2644- “Merayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanan attığı taşlara musab olan bir koyun, lisan-ı haliyle: “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim.” diye kendisi döner, sürü de döner.
Ey nefis! Sen o koyundan fazla asi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına maruz kaldığın zaman, «–YQ¬%~«‡ ¬y²[«7¬~ _Å9¬~«— ¬yÁV¬7 _Å9¬~ (2:156) söyle ve Merci-i Hakiki’ye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” (M.N. 120)
2645- Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
¯–²i& ««— ¯±v«; ««— ¯`«.«— ««— ¯`«M«9 ²w¬8 «v¬V²KW²7~ `[¬M< _«8
˜_«<_«O«' ²w¬8 yÁV7~ «hÅS«6 Ŭ~ _«Z6_«L< «}«6²YÅL7~ |ÅB«& ¯±v«3 ««— >¯±ˆ«~ ««—
“Yani: “Bir müslümana bir dert veya bir maraz veya bir keder veya bir hüzün veya bir zahmet veya bir gam ârız olmaz ki, hatta vücuduna bir diken batmaz ki, illâ bunun mukabilinde onun bir kısım hatalarını Cenab-ı Hak afv ve setr etmesin.” (241)
Atıf notları:
-Çeşitli musibetlerle helâk edilen karnlar, bak: 1944.p.da âyet notları.
-Musibetlerin gizli kalmasındaki hikmet, bak: 1008.p. (T.T: 5. cild 335. sahifede musibetlerin ve sabretmenin mükâfatları bölümü vardır.
-Cihad musibetinin bir hikmeti, bak: 581, 582.p.lar
-Tagayyür kanunundan doğan mesaibin bir hikmeti, bak: 892.p.
-Hakiki selâmet ancak Cennet’te olur, bak: 3326.p.sonu
2646- qqMUSÎBET-İ ÂMME y±8_2 }A[M8 : Umuma ve cemiyetin ekseriyetine gelen belâ. (Bak: Sünnetullah)
“Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli canileri de âlicenabane affetmesi; ve bir tek haseneyi, binler seyyiatı işliyen ve binler manevi ve maddi hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar, çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i ammenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.
Hem âlicenabane affetmek ise yalnız kendine karşı cinayetini affedebilir. Kendi hakkından vazgeçse hakkı var; yoksa başkaların hukukunu çiğniyen canilere afuvkârane bakmağa hakkı yoktur, zulme şerik olur.” (K.L. 25)
“Umumi musibet, ekseriyetin hatasından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhasın harekâtına fiilen veya iltizamen veya iltihaken tarafdar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i ammeye sebebiyet verir.” (S. 172) (Bak: 509/5.p.sonu, 704,3891.p.lar)
Bir atıf notu:
-Cihan Harbi musibetinin hikmeti, bak: 365,370.p.lar.
2646/1- Bazı musibetlerin gelmesinin bir sebebi: Bid’aların izalesine ve şeairin muhafazasına çalışan Risale-i Nur’a ve şeairi muhafazaya çalışmamak olduğunu, Bediüzzaman Hazretleri bir yangın münasebetiyle şöyle ihtar ediyor:
“Bu çeşit kazaların bir sebebi, beşerin çirkin bir hatası bulunmasından, bu Ramazan-ı Şerifin hürmetini ve kıymetini muhafaza etmek ve Nurları himaye etmeye, her yerden ziyade Nurların menbaı ve medresesi olan Isparta borçludur ve vazifesidir. Ve sefahetlere karşı şeair-i İslâmiyeyi muhafaza etmekle mükelleftir.” (E.L.I.175)
2647- Bir âyette şöyle buyuruluyor: “(64:ll) ¬yÅV7~ ¬–²†¬_¬" Ŭ~ ¯}«A[¬M8 ²w¬8 «_«.«~ _«8 “Bir musibet isabet etmez ki, Allah’ın izniyle olmasın.” Yani gerek kâfir, gerek mü’min her kim, her hangi bir ferd veya cemaat olursa olsun başına, gerek cana gerek mala, gerek saireye müteallik herhangi bir musibet, maddi ve manevi, kavlî veya fiilî hoşa gitmeyecek acı bir hâdise çarparsa o her halde Allah’ın izni olmayınca bir yaprak bile yerinden oynamaz. Sure-i Hadid’de:
_«;«~«h²A«9 ²–«~¬u²A«5 ²w¬8 ¯_«B¬6|¬4 Ŭ~ ²vU¬KS²9«~ |¬4««— ¬Œ²‡«²~|¬4 ¯}«A[¬M8 ²w¬8 «_«.«~_«8
(57:22) âyetinde bak: Gerçi (4:79) «t«K²S«9 ²w¬W«4 ¯}«\¬±[«, ²w¬8 «t«"_«.«~ _«8«— ve (13:ll) ²v¬Z¬KS²9«_¬" _«8 ~—h¬±[«R< |ÅB«& ¯•²Y«T¬" _«8 h¬±[«R< « «yÁV7~ Å–¬~ âyetlerinde geçtiği üzere bazı musibetlerin mebdei, insanın veya kavmin kendi nefsi olduğu ise de böyle olan musibetler dahi yine Allah’ın takdir ve iradesiyle, izni taalluk etmedikçe vukua gelmez. Onun için ¬yÁV7~ ¬f²X¬2 ²w¬8 Êu6 ²u5 (4:78) buyurulmuştur.” (E.T. 5033)
2648- “Sual: Has dostlarınıza gelen musibetleri, tokat eseri deyip hizmet-i Kur’aniyede füturları cihetinde bir itab telakki ediyorsun. Halbuki size ve hizmet-i Kur’aniyeye hakiki düşmanlık edenler, selâmette kalıyorlar. Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
Elcevab: •—f«< h²SU²7~«— •—f«< « v²VÇP7«~ sırrınca, dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı varsa intibaha gelir. (1) Düşman ise, hizmet-i Kur’aniyeye zıddiyeti, mümanaatı, dalalet hesabına geçer. Bilerek veya bilmiyerek hizmetimize tecavüzü, zındıka hesabına geçer. Küfür devam ettiği için onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar. Nasılki küçük kabahatleri işliyenlerin, nahiyelerde cezaları verilir. Büyük kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada ve sür’aten verilir. Ehl-i dalaletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki; kısacık hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, mukteza-yı adalet olarak âlem-i bekadaki Mahkeme-i Kübra’ya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya çarpılmıyorlar.
2649- İşte hadis-i şerifte ¬h¬4_«U²7~ }ÅX«%«— ¬w¬8ÌYW²7~ w²D¬, _«[²9Çf7«~ (242) mezkûr hakikata dahi işaret ediyor. Yani: Dünyada şu mü’min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya onun hakkında bir dar-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennem’den çıkmıyacaklar. Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları te’hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya cennetleridir. Yoksa mü’min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında çok ziyade mes’uddur. Adeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevi bir cehennemi ateşlendiriyor.” (L. 47)
Bir atıf notu:
-Harb gibi hâdiselerde musibete uğrayan masumların uhrevî mükâfatları, bak: 2165.p.
- Musibetler hakkındaki âyetlerden birkaç not: 2650
-Müslümanın hatasına terettüb eden veya imtihan için olan musibetler: (3:165, 166) (22:ll)
-Eziyet ve musibetleri çekmeden ni’metlere nail olmak isteyen menfaatperestlerin hali: (4:72, 73) (9:50,51)
-Din yolunda meşakkatler çekmeden Cennet’e gireceklerini sananlar: (2:214)
-Musibetler, yapılan hataların cezasıdır: (42:30)
-Bütün musibetler kitabda (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır: (57:22)
-Allah’ın izni olmadıkça hiçbir musibet başa gelmez: (64:ll)
-Harb musibetlerindeki imtihan sırrı: (3:152-154) (47:4) (Bak: 1026, 1658.p.lar) (Musibetlerin âhiret saadetine bakan bir kısım hikmetleri için 3326.parağrafa bakınız.)
2651- qqMUSİKÎ zT[,Y8 : Müzik, Ses ölçülerinden, ölçülü ses ve san’atkârlığından bahseden ilim. (Bak: 3736-3738.p.lar)
Kulaklarda güzel seslerden zevk alma kabiliyetini yaratan Allah, kulaklar için de güzel sesleri yaratan yine O’dur. Yani, fıtraten ses ve kulak münasebetini Allah tanzim etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir” (S. 646) Demek kulak fıtraten güzel ses dinleme hakkına sahibdir. Fakat yine her organ için olduğu gibi, kulak için de seslerin zevki, meşru ve gayr-i meşru olarak iki kısma ayrılır. Gayr-ı meşru kısmı için Kur’an ve hadislerden irşad ve teyakkuz makamında şu örnekler verilebilir:
2652-
“¬u[¬A«, ²w«2 Åu¬N[¬7 ¬b<¬f«E²7~«Y²Z«7 >¬h«B²L«< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ «w¬8«—
°w[¬Z8 °~«g«2 ²vZ«7 «t¬\³7—~ ~®—g; _«;«g¬FÅB«<«— ¯v²V¬2 ¬h²[«R¬" ¬yÁV7~
(31:6) Bayağı insanlardan kimi de vardır ki, Allah yolundan bilmiyerek sapıtmak ve onu (Allah yolunu) eğlence yerine tutmak için laf eğlencesi (oyalayıcı söz ve sesleri) satın alır. İşte bunlara mühîn bir azab vardır...” (E.T. 3837)
Mezkûr âyette geçen b<¬f«E²7~ «Y²Z«7 “Laf eğlencesi” : eğlence söz, insanı oyalayan, (haktan) işinden alıkoyan, asılsız hikâyeler, masallar, romanlar, tarih kılıklı efsaneler, güldürücü lakırdılar, hokkabazlıklar (Bak: 4106.p.) gevezelikler, teganniler (şarkılar) gibi eğlence sesler.
Bunun sebeb-i nüzulünde deniliyor ki: Nadr İbn-i Haris ticaretle Faris’e gidiyor, Acemlerin hikâyelerini, efsane kitaplarını getiriyor ve bunları Kureyş’e okuyarak “Muhammed size Âd ve Semud hikâyeleri söylüyor, gelin ben size Rüstem’in, İsfendiyar’ın, Kisraların hikâyelerini anlatayım” diyor ve bu suretle bir çoklarının Kur’an dinlemesine mani oluyordu. Bundan başka güzel bir hanende (şarkıcı) cariye almış birinin müslüman olacağını işittiği zaman onu alıp cariyesine: Haydi buna yedir içir, söyleyiver; der, bu suretle eğlendirip “Gördün ya! Muhammed’in çağırdığından, namazdan, oruçdan, onun önünde çarpışmaktan daha iyi değil mi?” dermiş.
¯v²V¬2 ¬h²[«R¬" ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2 Åu¬N[¬7 Bilmiyerek Allah yolundan sapıtmak, yani saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin akıbetini sezdirmeden dini, ahlâkı bozmak; ~®—g; _«;«g¬FÅB«<«— ve onu, yani Allah yolunu, hak dinini eğlence yerine tutmak için...” (E.T. 3838)
Sefahete medeniyet, salabet-i diniyeye irtica diyerek milli ahlâkı tahrib etmeğe çalışan münafıklar, bu âyetin tehdidine mazhardırlar. (Bak: 985.p.)
2653- Çok âyetlerde olduğu gibi mezkûr âyetin de umum zamanlara bakan mana külliyeti vardır. Bilhassa zamanımızda tekniğin gelişmesiyle bütün insanlara tesir etmek imkânını veren neşir organları yoluyla ve nefsanî zevklerin cazibedarlığıyla insanları diyanetten, maneviyattan alıkoymak ve sefahete atmak olan din düşmanlarının dehşetli planlarından, bu âyet insanları ikaz eder. Keza İblis’in ve İblis’e bağlı olan sefih insî şeytanların, yani münafık cereyanların halkı şehevî çalgılarla dalalete itmesine ve ihtilalci ve neşriyatta yaygaracı müfsidlere işaret eden (17:64) âyeti de gayetle câlib-i dikkattir. (Bak: 167.p.)
2654- Bir rivayette buyuruluyor ki:
«h²[«' ««— Åw;YW¬±V«Q# ««— Åw;—h«B²L«# ««— ¬_«X²[«T²7~ ~YQ[¬A«# «
²a«7«i«9 «t¬7† ¬u²C¬8 |¬4 ¬ °•~«h«& ÅwZX«W«$«— Åw¬Z[¬4 ¯?«‡_«D¬# |¬4
Ú ¬}«<³²~ Û ¬yÁV7~ ¬u[¬A«, ²w«2 Åu¬N[¬7 ¬b<¬f«E²7~ «Y²Z«7 >¬h«B²L«< ²w«8 ¬‰_ÅX7~ «w¬8«—
“Yani: Şarkıcı cariyeleri ne satın ne de satın alın, ne de öğretin. Onlarla yapılan ticarette hayır yoktur, parası da haramdır. “İnsanlardan bazıları, Allah yolundan saptırmak için boş lafa müşteri çıkanlar vardır.” (Lokman Suresi, 6) âyet-i celilesi bu gibilerin hakkında nazil olmuştur.” (243)
2655- Diğer bir rivayet de şöyledir:
“ ¬`²V«T²7~ |¬4 «»_«S¬±X7~ a¬A²X< «š_«X¬R²7~ Å–¬~ Abdullah (R.A.)’den: Peygamber (A.S.M.) dedi ki: Şarkı ve çalgı, kalbde nifak tohumlarının bitmesini sağlar.” (244) Yani milli ahlâkı bozarak çılgın sefahete ve anarşizme kapı açar.
2656- Başka bir hadiste de şöyle buyuruluyor:
¬yÁV7~ «ÄY,«‡_«< «w[¬W¬V²KW²7~«w¬8 °u%«‡ «Ä_«T«4 °¿²g«5«— °e²K«8«— °r²K«' ¬}Å8²~ ¬˜¬g«;|¬4
‡YWF²7~ ¬a«"¬h-«— ¿¬ˆ_«Q«W²7~«— _«X²[«T²7~ ¬«h«Z«1~«†¬~ «Ä_«5 Ó «¾~«† |«B«8«—
“İmran b. Husayn (R.A.)’den: Resulullah (A.S.M.) : Bu ümmette hasf, (bak: 2359 p. Sonu) mesh (bak: mesh) ve kazf belaları vardır, buyurdu.
Müslümanlardan bir adam: Ey Allah’ın Resulü, bu ne zaman? diye sordu. Peygamber (A.S.M.) : Şarkıcı kadınlarla çalgı âletlerinin yaygın hale geldiği ve içki içmek çoğaldığı vakit, buyurdu. “ (245)
İbn-i Mace, Kitab-ül Fiten, 4020. hadisi de aynı rivayeti teyid eder.
Hasf (yere batma) ve zelzele ile alâkalı ayet notları:
-Dünya servetine dayananların kıyamete kadar gelen muakiblerinden yere batırılma (hasf) cezaları: (28:81) manaca alâkalı ayet (34:9) (67:16)
-Müfsidlerin zelzele musibetiyle cezalandırılmalarına bakan ayet: (10:26)
Müşriklere gece veya gündüz gelen helaket (7:4)
2657- Bir hadis-i şerifte mealen şöyle buyuruluyor:
“Bir zaman gelecektir ki, ümmetimden muhakkak bir takım zümreler türeyecektir. Bunlar zina etmeyi, ipekli elbiseler giymeyi, şarap içmeyi, defler dümbelekler ile eğlenmeyi helal ve mübah sayarlar. Bunlardan bir takım merhametsiz ve hodgâm zümreler de dağ mesirelerine yaslanacaklar. Bunun üzerine Allah, sevip eğlendikleri dağı üzerlerine indirerek, bir kısmını helâk edecek, sağ kalan öbürlerini de kıyamet gününe kadar maymun ve domuz suretlerine tebdil edecek.” (S.B.M. Hadis No: 1892 tercümesinden) (Bak: Mesh)
2658- Şimdi de meşru sesler bahsine geçelim:
Güzel seslerin meşruiyetine delalet eden şu âyet:
“(34:10) y«Q«8 |¬"¬±—«~ Ä_«A¬%_«< Ey dağlar, dedik onunla beraber te’vib, yani terci’ yapın; ötün, çınlayın h²[ÅO7~«— siz de ey kuşlar!
Yani Davud’a öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmişti ki, akşam sabah tesbih ettikçe, onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirak eder, çınlar, öterlerdi. (Bak: 647,648.p.lar) Demek ki, güzel sesle hüsn-ü elhan Davud’un bir fazilet-i mahsusası, kuşları dahi başına toplayan bir mu’cizesi olmuştu. Bu mana iledir ki, savt-ı Davud meşhur olduğu gibi, Mezamir-i Davud da meşhurdur. Bu güzel sanatı, İslâm’da suret-i mutlakada mezmum zannedenler olmuştur. Fakat bilmek lâzım gelir ki, mezmum olan lühun-u fısktır (fısk olan nağmelerdir). Yoksa Kur’an okurken tertil ve tahsin-i savt, me’murun bihdir. Bu babda kütüb-ü sıhahda hayli hadisler vardır.
2659- Bir çokları da müsikînin tesirini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu heva zannetmektir. Ses, bir hava ihtizazı olduğu için musikînin doğrudan doğruya verdiği tesir ve heyecan, bir buse zevki gibi cismanî ve asabî bir tesirdir. Taganni, ancak bir kelimenin, bir kelâmın manasını ruha duyurmağa hizmet etmesi itibariyledir ki, ruhanî bir kıymet alabilir. Ehl-i fısk, hep şehevanî mevzularla cismanî heyecan aradığı için manayı öldürerek, sade asaba basan kuru nağmelerle cismanî tesir arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil, ifna eder. Belki fâsık için bütün şuurundan geçip mest-i laya’kıl olmak bir zevktir. Fakat dinin, şer’in vermek istediği zevk bu değil; güzel manalı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır.” (E.T. 3948)
2660- Sefahet ve dalalete düşen bir insan, vahşetli bir halet-i ruhiye ile âleme bakar, âlemi de vahşetli görür. Böyle insanlar hakkında Bakara Suresi’nin 7. âyetindeki “ ²v¬Z¬Q²W«,|«V«2«— kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde, rüzgarların terennümatını, bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her nevi’den Rabbanî kelâmları ve ulvi tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlahî bir musikî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.
Fakat o kulak, küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, manevi yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden avazlar, matem seslerine inkılab eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, malikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.
2661- Bu sırra binaendirki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet ulvi hüzünleri, Rabbanî aşkları iras eden sesler, helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsanî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı te’sire göre hüküm alır.” (İ.İ.70) (*)
2662- Evet “o yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.
Kur’an’ın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maalî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) lehviyatı istemez.
Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helal diye izin verip... Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre; herkes birbirine benzemez.” (S.737)
Bir atıf notu:
-Şerre dua mes’elesi:704.p. ve devamı
Şarkı hakkındaki fıkhî hükümler için: Bak: D.M.İ.F.ci: 7, shf: 2945 ve İ.U. ci: 2 8. kitab adab-ı sema ve vecd başlığı sh:675
2663- qqMUSTALIK GAZASI |,~i3 sVOM8 : Benî Mustalık Gazası’na Müreysi Gazası da denilir. Benî Mustalık, Huzaa’nın bir şubesidir. Müreysi de bunların bir kuyusudur. Benî Mustalık, Resul-i Ekrem’le harb etmek üzere bu kuyu başında toplandıkları için bu sefer bu isimle anılır. Çeşitli raviler, bu gazanın Hicri dört veya beş veya altıncı senesinde olduğunu rivayet etmişlerdir.
Beni Mustalık’ın bu hainane hareketinden vaktiyle haberdar olan Resul-i Ekrem (A.S.M.) süvari, piyade yediyüz kişilik bir kuvvetle ve sür’atle hareket edip bunları ansızın bastırmış ve birçok esir ve ganimet almışlardır. (S.B.M. ci: 5, hadis ll17’de bahsi geçer.)
2664- qqMUTAASSIB `±MQB8 : Bir şeyi müdafaada ifrat ve inat gösteren. Körü körüne inad ve ısrar eden. Aşırı derece kendi tarafını tutan. *Din, milet ve vatanı hakkında çok sevgi, bağlılık ve gayret gösteren. (Bak: Taassub)
2665- qqMÛTE HARBİ |"h& }#Y8 : “Mute, Şam’a bağlı, Kudüs’e iki konak mesafede bir yerdi. Mute harbi Müslümanlarla Rumlar arasında vuku bulan muharebelerin başlangıcıdır. Sebebi de Hz.Peygamber’in elçisinin öldürülmesidir. Resul-i Ekrem Busra Emiri Şurahbil bin Amr’a, ashabdan Haris bin Umeyr ile bir mektub göndererek İslâm’a davet etmişti. Haris, Mute’den geçerken Şürahbil’e tesadüf edip, elçi olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Şürahbil, Haris’i küstahça öldürdü. Şimdiye kadar Resul-i Ekrem’in elçilerinden hiç birisinin hayatına taarruz edilmemişti. Bunun üzerine Resul-i Ekrem üç bin kişilik bir kuvvet hazırlayıp azadlı kölesi Zeyd bin Harise’nin komutasında gönderdi.
2666- Resul-i Ekrem: “Şayet Zeyd şehid olursa komutanlığı Cafer alsın, Cafer de şehid düşerse Abdullah bin Revaha komutan olsun!” buyurdu. Ve ordunun Haris bin Umeyr’in şehid edildiği Mute Kasabası’na kadar gitmesi ve orada Şürahbil ile tabiiyetinin İslâm’a davet olunması, kabul ederlerse ne âlâ kabul etmezlerse harb edilmesi Resul-i Ekrem’in emirleri cümlesindendi. Peygamber Efendimiz bu küçük ordusunu “Seniyet-ül Veda=ayrılık tepesi” mevkiine kadar uğurladı.
2667- Öbür tarafta Şürahbil de bu hareketten haberdar olarak, vaziyeti tabi olduğu Kayser Hirakl’e bildirdi. Aynı zamanda Şürahbil, Vâil Benî Bekir, Lahim, Cüzzam gibi Arap kabilelerinden yüz bin kişilik büyük bir kuvvet hazırladı. İmparator Hirakl de bu işe önem vererek Belka’daki Meab şehrine kadar geldi. Nihayet iki ordu karşılaştı. Bu muazzam ordu karşısında üç bin kişinin ne ehemmiyeti olabilirdi. Fakat dönmek ne müşkildi, felâketi mucibdi. Bu sebeble Zeyd bin Harise hemen harbe atıldı. Zeyd şehid oldu, sancağı Cafer aldı. Muharebe meydanında hârikalar gösterdi, sağ eli kesildi, sancağı sol eliyle tuttu. O da kesilince kesilmiş kollarıyla sancağa sarıldı. En sonunda Cafer de şehid edildi. Sonra sancağı, Abdullah bin Revaha aldı, şiirler okuyarak harbetti, o da şehid edildi. Bunun üzerine orduda umumi bir panik başgösterdi. Fakat Halid bin Velid askeri önledi, bu paniğin dehşetini anlattı. Bütün mücahidlerin reyleriyle komutan seçilerek sancağı eline aldı. Akşama kadar harbedildi. Mahir bir komutan olan Halid bin Velid, askeri yeni nizamda tertibledi. Sağ cenah mücahidlerini sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya ve arkadakileri de öne aldı. Bu suretle düşmanın her fırkası, karşısında yeni kuvvet görüyor ve İslâm ordusuna imdat geldiği zannında bulunuyordu. Bunun üzerine Halid, şiddetli hücumlar yaparak düşmanı bozdu, düşmana bir hayli telef verdirdi. Düşmanın bu panik ve bozgunundan istifade ederek askerini geri çekti ve bir bozguna uğratmadan muntazam ric’at ederek sâlimen Medine’ye getirdi.” (S.B.M. ci: 10, hadis: 1619’da zikredilir.)
2668- qqMU’TEZİLE y7iBQ8 : “Mu’tezile fırkası Emeviler devrinde ortaya çıktı. Fakat asıl Abbasiler devrinde uzun zaman İslâm efkârını meşgul etti.
Hulefa-yı Raşidîn zamanında ve Emeviler devrinde Irak’ta muhtelif dinlere mensub bir çok milletler sakin idi. Bunların içinde Irak’ın eski sekenesi olan Geldaniler, İranlılar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Arablar vardı. Bunların çoğu müslüman olmuştu. Bazıları müslümanlığı, kafasında yerleşmiş olan eski malumatın ışığında anladı. Ve ona, içine sinmiş olan renge göre yeni bir renk verdi. Onun anlayışına göre bir akide ortaya çıktı. Bazıları İslâmı, safi kaynağından, temiz menbaından aldı. Gönlüne, safiyet-i asliyesiyle yerleştirdi. Fakat şuuru ve arzuları halis değildi. Farkına varmadan eskiye meyl ve arzuları uyanırdı.” (Ebu Hanife, Diyanet İşleri Bşk. Yayınları
2669- “Ekseriyete göre Mu’tezilenin başı, Vasıl b. Ata’dır. Hasan-ı Basri’nin ilim meclisinde bulunuyordu. O çağda bütün zihinleri kurcalayan büyük günah irtikâbı mes’elesi ortaya atıldı. Hasan-ı Basri, görüşünü söyledi. Vasıl, üstadı Hasan-ı Basri’ye muhalefet etti. Ve büyük günah işleyen mü’min değildir, o küfür ile iman arasında bir mertebededir, dedi ve üstadının meclisinden ayrılarak başka bir ders halkası kurdu. Bunun için onlara, “ayrılan” manasına, Mu’tezile denildi.” (Aynı eser, shf: 143)
Bir atıf notu:
-İlm-i Kelâm tarihinde Mu’tezile, bak: 1599.p.
2670- “Mu’tezile, akideleri izahta, naklî delillere değil, aklî delillere dayanırlar..
.... Onlara bu tarzda akılla araştırma usulü şu yollardan gelmiştir:
l- Irak’ta ve İran’da bulunmaları, buralarda eski medeniyetlerin ve kültürlerin seslerinden izler kalmıştı.
2- Arabın gayri soylardan olmaları, ekserisi mevalidendi.
3- Muhaliflere cevap verme zorunda kaldıklarından akla müracaatları.
4- Yahudilerle, Hristiyanlarla temasları olduğundan eski felsefe görüşlerinin çoğu onlara geçmişti. Akla itimad etmeleri neticesi olarak onlar eşyanın hüsün ve kubhu mes’elesinde; güzel ve çirkin olmamaları hususunda akıl ile hüküm verir, aklı hâkim yaparlardı.” (Aynı eser, shf: 145)
2671- Mu’tezile Mezhebi’nin zıddı olan Cebriye Mezhebi için de tarihçiler Cebriye fikrini ilk ortaya atanın kim olduğu hakkında ittifak edememişlerdir. Ancak Cebriyeciliğin, Emevilerin ilk devrelerinde şuyu’ bulduğu söylenir.
2672- “Sual: Mu’tezile imamları, şerrin icadını şer telakki ettikleri için, küfür ve dalaletin hilkatini Allah’a vermiyorlar. Güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar. “Beşer, kendi ef’alinin hâlikıdır” diye dalalete gidiyorlar. Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi işliyen bir mü’minin imanı gider. Çünki Cenab-ı Hakk’a itikad ve Cehennem’i tasdik etmek, öyle günahı işlemekle kabil-i tevfik olamaz. Çünki dünyada gayet cüz’î bir hapis korkusuyla kendini hilaf-ı kanun herşeyden muhafaza eden adam, ebedî bir azab-ı Cehennem’i ve Hâlik’ın gadabını nazar-ı ehemmiyete almıyacak derecede büyük günahları işlerse, elbette imansızlığa delalet eder.
Elcevab: Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Kader Risalesinde izah edildiği gibi: Halk-ı şer, şer değil; belki kesb-i şer, şerdir. Çünki halk ve icad, umum neticelere bakar. Bir şerrin vücudu, çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeler itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Meselâ ateşin yüz hayırlı neticeleri var. Fakat bazı insanlar su-i ihtiyariyle ateşi kendilerine şer yapmakla “ateşin icadı şerdir” diyemezler. Öyle de şeytanların icadı, terakkiyat-ı insaniye gibi çok hikmetli neticeleri olmakla beraber, su-i ihtiyariyle ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlub olmakla “şeytanın hilkati şerdir” diyemez. Belki o , kendi kesbiyle kendine şer yaptı. Evet kesb ise, mübaşeret-i cüz’iye olduğu için, hususi bir netice-i şerriyenin mazharı olur; o kesb-i şer şer olur. Fakat icad, umum neticelere baktığı için; icad-ı şer, şer değil, belki hayırdır.
İşte Mu’tezile bu sırrı anlamadıkları için, “Halk-ı şer, şerdir ve çirkinin icadı, çirkindir” diye Cenab-ı Hakk’ı takdis için şerrin icadını ona vermemişler, dalalete düşmüşler; ¬˜¬±h«-«— ¬˜¬h²[«' ¬‡«f«T²7_¬"«— olan bir rükn-ü imanîyi te’vil etmişler.
Dostları ilə paylaş: |