ab. Fiili Sıfatlar
Kendileri ve zıtları ile Allah Teala’nın nitelendirebildiği sıfatlara fiilî sıfatlar denir. Kadı Abdülcebbar bu sıfatları, belli bir fiilin, belirli bir zamanda kendine veya kuluna ait eylem olarak gerçekleşmesi şeklinde tanımlar. Fiilî sıfatlar bazı durumlarda Allah'a nisbet edilip, bazı durumlarda da O'na nisbet edilmedikleri için hadistirler ve Allah'a ezelde nisbet edilmezler. Allah Teala’nın mürîd kârih, mütekellim, râdî, sâhıt, muhib, mübğıd, mün'ım, rahîm, müvalî, müâdî, cevâd, halim, âdil, muhsin, sâdık, halik, râzık, bârî, müsavvir, muhyî, mümît, âmir, nâhî, mâdih, zâmni oluşu hep O'na fiilî sıfat olarak nisbet edilir. 540
1. Mürîd (İrade edici) Oluşu
İrade, farklı fiillerden birini tercih eden sıfat-ı muhassıs olup Allah'ın fiillerinin değişik şekil ve alternatiflerden hangisine göre vuku bulacağını belirler. Kadı Abdülcebbar, el-Muğnî'nin VI/2. cildini tamamen bu konuya ayırmıştır. Allah, zatıyla âlim ve kadirdir. Ancak O'nun mürîd oluşu zatıyla değildir. Çünkü O, kadir olmadığı şeyi irade edebilir ve irade etmediği şeye de kadir olabilir. İrade zatî sıfat değil, Allah'ın fiili olan bir sıfattır, dolayısıyla hadistir. Ünlü Mu'tezilî bilginler Ebül-Kasım el-Belhî (Ka'bî) ve İbrahim en-Nazzâm Allah'ın kendi fiili olan iradeden maksadın sehven veya gaflet sonucu olmaksızın ortaya çıkan irade, başkasının fiili olan iradeden maksadın ise emir ve nehiy şeklinde zuhur eden irade olduğunu beyan etmekte, her ikisinin de hadis olduğunu söylemektedirler.
Allah Teala’nın değişik fiillerinin bulunması, bunlarda bir tercihin söz konusu olduğunu gösterir. O, sonradan ortaya çıkan ve kendi fiili olan bir irade ile mürîd olup zatıyla iradede bulunmadığı için çirkin fiilleri irade etmesi söz konusu değildir. Ayrıca Allah Teala’nın zatıyla mürîd olması durumunda birbirine zıt şeyleri dilemesi söz konusu olur ki, O bu tür çelişkili durumlardan ve noksanlıklardan uzaktır, irade sıfatı konusunda Dırariyye ve Neccariyye Allah'ın zatıyla, Eş'ârîyye kAdlm irade ile, Küllâbiyye ise ezelî irade ile mürîd olduğunu söylemektedirler. 541
İradeyi zatî sıfatlardan saymayan Mu'tezililer, onun mahiyeti konusunda da birbirinden farklı görüşler ileri sürmektedirler. Nitekim Bağdat mutezililerine göre irade ile Allah'ın fiili kastedilecek olursa, o bizzat fiilin kendisi anlamına gelir. Eğer irade ile Allah'ın fiili değil de insanların fiilleri kastedilecek olursa, bu durumda Allah Teala’nın söz konusu fiili insana emretmesi veya yasak kılması anlamına gelir. Dolayısıyla her iki durumda da irade hadis olup hiçbir zaman zât ile kaim kAdlm bir mâna ifade etmez. 542 Basra Mutezililerine göre ise Allah Teâlâ irade adı verilen bir sıfatla mürîd olup bu Allah'ın emir ve nehiylerinden ayrı bir şeydir. Onlara göre Allah'ın irade sıfatına sahip oluşu emredici, nehyedici ve haber verici oluşu demektir. Çünkü bu işleri yapanların görünür âlemde mürid olduğunu görüyoruz. Aynı durum gayb âlemi için de geçerlidir. 543 Sonuç olarak Mu'tezile'ye göre irade hadis olup ne zatla ne de zatın gayrı bir mahalle kaimdir. Kadı Abdülcebbâr'ın ifadesiyle “Allah, herhangi bir konumda olmaksızın var olan muhdes bir irade ile mürîddir.” 544
Kadı Abdülcebbâr irade sıfatını önce aklî yönden ele alıp hadis bir sıfat olduğunu aklî delillerle ortaya koymaya çalıştıktan sonra naklî delillere geçer, konuyla ilgili ayetlere temas eder ve bunlarda hep istikbale delâlet eden kiplerin kullanıldığını, dolayısıyla nasların ilâhî iradenin sonradan olduğuna işaret ettiğini bildirir. 545 Muhabbet, rıza, ihtiyar, velayet gibi nitelikleri irade içinde mütalaa ederken; saht ve gazab gibi nitelikleri kerahet kapsamında değerlendirir. 546
2. Kârih Oluşu (istememesi, hoşlanmaması)
Kadı Abdülcebbâr'a göre Allah Teala’nın kârih oluşu konusunda söylenecekler mürîd oluşu hakkında söylenenlerden farklı değildir. Yani Allah mürîd olduğu gibi kârihtir de. Hem aklî hem de naklî deliller bunu ortaya koymaktadır. Örneğin Kur'an, Allah'ın masiyetleri kerih gördüğünü 547 ve yapılmalarını istemediğini 548 haber vermektedir. Allah'a kârih sıfatı verilince nâfir sıfatı da verilir. Çünkü kârih nâfire dayanmaktadır. 549
Allah kabîh fiilleri murad etmez. Aksine onları kerih görür ve sahik (mahvedici) ismi ile muamele eder. Bunun şekli de yasak kılma tarzındadır. Nitekim Kur'an'da
“Allah kulları için zulüm istemez.” 550,
“Allah fesadı sevmez.” 551,
“Masiyetlerin tümü Allah yanında mekruhtur.” 552 buyurulmaktadır. Allah'ın kabih şeyleri irade etmeyeceğinin başka bir delili de, O'nun kabih şeyleri irade etmiş olması durumunda onları istemiş olacağıdır. Halbuki Allah sonsuz bilgisi dolayısıyla kabih şeyleri yapmaz. 553 Âlemdeki küfür ve masiyetlerin Allah'ın iradesi ile olduğu konusunda icmâ bulunduğuna ilişkin iddiaya gelince, bu Mücbire'nin (cebir yanlılarının) iddiası olup gerçekle alakası yoktur ve İslâm tarihinde böyle bir konsensüs söz konusu değildir. Çünkü Kitap ve Sünnet Allah'm adaletini ve hikmetini vurgulamakta, kabih şeyleri irade etmediğini ve yapmadığını açıkça beyan etmektedir. 554 Kadı Abdülcebbâr daha sonra
“Eğer Allah dileseydi onlar savaşmazlardı.” 555
“Onlar, Allah dilediği için iman ettiler.” 556
“Sadece Allah'ın dilediğini istiyorlar.” 557 gibi ayetleri delil getirerek masiyetleri Allah'ın irade etmediğini ispatlamaya devam etmektedir. 558
3. Mütekellim Oluşu
Mu'tezile'nin üzerinde çokça konuştuğu sıfatlardan biri de Allah Teala’nın mütekellim oluşudur. Onlara göre Allah kAdlm bir kelâm ile değil, kendi fiili olan hadis bir kelâm ile mütekellimdir Ve O'na kAdlm bir kelâm sıfatı nisbet etmek tevhide aykırıdır. Bu nedenle Kur'an'ın mahluk olduğu meselesi onların âdeta sıloganı olmuş ve bu görüşe sahip olmayanları mezhebin dışında, hatta bazıları daha da ileri giderek tevhîd dairesinin haricinde kabul etmişlerdir. Mutezilîler, kelâm üzerinde bu ittifakı sağladıktan sonra onun bekası, rivayet şekli, bir bünye veya vasıtaya muhtaç olup olmadığı, ses ve harflerden oluşup oluşmadığı konularında birbirinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
Kadı AbdüiCebbâr el-Muğnî'nin VII. cildini halku'l-Kur'an meselesine ayırmıştır. Ona göre kelâm, harf ve seslerin belli bir düzende dizilmesinden ibarettir. Kelâm, zihindeki mâna değil işitilen seslerden oluşmaktadır. 559 O bir araz olup Allah onu cisimlerde duyulacak ve anlaşılacak şekilde yaratır (levh-i mahfuzda yazı şeklinde yaratması gibi); melek ise peygambere getirir. Mu'tezillier kelâma bu anlamı yükledikten sonra onun cisim mi yoksa araz mı olduğunu tartıştılar. Nazzâm, Allah'ın kelâmının cisim, Ebü'l-Hüzeyl, Muammer, Cafer b. Harb ve İskâfî ise araz olduğunu ileri sürdüler. 560 İster cisim olarak kabul etsinler isterse araz, her iki durumda da Kelâmullah muhdes kabul edildiği için sonuç değişmemektedir. Kelâmullah muhdes kabul edilince de bir mahalle muhtaç olmaktadır; ancak o mahal Allah olamaz. Çünkü bu durumda O, mahallü'l-havAdls olmuş olur. Kadı Abdülcebbâr, Allah'ın Musa ile konuşmasının ağaçta kelâmı yaratması ve Musa'nın ağaçtan çıkan kelâmı işitmesi suretiyle meydana geldiğini, dolayısıyla Allah'ın kelâmının hadis bir varlıkta cereyan ettiğini ve hadis olduğunu savunmaktadır. Mu'tezile, kelâmullahın muhdes olduğunu aklen iddia ettiği gibi, bu görüşü naklen de teyid etmek üzere onun Arabî oluşu, levh-i mahfuzda bulunuşu, kıssa edilişi gibi örnekleri göstermektedirler. 561 Bütün bunların sonucunda da Allah'ın fiillerinden bir fiil olan kelâm sıfatının, Allah'ın zâtı ile âlim ve kadir olması gibi, zat ile kaim olan kAdlm bir sıfat olarak düşünülemeyeceğini söylemektedirler.
Kelâmın yapısının bu şekilde oluşu, muhdes olduğunun kanıtıdır. Allah'ın kelâmı da bu tür ses ve harflerden oluşmaktadır. Bu nedenle onu da hadis kabul etmemiz gerekir. 562 Kelâmullah bu şekilde düşünüldüğü takdirde, bir nimet olarak kabul edilir. Allah, başkasında bulunan nimetle in'amda bulunduğu, rızıkla rızıklandırdığı gibi başkasına ait kelâmla da mütekellimdir. Binaenaleyh Cebriyye'nin iddia ettiği gibi kelâmın kAdlm kabul edilmesi durumunda, bundan olumlu bir sonuç çıkarmak mümkün değildir. Ayrıca Allah'ın kelâmının kAdlm kabul edilmesi durumunda zatına benzer olması gerekirdi. Çünkü kAdlm olma zatî sıfatlardandır ve onda ortak olmak temasülü (denkliği) gerektirir. Halbuki Allah'ın misli yoktur. 563 Allah'ın kelâmı, iddia edildiği gibi, kAdlm ve zât ile kaim değildir. Çünkü o, Allah'ın fiillerinden bir fiildir, yaratılmışlara emir, nehiy, va'd, vaîd, teşvik, sakındırma şeklinde hitap etmek istediği zaman onu cisimlerde yaratır. Peygamberler gönderdiğinde de onlara şeriatleri yükler, hitap edip kitaplar verir. Allah'ın fiillerinden hiç birinin kAdlm olması caiz değildir. Çünkü Kelâm ancak harf ve seslerin arka arkaya dizilişi ile anlam kazanır ve anlaşılır. Böyle bir ifadenin ise kAdlm olması imkânsızdır. 564 İbarede harflerin sıralanışı bile bir önceliği sonralığı gerektirmesi dolayısıyla Allah'ın kelâmının kAdlm olmadığını gösterir. Allah'ın mütekellim oluşunu, O'ndan sükût ve dilsizliği tenzih etmek şeklinde anlamak da doğru değildir. Çünkü Bu tür bir izah, Allah için değil, konuşmak için organa muhtaç olan insan için geçerlidir. Dolayısıyla Allah konuşmak için herhangi bir âlet veya organa muhtaç değildir. O, önce kelâmı yaratır sonra da bu kelâmla konuşur. 565
Kadı Abdülcebbâr, kelâmın mahiyeti ve unsurları itibariyle bir bütün olduğunu, onu zihnî ve lafzî diye ayırmanın doğru olmadığını, zihinde canlandırılanlara kelâm denilemeyeceğini, kelâm tabirinin ancak harf ve seslerden oluşan kümeler için kullanılabileceğini vurgular. Ayrıca Allah'ın kelâmının “Zatla kaim mâna” (zâtın aynı veya gayrı değil zât ile beraber sıfat) olduğu görüşünü reddederek, bunun ölü bedende hayatın bulunduğunu iddia etmek ve dilsiz olana mütekellim demek gibi muhal bir şeyi savunmaya benzediğini söyler. Mütekellim, kelâmın failidir 566 ve diğer duyularla algılanan şeyler gibi kelâm da bir mahalde idrak olunur, onun mahalsiz olduğunu düşünmek akla aykırıdır. Allah'ın zatıyla veya bir illetten dolayı mütekellim olması caiz değildir. 567 Kadı Abdülcebbâr, İbn Furek (ö. 406/10l5)'in kelâmullah ile lafzın (lafzî kelâmın) değil düşüncenin (nefsî kelâmın) kabul edildiğini iddia ettiğini bildirdikten sonra, böyle bir görüşün, Allah'ın kelâm olarak tavsifini doğuracağını, bunun ise “Allah fikirden ibarettir ve O'ndan bayağı bir fikir olarak şeytan zuhur etmiştir.” diyen Mecûsîlerin görüşü olduğunu kaydetmektedir. 568
Kadı Abdülcebbâr, Allah'ın mütekellim oluşu konusundaki bu görüşünün tabiî sonucu olarak Kur'an'ın mahluk olduğu hükmüne varır. Aslında Kur'an'ın yaratılmış (mahlûk) sonradan olmuş (muhdes) ve yapılmış (mef'ûl) olduğunda bütün Mu'tezile ittifak halindedir.
Kadı Abdülcebbâr, bu görüşünü temellendirmek için de Kur'an tanımındaki özelliklere dikkat çeker. Kur'an'ın bölümlere ayrıldığını, işitildiğini, görüldüğünü, muhkem ve mufassal olduğunu, emir ve nehiyleri, va'd ve vaîdleri içerdiğini, ezberlendiğini, okunarak ibadet edildiğini söyler ve bütün bunların hudûs alameti olduğunu ve Allah için söz konusu olamayacağını kaydeder. 569 O, bu görüşlerini teyit etmek üzere
“Kur'an'dan önce de Musa'nın kitabı vardı.” 570
“Allah, sözün en güzelini indirdi.” 571
“Kur'andan sonra hangi söze inanacaklar?” 572
“Allah'ın emri yerine getirilmiş(mef'ûl) tir.” 573 ayetlerinde olduğu gibi, Kur'an'dan önce başka kitapların gönderildiğini, Kur'an'ın Arapça olarak indirildiğini, “Hadis” (muhdes) ve mef'ûl (yaratılmış) olduğunu, nesha ve nesîe tabi tutulduğunu bildiren ayetlerini delil getirmektedir. 574
Halku'l-Kur'an konusunda Resûlullah hiçbir şey söylememiştir. Buna karşılık Tevrat'ın mahluk olduğunu iddia eden Yahudilerin bulunduğu bilinmektedir. Hıristiyanlar ise ulûhiyet teorilerinin gereği olarak kelâmın kAdlm olduğunu iddia ediyorlardı. MacDonald Kur'an'ın gayr-i mahluk olduğu görüşünün Hırıstiyanlardan kaynaklandığını ve Yahya ed-Dımaşkî kanalıyla müslümanlara geçtiğini söyler. 575 Me'mun, İshak b. İbrahim'e gönderdiği mektupta Kur'an'ın gayr-i mahluk olduğunu söyleyenlerin Hıristiyan görüşlerine yöneldiklerini belirtir ve bunun için önlem aldıklarını savunur. Ahmed b. Hanbel de Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu söyledikten sonra onun ötesinde mahluk olup olmadığı konusunda olumlu veya olumsuz bir kanaat belirtilmemesini kaydetmiştir. Yani Vakıfiyye'nin görüşünü benimsemiştir. Hişâm b. el-Hakem Kur'an'ı, vasıflandırılması doğru olmayan ilâhî bir sıfat olarak kabul eder. İbn Küllâb, kelâmullahın mahluk ve muhdes olmadığım söyler. Her ne kadar Allah'ın kelâmı kıdem ve hudûs ile nitelendirilmezse de O, kendisi ile kaim olan bir kıdemle ezelidir. Kur'an'ın Allah'ın zatından ayrı, onun bir kısmı ve aynı olduğunu söylemez. Eş'ârî ise Kur'an kAdlmdir, ne zatının aynıdır ne de gayrıdır demiştir. Haşviyye'den bazıları ise kelâm haliktır, onun bir kısmıdır, cisimdir, cisim ve araz değildir demişlerdir. 576
Dostları ilə paylaş: |