I u n d e n bugüN



Yüklə 7,14 Mb.
səhifə56/129
tarix09.01.2019
ölçüsü7,14 Mb.
#94242
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   129

ALTUNİZADE KÖŞKÜ

Altunizade Köşkü semte adını vermiş olan Altunizade İsmail Zühdi Paşa tarafından 1808'de inşa ettirilmiştir. Paşa daha önce o zaman sahibi bulunduğu Milli Eğitim Bakanlığı Validebağ Prevantoryumu arazisi içinde kendisi için bir köşk yaptırmıştır. İlk Altunizade Köşkü budur.

Harem ve selamlık bölümleri birbirine köprüyle bağlı olan ve Küçüksu Kas-n'nı(->) andıran bu köşkün dış görünümü çok güzeldi. Bu güzelliğin övgüsünü duyan Abdülaziz, İsmail Zühdi Pa-şa'yı huzura çağırarak ima yoluyla bu köşkün kendisine verilmesini ister. Padişahın isteğine boyun eğen İsmail Zühdi Paşa bu güzel köşk elinden gidince Altunizade Camii'nin karşısında yeni bir köşk yaptırır. Altunizade Köşkü denilen bu yeni köşkün dış görünüm olarak eskisinin aksine hiçbir özelliği ya da güzelliği yoktur. Paşa elinden alınan ilk köşkün yapımında özen gösterdiği dış güzelliğe, bu kez yeni köşkün iç bezemelerinde yer vermiştir. Altunizade Köşkü'nün on sekiz odası, üç salonu, altı sandık odası, altı helası vardı. İki mutfağı içeren bodrum katının üstünde bir alçak tavanlı kat ile iki yüksek tavanlı kat olmak üzere, üç yerleşim katından oluşmaktaydı. Köşk 420 m2'lik bir zemin üstüne oturtulmuştu. Bina yüksekliği ön cephede 18 m, arka cephede 16 m idi. En üst katın salon tavanı bir İtalyan ressam tarafından alçı üzerine yapılmış çok güzel yağlıboya resimlerle bezenmişti. Ayrıca tüm salonların ve odaların tavan bezemeleriyle merdiven korkulukları elişi tahta oyma sanatının birer göstergesi gibiydi. Bir kattan diğer kata iniş çıkış dört ayrı merdivenden yapılmaktaydı.

Köşkün 40 dönüm bahçesi vardı. Bu

bahçe içinde beş tane havuz, bir de hamam bulunuyordu. Havuzlardan biri, içinde kayıkla gezilebilecek büyüklükteydi. Havuzun ortasında küçük bir adacık vardı.

Köşkün ayakta kaldığı 120 yıl içinde yaşanan en ilginç olaylardan biri, I. Dünya Savaşı sonrasında İstanbul işgal altında iken Anadolu'ya kaçırılan bazı silahlar için kısa süreler depo olarak kullanılmasıdır. Bir keresinde işgal kuvvetleri aniden köşkü basarak oturanları bir hayli korkutmuşlar fakat yaptıkları aramada saklı olan silahları bulamamışlardır.

Köşk çok uzun yıllar onarım görmemiş, artık içinde oturulamaz bir duruma gelmişti. Bu nedenle birinci derecede eski eser sınıfına giren köşk, 1987'de İsmail Zühdi Paşa'nın vârisleri tarafından içerisi ve dışarısı aynı görünümde olmak üzere yeniden inşa edilmek koşuluyla STFA firmasına satıldı ve 1988'de yıktırıldı. Yeni binanın yapımına ise şu ana kadar başlanmamıştır.

Altunizade Köşkü kuruluşundan itibaren kültür ve sanat faaliyetlerine açık bir yuva olmuştu. Cumhuriyet sonrasında, aile bireylerinin ve yakınlarının sanatın çeşitli kollarına yatkınlıkları köşkün sanat atmosferini daha da zenginleştirdi (bak. Altınyurt Spor Kulübü). Köşk l Mart 1935 ile 31 Aralık 1936 tarihleri arasında iki yıla yakın bir süre, Saime Altunigil'in eşi Ismayıl Hakkı Bal-tacıoğlu'nun çıkarmakta olduğu haftalık Yeni Adam dergisinin yönetim yeri olmuştu. Erenköy'de oturmakta olan ünlü besteci Yesari Asım Arsoy(->) 1940'lı yıllarda bazı geceler Altunizade Köşkü' nün üst salonunda ışıkları söndürterek ay ışığında Altunizadelilere kendi bestelerini okumuştu. Nazım Hikmet'in 1948'de yazdığı "Angina Pektoris" adlı şiirinde: Sonra, bizim hurda mahkûmlar uykuya varıp revirden el ayak çekilince / kalbim Çamlıca 'da bir harap konaktadır her gece, doktor, diye sözünü ettiği harap konak Altunizade Köşkü' dür. Nazım Hikmet'in eşi Piraye Hanım, bu harap köşkün bir odasında 10 yılı aşkın süreyle oturmuştur.

TUNA BALTACIOĞLU

ALTUNİZADE KÜLLİYESİ

Üsküdar İlçesi'nde, kendi adını taşıyan mahallede, Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gökay (Küçükçamlıca) ve Tophanelioğlu (Koşuyolu) caddeleriyle İsmail Paşa Sokağı'nın çevrelediği dikdörtgen bir alan üzerinde kurulmuştur. Camideki iki kitabeye göre Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde önemli görevler alan devlet adamı Altunizade ismail Zühdi Paşa (1806-1887) tarafından 1282/1865'te yaptırılan külliye," cami, hamam, sıbyan mektebi, muvakkithane, dükkânlar, fırın, imam ve müezzin meşrutaları ile çeşmeden ibaret olup cami dışında kalan yapıların bir bölümü çok harap durumda günümüze ulaşmış, bazıları da ortadan kalkmıştır. Ayrıca bu yapı topluluğunun yakınında, imam ve

f

müezzin meşrutalarının karşısında İsmail Zühdi Paşa'nın konağı bulunmaktaydı. Söz konusu konak, yakın bir tarihte STFA firması tarafından, yeniden inşa ettirilmek üzere yıktırılmıştır.



Cami: Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gökay Caddesi ile Tophanelioğlu Caddesi'nin kesiştiği köşeye verev olarak yerleştirilmiştir. Cami, kitabeli bir kapıdan girilen avlu içinde yer almakta ve inşa tarihi ile banisini belgeleyen iki adet kitabe bulunmaktadır. Her ikisi de Trabzonlu Mehmed Rasim Efendi'nin (1842-1885) ta'lik hattıyla mermer levhalar üzerine yazmış olduğu manzum kitabelerden, avlu girişi üzerinde yer alanın metni Senih Efendi'ye (1822-1900), mihrap duvarının dış yüzeyinde-kininki ise "Asım" mahlaslı şairlerden birine aittir.

Cami, kare planla ve tek kubbeli bir harim ile enine dikdörtgen planlı ve üç birimli, kapalı bir son cemaat yerinden meydana gelmektedir. Duvarlar kesme taştan inşa edilmiş, harimi örten bağdadi kubbe içerden sıva, dışarıdan kurşunla kaplanmıştır. Son cemaat yerinin önünde camekânlı bir giriş bölümü mevcuttur. Ortadaki daha büyük olmak üzere üç kapı ile harime geçit veren son cemaat yerinin ortadaki birimi aynalı tonoz, yanlardaki birimleri beşik tonozlarla örtülüdür. Son cemaat yerinin köşelerindeki ahşap merdivenlerden söz konusu mekânın üst katını işgal eden fevkani müezzin ve kadın mahfillerine çıkılmaktadır. Bağdadi kubbenin ağırlığı sınırlı olduğu halde harimin köşelerine kalın payeler konmuş, bunlar birbirlerine basık kemerlerle bağlanmış, ayrıca içerde kubbenin köşelerine pandantifler yerleştirilmiş, böylece kubbenin kagir olduğu ve ağırlığının kemerlerle köşe payelerine intikal ettiği izlenimi verilmek istenmiştir. Esasen taşıyıcı niteliği olmayan harim duvarlarında, iki sıra halinde büyük boyutlu ve yuvarlak kemerli altışar pencere açılmıştır. Biri pencere sıralarının arasında, diğeri payelerin üst hizasında bulunan iki silme grubu ile cepheler yatay olarak bölünmüş, ayrıca pencerelerin arasına gelecek şekilde her cepheye ikişer pilastr kondurulmuştur. Yatay silme grupları pilastrların ve payelerin hizasında çıkıntı yaparak çepeçevre cepheleri kuşatmaktadır. Gerek silme ve pilastr gibi öğelerle gerekse de üst sırada, ortada yer alan pencerelerin diğerlerinden daha büyük tutulması ve bunların üzerinde silmenin, kubbeyi taşıyor görünen basık kemere teğet bir yuvarlak kemer teşkil edecek şekilde kıvrılması sayesinde harim kitlesinin cepheleri hareketlilik kazanmıştır.

Son cemaat yerinin batı köşesinde, yapıya dıştan bitişik, kare kaideli, silindir gövdeli, tamamen kesme taş örgülü minare yükselmektedir. Barok üsluba uygun bir profile sahip pabucun üzerinde yükselen gövde, orta yerinde yıldızlı bir frizle donatılmış, şerefe küçük konsollar

ve akantus yaprakları ile desteklenmiştir. Geç dönem Osmanlı minarelerinin çoğunda olduğu gibi burada da kurşun kaplı konik ahşap külah yerine kesme taş örgülü ve birtakım süsleme öğelerine sahip bir külah tercih edilmiştir.

Karimde duvarlar, pandantifler ve kubbe yüzeyi, pastel renklerin egemen olduğu eklektik kalem işleri ile bezenmiştir. Barok ve ampir üslubundan aktarılma motiflerin kullanıldığı bu kalem işleri kapı ve pencerelerin üstlerinde, mahfil çıkıntılarının alınlarında, pandantiflerde ve kubbede yoğunlaşmaktadır. Kapı ve pencere kemerleri, "S" ve "C" kıvrımları ile stilize yapraklardan müteşekkil süsleme grupları ile taçlandırılmış, pandantiflerdeki yuvarlak hat madalyonları aynı öğeleri barındıran bezemelerle kuşatılmıştır. Kubbe yüzeyi kartonpiyerden yumurta frizleri ile on altı dilime ayrılmış, nispeten dar tutulan sekiz dilimde açık renk zemin üzerine koyu renklerle, daha geniş tutulan diğer sekiz dilimde de koyu renk zemin üzerine açık renklerle aynı türde bezemeler yapılmıştır. Kubbe merkezinde bulunan ve hemen bütün Osmanlı camilerinde Nur ayetinin yazılı olduğu yuvarlak madalyonun boş bırakılmış olması şaşırtıcıdır. Beyaz mermerden mamul olan mihrap, minber ve vaaz kürsüsünde, binanın mimarisi ile uyum sağlayan ayrıntılar gözlenmektedir. Mihrabı iki yandan kuşatan yivli sütunlar, minarede olduğu gibi kare kaidelere oturmakta ve gövdelerinin en orta yerinde yıldızlı bir frizle donatılmış bulunmaktadır. Akantus yapraklı başlıkların üzerinde, pilastrlarla kuşatılmış olarak mihrap ayeti levhası bulunmakta, bunun da üzerinde, yaprak kabartmaları ortasında yuvarlak bir ayet madalyonu görülmektedir. Minberin alt kesiminde ve köşk kısmında bulunan yuvarlak kemerlerin içine, Abdülaziz devrinde moda olmaya başlayan neogotik üsluptan alınma üç merkezli sivri kemerler yerleştirilmiş, köşk kısmı

Arap etkilerinin hissedildiği dilimli bir kubbecikle taçlandırılmıştır.



Sıbyan Mektebi: Tophanelioğlu Cad-desi'ne cepheli olan sıbyan mektebi mihrabın arkasındaki hazireye bitişiktir, iki katlı binanın caddeye ve avluya açılan birer kapısı vardır. Kız ve erkek öğrenciler için iki bölüm halinde tasarlanmıştır. Günümüzde bu bölümlerden biri mesken, diğeri dükkân (eczane) olarak kullanılmaktadır.

Hamam: Yine Tophanelioğlu Caddesi üzerinde, sıbyan mektebinin bitişiğindeki dükkânlar ile fırının arasındadır. Moloz taş ve tuğla ile inşa edilmiş olan bu küçük mahalle hamamı dikdörtgen bir alam kaplamaktadır. Soyunmalık, ılıklık ve sıcaklık olmak üzere üç bölümden ibarettir. Soyunmalık kısmı yıkıktır. Ilıklık kısmının üzeri tonoz, sıcaklık kısmının üzeri ise kubbeyle örtülüdür. Halen oldukça harap durumdadır.

Fırın: Tophanelioğlu Caddesi'ne cepheli ve hemen hamamın yanındadır. İki katlı olan yapının caddeden bir girişi ve arka bahçeye açılan diğer bir kapısı vardır. Caddedeki kapıdan girildiğinde sağda duvara bitişik olan fırın 2x2 m ölçü-lerindedir. Günümüzde mesken olarak kullanılan yapının üst katına geçit veren merdiveni bahçe yönündeki duvara yaslanmaktadır.

İmam ve Müezzin Meşrutaları: Tophanelioğlu Caddesi üzerindeki diğer külliye binaları gibi iki katlı olarak ve aynı malzemelerle inşa edilmiştir. Aynı şekilde caddeye ve arka bahçeye açılan kapıları vardır. Günümüzde özgün işlevini sürdürmektedir.

Çeşme-. Aynı cadde üzerinde, mihrap yönünde, hazireye doğru girinti yapacak şekilde yerleştirilmiştir. Ufak boyutlu, mermer yalaklı sade bir sokak çeş-mesidir. Alınlık altı kollu bir yıldızla ve barok kıvrımlarla bezenmiştir. Suyu ak-mamaktadır.

Dükkânlar, Muvakkithane ve Kahvehane-. Cadde üzerinde sıralanan bütün

233

ANADOLU YAK

r

232



ALUS, SERMET MUHTAR

Altunizade Camii'nin içinden bir görünüm. Hakan Arlı, 1993

bu yapılar arasında, farklı boyutlarda, toplam on adet dükkân yer almaktadır. Hepsi iki katlı olan dükkânların çoğu yıkık durumdadır. Bunlardan bir kısmı, hastaneye yakınlıklarından ötürü eczane olarak hizmet vermektedir.

Ord. Prof. Dr. Fahreddin Kerim Gö-kay Caddesi üzerinde, camiin son cemaat yeri ile avlu ihata duvarı arasında kalan üçgen alanda muvakkithanenin yer aldığı bilinmektedir, iki caddenin kesiştiği noktada, yine bugün mevcut olmayan bir kahvehanenin varlığı tespit edilmektedir.



Bibi. Raif, Mir'at, 55; İSTA, II, 752-753; Öz, İstanbul Camileri, II, 4; Konyalı, Üsküdar Tarihi, I, 91-94, II, 300, 436; 1KSA, II, 719-720; H. Küçükbaür, "Altunîzade Külliyesi", DlA, II, 546-547.

HAKAN ARLI



ALUS, SERMET MUHTAR

(28 Mayıs 1887, istanbul - 18 Mayıs 1952, istanbul) Eski İstanbul hayatını konu edinen yazılan ve romanlarıyla tanınmış gazeteci, yazar. Askeri Müze Müdürü Ahmed Muhtar Paşa'nm(-0 oğludur. Galatasaray Lisesi'ni (1906) ve Mekteb-i Hukuk'u bitirdi. Hoca Ali Rı-za'dan(->) resim dersleri aldı. II. Meşru-tiyet'te iki arkadaşıyla birlikte El Üfürük (1908) adlı mizah dergisini çıkardı. Necdet takma adıyla çeşitli dergilerde hikâyeler yayımladı. Davul (1908-1909) adlı mizah dergisine yazılar yazdı.

Sermet Muhtar Alus mütareke döneminde tiyatroyla ilgilendi. Helâl Mal (.Temaşa, S. 10-11, 1918), Ev ilacı (.Şâir, S. 12-15, 1919), Kalem Efendileri, Sevk-i Tabiî, Gemi Arslanı gibi telif ve uyarlama komediler kaleme aldı. Sonraki yıllarda Yedigün, Yeni Mecmua, Hafta, Akbaba, Amcabey, Aydabir ve Resimli Tarih Mecmuası gibi dergilerle Akşam, Son Posta, Cumhuriyet, Vakit, Tan, Vatan, Tasvir-i Efkâr ve Yeni Sabah gibi

gazetelerde eski İstanbul hayatını, unutulmuş ilginç olay ve kişileri gözlem ve anılarına dayanarak anlattığı yazı dizileri yayımlandı. Bunlardan Akşam'da yayımlanan 30 Sene Evvel İstanbul 'da (1931) Beyoğlu ile ilgili çeşitli konulara, ressamlara, hekimlere, çocuk oyunlarına, ramazan âdetlerine, pazar yerlerine, tuluat tiyatrolarına, tandırbaşı eğlencelerine; Eski Defterdekiler ve Masal Olanlar 'da (1932) eski İstanbul'dan bazı ünlü kadın ve erkek tiplerine, bunlarla ilgili anı ve anekdotlara, mesire ve eğlence yerlerine, eski semtlere; 84 Sene Evvel İstanbul'da (1932) bazı eski geleneklerle önemli birkaç konak ve yalıyla ilgili anılara; istanbul Kazan Ben Kep-çe'de (1938-1939) eski İstanbul'un semtlerinin özelliklerine; 40 Yıl Evvelki-ler'de (1939) eski İstanbul'da yaşamış bazı ünlü sanatçılara ve çok değişik tip ve meşrepte insanlara; Eski Günlerde'de (1939-1940) İstanbul halkının ramazan, bayram, ulaşım araçları bağlamında gündelik yaşayışıyla ilgili anı ve gözlemlere; Gördüklerim ve Duydukla-nm'da. (1942-1944) İstanbul'daki eski eğitim kurumlarına, lokanta, gazino, kahvehane ve tiyatro hayatına; çay, şerbet, reçel, dondurma, çikolata, kakao, bira, şarap, rakı, tütün ve kahve gibi maddelerin geçmiş zamanlarda gündelik hayattaki yerine değinilir.

Sermet Muhtar Alus'un, konularını eski İstanbul hayatından alan romanlarından ancak dördü kitaplaşmıştır: Kıvırcık Paşdâz (1933) son dönem Osmanlı paşalarından birinin konak hayatı çerçevesinde kalan çapkınlıkları, zaman zaman düştüğü güç ve komik durumlar eserin ana konusunu oluşturur. Pembe Maşlahlı Hamın'da. (1933) Jön Türklükle suçlandığı için yurtdışına kaçan bir kocanın İstanbul'da bıraktığı genç karısı anlatılır. Asıl adı Hayriye olan kadın gezinti ve eğlence yerlerinde pembe maşlah giyi-

nip arabayla dolaşır. Bu yüzden peşinde koşan çapkınlar arasında "Pembe Maşlahlı Hanım" diye anılır. Eserde, II. Ab-dülhamid'in son yıllarındaki İstanbul hayatı, çapkınlar ve bunların dolaştığı yerler çerçevesinde canlı tasvirlerle verilir. Harp Zengininin Gelini'nde (1934), I. Dünya Savaşı yıllarının fırsatlarını iyi değerlendirerek zengin olmuş Asmaaltı (Eminönü) tüccarlarından Cevdet Efen-di'nin evinde, dükkânında ve ilişkide bulunduğu çevrede geçen olaylar anlatılır. Cevdet Efendi ve ailesi özellikle de oğlu Lûtfi'nin alafranga karısı Suat Hanım eserin odak noktasını oluşturur. Eski Çapkın Anlatıyor 'da (ty [1944]) ise yaşlanmış eski bir İstanbullu çapkının ağzından yazılmış çapkınlık anılarına yer verilir. Eserin en ilginç yönlerini İstanbul'un köşe bucak ayrıntılarla anlatılması ve her kesimden insanın canlandırılması oluşturur. Kitaplaşmamış roman ve uzun hikâyelerinden Sermet Muhtar Alus'un, "Sülün Bey'in Hatıraları", "Rüküş Hanımlar" ve "Havalanmalar", Akşam'da.; "Tombul Mirasyedi" ve "İki Gönül Bir Olunca", Son Posta'dz; "On İkiler", Cumhuriyet'te; "Kırkından Sonra", "Anasını Gör Kızını Al" ve "Harman Sonu", Vakit'te; "Bebek Emine" ise Vatan 'da tefrika olarak kalmıştır.

Bütün romanlarında kahramanlarının davranış ve konuşmalarını kendi mizah anlayışı çerçevesinde yansıtan, canlandırdığı tiplerin siyah-beyaz karikatürü andıran desenlerini çizen Alus, bütün eserlerinde yalnızca İstanbul'u anlatan ender yazarlardan biri olmuştur. Bibi. C. Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, II, Ankara, 1970, s. 372-379; ISTA, II, 755-756; Gövsa, Türk Meşhurları, 42-43.

İSTANBUL

Sermet Muhtar Alus

Mustafa Çetin Tükek koleksiyonu

ASI SAYFİYELERİ

Çamlıcalar, şenlik, kalabalık, rağbet itibarile bir zamanlar Boğaziçi ile atbaşı beraber gidermiş.

Abı ve havası meşhur, manzarası ve yüksekliği emsalsiz; gezme tozma yerleri müteadditmiş. Bağlarbaşı piyasası, belediye bahçesi, çiftlik gazinosu, kaç tane tiyatro.

Muhit Boğaziçi ile beraber yavaş yavaş sönmeğe başlamış; el ayak çekile çe-kile ıssızlanmış, köşkler boşalmış; şimendüfer güzergâhı modasıdır baş göstermiş.

Ötedenberi Üsküdar ve Kadıköy sayfiyeden madut değil. Üsküdar bilâdı se-lâseden ve mutasarrıflık merkezi bir şehir; Kadıköy ise kasaba; Moda ecnebiler yatağı. Hep bu taraftakiler yerli; yazlı, kışlı otururlar.

Şimendüfer boyuna ilk teveccüh eden sayfiye herhalde Kurbağalıderedeki sultan Muradın köşküdür.

Çamlıcanın revnakında yavaş yavaş husuf başlarken öbür tarafta canlılık ve hareket Kızıltopraktan baş vermişti. Hattı fasıl Kuşdilinin önündeki köprü ve dere idi. Köprü asarıatikadan, yanın yumru, haleti nezide bir alâmetti. Altındaki dere kışın taşar, yazın üstünde milyonlarca haşarat ve tatarcık kaynar, bataklık ve çamur deryası halinde, gelip geçen arabaların tamiratına da hizmet ederdi. En lüks faytonlardan tutunuz da çıkırık arabalarına kadar, her geçen araba hiç değilse bir nebze olsun burada yıkanır, pir ve pak, Kadıköyün sınırını aşardı.

Kurbağalı derenin yanındaki yokuşta hâlâ ismi kalan Ziver bey köşkü vardı. Yokuşun alt başındaki şimendüfer geçit noktası öyle tehlikeli bir yerdi ki Eğri dere yanında halletmiş. Canından bezmiş ihtiyar bir bekçi güya nöbet bekler; tren geçeceği zaman parmaklıkları çekip yolu kapar. Rabbim kimseye göstermesin, birgün çocukluğumda araba ile oradan geçerken az kaldı lokomotifin altında kalıyorduk.

Ziver bey köşküne sonraları Acemlerin köşkü denilmeğe başlandı. Hattın bu tarafında maarif nazırı Zühtü paşanın kâşanesi. (Şimdi kız orta mektebi olan bina Zühtü paşanın ikinci köşküdür. İlki kazaen tutuşmuş; Zühtü paşa allahlık adam değil mi, yangın yanarken sandalyayı karşısına atmış, (her ne gelirse yahşidir, zira o dostun bahsidir) felsefesine dayanarak yangını bir âlâ seyretmiş.)

Gene hattın bu tarafında Pirinçciler lâkabile anılan Hasan Amirlerin, Taşçı zadelerin, Feshane başkâtibi Ahmet beyin, bahriye fabrikalar müdürü Hüsnü paşanın köşkleri vardı. Fabrikatör Raif beyin ki binnisbe yemdir. Yapıldığı tarihin en alâmod, en cicili bicili köşklerinden olduğu muhakkaktı. Tuğlacıbaşı tarlalarında da yeni yeni evler. Kuyubaşında bahriyeli Mahmut beyin, Hüseyin paşanın tiyatrocu K. Hasanın, kilerci başının köşkleri eskidir.

Kızıltopraktan Bağdat caddesi takip edilince ve şimdi (Depo) ismi verilen noktaya gelinince yol ikiye ayrılır;

Fenerbahçe istikameti, Bağdat caddesi.

Buradan Kalamışa saparken sağda, bilmem neli molla lâkabile meşhur zatın köşkü önünden geçilir, Kalamışa gelinirdi.

Nefis rakısı dillere destan olan ve şekil ve şamaili Karaca Ahmedi hatırlatan Vasil'in gazinosu burada idi. Biraz ileride ve sol kolda lokantacı ve şarapçı Ozi-er'in yazlık şubesi vardı. Daha ileri yürününce Fuat Paşanın hududu önüne gelinirdi.

Sıra sıra Çin, Japon köşkleri: aksayı ümrandan bait park; müştemelât, daireler, ahırlar. Kendimi bildim bileli buradaki inşaata şahit olmuşumdur.

Donanmalarda ibadullah birbirini çiğner, kıyametler kopar, elektrik projektörleri gözleri kamaştırır, sazlar, muzikalar kulakları doldurur, ikram edilen dondurmalar, şerbetler, sigaralar ortalığı velveleye verir, fakat Fuat paşanın kasrı bîr türlü kurtarılıp ortaya konamazdı.

Fenerbahçeye giderken ilerisi ecnebi evleri; Gül bayramında önü bin bir ayak olan kiliseler, Otel Sebastiyano ve Otel Belvü.

Şimdilik depodan Bağdat caddesini takip eden cadde Feneryolunda Hafız paşa zade Nail beyin ve zamanın meşhur tuhafiyecisi Şişman Yankonun köşkleri önünden geçerdi.

Feneryolundan Kayışdağı caddesine sapan tarikte meşhur Musullu arap Sami beyin, Sergi müdürü ve bilâhare masraf nazırı Rıza beyin kösleri... Başkâtip Tahsin paşanın geçen sene yıkılan kâşanesi çok sonradır.

Daha ileride, Serasker Ali Saip yaşa zade Sadi paşanın köşkü muhit içinde, zamanı lâle devrine ulaştıran ve (benden sonra tufan) diye para, pulu su gibi istihlâk eden bir malikâne. Çifte havuzlar basık havasız, Bülbülderesindeki mezarlığın yamacı kadar karanlık ve kasvetli bir yerdi; içinde kırmızı balığından çok yosunu olan havuzun kenarında meyhaneci İspiro barbunya tavasına ve karşıki bağın ince kabuklu çavuş üzümüne terfikan enfes rakı sunardı...

Sermet Muhtar Alus, "Anadolu Yakası Sayfiyeleri", Akşam, 1931

AMALFİLİLER

ALYANAK ALİ EFENDİ TEKKESİ

bak. ZIHGİRCİ KEMALEDDİN MESCİDİ VE TEKKESİ



AMALFİLİLER

İtalya'nın Napoli kırsal bölgesinde, Sa-lerno civarında bulunan Amalfi kentinin, 10-13. yy'larda, Konstantinopolis'te koloni kuran halkına verilen ad.

6. yy'dan beri bilinen Amalfi kenti halkı, İtalya'nın yerli (otokton) halklarından değildir. Ostrogot akınlarından kaçarak İtalya'ya geldiler ve Bizans hakimiyetindeki Napoli Dükalığı'na bağlı olarak yaşadılar. 839'da bağımsız bir şehir devletine dönüştüler, yöneticilerini, şehrin soylu (patrisyen) ailelerinden, kendileri seçmeye başladılar. Bizans imparatorları tarafından "praefecturii", "go-mite", "hypati" ve "duces" gibi unvanlarla adlandırılan bu şefler, gerek İtalya'da, gerekse Amalfi kolonilerinde siyasal ve ekonomik iktidarı temsil ediyorlardı.

Rakipleri olan Venedikliler(->), Cenevizliler^), Pisalılar(~»), Ankonalılar(->) ve Gaetalılar gibi Akdeniz ticaretinde önemli bir rol oynayan Amalfililer, 875'te Salerno, Napoli ve Gaeta ile birlikte Araplarla ittifak kurarak Roma'yı yağmaladılar. Bu işbirliğinin meyvesi olarak da, o dönemde "Arap Denizi" diye tanımlanan Akdeniz'de önemli ayrıcalıklar edinip, İspanya, Fas, Mısır ve özellikle Bizans ile yakın ticari ilişkiler kurdular. 973'te Salerno'da yapılan bir kontrat Mısır'a mal götüren Amalfilili tüccarlardan söz eden nadir yazılı kanıtlardandır. 949'da Konstantinopolis'i ziyaret eden Liutprand'ın(->) anılarında da, o tarihte Bizans'a sokulması yasak olan malların Venedik ve Amalfi üzerinden geldiğine dair bilgilere rastlanır.

10. yy'dan itibaren Bizans İmparatorluğu ile bağlarını pekiştiren Amalfililer, Konstantinopolis, Antiokheia (Antakya) ve Akka'da koloniler kurdular. Konstantinopolis'te diğer İtalyan şehir devletleri mensupları gibi belli bir alanda, imtiyaz sahibi oldular, "doj" adı verilen şeflerinin yönetiminde 1073'e kadar rakipleri ile eşit ilişkiler içinde yaşadılar. Kolonileri, diğerleri gibi kentin kalabalık semti Peramatis'te (bugünkü Sarayburnu ile Eminönü arasındaki bölge) yer alıyordu. Sokak kenarlarındaki kemerlerden gelen adıyla "embolum" denilen bu mahallelerin etrafı surlarla çevrili olup, sınırları ve içinde bulunan anıtları, imparatorluk emirnameleriyle tam ve ayrıntılı bir şekilde tanımlanırdı. Bu koloni yerleşim alanlarında en az bir ibadet yeri, bir fırın, bir iskele, ticaret için açık ya da kapalı bir pazar yeri bulunurdu, koloni şefleri, Ayasofya ve Hippodrom'da(->) birer şeref mevkiine sahiptiler.

19. yy'da İstanbul'u ziyaret eden Yunanlı Paspati'ye göre, İstanbul'daki Amalfi Kolonisi, kentin Halic'e bakan kuzey yakasındaydı, batıda Porta Pera-matis (bugünkü Balıkpazarı) ile doğuda Porta Neorion (bugünkü Bahçekapı)

r

234

AMASTRİANON FORUMU

arasında yer alıyordu. Bir başka kaynağa göre ise, Amalfi Mahallesi o zamanlar Apologotheton Manastırı'nın (bugünkü I. Abdülhamid Türbesi'nin mevkii) bulunduğu yerdeydi. Yine Paspati'ye göre, Amalfililer, Langa ile Kumkapı arasında taşımacılık yapıyorlardı. Akdeniz'den Hint Okyanusu'na kadar geniş bir coğrafyada faaliyet gösteren Amalfililerin taşıdıkları en önemli mallar, "triblattia" denen üç renkli kadifeler, Babylonia (Kahire) mumlan ve Afrika ipeğinden yapılma mihrap örtüleri idi.

Konstantinopolis'teki Amalfi Koloni-si'nin tarihi, Kont Mauro ailesinin iki üyesi, Mauros ve büyük oğlu Pantale-on'un faaliyetinde izlenebilir. Bizans belgelerinde "consoli marittimi" (deniz konsolosu) olarak tanımlanan Pantaleon, büyük ihtimalle Konstantinopolis'teki Amalfi Kolonisi'nin de başıydı, İmparator tarafından "patrice" ve "consul" payeleri ile onurlandırılan bu soylu kişi, italya'da Normanların hâkimiyetini kırmak için Bizans imparatorluğu ile ittifak kurmuş, bunun karşılığında da önemli ayrıcalıklar elde etmişti. Öte yandan baba Mauros da, Salerno Prensi Gisulf'u Normanlara karşı kışkırtıyordu. Bir belgeye göre, baba Mauros Prens Gisulfu, hac nedeniyle Kudüs'e giderken uğradığı Konstantino-polis'te, oğlu Pantaleon'a ait güzel bir malikânede misafir etmişti. Pantaleon'un, Venedik'teki St. Andrea Kilisesi için, 1066'da Konstantinopolis'te yaptırdığı bronz kapı öylesine ün kazanmıştı ki, o dönemde İtalya'daki irili ufaklı birçok kilise bu kapının kopyalarını Konstantino-polis'e sipariş etmiş, ayrıca İskenderiye ve Konstantinopolis'ten getirttikleri mozaik ustalarıyla kilise binalarını onartmış-lardı. Bu kiliselerin arasında Roma'daki ünlü St. Paul Kilisesi de vardı.

İtalya'daki St. Andrea Kilisesi ile aynı adı taşıyan küçük bir kilise (burası ya St. Sauveur Manastın veya Santa Maria de Latino Manastırı olabilir) Amalfililerin istanbul'daki ibadet yeriydi. Söz konusu kilisede Salerno Dükü Gisulf ile birlikte Haçlı Seferi'ne çıkan, fakat Konstantinopolis'te bir salgın hastalıkta yaşamını yitiren Palermo Piskoposu Bernard'ın gömülü olduğu rivayet edilir.

1073'te, kendilerine baskı yapan Lom-bardlardan kurtulmak için Normanlardan yardım isteyen Amalfililer, Bizans Impa-ratorluğu'nun tepkisini çektiler. Bizans'ın en büyük düşmanı olan Normanlarla ittifak kuran Amalfilileri cezalandırmak isteyen I. Aleksios Komnenos(->) (hd 1081-1118), bir emirnameyle, Konstantinopolis'te ve imparatorluğun herhangi bir yerinde dükkânı olan her Amalfilinin Venedik'teki St. Marco Kilisesi'ne ağır bir vergi vermesini emretti (1082). O güne değin diğer koloni devletleriyle eşitlik içinde rekabet eden Amalfililer, bu yasadan sonra Venediklilerin uyruğu durumuna düştüler. Böylece, Bizans tarafından, İtalya'daki yardımlarından dolayı Venediklilerin ödüllendirilmesiyle, Amalfililerin yıldızı sönmeye başladı. 1135'te Pisalılar

Akdeniz' deki Amalfi donanmasını yok ettikten sonra, Amalfi Kolonisi önemini neredeyse tümüyle yitirdi.

Bu tarihten sonra Amalfi adına pek az belgede rastlanır. 1192 tarihli bir başka imparatorluk emirnamesinde, Konstantinopolis'teki Amalfililerin kendilerine saldırıda bulunan batı komşuları Pi-salıları şikâyet ettikleri görülür. Gerçi verilen cevapta, tüm varlıklarının imparator tarafından güvence altına alındığı garanti edilmektedir, ama Amalfililerin durumunun giderek kötüleşmekte olduğu da bir gerçektir.

Konstantinopolis Patrikliği'ne verilmesi gereken yabancılar vergisine ilişkin 1208 tarihli bir emirnamede, Papa

III. İnnocent şehirde yerleşmiş yabancı
lar arasında Amalfililerden de söz et
mektedir. Gene aynı yıl, büyük ihtimal
le uğradıkları saldırılar yüzünden, Ayios
Andreas'a (bak. Andreas [Ayios]) ait
kutsal emanetlerin, Amalfili Kardinal Pi-
erre de Copoue tarafından italya'ya ta
şındığı anlaşılmaktadır. 1256' da, Papa

IV. Alexandre Amalfililere ait Santa Ma


ria de Latino Manastırı'nı himayesine al
dıysa da, 1257'de tekrar Papa'ya başvu
ran Amalfililer kendilerine yöneltilen
saldırıların devam ettiğinden şikâyet
ediyorlardı. Papa'nın cevap mektubun
da, Konstantinopolis'teki Cistercien tari
katına bağlı St. Ange Kilisesi rahibin
den, nüfuzunu bundan böyle koloni le
hine kullanmasının istenmesine karşın,
bu tarihten sonra Amalfililerin adına bir
daha rastlanmaz.

Mucidi oldukları mıknatıslı gemici pusulaları ile tanınan Amalfililer, aynı zamanda Akdeniz'de 1570'e kadar geçerli olan "Tavola Amalfitana" adlı denizcilik yasaları ile ünlüdürler. St. Jean Şövalyeleri Tarikatı'nın da Amalfi Piskoposu Jean adına Kudüs'te kurulan bir imarethanede doğduğu söylenir.



Yüklə 7,14 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   52   53   54   55   56   57   58   59   ...   129




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin