İKİNCİ BÖLÜM ÎSLÂMDA HÜRRİYET VE İRÂDE PROBLEMİ
Birinci bölümde felsefe ve psikolojinin hürriyet ve irâde problemine hangi açılardan yaklaştığını gösterebilmek için tarihî perspektif içinde verilen örneklerle izah yolu tercih edilmiştir. Tezimizin esas konusunu teşkil edfn İmâm el-M&türîdî'nin hür irâde anlayışını ortaya koyabilmek için bu bölümde de yine birinci bölümdeki metot takjb edilerek İslâm dünyasında hicri dördüncü asra kadar problemin ele almış şekli örneklerle gösterilmeğe çalışılacaktım
Birinci bölümün tetkikinden anlaşılacağı üzere felsefede hürriyet ve irâde problemi, insanda hürriyetin varlığı veya yokluğu açısından ele alınmış, zaman zaman sırf akim kontrblunda, zaman zaman da sırf müşahede ve tecrübenin ışığı altında görüşler serdedilmiştir. Şurada bilhassa ortaçağda hristiyanlığın belirlediği felsefeler, akim ve tecrübenin vardığı sonuçlarla dînî inançları bağdaştırma çabaları göstermişlerdir.
Yürüdükleri yollar ve vardıkları sonuçlar zahirde neka-j dar çok çeşitlilik gösteriyorsa da ince eleyip sık dokuyan bnj tavırla eleştirildiklerinde bu felsefelerin neticede hürriyeti ya külliyyen inkâr ettiklerini veya inkâra müncer olan görüşleri benimsediklerini veyahut da hürriyetin bir îmân olarak kabulü ile mahiyetinin açıklanamazUğmı itiraf ettiklerini görmüşüzdür.
Bütün bu çabalar, maddi varlık âleminin üstünde ye alan canlı varlık âleminin kategorilerini bile «nasıl» ve «nij-çin»leriyle açıklayamayan insan aklının transsandantal (müteâl) bir varlık kabul etmediği devrelerde bile bu açmazdan kurtulamamıştır. Kaldı ki bütün kemâl sıfatlarıyla mut-tasıf Allah teâlânm varlığına inanan çevrelerde, bu âciz akü, problemi çözebileceği konusundaki cür'etine rağmen, çok daha büyük çapta açmazların kucağına düşmekte geç kalmamıştır.
Pozitif ilim vasfını kazanan psikoloji de hürriyeti irâde hürriyeti şeklinde düşünerek bunun biyolojik temellerini araştırmış ve fakat dayandığı biyo-fizik ve biyo-kimya dallarında bile kesin sonuçları imkansız kılan görüşler ortaya •çıkmıştır. Kaldı ki canlı varlığın neden canlı olduğunu aynı molekül yapısına sahip bir başka cansız maddenin neden cansız olduğunu izah edebilecek bir gelişme de gösteremi-yen, her geçen gün, bildiklerine nisbetle bilmedikleri daha da çoğalan psikoloji ve biyolojinin bu problemi çözebileceklerini ummak da mümkün değildir.
İslâm dünyasında da kelamcüan meşgul eden ve itikâ-di mezheplerde farklı görüşlere, cedel ve münakaşalara sebep olan ilk meselelerden biri de bu mesele olmuştur.333
İslâm dünyasında mesele, önce Allah'ın sıfatlan açısından ele alınmıştır. İrâde sıfatı Allah'ın bir kemal sıfatı olarak ezelî kudret ve ilim sıfatlarıyla birlikte mütelaa edilmiş, bütün bunlarla birlikte Allah'ın fiilleri açısından insan hürriyetine, diğer bir ifade ile insanın «istitâat» denilen kudretine, irâdesine ve fiillerine bakılmıştır.
Bir yandan insanın ahlâkî ve hukukî ve uhrevî sorumluluğunu temellendirmek, diğer yandan Kur'ân. kerîm'de ve hadislerde varid olan ve cebir ifade eden konular karşısında Allah'ın adaleti, va'd ve vaîdi hususunda zihinleri tatmin etmek için çaba sarfedilmiştir. Bu istikametteki çabalar, düşünceleri «mutlak tefviz» (insanın Allah tarafından fiillerinde mutlak hür olarak yaratıldığı) tarafına yöneltirken bu görüşü destekleyen âyet ve hadisler istinatgah olmuş, cebir istikametindeki âyet ve hadisler ise, te'vîle tâbi tutulmuştur. Bunun karşısında cebri gösteren âyet ve hadisleri başlangıç noktası olarak seçenler ise «mutlak cebir» görüşlerini bu delillere dayandırırlarken diğer yöndeki nasları tevil etmişlerdir.334
Burada dikkati çeken durum şudur ki, İslâm düşünürlerini nasların tevilleri konusunda farklı tercihlere şevkeden âmiller arasında yine onların önceden iktisab ettikleri zihin yapıları ve felsefeleri büyük rol oynamaktadır.
Yukarıda arzettiğimiz çalışmalar sırasında mesele kendiliğinden felsefî münakaşalara da kaymış ve zaman zaman pratik hayatta değer ifade etmeyen sırf nazarî konularla zihin antrenmanları da yapılmıştır.
Problem, İslâmda sadece Allah'a îmanın şâmil olduğu sıfatlar açısından değil, ayrı bir îman şartı olarak, «Kâza ; ve Kader» problemi olarak da mütalaa edilmiştir. Konuya i «şer problemi» de eklenmiş, şerrin Allah'a nisbeti, yahut kötü fillerin Allah tarafından yaratılıp yaratılmadığı, daha geniş bir ifâde ile «hüsün ve kubuh» meselesi de münakaşa- fi lara mevzu teşkil etmiştir.
Problemin çeşitli yönleriyle İslâm dünyasında nasıl ele j| alındığı ve ne gibi sonuçlara ulaşıldığı, yeri geldikçe detalarıyla izah edileceğinden yaptığımız bu umûmî bakışla ik-j; tifa ediyoruz. 335
II ISLÂMIN DOĞUŞUNDAN İTİKADI MEZHEPLERİN ZUHURUNA KADAR HÜRRİYET VE İRÂDE PROBLEMİ
A. Asr-ı Saadette Hürriyet ve İrâde Problemi:
Rasûl-i ekrem (s.a.)in peygamberlik hayatında 632), müslümanlar arasında bu konunun bir problem da ortaya çıktığını söylemek mümkün değildir. Ancak İleri de bu konuda büyük çapta. münakaşalara mevzu teşkil miş olan âyetlerin nüzulü ve hadislerin vürudu bu sırada (toklarından biz burada sadece bu âyet ve hadisleri belirte-j cek ve Hz. Peygamberin bu konudaki tutumuna temas edeceğiz. 336
1. Hürriyet ve irâde problemiyle ilgili âyet ve hadisler : a) A y e 11 e r :
îslâm âlimlerinin irâde, kazâ-kader konularında farklı görüşlere sahip olmalarının önemli sebeplerinden biri de hiç şüphesiz bizzat meselenin mahiyetidir. însan düşünce tarihinin binlerle ifade edebileceğimiz yılları boyunca her devir ve her çevrede düşünenleri meşgul etmiş bulunan bu meselenin islâm âlimlerini de tesiri altına almaması mümkün değildi. Ne var ki serbest düşünce çevrelerinde saf aklın doğurduğu şüpheler üzerine başlayan fikir tartışmaları, dînî inançlara bağlı çevrelerde naklî delillerin farklı yorumlara tabi tutulmasıyla daha başka boyutlar kazanmıştır. Ortaçağda hristiyan filozoflarının görüşlerini incelerken bunu açıkça müşahede etmiş bulunuyoruz.
îslâm dünyasında da böyle olmuştur. Meselenin mahiyetinden başka; özellikle İslâm kelâmcılarını, daha geniş manada İslâm filozoflarını, irâde, kaza, kader mevzularında, birbirlerinden ayrı iki uç nokta olan «mutlak cebir» ve «mutlak tefviz» görüşlerine, bazılarım da telifçi, mutavassıt (eklektik) görüşlere iten önemli bir başka sebep de bizzat âyet ve hadislerin ilk bakışta «mütenakız»337 görünümde olmalarıdır. Kur'ân-ı kerîmdeki bir kısım âyetler; kulların fiillerinin kendi güçleriyle yaptıklarını bundan dolayı sorumlu bulunduklarını, faaliyetlerinde cebir (zorlama) altında bulunmadıklarını, kendi irâde ve ihtiyarlarıyla seçimlerde bulunduklarını, dolayısıyla hür olduklarını ifade eder görünümdedirler. 338
îrâde hürriyetinin kesinlikle kullara tevdi edilmiş olduğunu bu sebeple, kulların kendi kaderlerini tayin ettiklerini ve kendi fiillerinin yaratıcısı olduklarını iddia eden «mutlak tefviz» görüşünün .sahibi «Kaderiyye» ve tarihî gelişimi ,içinde sonraki adıyla «Mu'tezile» fırkasının delillerini teşkil eden.bu âyetlere örnek olarak şunlar gösterilebilir:
«Allah kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler! kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aleyhinedir. Rabbimiz! Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma: Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen Mevlâmızsm. Kâfirlere karşı bize yardım et.»339
«Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullara asl| zulmetmez».340
«Kötülük işleyenlere kötülükleri kadar ceza verilir».341
«Eğer inkâr ederseniz bilin ki, Allah sizden müstağnidir. Kulların inkârından hoşnud olmaz. Eğer şükrederseniz sizden hoşnud olur. Hiçbir günahkâr diğerinin günahım yüklenmez. Sonunda dönüşünüz rabbinizedir. Yaptıklarınızı o zaman size haber verir. Çünki o, kalplerde olanı bilir»342
«Semud'a gelince biz onlara da doğru yolu gösterdik. Fakat onlar sapıklığı doğru yola tercih ettiler».343
«Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden Ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder».344
«Yahut yaptıklarına karşılık onları ortadan kaldıri Birçoğunu da bağışlar».345
«Şüphesiz ona yol gösterdik. Buna kimi şükreder, de nankörlük».346
Kur'ân-ı kerîmde bu mahiyette daha yüzlerce âyet valdır".347Bu âyetlerin karşısında Cenab-ı hakkın her şeyi ezelde ilmi ile ihata ettiğini, herşeyin belli bir kadere bağlandığını, bu durumda artık kul için yapılacak birşeyin bulunmadığını gösteren âyetler de vardır. Kulun, rüzgârın önünde bir yaprak misali kadere tabi olduğunu, kendisinde hiçbir suretle irâde ve ihtiyarın bulunmadığını kabul eden «cebr-i mutlak» taraftarı Cebriyye fırkalarının delillerini teşkil eden bu âyetlere örnek olarak da şunları zikredebiliriz:
«Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır. Ve büyük azab onlar içindir»348
«Allah dileseydi onları doğru yolda toplardı. Sakın bilmeyenlerden olma».349
«Allah her dişinin rahminde taşıdığını, rahimlerin düşürdüğünü ve alıkoyduğunu bilir. Onun katında herşey bir «kader» (mikdar»)'e göredir».350
«Allah sizi de yaptıklarınızı da yaratmıştır».351
«Şüphesiz biz, herşeyi bir ölçüye (kadere) göre yaratmışızdır».352
«Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, kitapta bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır».353
Kur'ân-ı kerîmde bu mânâda da daha yüzlerce âyet bulunmaktadır. 354
Bazan aynı hadiseyi anlatan ve birbirini takib eden âyetler içinde bile her iki yöne delil teşkil edebilecek ifade-ler bulunmaktadır:
«Başkalarını iki misline uğrattığınız bir musibete kendiniz uğrayınca mı «bu nereden)) dersiniz? Ey Muhammed de ki; «o kendi tarafınızdandir». Doğrusu Allah her şeye kadirdir. Her iki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen
Allah'ın izniyledir. Bu, inananları da münafıklık edenleri belirtmesi içindir...».355
Kur'ân-ı kerîmde konuya müteallik bu çeşit âyetleri yanında hâdis-i şerifler için de durum aynıdır. 356
b) Hadisler:
İnsandaki irâde hürriyeti problemiyle ilgili münakaşalar çıktığı zaman mutlak cebir taraftarları ile mutlak tefviz taraftarlarının kendi görüşlerini delillendirmek için başvurdukları âyetler yanında, Rasulûllah (s.a.)'ın muhtelif vesilelerle söylediği hadisler de delil olarak ele alınmış ve her gurubun kendi görüşü istikametinde yoruma tabi tutulmuştur. Bu hadisler aslında Hz. Peygamberin umumiyetle doğrudan doğruya problemin çözümü için vaki bir suale verdiği cevaplar değildir".357 Aşağıda da söyleyeceğimiz gibi çok farklı sebeplerle muhtelif konularda varid olan bu hadislerin bilahara konuya mütaallik yönleriyle ele alındığını ve bu yönleriyle istidlale tabi tutulduklarını müşahede ediyoruz. Yine bu hâdis-i şerifler de tek tek mütalaa olunduklarında tıpkı âyetlerde olduğu gibi ilk bakışta bir kısmı mutlak cebir, diğer bir kısmı da mutlak tefviz ifade eder görünümdedirler.
Örnek olarak şu hâdis-i şerifleri zikretmek uygun olacaktır:
Rasulûllah (s.a.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır: «Her doğan tabîî fıtrat üzerine doğar. Sonra onu ana ve babası, yahudi, hristiyan veya ateşperest yapar».358
Diğer bir hâdis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
«Allah teâlâ buyurur ki: Ben kullarımın hepsini kötülükten arınmış olarak yarattım. Fakat şeytanlar bilahara o: ları dinlerinden saptırmıştır».359
Bu hadislerden mutlak tefviz görüşünü çıkaran Kade-riyyenin karşısında, mutlak cebir için Gebriyyenin de bulduğu hadisler vardır:
«Allah telâlâ Âdem'i yarattı. Sonra sağıyla (yemini ile) onun sırtını sığaziadı da ondan bir kısım zürriyet çıkardı Ve «bunları cennet için yarattım da onlar cennet ehline uygun amelleri işlerler» dedi. Sonra (yine) sırtını sığaziadı ve bir kısım zürriyet (daha) çıkardı. Ve «bunları da cehennem için yarattım. Cehennem ehline uygun ameller işlerler» buyurdu».360
Bir başka hâdis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
«Ebedî saadete eren (mü'min) annesinin karnında mü'-min diye yazılan kimsedir. Bedbaht da annesinin karnında bedbaht diye yazılan kimsedir».361
Bu hadislerde küfrün ve îmânın sebebinin Allah tarafından bunlar için yaratılmış olmaktan ibaret olduğu görülmektedir.
İşte Kaderiyyenin delil ittihaz ettiği hadislere mukabil Cebriyye de bu cins hadisleri delil almışlardır.
Kaderiyye ve Cebriyye gibi iki ucun ifrat ve tefrit diye isimlendirebileceğimiz ya kulun hürriyetini, yahut da kaderi inkâr görüşleri şüphesizdir ki sadece âyet ve hadislerin bu görünümlerinden kaynaklanmamaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, insanoğlunun zihnini tarihin her devrinde her coğrafyada meşgul etmiş bulunan bu problemin mahiyetinden doğan ve an'anevî şekli olan bu iki uç görüşle zihinlerde çözüme kavuşturulması İslâm toplumunda da kendini göstermiş bir gerçektir, iki uç görüşten birini yahut diğerini düşünen kafalara tercih ettiren önemli bir faktör, kişilerin içtimâi çevreleri ve kültürleridir. Bu durumda âyet ve hadislerin farklı görünümleri bizce tarafları oluşturan ana faktör olmaktan ziyade Önceden taraflaşmış olanların görüşlerini takviye etmek için müracaat ettikleri, bu istika mette yorum ve tevillere, tabi tuttukları delillerden ibar olmaktadır.
Bu arada telifçi görüşler de ortaya çıkmıştır. Mutezilenin tefviz-i mutlak görüşüne karşı Mâtürîdiyyenin telifçi görüşü diye ilim âleminde kabul edilen «tefviz-i mutavassıt»; Cebriyyenin cebr-i mutlakına karşı da Eş'arîlerin telifçi görüşü diye iddia edilen «cebr-i mutavassıt» görüşleri zikredilebilir. Ehl-i sünnet kelamcılarını teşkil eden bu Mâtürîdiy-ye ve Eş'ariyyenin bile telifçi görüşlerde orta yolu ararken birinin cebir ucuna diğerinin ise, tefviz ucuna yöneldiğini müşahede etmekteyiz.
Telifçi görüşlere destek görünümünde olan âyetler de vardır:
«Eğer sana sebat vermemiş olsaydık andolsun ki sen az da olsa onlara meylediverecektin».362
«Kadın ona (Yusuf'a) niyeti kurmuştu. Eğer rabbinin burhanını görmemiş olsaydı Yusuf da ona kendini kaptırmış gitmişti»363
«Allah dilemeyince siz dileyemezsiniz».364
Meallerini verdiğimiz bu âyetler toplu olarak ele alındığında fiillerin tekevvününde hem insan irâde ve gücümün hem de Allah'ın irâde ve kudretinin müessir olduğu görülmektedir ki telifçi görüşlerin esasını teşkil eden husus budur ve âyetlerin bu tarzda ele alınmasından kaynaklanmıştır. 365
2. Hz. Peygamberin Konuyla ilgili Tutumu:
Kader konusunda tarafların ihticac ettikleri hadislerin mütalaası sırasında dikkat nazarından kaçırılmaması gereken bir nokta vardır. Bu hadisler yukarıda da arzettiğinûz gibi, Rasul-i ekrem efendimizin değişik vesilelerle ve çoğu kere değişik mevzularda ifade buyurdukları sözleridir. Bu sözler hiçbir zaman Hz. Peygamberin, müteehhir devirlerdeki irâde, kaza-kader münakaşalarında olduğu gibi bir mu-bahase veya akademik sohbet sırasında konuyla ilgili vaki sorulara verdiği cevaplar, yahut da ileride ortaya çıkacak sual-i mukadderlere cevaplan şeklinde mütalaa edilmemelidir. Aksi takdirde Rasulûllah (s.a.)'ın kader münakaşaları karşısındaki tavrının müsbet olduğu tarzında çok yanlış sonuçlara ulaşılabilir.
Gerçek bambaşkadır. Meşhur vesvese hadisi" ile îman konusunda kalplerine gelen şüphelerin ashabını taklitten kurtarıp tahkîkî îman mertebesine yükselteceği için Cenâb-ı Hakka hamdeden Rasul-i zîşân efendimiz; kader münakaşaları konusunda ise kesin yasaklar koymuştur. Muhtelif hâdis-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur: 366
«Kaza (ve kader) bahis konusu edildiği zaman dilinizi tutunuz».367
«Ehl-i kader (kader münakaşaları yapan ve kaderi inkar edenler) ile birlikte bulunmayınız ve onlara muhatap olmayınız».368
Ebu Hüreyre (r.a.)den: Biz kader konusunda tartışırken Rasulûllah karşımıza çıktı, yüzü o derece kızarmıştı ki sanki yanakları iki nar kesilmişti, şöyle buyurdu: «Bununla mı emrolundunuz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim. Sizden öncekiler bu mevzuda tartışmaya başladıkları zaman helak olmuşlardır. Bir daha sakın ola ki bu konuda tartışmayasımz».369
Bir başka rivayete göre Rasulûllah (s.a.) bir gurup sahabenin kader konusunda mübahase ettiklerini duymuş ve yüzünden belli olacak derecede öfkeli olarak karşılarına çıkmış ve şöyle buyurmuştur: «Ey topluluk, sizden pnceki ümmetler işte bu yüzden sapıttılar. Peygamberlerine muhalefet ettikleri için; kitabın bir kısmını diğer bir kısmına muhalefet ettirdikleri (bir kısım âyetleri diğer bir kısım âyetlere muhalif ve muarız görerek cidal yaptıkları) için sapıttılar. Kur'an, bir kısmını diğer bir kısmına muhalefet et-tiresiniz diye inmemiştir. Bilakis bir kısmı diğer bir kısmını tasdik eder. Siz (Kur'an'dan) görüp anladığınızla amel ediniz. Size mütaşabih olanlara da îman ediniz».370
Rasulûllah (s.a.) in bu konudaki yasaklama tavrını sa-hâbe-i kiram ile selef-i sâlihîn dediğimiz büyük müctehid imamlar da aynen benimsemişlerdir. 371
Kader münakaşalarının Rasulûllah (s.a.) tarafından yasaklanması ve hatta bu münakaşaların yapıldığı meclislerden uzak bulunulması, onlara muhatap bile olunmaması emri, problemin insan zihnini birden bire sâri bir hastalık gibi sarıveren ve neticede her iki yönde de inkâra götüren karakterinin o yüce peygamber. tarafından bilindiğini düşündürmektedir.
Bu yasaklama yolunun seçilmesi müteehhir devirlerdeki gibi akademik tartışmaların, tarafların kendi görüşleri istikametindeki âyet ve hadislerden istidlallerinin çıkar yol olmadığını, insan aklının bu konuda açmazlardan kurtula-mıyacağını, en uygun yolun bu noktada tereddütsüz mutlak îman olduğunu göstermek için olsa gerektir.
Hürriyet ve irâde problemi karşısında Hz. Peygamberin tavrını daha önce kullandığımız felsefî ıstılahlarla ifadelendirirsek ümmeti için agnostisizmi uygun gördüğünü söylememiz mümkündür.372
B. İlk Fikrî Hareketler Devrinde Hürriyet ve irâde Problemi:
Hz. Peygamberin vefatını (11/632) takib eden ve hicrî birinci asrı içine alan bir zaman diliminde müslümanları meşgul eden hususlar içinde hiç şüphesiz ilki «kader» konusu olmuştur.373 Kaderi inkâr edenleri kınayan ve kader münakaşalarından meneden hadisler374 bize açıkça göstermektedir ki daha Hz. Peygamberin hayatında bile müslümanlar arasında bu cins düşünceler belirmeye ve hatta münakaşa konusu olmaya başlamıştı. 375Ne varki Rasulûllah (s.a.)ıh şiddetli yasağı, kibar-ı sahabenin aynı tarzdaki tutumu bu devirde büyük bir fikir hareketi şeklinde bu konunun ortaya çıkmasını geciktirmiştir.
Ancak Hz. Osman (r.a.)ın şehid edilmesi 035/656) nı takib eden olylar, iç savaşlar, müslümanlar üzerinde büyük tesirler icra etmiş, çok acı hatıralar bırakmış ve neticede kompleks akaid problemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. 376Bu iç savaşlarda hayatını kaybedenler müslüman-îarı düşündürmüştür: «Ortada bir kati hadisesi vardır. Öldüren de öldürülen de müslümandır. Halbuki kati îslâmda «kebîre» adı verilen büyük günahlardandır. O halde «kebîre işleyen» (mürtekib-i kebîre) bir mü'minin îman bakımından durumu nedir? Dolayısıyla îmânın tarifi ve sınırı ne olmalıdır? Sonra kati gibi bir fili işleyen insan, bu fiili işlerken hür bir irâdeye sahip midir? Yoksa kader-i ilâhînin mecburî bir tatbikçisi midir?». 377
işte bu sorular ortaya çıkmıştır. Kader konusunda ilk münakaşaları başlatanın Ma'bed el-Cühenî (80/699) olduğu kabul edilmektedir. 378 Rivayete göre Ma'bed el-Cühenî ve 'Ata' b. Yesâr (97/715), Hasan el-Basrî (110/728) nin meclisine gelmişler ve ona şöyle demişler: «Ey Ebû Sa'îd, şu hükümdarlar müslümanlarm kanlarını döküyorlar, mallarını alıyorlar. Ondan sonra da bizim amellerimiz Allah'ın kaderi üzre cereyan ediyor diyorlar.» (Ne dersin?): Hasan onlara «Allah'ın düşmanları yalan söylemiştir.» şeklinde cevap vermiştir. 379
İlk fikri hareketler devrinde İslâm dünyasında kader münakaşalarının çıkışında dahilî sebeplerden ziyade, yabancı kültürlerin etkisinin olduğu görüşünü savunan Max Horton" 380De Boer",381 Kari Becker382gibi müsteşrikler özellikle hristiyan felsefesi ve kelamının büyük ölçüde müessir olduğunu söylemektedirler. Bu görüşü Schacht"383 gibi William Thomson384 gibi çağdaş müsteşrikler de paylaşmaktadırlar.
Bu görüşte olan müslüman müellifler de vardır385 el-Makrîzî (845/1441); 386 İbn Nubâte (768/1366) 387 bu görüşü savunan müslüman tarihçilerdir. 388
Bunlara göre «Ma'bed el-Cüheni, kader konusundaki fikirleri Ebû Yûnus Senseveyh el-Üsvârî diye tanınan bir hristiyandan almıştır".389
Gaylân ed-Dımeşkî el-Kaderî (101/720) de Ma'bed'in fikirlerini yaymıştır. 390
Kader münakaşalarının hristiyanlarla temas sonucu ortaya çıkmış olması, tarihî seyir içinde sadece bir vakıa olarak kabulü mümkündür. Fakat bunu İslâm dünyasındaki fikrî hareketlerin bu yönünde hazırlayıcı, müessir sebep olarak görmek kanaatimizce uygun değildir. Bizce kader konusundaki şüphe ve tereddütler meselenin kendisinden doğmaktadır. Tarihin her devrinde ve her coğrafî vasatta görülen ve mutlaka birbirleriyle de irtibatlandırılması gerekmeyen bir konudur. Ma'bed el-Cühenî, Yûnus el-Üsvârî'den duymamış olsaydı, yine de kendi kendine aynı şeyleri düşünebilirdi. Ma'bed yerine bir başkası da bu konuda kafa yorabilir ve münakaşayı başlatabilirdi. Burada önemli olan, konunun bu olmasıdır, Çünki «insan varolalıdan beri aklın karşılaştığı en çetin problem, bu olmuştur. 391
Prof. W.Montgomery Watt ise şöyle demektedir: «Kulun fiillerinde hür olduğuna inanmak, Kur'ân'm bildirdiği prensipler açısından çok tabîî bir sonuçtur. Çünki Kur'ân ilâhî adaleti teyid etmektedir. Hükümde adalet ise, iyilik yapanın mükâfatlandırılmasın^ kötülük yapanın da cezai andırılma-sını gerektirir. Eğer'kul, kendi fiillerini hür irâdasi ve isti-tâatıyla yaratmıyorsa, sevap ve ikabın adaletli olması mümkün değildir. Mesele, Haricîlerin «mürtekeb-i kebîre» problemini araştırmalarının bir sonucu olarak «insan kudreti» konusuyla ilgilenmek zorunda kalmaları neticesinde ortaya çıkmıştır. Acaba insanın kudreti, bizzat insanın kendi cevheri midir? Yoksa insana hulul eden bir araz mıdır? Kudret fiilden önce midir, yoksa fiille beraber var olup yine onunla beraber nihayete mi erer? Kudret sadece bir fiil için mi, geçerlidir, yoksa fiilin hem kendisine hem de zıddına, yani yapılmamasına, da geçerli midir? îşte bu soruların ortaya çıkış sebebi budur».392
Gerek Watt'm bu fikri ve gerekse İbn Rüşd (595/1198) ün «naslar arasındaki mütenakız görünümler» fikri netice itibariyle, aynı kapıya çıkmakta ve meselenin orijinal olarak islâm dünyasının bünyesinde, düşüncelerde haricî tesirler olmaksızın da ortaya çıkabileceğini göstermektedir. Bu konu bugün bile böyledir. Gerek talebelik yıllarımızda ve gerekse eğitim ve Öğretim hayatımızda bu konuda yabancı hiçbir kişi ve yazının tesiri altında kalmamış ve hatta bunlarla hiç temas etmemiş nice körpe dimağların derslerde kendiliklerinden kader sorulan sorduklarını müşahede etmişizdir. Binlerce seneden beri aynı sorularla uğraşmış yüzlerce, düşünürün gelip geçmiş olması, bu körpe dimağların düşüncelerinin orijinalliğini bozmadığı gibi, bu çocukların bu fikirleri o filozoflardan alıp öğrendiklerini söylemek de mümkün değildir.
Ma'bed el-Cühenî'den sonra onun fikirlerini yayan Gay-lan ed-Dımeşkî'.ye göre «kader, hayrı ile şerri ile kulun yaratmasıyla vücuda gelir». Bu manadaki kaderi insanlara nisbet ve tefviz ettiği için «Kaderi» adını almıştır. 393
îlk fikrî hareketler devrinde halifelerin ve sahâbe-i kiramın Kaderiyyeye karşı tutumu çok menfî bir tavırda kendini göstermektedir.
Rivayete göre Sıffîn Savaşı (37/657) ndan döndükten sonra Hz. 'Alî (40/661) nin huzuruna yaşlı bir zat çıkmış ve «Ey mü'minlerin emiri! Ne dersiniz, bizim Sıffîn'e gidişimiz Allah'ın kaza ve kaderiyle mi olmuştur?» diye sormuştur. Hz. 'Ali şöyle cevap vermiştir: «Allah'a yemin ederim ki her dağa çıkışımız, her vadiye inişimiz, her adım atışımız şüphe yok ki Allah'ın kaza ve kaderiyle olmuştur.» Bu defa ihtiyar: «o halde çektiğimiz zahmetlerin hesabını Allah nez-dinde arayacağım. Benim hiçbir mükafatım yok mudur?» tarzında konuşunca Hz. 'Alî (r.a.) şöyle karşılık vermiştir: «Sus ey ihtiyar, bu söylediğin şeytan dostları ve Allah düşmanlarının, şu ümmetin Kaderiyyesinin sözüdür. Allah teâlâ kulunu muhayyer bırakmak suretiyle bazı şeyleri de yasaklamıştır. Allah kendi irâdesine rağmen (mağlup edilmiş olarak) âsî olunmamış ve kul icbar edilmiş olarak itaat olunmamıştır.» îhtiyar bunun üzerine tebessüm etmiş ve ayağa kalkarak şu beyitleri söylemiştir:
«Sen öyle bir insansın ki, sana bağlılık göstermek sayesinde kıyamet gününde arş sahibinden rıza umarız.
Sen ki dinimizin güç bir meselesini açıklığa kavuşturdun. Yüce rabbimiz bize yaptığın bu iyiliğe mukabil seni ihsanla mükafatlandırsın».
Yukarıda Ca'fer eş-Sâdık (148/765) dan naklettiğimiz sözlere benzer bazı cümleler İbn 'Abbas (r.a,) (68/687) dan da rivayet edilmiştir.394
'Abdullah b. 'Ömer (r.a.) (73/692) in Kaderiyye için «Ben onlardan uzağım, onlar da benden uzaktır»395diyerek «teberrî» ettiği meşhurdur.
Yine 'Abdullah b. 'Ömer (r.a.), Hz. Peygamber'den «Kaderiyye bu ümmetin mecûsîleridir. Hastalandıklarında ziyaret etmeyiniz. Öldüklerinde de hüsn-i şehadette bulunmayınız») dediğini rivayet etmiştir.396
Câbir b. 'Abdıîllah (r.a.) (78/697), Ebû Hüreyre (59/679) (r.a.), Enes b. Mâlik (r.a.) (93/712), 'Abdullah b. Ebî Evfâ (r.a.) (86/705), 'Ukbe b. 'Âmir el-Cühenî (r.a.) (58/677) gibi son sahabîler de Kaderiyyeden «teberrî» (uzak olduğunu îlân) etmişlerdir. 397
İlk fikri hareketler devrinin sonlarında görülen Gaylan ed-Dımeşkî'nin kader konusundaki görüşünden Halife 'Ömer b. 'Abdül'aziz (101/720) marifetiyle vazgeçtiği ve tövbe ettiği, fakat halifenin vefatından sonra tekrar aynı görüşleri yaymağa başladığı için, müctehid İmam el-Evzâ'î (157A74) nin kendisiyle yaptığı münazara sonunda verdiği idam fetvası ile öldürüldüğü (101/710) muteber mezhepler tarihi kitaplarında nakledilmiştir. 398
Gaylan'dan sonra bu görüşü artık başlı başına bir itikadı mezhep olarak hicrî ikinci asırda ortaya çıkan Mu'tezile müdafaa edecek ve bu yüzden onlar da «Kaderiyye» adım alacaklardır.
İlk fikrî hareketler devrinde sahabe ve onlan iyilikte takib edenlerin Kaderiyye karşısındaki menfî tutumlarını onların haslarda bildirilen kader inancını aynen kabul ettiklerini, üzerinde fikir yürütmekten kesinlikle kaçındıklarını görmüş bulunmaktayız.
Bunun dışında bu devirde ufak tefek, teferruat kabilinden, başka konularda farklı fikirler bulunmakla birlikte hürriyet ve irâde probleminin, daha doğrusu o devirdeki adıyla, kader meselesinin detaylarına inilmediği, hele akademik münakaşalar olmadığı da söylenebilir.399
Dostları ilə paylaş: |