2590- Amma ömr-ü saadetinin altmışüç olması ise, çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Şer’an ehl-i iman, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı gayet derecede sevmek ve hürmet etmek ve hiç bir şey’inden nefret etmemek ve her halini güzel görmekle mükellef olduğundan, altmıştan sonraki meşakkatli ve musibetli olan ihtiyarlık zamanında, Habib-i Ekrem’ini bırakmıyor; belki imam olduğu ümmetin ömr-ü galibi olan altmışüçte Mele-i A’laya gönderiyor; yanına alıyor; her cihette imam olduğunu gösteriyor.” (M:281)
2591- Risalet-i Ahmediyenin küllî delail-i nübüvvetinden bir hüccet-i nübüvveti de Kur’andır. Evet “makam-ı isbatın en latif misallerinden:
(36:l,2,3) «w[¬V«,²hW²7~ «w¬W«7 «tÅ9¬~ ¬v[µU«E²7~ ¬–³~²hT²7~«— w³K´< der. Yani, “Hikmetli Kur’ana kasem ederim. Sen Resullerdensin.” Şu kasem işaret eder ki, risaletin hücceti o derece yakinî ve haktır ki, hakkaniyette makam-ı tazim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: Sen resulsün, çünki senin elinde Kur’an var. Kur’an ise, haktır ve Hakk’ın kelâmıdır. Çünki, içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i i’caz var.” (S.382)
2592- Delail-i nübüvvetin zuhurundan sonra nübüvvet hakkında şek olamaz. Evet” iki tarafı birbirinden gayet uzak bir mes’ele var ki, her bir tarafı bir çekirdek gibi sünbül vermiş; ağaç olmuş, dal budak salmış. Böyle bir mes’ele üzerine, şükûk ve evhamın konmaması lâzımdır. Çünkü, bir çekirdek diğer bir çekirdekle çekirdek olarak toprak altında kaldıkları müddetçe iltibas edilebilir. Amma ağaç olduktan, meyve verdikten sonra şek edersen, bütün meyveler senin aleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektir diye tevehhüm etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzib ederler. Elma ağacına inkılab etmiş bir çekirdeği, hanzale ağacının çekirdeği farzetmek sana müyesser olmaz. Ancak tevehhümle veya bütün elmaların hanzaleye tebdil edilmiş olmasıyla mümkündür ki, bu da muhaldir.
Binaenaleyh, nübüvvet öyle bir çekirdektir ki; İslâmiyet şeceresi bütün semeratiyle, çiçekleriyle o çekirdekten çıkmıştır. Kur’an dahi, seyyar yıldızları ismar eden şems gibi, İslâmiyetin onbir rüknünü intac etmiştir. Acaba bu cihan-baha semerelere bakıp gördükten sonra çekirdeğinde şüphe ve tereddüt yeri kalır mı? Haşa!..” (M:N: 85)
2593- Muhammed’in (A.S.M.) delail-i hakkaniyetinin biri de, “nass-ı Kur’anla Tevrat, İncil, Zebur ve Suhuf-u Enbiyanın, Nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalatü Vesselâm’a dair verdikleri haberdir. Evet madem o kitablar semavidirler ve madem o kitab sahipleri enbiyadırlar, elbette ve her halde, onların dinlerini nesheden ve kâinatın şeklini değiştiren ve yerin yarısını getirdiği bir nur ile ışıklandıran bir
Zat’tan bahsetmeleri, zaruri ve kat’idir. Evet küçük hâdiseleri haber veren o kitablar, nev-i beşerin en büyük hâdisesi olan hâdise-i Muhammediye Aleyhissalatü Vesselâm’ı haber vermemek kabil midir? İşte madem bilbedahe haber verecekler, her halde ya tekzib edecekler-ta ki dinlerini tahribden ve kitablarını neshden kurtarsınlar-veya tasdik edecekler,- ta ki o hakikatlı Zat ile, dinleri hurafattan ve tahrifattan kurtulsun-. Halbuki dost ve düşmanın ittifakıyla, tekzib emaresi hiçbir kitabda yoktur. Öyle ise, tasdik vardır.” (M.162) (Bak: Tevrat, 1660 ilâ 1667.p.lar)
2594- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Kur’anın lisaniyle onlara der ki: “Kitaplarınızda benim tasdikım ve evsafım vardır. Benim beyan ettiğim şeylerde, kitaplarınız beni tasdik ediyor.”
_«X«=_«X²"«~ ²f«9 ²Y«7_«Q«# ²u5 «w[¬5¬…_«. ²vB²X6 ²–¬~ _«;YV²#_«4 ¬}<«‡²YÅB7_¬" ~Y#²_«4 ²u5
²u¬Z«B²A«9 Åv$ ²vU«KS²9«~«— _«X«KS²9«~«— ²vU«=_«K¬9«— (3:93) _«X«=_«K¬9«— ²vU«=_«X²"«~«—
«w[¬"¬†_«U²7~|«V«2 ¬yÁV7~ «}«X²Q«7 ²u«Q²D«X«4 (3:61) gibi âyetlerle, onlara meydan okuyor: “Tevratınızı getiriniz, okuyunuz ve geliniz; bir çoluk ve çocuğumuzu alıp Cenab-ı Hakk’ın dergahına el açıp, yalancılar aleyhinde lanetle dua edeceğiz!” diye mütemadiyen onların başına vurduğu halde, hiç Yahudi bir âlim veya Nasrani bir kıssîs, onun bir yanlışını gösteremedi. Eğer gösterseydi, pek çok kesrette bulunan ve pek çok inadlı ve hasedli olan kâfirler ve münafık Yahudiler ve bütün âlem-i küfür, her tarafta ilan edeceklerdi.” (M.162)
2595- “Tevrat, İncil ve Zebur’un ibareleri; Kur’an gibi i’cazları olmadığından, hem mütemadiyen tercüme tercüme üstüne olduğundan, pekçok yabani kelimeler, içlerine karıştı. Hem müfessirlerin sözleri ve yanlış te’villeri, onların âyetleriyle iltibas edildi; hem bazı nâdanların ve bazı ehl-i garazın tahrifatı da ilave edildi. Şu surette o kitablarda tahrifat, tağyirat çoğaldı. Hatta Şeyh Rahmetullah-i Hindî (allame-i meşhur) kütüb-ü sabıkanın binler yerde tahrifatını, keşişlerine ve Yahudi ve Nasara ülemasına isbat ederek, iskât etmiş. İşte bu kadar tahrifatla beraber şu zamanda dahi, meşhur Hüseyin-i Cisrî (Rahmetullahi Aleyh); o kitablardan yüzondört delil, nübüvvet-i Ahmediyeye dair çıkarmıştır. “Risale-i Hamidiye”de yazmış. O risaleyi de, Manastırlı merhum İsmail Hakkı tercüme etmiş. Kim arzu ederse,ona müracaat eder, görür. (Kütüb-ü Sabıkada Peygamberimiz’in (A.S.M.) geleceğine dair ihbarat perdeli olduğundan, garazla tevil edildi, bak: 1008 .p.)
2596- Hem pek çok Yahudi uleması ve Nasara uleması, ikrar ve itiraf etmişler ki: “Kitablarımızda Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’ın evsafı yazılıdır.” Evet gayr-ı müslim olarak başta meşhur Rum Meliklerinden Hirakl itiraf etmiş, demişki: “Evet İsa Aleyhisselâm, Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm’dan haber veriyor.”
2597- Hem Rum Meliki Mukavkis namında Mısır hâkimi ve ülema-i Yehud’un en meşhurlarından İbn-i Suriya ve ibn-i Ahtab ve onun kardeşi Kâ’b Bin Esed ve Zübeyr Bin Batıya gibi meşhur ülema ve reisler, gayr-ı müslim kaldıkları halde ikrar etmişler ki: “Evet kitablarımızda onun evsafı vardır; ondan bahsediyorlar.”
2598- Hem Yehud’un meşhur ulemasından ve Nasara’nın meşhur kıssîslerinden, Kütüb-ü Sabıka’da evsaf-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) gördükten sonra inadı terkedip imana gelenler, evsafını Tevrat ve İncil’de göstermişler ve sair Yahudi ve Nasrani ülemasını onunla ilzam etmişler. Ezcümle meşhur Abdullah İbn-i Selâm ve Veheb İbn-i Münebbih ve Ebi Yasir ve Şamul (ki bu zat, Melik-i Yemen Tübba’ zamanında idi. Tübba’ nasıl gıyaben ve bi’setten evvel iman getirmiş. Şamul de öyle) ve Sa’yenin iki oğlu olan Esid ve Sa’lebe ki: İbn-i Heyban denilen bir arif-i billah bi’seten evvel Benî Nadir Kabilesine misafir olmuş.
¬y¬#«h²D¬; ‡~«… ~«g«; ¯±|¬A«9 ‡YZ1 °`<¬h«5 demiş, orada vefat etmiş. Sonra o kabile Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ile harbettikleri zaman, Esid ve Sa’lebe meydana çıktılar, o kabileye bağırdılar:
²–_«A²[«; w²"~ ¬y[¬4 ²vU²[«7¬~ «f«Z«2 >¬gÅ7~ «Y; ¬yÁV7~«— Yani: “İbn-i Heyban’ın haber verdiği zat budur; onunla harbetmeyiniz!” Fakat onlar, onları dinlemediler, belalarını buldular.
Hem ülema-i Yehud’dan İbn-i Bünyamin ve Muhayrık ve Kâ’b-ül Ahbar gibi çok ülema-i Yehud, evsaf-ı Nebeviyeyi kitablarında gördüklerinden imana gelmişler; sair imana gelmiyenleri de ilzam etmişler.
2599- Hem ülema-i Nasara’dan meşhur bahsi geçen Buheyra-i Rahib ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, Şam tarafına amucasıyla gittiği vakit oniki yaşında idi. Buheyra-i Rahib, onun hatırı için Kureyşîleri davet etmiş. Baktı ki, kafileye gölge eden bir parça bulut, daha kafile yerinde gölge ediyor.”Demek aradığım adam orada kalmış!” Sonra adam göndermiş. Onu da getirtmiş. Ebu Talib’e demiş: “Sen dön Mekke’ye git! Yahudiler hasuddurlar; bunun evsafı Tevrat’ta mezkûrdur; hiyanet ederler.”
2600- Hem Nastur-ul Habeşe ve Habeş Reisi olan Necaşi, evsaf-ı Muhammediyeyi kitablarında gördükleri için, beraber iman etmişler.
Hem Dağatır isminde meşhur bir Nasranî âlimi, evsafı görmüş, iman etmiş, Rumlar içinde ilan etmiş. Şehid edilmiş.
Hem Nasranî rüesasından Haris İbn-i Ebi Şümer-i Gasanî ve Şam’ın büyük dinî reisleri ve melikleri, yani Sahib-i İlya ve Hirakl ve ibn-i Natur ve Carud gibi meşhur zatlar, kitablarında evsafı görmüşler ve iman etmişler. Yalnız Hirakl dünya saltanatı için imanını izhar etmemiş.
Hem bunlar gibi, Selman-ül Farisî, o da evvel Nasranî idi. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın evsafını gördükten sonra, onu arıyordu.
Hem Temin namında mühim bir âlim, hem meşhur Habeş Reisi Necaşi, hem Habeş Nasarası, hem Necran papazları bütün müttefikan haber veriyorlar ki: “Biz, evsaf-ı Nebeviyeyi kitaplarımızda gördük, onun için imana geldik.” (M.163)
Bir atıf notu:
-Tevrat’ta Peygamberimiz’in (A.S.M.) isimleri, bak: 3849.p.
2601- “Zebur’da, yetmişikinci babında şu âyet var: “Bahirden bahire malik ve nehirlerden Arz’ın makta’ ve müntehasına kadar malik ola... ve kendisine Yemen ve Cezair Mülûku hediyeler götüreler... ve padişahlar ona secde ve inkıyad edeler. Ve her vakit ona salât ve her gün kendisine bereketle dua oluna... ve envarı, Medine’den münevvir ola.. ve zikri ebed-ül âbâd devam ede. O’nun ismi, Şemsin vücudundan evvel mevcuddur. O’nun adı, güneş durdukça münteşir ola.” İşte şu âyet, pek aşikâr bir tarzda Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tavsif eder. Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm’dan başka hangi Nebi gelmiş ki, şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûku cizyeye bağlamış ve padişahları, kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve hergün nev-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine kazanmış ve envarı Medine’den parlamış kim var, kim gösterilebilir?” (M.168)
2602- Hem”Nasara ülema-yı benamından İbn-ül Alâ, bi’setten ve Peygamber’i görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş. Hz. Peygamber’i (A.S.M.) görmüş demiş:
¬ÄYB«A7~ w²"¬~ «t¬" «hÅL«"«— ¬u[¬D²9¬²~ |¬4 «t«B«S¬. ²f«%«— ²f«T«7 ¬±s«E²7_¬" «t«C²Q«" >¬gÅ7~«—
Yani”Ben senin sıfatını İncil’de gördüm. İman ettim. İbn-i Meryem, İncil’de senin geleceğini müjde etmiş.” (M:174)
2603- “Eş’iya Peygamberin kitabında, kırkikinci babında şu âyet vardır: “Hak Sübhanehu, âhirzamanda, kendinin ıstıfagerde ve bergüzidesi kulunu ba’s edecek ve ona Ruh-ül Emin Hazret-i Cibril’i yollayıp, din-i İlahîsini ona talim ettirecek. Ve o dahi, Ruh-ül Emin’in talimi veçhiyle nâsa talim eyliyecek ve beynennas hak ile hükmedecektir. O bir nurdur, halkı zulümattan çıkaracaktır. Rabbin bana kabl-el vuku’ bildirdiği şeyi, ben de size bildiriyorum.” İşte şu âyet, gayet sarih bir surette, âhirzaman peygamberi olan Muhammed (A.S.M.) ‘ın evsafını beyan ediyor.
2604- Mişail namıyla müsemma Mihail Peygamberin kitabının Dördüncü Babında şu âyet var: Âhirzamanda bir ümmet-i merhume kaim olup, orada Hakk’a ibadet etmek üzere, mübarek dağı ihtiyar ederler. Ve her iklimden orada birçok halk toplanıp, Rabb-ı Vâhid’e ibadet ederler. Ona şirk etmezler.”
İşte şu âyet, zahir bir surette dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacılara tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiar olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor.” (M.168)
2605- Sual: “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın ecdadlarından Nebi gelmiş midir?
Elcevab: Hazret-i İsmail Aleyhisselâm’dan sonra bir nass-ı kat’i yoktur. Ecdatlarından olmıyan, yalnız Halid İbn-i Sinan ve Hanzele namında iki Nebi gelmiştir. Fakat ecdad-ı Nebi’den Kâ’b İbn-i Lüey’in meşhur ve sarih ve tansis tarzındaki bu şiiri ki: _«;h[¬A«'_®5—f«.~®‡_«A²'«~h¬A²F[«4 °fÅW«E«8Ç|¬AÅX7~|¬#²_«< ¯}«V²S«3|«V«2 demesi, mu’cizekârane ve nübüvvetdarane bir söze benzer. İmam-ı Rabbani hem delile, hem keşfe istinaden demiş ki: “Hindistan’da çok Nebiler gelmiştir. Fakat bazılarının ya hiç ümmeti olmamış veyahut mahdut birkaç adama münhasır kaldığı için iştihar bulmamışlar veyahut Nebi ismi verilmemiş.”
İşte imam’ın bu düsturuna binaen, ecdad-ı Nebi’den bu nevi Nebilerin bulunması mümkün.” (M.386) (Bir âyette, kıssaları bildirilmeyen pek çok peygamberlerin gönderildiği bildirilir, bak: 827.p.)
“Bazı Peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o Peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etba’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı ilahîyi kazanmakladır.” (L:152)
2606- Peygamberimiz’in (A.S.M.) Hatem-ü Enbiya yani son peygamber olduğu, Kur’an ve hadislerle musarrahtır. Evet Kur’anın beyanıyla “(33:40) «w[¬±[¬AÅX7~ «v«#_«'«— Hem de Hâtem-ül Enbiyadır.
Hâtem, Asım kıraatinde “ta”nın fethiyle, mütebakisinde kesriyle okunur. Kesr ile “hâtim”; ism-i fail olup hatmeden, nihayete erdiren, yahut mühürleyen demek olur. Feth ile “hâtem” de ism-i âlet olup, mühür demektir. Mühür de birşeyin tevsik ve tasdiki için nihayete basıldığından, hem âhir manasını hem tasdik manasını tazammun eder. Şu halde iki kıraet, hâtemünnebiyyûn vasfının iki mefhumunu ifham ediyor. Yani Muhammed Resulullah, hem peygamberleri hitama erdiren son peygamberdir, Âhir-ül Enbiya, hem de bütün peygamberleri tasdik ve tevsik eden İlahî bir mühürdür. Eğer o gelmese idi; diğer peygamberler unutulup gidecek, tarihte onların mevcudiyetlerini ve nübüvvetlerinin hakkıyetini ilmen isbat etmek mümkün olmayacaktı. Çünki diğer peygamberlerin hayat ve mevcudiyetleri, tarihin sinesinede hayat-ı Muhammed gibi vuzuh ve vüsuk ile ma’lum değildir. Öyle ki bugün Kur’an olmasa idi; Musa ile İsa’nın (A.S.) bile varlıkları, ciddiyetleri isbat olunamazdı. Hayat ve nübüvvet-i Muhammediyenin tarihte vuzuh ve kat’iyyetle malum olması ki, diğer peygamberlerin de mazideki nübüvvetlerini tasdik ile bir vesika elde edilmiş bulunuyor. Aynı zamanda Muhammed Aleyhissalatü Vesselâm, diğer enbiyanın kendisi hakkındaki beşaretlerini tahakkuk ettirmek itibariyle de onların nübüvvetini mühürleyen İlahî bir damgadır.” (E.T. 3906)
2607- Peygamberimiz’in (A.S.M.) Hatem-ül Enbiya olduğu hadis-i şerifte de zikredilir.Ezcümle:
“ ¬b²Q«A²7~ |¬4 ²v;«h¬'³~«— ¬s²V«F²7~ |¬4 ¬‰_ÅX7~ «ÄÅ—«~ a²X6 Yani: “Ben, nasıl yaradılışta evveliyim, peygamber gönderilmek itibariyle de âhiri bulunmaktayım.” (237) (Bak: 1925.p.sonu)
2608- Diğer bir rivayet de şöyledir:
«w[¬±[¬AÅX7~ v«#_«' _«9«~«— «h²F«4 ««— «w[¬V«,²hW²7~ f¬=_«5 _«9«~
«h²F«4 ««— ¯p¬±S«L8«— ¯p¬4_«- ÄÅ—«~ _«9«~«— «h²F«4 ««—
“Ben resullerin rehberiyim, fahirlenmek yok. Ve ben nebilerin hatemiyim, iftihar yok. Ve ben ilk şefaat ediciyim ve ilk şefaati kabul edilecek olanım, tefahur yok. Yani bunları bir şükrane olarak söylüyorum, yoksa ululanmak için değil.” (238) (Bak: Tahdis-i Ni’met)
2609- Ayrıca Peygamberimiz’in Hatem-ül Enbiya olduğu: S.B.M. ci: 9, hadis 1441 ve S.M. ci: 7, hadis: 22. Hem Şefaat-ı Kübra hadisi olan S.B.M. ci: ll, hadis: l171 ve S.M.ci: l, hadis: 327’de mezkûrdur.
Bir atıf notu:
-Asırlara göre şeriatlar değişmiş, fakat Peygamberimiz’den sonra buna lüzum kalmamıştır, bak: 832,2419,2686,2687.p.lar.
-Hem iki omuzu arasındaki “Hatem-ü Nübüvvet”de, S.M.ci: 7 hadis: 109, l12’de zikredilir.
Atıf notları:
-Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında Prens Bismark’ın beyanatı, bak: 2958.p.
-Peygamberimiz (A.S.M.) sihir isnadıyla dalalete sapanlar, bak: 341l.p.da bir âyet notu.
-Asr-ı Saadetteki İslâmî inkılabın hârikalığı, Muhammed (A.S.M.)’ın nübüvvetine delildir, bak: 303-306.p.lar
-Ubudiyet dairesinin reisi olan Peygamberimiz’in (A.S.M.) Rububiyet dairesi ile alâkası, bak: 3125.p.
2610- qqMUHARREMAT _8±hE8 : Haramlar, haram edilen şeyler. Dinimizde helal olmayan şeyler. (Bak: Haram, Mahrem)
Yakınlık sebebiyle, nikahı haram olan kadınlar (muharremat) Kur’anda şöyle beyan ediliyor:
“Nikahı helal olmayıp haram olan kadınlarla helal olanların beyanına başlanıyor. Şöyle ki: «r«V«, ²f«5 _«8 Ŭ~ ¬š³_«K¬±X7~«w¬8 ²vU=«_"³~ «d«U«9 _«8~YE¬U²X«# ««— (4:22) bir de atalarınızın yani baba ve dedelerinizin menkûhası olmuş bulunan kadınların ölmüş gitmiş olanlardan başka hiç birini nikah etmeyiniz, atanızın el sürdüğü kadına el sürmeyiniz.” -cahiliye ahalisi kadınlara veraset mes’elesinden de anlaşıldığı üzere babalarının zevcelerini tezevvüç ederlermiş. Bu âyet ile bu âdet-i şeni’a ale-l ıtlak nehyolunmuştur. Ve şayi’i bir adet-i cahiliye olduğundan dolayı diğer muharremattan evvel suret-i mahsusada zecredilmiştir. Binaenaleyh din-i İslâm’da ataların nikah-ı sahih ile sade akdedib el sürmedikleri veya nikah-ı fasid ile akd edib el sürdükleri, yahud bilâ-akid vadetmiş bulundukları kadınlardan hiç birini, oğulları, torunları nikahlayamazlar..”
(4:23) ²vU²[«V«2 ²a«8¬±h& Ey mü’minler! Size şunların nikahı haram kılındı:
l- ²vU#_«ZÅ8~ Analarınız, kendi anneleriniz, babanızın ve ananızın anaları ve onların anaları ilh nineleriniz. Ataların alet’ıtlak menkûhalarını nikah haram olunca anaların, ninelerin haram olduğu da evleviyetle anlaşılmış ise de ehemmiyetine binaen bilhassa tasrih edilmiştir.
2- ²vU#_«X«"«— kızlarınızı ki gerek bizzat kendi evladınız olan kızlar, gerek oğullarınız veya kızlarınızın kızları olan torunlarınız, gerekse torunların torunları ilh kızlar.
3- ²vU#~«Y«'«~«— kız kardeşleriniz ki gerek ana baba bir, gerek baba bir, gerek ana bir bütün hemşireleriniz.
4- ²vU#_ÅW«2«— ammeleriniz, yani babalarınızın, dedelerinizin hemşireleri olan alel’umum halalarınız, bibileriniz.
5- ²vU#«_«'«— haleleriniz, yani analarınızın ve ninelerinizin hemşireleri olan büyük küçük alel’umum teyzeleriniz.
6- ¬„«²~ _«X«"«— ve biraderinizin kızları, gerek evladı ve gerek torunu ilh... yeğenleriniz.
7- ¬a²'²~ _«X«"«— ve hemşirenizin kızları, kezalık alel’umum yeğenleriniz.
Buraya kadar beyan olunan yedi mahrem, neseb cihetinden olanlardır.
8- ²v6_«X²Q«/²‡«~ |¬BÅ7«~ ²vU#_«ZÅ8~«— sizi emzirmiş olan analarınız, yani süt analarınız ve nineleriniz ilh...
9- ¬}«2_«/¬±h7~ «w¬8 ²vU#~«Y«'«~«— radaan kız kardeşleriniz yani süt hemşireleriniz, zira süt emzirenlere ana, emenlere kardeş ıtlak edilmiş olması bunlarda neseb evsaf ve ahkâmının cereyanını istilzam eder. Süt analar, süt hemşireler bulununca süt babalar, süt kızları, süt halaları, süt teyzeler, süt birader ve kızları hep var demektir. Binaenaleyh radaan haram olanların da bu kıyas üzerine berveçh-i bâlâ yediye bâliğ olacağı ve bu ikisinin zikriyle mütebakisinden iktifa edildiği anlaşılır. Gerçi marız-ı beyanda sükût, hasr ifade ederse de delalet-i iltizamiye ile işaret mevcud olunca sükût mevzu-u bahs olamaz. Filvaki’ Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz bu işareti tavzih veya bu icmali beyan için ¬_«/¬±h7~ «w¬8 •«h²E< ¬`«KÅX7~«w¬8 •«h²E< _«8 Çu6 (239) “Nesebden haram olanların hepsi, rada’dan haram olur” buyurmuştur. Binaenaleyh burada _«Z²[«V«2 ²j¬5«— mealinde bir işaret ve îcaz bulunduğu ve bu suretle buraya kadar neseben yedi, radaan da yedi olmak üzere min-haysülmecmu’ on dört meharim ta’dad edilmiş olduğu unutulmamalıdır.
Buradan sonra da müsahereten harem olanlara geliyoruz:
15- ²vU¬=_«K¬9 _«ZÅ8~«— Alel’ıtlak kadınlarınızın, yani gerek medhûlün-biha olsun ve gerek olmasın, menkûhalarınızın anaları, kayın analarınız ilh...
16- ±w¬Z¬" ²vB²V«'«… |¬#ÅŸ7~ vU¬=_«K¬9 ²w¬8 ²v6¬‡YD& |¬4 |¬#ÅŸ7~ ²vU¬A¬=_«"«‡«—dâhil olduğunuz kadınlarınızdan doğmuş rebibeleriniz, yani üvey kızlarınız ki,-ekseriyyet itibariyle-taht-ı terbiyenizdedirler.
²vU²[«V«2 «ƒ_«X% «Ÿ«4 Åw¬Z¬" ²vB²V«'«… ~Y9YU«# ²v«7 ²–¬_«4
Bu surette kadınlarınıza dâhil olmuş değil iseniz rebibelerinizi nikahda size günah yoktur. Demek ki anaları vatı’ kızları haram kılar. Kızları mücerred nikah da anaları haram kılar.
17- ²vU¬"«Ÿ².«~ ²w¬8 «w<¬gÅ7~ ²vU¬=_«X²"«~ u¬=«Ÿ«&«— sülblerinizden bizzat ve bilvasıta gelen oğullarınızın halileleri olan gelinleriniz ki, bütün torunların zevcelerine de şamildir. ²vU¬"«Ÿ².«~ ²w¬8 kaydıyla üvey oğullardan ve oğulluklardan ihtiraz edilmiştir.
18- ¬w²[«B²'²~ «w²[«" ~YQ«W²D«# ²–«~«— iki hemşire beynini taht-ı nikahta cem’ etmeniz, kezalik biri erkek farz edildiği takdirde diğerine nikahı caiz olmayan iki kadının, meselâ bir kızla halasının veya teyzenin cem’i de iki hemşirenin cem’i gibi haramdır. Bunun için Aleyhissalatü Vesselâm meşhur bir hadisinde buyurmuştur ki:
_«Z¬B²'~ ¬}«X²"~|«V«2«—_«Z[¬'«~ ¬}«X²"~|«V«2 ««—_«Z¬B«7_«'|«V«2««—_«Z¬BÅW«2|«V«2 ?~²h«W²7~ d«U²X#«
(240) Bir kadın ne halasının ne teyzesinin, ne biraderzadesinin, ne hemşirezadesinin üzerine nikah olunmaz” «r«V«, ²f«5 _«8 Ŭ~ Ancak mazide geçmiş olanlar müstesna, onlardan dolayı muahaze yoktur. Nitekim Yakub Aleyhisselâm’ın şeriatında vardı. _®W[¬&«‡~®‡YS«3 «–_«6 «yÁV7~ Å–¬~ Ona Allah Gafur, Rahim bulunuyor. Fakat halen ve istikbalen bunlar memnu’ ve haramdırlar.” (E.T. 1321-1324)
2611- qqMUHKEMAT-I KUR’ANİYYE y[9³~h5 ¬_WUE8 : Kur’an (3:7) (47:20) ve emsali âyetlerde bildirilen, manası açık ve te’vile ihtiyacı olmayan âyetler. Başka bir manaya ihtimali olmayıp sarih emir ve nehiyleri müştemil olan âyetler. Bu âyetler mensuh veya müteşabih olmayıp muhkem ve mübeyyin olmakla asla te’vile muhtaç olmazlar. Bazı şeylerin haram olması veya enbiya kıssaları (ekasis-i enbiya) gibi. (Bak: Müteşabihat)
Atıf notu:
-Muhkemat-ı diniye tebeddül etmez, bak: 452,2116,2117 p.lar.
2612- qqMUHYİDDİN-İ ARABÎ |"h2 w: (Hi. 560-638, Mi. l162-1240) İspanya’da doğmuş, Anadolu ve Arabistan’ı gezmiştir. Mutasavvıf ve büyük âlim idi. Birçok ilmî eserler yazmıştır. Kendisine Şeyh-i Ekber de denir. Fütuhat-ı Mekkiye, Füsus-ül Hikem adlı eserleri meşhurdur. Şam’da vefat etmiştir. (K.S:) (Bak: Vahdet-ül Vücud)
2613- “Muhyiddin, kendisi hâdi ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdi ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavaid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları, zahiri dalalet ifade ediyor. Fakat kendisi dalaletten müberradır. Bazan kelâm, küfür görünür; fakat sahibi kâfir olamaz.” (L. 274)
2614- “O zat-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var. Hem makbulîndendir. Fakat mizansız keşfiyatında hududları çiğnemiş. Cumhur-u muhakkikîne çok mes’elelerde muhalefet etmiş. İşte bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutub, bir ferid-i deveran olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevî’ye münhasır kalıyor gibidir. Ve âsârından istikametkârane istifade nadir oluyor. Hatta çok muhakkikîn-i asfiya o kıymetdar âsârının mütalaa etmeğe revac göstermiyorlar. Hatta bazıları men’ediyorlar.” (O.L. 121)
2615- _ÅX¬8 «j²[«7 ²w«8 |«V«2 _«X¬AB6 }«Q«7_«O8 •h²E«# Ôw<¬±f7~¬|²E8 «Ä_«5
Yani: “Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitablarımızı okumasın, zarar görür.” Evet bu zamanda Muhyiddin’in kitabları, hususan vahdet-ül vücuda dair mes’elelerini okumak, zararlıdır.” (L. 274)
2616- “Hazret-i Muhyiddin’in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mabeynindeki esaslı farkı ve onların me’hazlarını göstermek çok uzun tedkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet fark, o kadar dakik ve derin; ve me’haz, o kadar yüksek ve geniştir ki; Hazret-i Muhyiddin hatasından muahaze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark ve o me’haz görünse idi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hata olurdu. “ (O.L. 121)
2617- qqMUKADDERAT ~‡±fT8 : (Mukadder c.) Kader. Ölçü ve miktarı tayin olunan şeyler. Alın yazısı. (Bak: Ecel, Kader)
“Hayat,”iman-ı bil’kader” rüknüne bakıyor; remzen isbat eder. Çünki madem hayat, âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istila ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlik-ı Kâinat’ın en cami ayinesidir; ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb-yani mazi, müstakbel-yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malumiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale muheyya bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.
Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikte sonra, gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tabidirler. Aynen öyle de: Şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlarından ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder. Ve vücud-u haricî gibi o vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin manevi bir cilvesine mazhardır ki, mukadderat-ı hayatiye, o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır.
Evet âlem-i gaybın bir nevi olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zatları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi, cilve-i hayata mazhariyetini ister ve istilzam eder. Hem herbir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmeli ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir. Evet Hayat-ı Ezeliye Güneşinin ziyası olan bu gibi cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u hariciyeye münhasır olamaz; belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müthiş birer cenane ve karanlıklı birer virane alem olacaktı.” (L.336)
Dostları ilə paylaş: |