. Elliyi aşkın sözcük, Türkçede argonun Türkçe sözcüklerle var olduğunu gösteriyor. Selçuklular 1071'de Anadolu'nun, bir bakıma istanbul'un kapılarını açtı. Kâşgarlı Dede'nin sözlüğü, ülkeye varan Türkçenin de diğer dillere bir selamıydı. Türkçe. Anadolu'da Yunan-cayla, Ermeniceyle, istanbul'da da (neredeyse) dünyanın bütün dilleriyle karşılaştı. Liman bir "Lingua Franca" ülkesi gibiydi.

istanbul'un Türklerle zenginleşen insan dokusu, kendisini argoda da gösterdi: İstanbul argosu, dil kökenleri açısından tarandığında, yirmiden çok dille karşı karşıya geliriz. Türklerin ilginç coğrafyasını gösteren bu metropol haritasında argo, Çince ve Moğolcayı taşıdı-

ğı gibi, Çingenece yoluyla Sanskritçeyi, Yahudiler yoluyla Ispanyolcayı taşır. Yunan dilini, Ermeniceyi, Almancayı, Arnavutçayı, Bulgarcayı, Fransızcayı, Flamancayı, Ingilizceyi, Italyancayı, Kürtçeyi, Macarcayı, Portekiz dilini, Ro-menceyi, Rusçayı, Yugoslavcayı vb taşır. Bunun nedeni biraz karmaşık olsa da, İstanbul'un, bu diller kapısının ürettiği argo, argo ile ilgili genellemelerle açıklanabilir: İstanbul, bir dil metropolüdür; istanbul'da azınlıklar vardır; kapalı yerler, argo odakları, kışlalar, hapishaneler, okullar vardır; istanbul'da suç vardır, kabadayılık, fuhuş, uyuşturucu, hırsızlık vardır ve diller diller vardır. İstanbul, "etnik" azınlıklarla "etik" azınlıkları argoda buluşturan sayılı kentlerden birisidir; Doğu dilleriyle Batı dillerini buluşturan bir metropoldür. Bu anlamda, ancak New York İstanbul ar-gosuyla boy ölçüşebilir. O da, eski dünya dilleriyle bağları açısından biraz zayıf kalabilir, istanbul'un argo haritası, sosyolojik bir saptama olduğu gibi, dillerin alt kültürlerle bağları, edebi yaratıcılık, dillerin kardeşliği, olağanüstü bir Esperanto girişimi, etik azınlıkların dilsel muhalefeti açılarından da binbir türlü "okunabilen" bir dil şölenidir. Orada, "Mira! Lavuğa dikiz! Lubunya o biçim fertikliyor. Alarga! Herif triplerde tabii. Ense nanay," dendiğinde, ispanyolca, Kürtçe, Romence, Sanskritçe, Çingenece, Almanca, italyanca, Arapça, İngilizce, Türkçe yan yana gelmiş ve yeni bir semantik yaratılmıştır. Bugün şöyle

söylenebilir: "Bak, adama bak, edilgin eşcinsel hızla kaçıyor, uzaklaşıyor. Adam esrik olduğu için, yakalayamıyor"... Türkçede, özel olarak da İstanbul'da argonun yaratıldığı, üretildiği temel grup ve alanların bir döküm denemesi yapılabilir:

l- Hırsız, dolandırıcı, yankesici argosu (Açık kaldırım: Ortalıkta duran herhangi bir şeyi çalmak. Kleftecilik: Planlı, programlı hırsızlık; dolandırıcılık. Ta-tulaci: 400 yıllık olan bu argo sözcük, eskiden kervansaraylarda müşterinin tatula denen uyuşturucu ile uyutularak soyulması anlamına geliyor.) 2- Uyuşturucu argosu (Dalga: Esrar. Sinif: Uyuşturucuyu burna çekme. Toprak: Düşük nitelikli toz halinde uyuşturucu madde.) 3- Kumar argosu (Boğuntu: Kumarda kendisine karşı hile yapıldığını anlamayarak yenilmek. Makas: Kumarda iki kişinin birlik olarak bir başka kişiye karşı hile yapması. Sirkaf: Kumarda hile, kâğıt çalma.) 4- Kabadayı argosu (Anafor: Bedava para; emek harcamadan elde edilen şey, beleş. Düzeltmek: Özellikle yüzüne vurarak dövmek. Kampanasını sökmek: Birini çaresiz bir duruma düşürmek; fena halde dövmek.) 5- Dilenci argosu (Cort: Dilenci. Kademi cort: Ayağı sakat, topal dilenci. Bello: Sadece dilencilerin polise verdiği isim.) 6- Hapishane, tutukevi argosu (Anten: Müzevir. Volta: Yürüyüş. Zula: Bir şey gizlenen yer.) 7- Yatılı okul, okul, öğrenci argosu (Ramses: Çirkin. Tophane güllesi: Sıfır. Tetas:

Göğüs. Subiş: Çocuk.) 8- Kışla, asker argosu (Tertip: Aynı devredeki asker. Hemşo: Hemşeri. Astek: Asteğmen.) 9-Denizcilik argosu (Çaça: Usta denizci. Baba: Penis. Palamarı çözmek: Kaçmak.) 10- Etnik azınlıklar argosu 11-Göçmen argosu (Zarbo: Polis memuru. Moruk: Arkadaş. Nema: Yok. Kaspa-nak: Zor yoluyla alınmış şey. Nokaris: Bitti. Kavanço: Takas.) 12- Cinsel argo (Ahtu: Cinsel ilişki. Fular: Bir kadınla erkek travestinin sevişmesi. Metalle-mek: Cinsel ilişkide bulunmak.) 13- Eşcinsel argosu (Koli: Cinsel ilişki. Kurşet: Eşcinsel olduğunu gizlemek. Denyo: Delibozuk.) 14- Fuhuş argosu (Otobüs: Fahişe.) 15- Esnaf argosu (Hanut: Komisyon. Mira: işte, bak. İmşa olmak: Ortak olmak.) 16- Şoför argosu (Ördek: Yolcu. Asfalt biti: Küçük oto. Şaşı: Şaşkın.) 17- Eğlence yerleri argosu (Faca: Yüz, surat. Resto: Yeter. Mekân: Kumarhane.) 18- Spor argosu (Ampul: Topun üst direğin hemen altından, üst köşelerden girerek gol olması. Çocuğu koymak: Gol atmak. Doksana asmak: Topu direğin hemen yanından kaleye sokmak.)

Bibi. (Bayrı), istanbul Argosu; S. Şimşek, Mecaz ve Argo Lûgatçesi, İst., 1958; Ferit De-vellioğlu, Türk Argosu, îst., 6. bas., 1980; H. Aktunç, Büyük Argo Sözlüğü, İst., 1990; ay, "istanbul'un Argo Haritası", Aktüel, 24-30 Eylül 1992.

HULKl AKTUNÇ



ARICAN, FİKRET

(1911, İstanbul - 24 Mayıs 1993, İstanbul) Futbolcu ve spor yöneticisi. Futbola, doğup büyüdüğü Kadıköy'ün çayırlarında başladı. Fenerbahçe Spor Kulü-bü'nde yetişip parladı. Kısa bir süre küçükler takımında top koşturduktan sonra 16 yaşındayken birinci takım kadrosuna alındı. On dört yıl aralıksız olarak Fenerbahçe birinci takımında solaçık formasını giydi. Bu süre içinde 406 maç oynadı, 231 gol kaydetti. Yine aynı sürede 6 kez milli futbol takımında yer aldı, iki de gol attı. Zeki Rıza Sporel takım kaptanlığını, daha futbolu bırakmadan ona devretti. Futbol dünyasında "Büyük Fikret" namıyla tanındı. Futbolu bıraktıktan sonra da Fenerbahçe kulübüne hizmetini sürdürdü; antrenörlük, teknik direktörlük ve kulüp müdürlüğü görevlerinde bulundu, son olarak da Fenerbahçe kulübü başkanlığına seçildi. Oyuncu ya da takım kaptanı olarak kutladığı şampiyonluklara yaşamının sonlarında kulüp başkanı olarak bir Türkiye Futbol Ligi şampiyonluğu ekledi.

CEM ATABEYOĞLU



ARIKAN, SAİM

(1906, İstanbul) Güreşçi ve güreş antrenörü. İstanbul'un işgali yıllarında (1918-1922) ailesi tarafından gönderildiği Ordu'daki dayısının köyünde güreşe başladı. Karakucak güreşinden yetişti. 1924'te İstanbul'a döndü. Minder çalışmalarına ve grekoromen güreşe Kum-

kapı Güreş Kulübü'nde başladı, iki yıl içinde kendini gösterdi. 1926'da sıkletinin istanbul ikincisi oldu, 1928'de milli güreş takımına seçildi. O sene Amster-dam'da yapılan Olimpiyat Oyunları'nda milli mayo altında ilk güreşlerini yaptı. Güreş hayatını kapattığı 1938'e kadar 5 kez milli takımla Rusya'ya gitti; orada yaptığı 34 güreşin 33'ünü kazandı. 1936 Berlin Olimpiyatı ile 1937 Avrupa Şam-piyonası'nda başarılı güreşler çıkardı. 1932, 1933, 1934 ve 1935'te 72 ve 66 kilolarda dört kez Balkan şampiyonluğunu kazandı.

Arıkan güreş hayatında 200'e yakın yabancı ve 2.000'in üzerinde yerli rakiple karşılaştı. Bunların yaklaşık yüzde 80'inde galip geldi. Güreşi bıraktıktan sonra antrenörlüğe başladı. Bu alanda da büyük ün yaptı. 1947'de Iran Güreş Milli Takımı antrenörlüğüne getirildi, iki yıl içinde güreş dünyasında söz sahibi olan bir İran takımı ortaya çıkardı. Yurda döndükten sonra güreş antrenörlerine hocalık yaptı. Bir ara spor levazıma ti mağazası işletti.

CEM ATABEYOĞLU



ARITMA TESİSLERİ

bak. ATIKSU



ARİF BEY (Hacı)

(1831, İstanbul - 28 Haziran 1885, İstanbul) Bestekâr. Eyüp'te doğdu. Babası şer'i mahkeme başkâtibi Ebubekir Efendi'dir. Eyüp'te iptidai mektepte okurken sesinin güzelliği ile dikkat çekti. Aynı okulda kalfalık eden Zekâi Dede, onu Dede Efendi'nin öğrencilerinden Eyyubi Mehmed Bey'e götürdü. Ey-yubi Mehmed Bey, Arif Bey'le bir süre ilgilenince, büyük bir yetenekle karşı karşıya olduğunu anladı. Ona makam, usul ve çeşitli fasıllar öğrettikten sonra öğrencisini Dede Efendi'ye götürdü. Dede Efendi, Arif Bey'i dinledi, çok beğendi, bir süre evine kabul ederek ders verdi.

Eyyubi Mehmed Bey, Muzıka-i Hü-mayun'da^ hocalık etmeye başlayınca, öğrencisi Arif Bey'i Türk musikisi kısmına aldı. Bu arada, Mehmed Bey'den otuza yakın fasıl öğrendi, serhanende sıfatıyla saray fasıl heyetini yöneten Haşini Bey ile de derslerini sürdürüyordu. Arif Bey öğrenimi süresince meşk ettiği eserleri hemen öğrendi. Bu arada Mehmed Bey'in aracılığıyla Bâb-ı Seraske-ri'ye kâtip olarak girdi.

Arif Bey 20 yaşlarında Abdülmecid'e mabeyinci oldu. Burada cariyelerin bir kısmına musiki meşk etmeye başladı. Bu dersler, Arif Bey'in hayatındaki çalkantıların da başlangıcı oldu. Padişahın gözdelerinden Çeşmidilber adlı Çerkez kızı ile aralarında başlayan duygusal ilişki sarayda duyulunca, Abdülmecid, Arif Bey'le Çeşmidilber'in evlenmelerine izin verdi. Sanatçı bu arada "Geçti zahm-ı tîr-i hicrin tâ dil-i nâşâdıma" kürdilihicazkâr şarkısını Çeşmidilber

için besteledi. Bu şarkıyla sarayda bestekâr olarak da adını duyurmaya başladı, ama Arif Bey evlilikte umduğunu bulamadı, eşi, iki çocuğuyla Arif Bey'i bırakarak kaçtı. Bu olay Arif Bey'in ruhunda derin izler bıraktı. Bu dönemdeki duygularını "Niçin terkeyleyip gittin a zalim" kürdilihicazkâr şarkısıyla dile getirdi. Saraya karşı da mahcup duruma düşen Arif Bey, eşinin zaman zaman geri döneceği umuduna kapıldı. Padişahın kendisini affetmesi için sulta-nîırak makamından bestelediği, Bana lutfeylerken sen / neden menfurun oldum ben şarkısını Abdülmecid'e sundu. Bunun üzerine affedilerek tekrar saraya alındı. Faikat daha önceki hatasını tekrarlayan Arif Bey bu kez de Zülfinigâr adlı bir cariye ile duygusal ilişki kurdu. Olayın dedikodusu Abdülmecid'in kulağına gidince padişah ikisini evlendirdi. Bir süre sonra Zülfinigâr geride bir çocuk bırakarak veremden öldü. Arif Bey duygularını segah makamındaki ünlü "Olmaz ilaç sine-i sad-pâreme" şarkısı ile dile getirdi.



Hacı Arif Bey

Nuri Akbayar koleksiyonu

Kendisi de bestekâr olan ve Türk musikisini seven Abdülaziz 1861'de tahta geçince Arif Bey'i tekrar saray fasıl heyetine başhanende olarak aldı. O sırada saray fasıl heyetinin başında Dede Efendi'nin torunu Rifat Bey vardı. Arif Bey bir yandan da saray cariyelerine ders vermeye başladı. Pertevniyal Valide Sul-tan'ın nedimelerinden Nigârnîk adlı cariyeyle ilişkisi duyulunca, valide sultan ikisini hemen evlendirdi. Arif Bey bu sıralarda istanbul'da ününün zirvesine çıkmıştı. Gördüğü aşırı ilgi, iltifat ve övgüler onu davranışlarında ölçüsüzlüğe itti. 1871'de saraydan üçüncü kez çıkarılan Arif Bey bu yıllarda Şûra-yı Devlet'te kâtiplik yaptı, sonra da Beykoz maliye müdürlüğünde çalıştı. Ölümünden bir süre önce kalp hastalığına yakalandı. Dehasını adeta özetleyen "Gurub etti güneş dünya karardı" kürdilihicazkâr şarkısını besteledikten kısa bir süre sonra öldü.



ARGİRONİON

303

ARİFE DİVANI

R İ


D İ

R

N



Hicrî 1207 - Milâdî 1793 Ramazanı arifesinde III. Selim'in katıldığı tören

"Cuma günü yevm-i arife olmağla Cuma namazını eda içün Ayasofya-yı Ke-bir'i teşrif edib namazdan sonra Topkapu Sarayı'na döndü. Traş olub abdest tazeledikten sonra Hırka-i Şerif Odası'm teşrif eyleyüb ikindi namazını eda etti. Sonra devletin eski geleneklerinden olan arife divanı içün Arz Odasını teşrif ve arife merasimi icra edildikten sonra Silahdarağa Yeri'ni şereflendirdi. Mehterhane ve ağaların merasimlerini ve tomak oyununu temaşa eyleyüb paralar saçtırt-dı. Akşama kadar eğlenüb iftar için iffet-saray-ı şahanelerini (harem) teşrif buyurdular."

Sırkâtibi Ahmed Efendi, Ruznâme (haz. V. S. Arıkan), Ankara, 1993, s. 125

Hicrî 1227 - Milâdî 1812 Ramazanı arifesinde II. Mahmud'un katıldığı tören

"Arife günü Padişah Yalı Köşkü'ne gelip buradan Hırka-i Şerife geçti. Sünnet Odası'nda saltanat kisvesiyle ve cemaatle birlikte ikindi namazını kıldı. Ka-nun-ı kadim üzere Arzodası'na geçti. Hasodalı Ağalar, üsküflü kaftanlar giymiş olarak Babüssaade'nin iç kapısına dizilip törene katıldılar. Arzodası dışına kurulmuş sedefli tahta padişah oturunca davullar çalındı. Divan çavuşları aleyke avnullah duasını göklere çıkardılar. Taşra mehterleri de beş on dakika kadar kös vurdular. Bayram, âleme ilân edildi. Padişah Arzodası'na geçti. İmamlar hatipler huzuruna çıkıp aşir okudular. Bitince Silahdar Köşkü'ne geçildi. Üç Odanın (Kiler, Sefer, Hazine) ağaları takiye fesleri ile acaib kıyafette huzura dizildiler. Çuhadar Ağa da Silahdar Ağanın hediyesi olan ata binib dolaştı. Sonra ağalar tomak oynadılar. Padişah bunlara altın, Silahdar Ağa ise gümüş paralar dağıttılar. Herkes odalarına döndü. Padişah da iftar için Mustafa Paşa Köşkü'nü teşrif etti." Hafız Hızır llyas Ağa, Tarih-iEnderun -Letâif-iEnderun, (Çev. C. Kayra) ist., 1987, s. 70

zans binasının Planı ani"' "



, L. y J ..pV».^" '£İ-1A-1 ı^y i J ı »«->• •-•-"-

;«\36fverimli bir bes-


~^^â şarkı bestele-
^- tJz'in verdiği bir
v~ VJy5$sam ve usulde bes-
V>e ^/Mecmua-i Arifi adlı
f Jûası yayımlamıştır. Kür-

Jakamını terkip etmiş, mü-^ulünü düzenlemiştir. Arif xDnra bu makam ve usulde bir-_-r verilmiştir. Arif Bey, Kanuni Meı^ied Bey, Mustafa Servet Efendi, Zati Arca, Levon Hancıyan, Lem'i Atlı, Bimen Şen ve Şevki Bey gibi birçok öğrenci yetiştirmiştir.

Dede Efendi'den sonra, sarayda yaygın olan Batı müziğine karşı, Arif Bey'in "şarkı" formuyla Türk musikisini ayakta tuttuğu görülür. Yüzyıllardır birinci planda bulunan kâr, beste, semai gibi beste şekillerinin yerini şarkı formuna bırakması büyük bir değişimdir. Geçmişte de kullanılan şarkı formu, Arif Bey'le gerçek kurallarını bulmuş, şekilde kesinlik kazanmıştır. Sonraki bestekârların hemen hepsi, Arif Bey'in açtığı bu yolda şarkılar bestelemişlerdir.

Hacı Arif Bey, binden fazla eser bestelemiştir. Bugün elimizde dini ve dindışı formlarda üç yüz seksen dolayında eseri bulunmaktadır. Nihavend "Bakmıyor çeşm-i siyah feryade", "Vücud ikliminin sultanısın sen", "Ben bûy-i vefa bekleriken suy-i çemenden"; mahur "Gösterip ağyare lütfün bizlere bigânesin"; muhayyer "İltimas etmeye yâre varınız" çok sevilen ve sık sık okunan yüzlerce şarkısından birkaçıdır. Bibi. Y. Öztuna, Hacı Arif Bey, Ankara, 1986; S. Y. Ataman, Mehmed Sadi Bey, Ankara, 1987; İnal, Hoş Şada.

FATİH SALGIR

ARİF BEY (Çarşambalı)

(?, İstanbul - 1892, İstanbul) Sülüs, celi sülüs, nesih ve ta'lik hattatı, İstanbul'da Çarşamba semtinde oturduğu için "Çarşambalı" unvanıyla anılırdı. Uzun yıllar Maliye Nezareti Mektubi Kalemi'nde çalışan Arif Bey, sülüs ve nesihi, Haşim Efendi'den(-«); taliki Sami Efendi(->) ile İsmail Hakkı (Kıbrısîzade) Efendi'den meşk etti. Sonraları Ali Haydar Bey'e(->) devam edince, bunu duyan Sami Efendi'nin Arif Bey'i "Ben, hocamı ölünceye kadar bırakmadım ve çok feyz aldım" sözleriyle tenkit ettiği söylenir.

Çifte yazı (oynak yazı veya müsenna yazı da denir) yazmakta ustaydı. Bir başka özelliği de, imzasız yazıların kime ait olduğunu anlamasıydı.

Yazdığı Kuran ve Delâil-i Hayrat nesihte usta olduğunu gösterir. Yalnız bu Kuran'ın iki cüzüne hareke koymaya ve sonuna imza atmaya ömrü yetmemiştir.

" Ta'lik ile de uğraşan hattat bu yazıda Yesarîzade Mustafa İzzet, sülüs ve nesihte Hafız Osman, celi sülüste de Mustafa Rakını ekolüne bağlıdır. Eserleri pek yaygın değildir.



Bibi. İnal, Son Hattatlar, 49-53; Rado, Hattatlar, 226-227; U. Derman, Hattat "Hacı Arifler. İst., 1965.

İSTANBUL


ARİF DEDE TEKKESİ

bak. KAPIAĞASI MESCİDİ VE TEKKESİ



ARİF EFENDİ (Kethüdazade)

(l 771, İstanbul - 28 Şubat 1849, İstanbul) Tanzimat öncesi İstanbul'unda ilmiye sınıfından olmasına rağmen yeniliğe açık görüşleriyle dikkati çekmiş bir kişidir.

Dedesi Yusuf Ağa III. Selim'in annesi Mihrişah Valide Sultan'ın kethüdasıydı. Bu görevi dolayısıyla padişahın yakın çevresinde bulunmuş ve Nizam-ı Cedid hareketinin de destekleyicileri arasında yer almıştı. Yusuf Ağa bu tutumun bedelini III. Selim'in tahttan indirilmesinden (1807) sonra idam edilerek ödemişti. Babası Mehmed Sadık Efendi (1747-1818) ise ilmiye sınıfındandı. Medrese öğrenimi görmüş, kadılıklarda bulunmuş, Rumeli kazaskerliğine kadar yükselmişti.

Arif Efendi de babası gibi medrese öğrenimi gördü. 1795'te imtihanla müderris oldu. Ama bununla yetinmeyerek dönemin tanınmış müderrislerinden riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), felsefe, mekanik, edebiyat, tasavvuf gibi alanlarda özel dersler aldı. Tıp ve musikiyle de ilgilendi. 1822'de Halep kadılığına atandı. 1832'de Bursa kadısı oldu. 1836'da Mekke, 1838'de de İstanbul payesini aldı. 1847'de Anadolu kazaskerliği payesine yükseldi.

Arif Efendi ilmiye sınıfındaki bozulmayı yakından bildiği için Halep kadılığı dışında fiilen görev yapmamış, 1824'ten ölümüne kadar İstanbul'da bulunduğu sürede özel dersler vererek birçok öğrenci yetiştirmiştir. Bu arada Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi(->) üyesi olduğu için 1826'da yeniçeriliğin kaldırılması olayında Bektaşilikle suçlanmışsa da hayatına dokunulmamıştır.

Arif Efendi Tanzimat öncesi dönemde yeniliğe açık düşünceleri ve davranışlarıyla dikkati çekmiştir. Osmanlı Devleti'nin kurumsal yapısındaki çözülmenin ardındaki zihniyeti eleştirmiş, Batı'nın bilim, eğitim ve teknoloji alanındaki ilerlemelerini övmüş, bunların mutlaka örnek alınmasını savunmuş, sarığı ve cüppesiyle kiliselere giderek, yabancıların balo davetlerine katılarak taassuba meydan okumuştur. Arif Efen-di'nin hayatından sayfalar, çeşitli konular, olaylar ve gelişmeler karşısında sergilediği davranışlar öğrencilerinden Emin Efendi'nin yazdığı Menakıb-ı Ket-büdazade (İst., 1877; 2. bas., İst., 1888) adlı kitapta ayrıntılı biçimde aktarılmış-

tır. Şiirlerinin bir bölümü de ölümünden sonra öğrencisi Ahmed Tevhid Efendi tarafından derlenip Divan-ı Kethüdaza-de Arif adıyla yayımlanmıştır (İst. 1855).



Bibi. Sicill-i Osmani II, 248; ae; III, 273; ae, IV 668-669; Fatin Davud, Tezkire-i Hâtime-tü'l-Eş'ar, İst., 1271. s. 261-202; Ergun, Türk Şairleri. I, 66-69; inal, Türk Şairleri, 16-20; İ. H. Uzunçarşılı, "Nizam-ı Cedid Ricalinden Valide Sultan Kethüdası Meşhur Yusuf Ağa ve Kethüdazade Arif Efendi", Belleten, no. 79, 1956; E. insanoğlu, "19. Asrın Başlarında -Tanzimat Öncesi- Kültür ve Eğitim Hayatı ve Beşiktaş Cemiyet-i ilmiyesi Olarak Bilinen Ulemâ Grubunun Buradaki Yeri", Osmanlı ilmî ve Meslekî Cemiyetleri, ist., 1987.

İSTANBUL


ARİF EFENDİ (Bakkal)

(1830, Filibe [bugün Bulgaristan'da] -17 Eylül 1909, İstanbul) Sülüs, nesih hattatı. Emîr Şeyhi diye bilinen Süleyman Efendi'nin oğludur. Ataları, I. Mu-rad zamanında ordu şeyhi olarak Filibe'nin alınışından sonra buraya yerleşmişti. Arif Efendi'nin tam adı el-Hac Ahmed Arif Efendi'dir. Yazılarında bazen El-hac ve Seyyid kelimeleriyle birlikte Ahmed adını da kullanırdı. Medrese eğitimini Filibe'de yaptığı sırada Yürüyüş Camii hatibi hattat Hafız İsmail Efendi'den yazı öğrenerek icazetname aldı. Genç yaşında hacca gittikten sonra 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında İstanbul'a geldi ve Saraçhanebaşı'nda bir bakkal dükkânı açtı. Bir yandan da yazı ile meşgul oldu. Kayınbiraderi hattat Hulusi Efendi'nin yardımıyla ünlü hattat Şevki Efendi'ye müracaat etti. On öğrenciden başkasına ders vermeyen Şevki Efendi, Arif Efendi'nin yazılarını görünce "O tahdit senin gibiler için değil" diyerek kendisini çıraklığa kabul etti. Arif Efendi 40 yaşından sonra, kendisinden bir yaş büyük olan Şevki Efendi'den aldığı dersler sayesinde terakki ederek 1884'te ikinci icazetnamesini aldı. Bir hilye olan icazetname Topkapı Sarayı Müzesi'ndedir.

Arif Efendi, açılan imtihanı kazandıktan sonra Nuruosmaniye Camii Vakfı yazı hocalığına başlayınca dükkânını kapatarak zamanını tamamıyla yazıya ayırdı. Haftada iki gün ders vererek öğrenci yetiştirdi. Hastalanıncaya kadar kalemi elinden bırakmadı. Çabuk ve tashihsiz yazmasıyla ün salmıştı. Kabri Edirnekapı Mezarlığı'ndadır.

Arif Efendi sülüs ve nesih hatla çok sayıda meşk, kıt'a, hilye, murakka, ev-rad, delâil ve levha kaleme almıştır. Şevket Rado, Türk Hattatları adlı eserinde, hattatın Kuran yazdığından bahsedilmemiş olmasına rağmen, yazılış tarihi belli olmayan "es-Seyyid el-Hac Ahmed Arif" imzalı bir Kuran gördüğünü ve bunun ona ait olabileceğini bildirir. Yazdığı delâilden biri Medine Kütüpha-nesi'ne hediye edilmiştir. Biri de Mısır Hıdivi İsmail Paşa'nın oğlu Hüseyin Kâmil Paşa için yazılmıştır. İstanbul'da Şehzade Camii'nin Vefa tarafındaki kapısı üstündeki besmelesi pek meşhur-

dur. Sami Efendi, öğrencisi hattat Nec-meddin Efendi'ye (Okyay) "Dünya kurulalı böyle celi bir besmele yazılmamıştır" demiştir.

"Bakkal" veya "Filibeli" lakaplanyla anılan Arif Efendi hem çok yazmış hem de çok öğrenci yetiştirmiştir. Öğrencisi Küçük Hamdi Efendi (Yazır), Sami Efendi'nin şu sözlerini nakletmiştir: "Arif Efendi yazmıştır. Yazıları içinde öylesi vardır ki bakılmaz; öylesi vardır ki yazılmaz". Yetiştirdiği öğrenciler arasında Hamdi Efendi (Yazır), Şeyh Abdü-laziz, Fetva Emini Nuri Efendi oğlu Re-biî Molla, Kayserili Abdülkadir, Harbiye Nezareti memurlarından Re'fet, Nec-meddin Okyay, Osman Ağa Camii hatibi Abdülkadir ve oğlu Mustafa Rakım en tanınmışlarıdır.

Arif Efendi, sülüs ve nesihte Hafız Osman, celi sülüste Mustafa Rakım ekolünü takip etmiştir.



Bibi. İnal, Son Hattatlar, 54-57; Rado, Hattatlar, 238-239; U. Derman, Hattat "Hacı Arifler, ist., 1965.

ALİ ALPARSLAN



ARİF HİKMET BEY

(?, Yugoslavya - 13 Kasım 1918, İstanbul) Sülüs ve nesih hattatı. Hafız Ham-za Efendi'nin oğludur. Genç yaşta İstanbul'a geldi. Bir süre Enderun'da bulundu. Hattat Bakkal Arif Efendi'den(-0 sülüs ve nesih yazı meşk etti. Bir süre Matbaa-i Âmire hattatlığında bulundu. Sonraları Kahramanzade Hanı'nda açtığı yazıevinde isteyenlere yazı yazdı; 1914'te açılan Medresetü'l-Hattatin'in müdürlüğüne tayin edildi. Burada da fazla kalmayan hattat, Babıâli Cadde-si'nde "Yazı Yurdu" adında bir yer açtı ve serbest hattat olarak çalıştı. 1918'de veremden öldü. Mezarı Sümbül Efendi Camii haziresindedir.

Arif Hikmet Bey, birinci sınıf bir hattat değildir. Bununla birlikte kartvizit kompozisyonlarında maharet gösterdiğine şüphe yoktur. Kendi icadı olan ve harfleri sümbülü andırdığı için hatt-ı sünbülî (sünbül yazısı) olarak adlandırdığı yazı türü dolayısıyla tenkide uğramıştı. Yazıda yenilikçi olduğu anlaşılan Arif Hikmet Bey'in eserleri yaygın değildir.



Bibi. inal, Son Hattatlar, 58-62; Rado, Hattatlar, 249; M. Z.^Kuşoğlu, "Osmanlı Kartvizitleri ve Hattat Arif Hikmet Bey", İlgi, no. 46, Ağustos 1986, s. 31-35.

ALİ ALPARSLAN



ARİFE DİVANI

Arife muayedesi, arife merasimi de denmiştir. Osmanlılar döneminde İstanbul'da Ramazan ve Kurban bayramları arifelerinde yapılan törenlerdi. Bu törenlerle İstanbul halkı başka bir havaya girer, çarşı pazar hareketlenir, saray ve yönetim açısından da bayramın törensel yükünün bir bölümü arife günlerinde yerine getirilirdi.



Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnamesi ile vekayiname ve ruznameler-

deki bilgilere göre "tehniye-i iydiye" de- j nen bayram kutlamaları, Ramazanın 27. j günü başlamakta ve bayram günleri bo-1 yunca sürmekteydi. Kurban Bayramı • öncesinde de üç gün süreyle benzeri törenler yineleniyordu. Amaç, başkent halkını bayram heyecanı ile hareketlendirmek ayrıca padişahın ve devlet adamlarının bayram günlerindeki tebrik , kabullerini bir oranda azaltmaktı.

Ramazanda arife törenleri 27. gün başlardı. O gün şeyhülislam tören giysisi ve maiyetiyle Paşakapısı'na gelir, re-isülküttab, mektupçu, teşrifatçı, selam ağası, muhzır ağa ve Paşakapısı erkâ-nınca törenle karşılanırdı. Divanhane önünde sadrazam binektaşına kadar ilerler, buradan birlikte yürüyerek içeri girer ve yaklaşan bayram nedeniyle teb-rikleşirlerdi. Sadaret Arzodası'ndaki baş başa görüşmelerinde her ikisi de törene özgü kavuk ve sarıklarını çıkartıp adi destar ve küçük tepeli ile otururlardı. Bu sırada salonda gülsuyu serpilip buhurdan dolaştırılır, ramazan olması nedeniyle ikramda bulunulmazdı. Aynı gün ve izleyen 28., 29. günlerde ise vezirler, emekli vezirler, ilmiye sınıfı ricali, ocak ağalan, kazaskerler, selatin şeyhleri (büyük camilerin vaizleri), sarayın ve Paşakapısı'nın üst düzey görevlileri, örneğin şikâr ağalan, mirahur ağa, kapıcı-başı, mir-i alem vakıf mütevellileri, âsi-tane denen büyük dergâhların şeyhleri, sırayla sadrazamı, şeyhülislamı, vezirleri ziyaret ve tebrik görevini yerine getirirlerdi. Bu üç gün boyunca süren ziyaret ve kutlamalarla İstanbul'daki protokole dahil kişilerin kendi aralarındaki bayramlaşmaları tamamlanmış olur, yal-

nızca bayram sabahı sarayda yapılması gelenek olan muayede resm-i hümayunu kalırdı. Böylece herkesin bayram süresince kendi evinde ya da konağında bayram yapabilmesi olanağı sağlanmış olmaktaydı.

Arife divanı ise ramazanın son günü olan arifede ve Kurban Bayramı arifesinde saraya özgü özel bir törendi. Bu törenin dışa yansıyan, mehterhanenin nöbetler çalması, Boğaz'dan toplar atılması, gece de ışıklandırma yapılması vb uygulamaları, İstanbullulara bayramın resmen başladığını duyururdu. Arife günü, saraydan başka hiçbir yerde tören yapılmaz, ancak çarşı pazar, canlı ve kalabalık bir gün yaşardı.

Arife divanının 16-17. yy'lardaki protokollerinin ve törensel yönünün değişiklikler gösterdiği saptanmaktadır. Örneğin Divan-ı Hümayun'un işlevini koruduğu dönemlerde (17. yy'ın ikinci yarısına değin) bu tören ağırlıklı olarak Kubbealtı'nda yapılmaktaydı. O gün öğle namazından sonra çavuşbaşı ve Divan-ı Hümayun çavuşları, resmi giysili olarak ve ellerinde uzun asaları bulunduğu halde Divanhane'de, Adi Köşkü'ne karşı saf dururlar; dışarıda Mehterhane yerini alırdı. Has Ahır'dan getirilen padişahın atları, çok süslü rahtları ve üniformalı binicileri (ahır saraçları) ile arkada bir sıra oluştururlardı. İkindi ezam okunduktan sonra Fatiha ile tören başlar, Mehterhane nöbetler çalar, fasıl aralarında çavuşlar "aleyke avnullah!" diyerek alkış -yaparlar; en son bir çavuş dua eder, âmin denir, Fatiha'yla dış tören sona ererdi. Bu sırada Enderun'da padişahın katıldığı asıl arife muayedesi

L

•i.


Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   68   69   70   71   72   73   74   75   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin