2879- qqNOKTA-İ NAZAR hP9 ¶yOT9 : Bakış tarzı. Bir şeyi anlamada, değerlendirmede ve hususiyetlerinin tesbitinde isabet edebilmek için yapılan taharri ve tefekkürde istinad edilen hareket noktasıdır. (Bak: Mana-yı Harfî)
Tefekkür ve taharri-i hakikatta isabet için vahiy nokta-i nazarını esas almak gerekir. Ancak böyle bir başlangıçla hikmet-i ilahiye yani her şeyin yapılış gayesi ve mahiyeti anlaşılabilir ve verilecek hükmün isabetinden emin olunabilir. Evet âlem-i kevne, yaratılışındaki İlahî hikmet ve gayeler nazarıyla bakılmazsa, mücerred akıl ile o hikmetler bilinemez. Hatta gözümüz önünde hemcinsimiz olan bir insan, meselâ ilk yaptığı bir eserini ne maksatla ve ne için yaptığını bildirmezse, biz o şeyin hikmetini ve değerini bilip anladığımızdan emin olamayız. Demek önce failin eserinde takib ettiği hikmet ve gayeleri bilmeli ki, eserin o gayelere göre yapılışındaki mükemmellik görülüp anlaşılsın. Bu vesile ile de eser sahibindeki maharet ve sıfatlarının mükemmelliği bilinsin. Şu halde bu nokta-i nazarla kâinat hakikatlarını tefekkür etmek icabeder.
Kur’an’da (29:99) ayeti “Hakk u emr işinde daha ziyade tafsil istersen başkasından değil her şeyi bilen o Habîr’den sor” (E.T. 3609.) manasında da tefsir edilmiştir. Bu manaya nazaran bilgi nazariyesi vahye istinad etmesinin lüzumuna da işaret vardır.
Feylesofların bir kısmı bu esasa riayet etmeden ve naklî delili nazara almadan kâinat hakkında fikir yürütmeleri neticesi, hakikatı gereği gibi göremiyorlar ve göremezler.
Elhasıl taharri-i hakikatta yalnız akl-ı beşer yahut beşerî bir nokta-i nazar, hakkı ve hakikatı bulmakta nâkıs olup, en emin yol Kur’ana tabi olmak ve onun ışığı altında hakikata varmaya çalışmaktır. (Bak: 661.p.)
Birkaç atıf notu:
-Hakkın hakkiyeti, hikmet-i İlahiyeye istinadındandır, bak: l133.p.
-Ahkâm-ı şer’iyenin hikmetleri, yalnız beşerî nokta-i nazarla bilinmez, bak: 2775.p.
-Kur’anda sem’in basara takdim edilmesinin bir hikmeti, bak: 2777/1.p.
2880- “ Nazar-ı nübüvvet ve tevhid ve iman; vahdete, âhirete, uluhiyete baktığı için, hakaikı ona göre görür. Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usulü’d-din ve ülema-i ilm-i Kelâm’ın makasıdı içinde görünmiyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.
İşte onun içindir ki, mevcudatın tafsil-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmiş; fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlahiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir mü’minden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmiyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemalara nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, veraset-i nübüvvet ile makasıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler.
2881- Hem bir şeye iki nazar ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir hakikat-ı kat’iyesi, Kur’anın hakaik-ı kudsiyesine ilişemez. Fennin kısa eli, onun münezzeh ve muallâ damenine erişemez. Nümune olarak bir misal zikrederiz:
Meselâ: Küre-i Arz ehl-i hikmet nazarıyla bakılsa hakikatı şudur ki: Güneş etrafında mutavassıt bir seyyare gibi, hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’an nazarıyla bakıldığı vakit hakikatı, şöyledir ki: Semere-i âlem olan insan; en cami’, en bedi’ ve en âciz, en aziz, en zaif, en latif bir mu’cize-i kudret olduğundan, beşik ve meskeni olan zemin, semaya nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakaretiyle beraber manen ve san’aten bütün kâinatın kalbi, merkezi.bütün mu’cizat-ı san’atının meşheri, sergisi.. bütün tecelliyat-ı esmasının mazharı, nokta-i mihrakiyesi... nihayetsiz faaliyet-i Rabbaniyenin mahşeri, ma’kesi... hadsiz hallakıyet-i ilahiyenin hususan nebatat ve hayvanatın kesretli enva-ı sagiresinden cevvadane icadın medarı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuatın küçük mikyasta nümunegâhı ve mensucat-ı ebediyenin sür’atle işliyen tezgâhı ve menazır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besatin-i daimenin tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur.
İşte, Arzın bu azamet-i maneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’an-ı Hakîm; semavata nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan Arzı, bütün semavata karşı küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semavatı bir kefede koyuyor. Mükerreren ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y´WÅK7~ Ç«‡ diyor. İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’an’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için ayrı ayrı görünür.” (S.350)
2882- Beşer âleminde biri imanî diğeri nefsi olarak başlıca iki değer ölçüsü caridir. İmanî nokta-i nazar, Allah’ın bildirdiği hükümlere teslim olup mülkü, mülk sahibine bırakmakla ubudiyet yoluna girmektir. Nefsî nokta-i nazar ise, kişinin lezzet ve menfaatını, elem ve zararını âlemde her şey için değer ölçüsü tutup, ubudiyet yolunu terk ile nefsin emrine tabi olmaktır. Böyle bir yola sapmamak için, nefsin terbiye ve tezkiyesi gerekmektedir.
2883- “İnsan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterakibedir. Zira insan, hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü’min. İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi, bazan dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku bulur. Sonra iman tabakasından ta en aşağı tabaka ki, şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar bu muamele tabaka tabaka nüzul ediyor. Hatta bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku bulabilir. İşte bundandır ki, o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki herşey yalnız bizim için halkedilmiştir, der.
Binaenaleyh insan evvela insaniyeti yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyeye münhasır zannetmekle galat ediyor.Sonra eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız kendi nefsine bakan faydadan ibaret olduğunu zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini yalnız onlardaki nefsinin menfaatı ölçüsüyle takdir etmekle galat ediyor. Hatta bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir zühre yıldızıyla değişmek istemez.” (M.Nu. 420) (Bak: Heva, Menfaatperest)
Bir atıf notu:
-Âdab ve ahlâkî anlayışlarda nokta-i nazar, bak: 77.p.
2883/1- Âleme, nefsin hevesiyle değil, rahmet ve hikmet-i Rabbaniye nazarıyla bakmak gerektiğini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: “Otuz sene evvel aşairlerde gezerken böyle sual ettiler: Acaba şu zaman ve dehrin şikayetindeki, hatta büyük zatlar ve evliyalar dahi felekten ve zamandan şikayet ediyorlar. Ondan, Sani’-i Zülcelal’in san’at-ı bedîine itiraz çıkmaz mı?
Cevab: Hayır ve asla!.. Belki manası şudur:Güya şikayetçi der ki: İstediğim emir ve arzu ettiğim şey ve teşehhi ettiğim hal; hikmet-i ezeliyenin düsturuyla tanzim olunan âlemin mahiyeti müstaid değil ve inayet-i ezeliyenin pergeliyle nakşolunan feleğin kanunu müsaid değil ve meşiet-i ezeliyenin matbaasında tab’olunan zamanın tabiatı muvafık değil ve mesalih-i umumiyeyi te’sis eden hikmet-i İlahiye razı değildir ki; şu âlem-i imkân, Feyyaz-ı Mutak’ın yed-i kudretinden, şu ukûlümüzün hendesesiyle ve tehevvüsümüzün iştihasiyle istediğimiz herbir semeratı koparsın. Verse de tutamaz, düşse de kaldıramaz. Evet bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.
İşte otuz sene evvelki cevaba Risale-i Nur dahi zelzeleler bahsinde, böyle küçük bir haşiye ilhak ediyor ki:
Herbir unsurun, maddi ve manevi kış ve zelzele gibi hâdiselerin yüzer hayırlı neticeleri ve gayeleri varken; şerli ve zararlı bir tek neticesi için onu vazifesinden durdurmak, o yüzer hayırlı neticeleri terketmekle, yüzer şer yapmak, ta bir tek şer gelmesin gibi hikmete, hakikata, rububiyete münafi olur. (Bak: 1438.p.)
Fakat küllî kanunların tazyikinden feryad eden ferdlere, inayat-ı hassa ve imdadat-ı hususiye ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanürrahim, her biçarenin imdadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakiki menfaatıyla yardım eder. Bazan, dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.” (K.L.220)
2884- qqNUH (A.S.) ƒY9 : Kur’an-ı Kerim’de adı geçen bir peygamberdir.
2885- “Hazret-i Âdem’den sonra insanlar çoğalmış, bir çok yerleri imar etmiş, fakat hakiki dini, Allah Teala’nın birliği ve ma’budiyeti hakkındaki tevhid akidesini bırakmış, putlara tapınmaya başlamışlardı. Kendilerine kırk veya elli yaşında bulunan Nuh Aleyhisselâm, peygamber gönderildi. Bu muhterem zatın 950 sene süren öğütlerini dinlemediler. Nihayet Hazret-i Nuh, Allah Teala’nın emriyle bir gemi yapmağa çalıştı; bu gemi yapılıp bitince emr-i İlahî ile gökten yağmurlar yağmaya, yerlerden sular fışkırmağa, denizler kaynayıp taşmağa başladı; sular bütün yeryüzünü kapladı, dağların tepelerini bile aştı. Buna “Tufan Hâdisesi” denir ki, rivayete göre Hazret-i Âdem’in yaratılışından 2242 sene sonra vukubulmuş, beş veya yedi ay devam etmiştir.
Nuh Aleyhisselâm Sam, Ham, Yafes adındaki üç oğlu ile sair mü’minleri ve münasib gördüğü hayvanlardan birer çift gemiye almış; bunun dışarısında kalanlar, suların içinde boğulup gitmişlerdir. Hazret-i Nuh’un Yam veya Ken’an adındaki oğlu da kendisine inanmayıp bu günahkâr kavim arasında mahvolup gitmiştir. Bilahare yağmurlar emr-i İlahî ile kesilmiş, sular çekilmeğe başlamış, Hazret-i Nuh’un gemisi de Musul civarında “Cudi” denilen dağın üzerine muharremin onuna rastlayan “Aşura” gününde oturmuş. Rivayete göre kırkı erkek kırkı da dişi olmak üzere seksen kişiden ibaret bulunan gemi halkı karaya çıkmış, Allah Teala’nın dinine sarıldıkları için selâmete ermişlerdir.
2886- Hazret-i Nuh’a ikinci Âdem denir. Çünki yeryüzündeki insanlar Tufandan sonra hepsi onun neslinden türeyip yeryüzüne dağılmış, aralarında başka başka diller meydana gelmiştir. Rivayete nazaran Hazret-i Nuh’un oğlu bulunan Sam; Arapların Farsların, Rumların; Ham da Sudan Kavminin; Yafes de Türklerin ilk babasıdır.
Hazret-i Nuh tufandan sonra altmış sene veya üçyüzelli sene kadar daha yaşamıştır.
Nuh Aleyhisselâm’ın vesair bazı kimselerin uzun bir müddet yaşamış oldukları çok görülemez. Hak Teala Hazretleri, ilk insanları lihikmetin çok yaşatmıştır. Allah Teala’nın kudretine göre güçlük yoktur. Zaten hayatımızın her lahzası onun kudretiyle kaimdir. Yoksa bir dakika bile yaşamak kabil değildir. Binaenaleyh Hak Tela dilediği kulunu uzun bir ömre nail edebilir. Artık bu seneleri aylar ile veya mevsimler ile te’vile lüzum yoktur.
Tufan hâdisesine gelince: Cumhura göre umumidir. Bütün yeryüzüne şamildir; en yüksek dağların tepelerinde görülen deniz hayvanları müstehaseleri (fosilleri) de bunu te’yid ediyor. Bazı zevata görede hususidir, yalnız Hazret-i Nuh’un bulunduğu Babil iklimine ve civarına aittir. Hakikatını Allah Teala bilir.” (B.İ.İ.477)
2887- Nuh Tufanını haber veren bir âyette şöyle buyuruluyor:
«|¬N5«— š_«W²7~«m[¬3«— |¬Q¬V²5«~ š_«W«, «_<«— ¬¾«š_«8 |¬Q«V²"~Œ²‡«~ _«<
(11:44) «w[¬W¬7_ÅP7~ ¬•²Y«T²V¬7~ ®f²Q" «u[¬5«— ¬±>¬…YD²7~ |«V«2 ²«Y«B²,~«— h²8«²~
İşte şu âyetin bahr-i belagatından bir katreye işaret için bir üslubunu bir temsil ayinesinde göstereceğiz. Nasıl bir harb-i umumide bir kumandan, zaferden sonra ateş eden bir ordusuna “Ateş kes!” ve hücum eden diğer bir ordusuna “Dur!” der, emreder. O anda ateş kesilir, hücum durur. “İş bitti, istila ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde, yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelüssafilîne giden o edebsiz zalimler cezalarını buldular” der.
Aynen öyle de: Padişah-ı Bîmisal, kavm-i Nuh’un mahvı için Semavat ve Arz’a emir vermiş. Vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: “Ey Arz! Suyunu yut. Ey sema! Dur, işin bitti. Su çekildi. Dağın başında me’mur-u İlahînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zalimler cezalarını buldular.” İşte şu üslubun ulviyetine bak.”Zemin ve gök iki muti’ asker gibi emir dinler, itaat ederler” diyor. İşte şu üslub işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semavat ve Arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle derki: “Yer ve gök iki muti’ asker gibi emirlerine bakan bir zata isyan edilmez, edilmemeli.” Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tufan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netaiciyle, hakaikiyle birkaç cümlede îcazlı, i’cazlı, cemalli, icmalli bir tarzda beyan eder.” (S.376)
2888- Diğer bir âyet de şöyledir: “(11.40) ‡YÇXÅB7~«‡_«4«— _«9h²8«~ «š_«% ~«†¬~ |ÅB«& Ta ki emrimiz geldi ve tennur feveran etti, sun’una devam eyliyor.
Tennur: Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki lisanımızda en ziyade “tandır tabir olunur. Leys demiştir ki; “tennur” umumiyetle her lisana geçmiş bir lafızdır...
“Feveran” da malumdur ki kuvvet ve şiddetle kaynamak, fışkırmaktır. Şimdi biz gemiden bahsolunurken tam ocak feveran ettiği sırada yüklemek emri verildiğini işittiğimiz zaman, o geminin harekete müheyya, fayrap vaz’iyetinde bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz..
Eslaf-ı müfessirîn bunun hakkında muhtelif manalar kayd ve nakletmişlerdir... Ekser müfessirîn tennurun hakikaten bir ocak manasına olduğunda müttefiktir..
Ebu Hayyan tefsirinde Hasen’den rivayet olarak “tennur”
¬}«X[¬SÅK7~|¬4 ¬š_«W²7~ ¬_«W¬B²%~ p¬/²Y«8 “gemide suyun mevzi-i içtimaı” diye nakl edilmiştir ki, bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor. Görülüyor ki müfessirînin rivayetlerinin bir hayli noktaları, arz ettiğimiz manaya temas eder bir haldedir... Tennurun feveranı gemideki san’atın bir nihayeti ve haml ü hareket emrinin şart ve mebdei gösterilmiş bulunduğu da mülahaza edilirse, tennurun feveranı, geminin kuvve-i muharrikesini anlattığı ve ‡YÇXÅB7~«‡_«4 bugünkü tabire göre “nihayet emrimiz gelip gemi fayrab edildiği vakit” demek olduğu tezahür eder. Ve bundan tennur ve feveran kelimeleri hakikat olduğu ve âyetin bu manada gayet zahir bulunduğu da şüphesizdir. Binaenaleyh nassta hakikatı ve zahiri bırakıp ta te’vil aramağa hiç de sebeb yoktur. (23: 27) âyeti de aynı manadadır.” (E.T. 2780-2782)
Bu izahttan, ilk buharlı geminin Allah tarafından Nuh (A.S.)a ihsan edildiğini anlamak mümkündür.
2889- Hz. Nuh (A.S.) hakkında âyetlerden birkaç not:
-Nuh’un (A.S.) risaletle tebliğe başlaması ve kıssa-i Nuh: (7:59,64) (10:71-74) (ll:24-49) (23:23-30) (26:105-121) ‘54:9-15) ve (71. Nuh Suresi’nin tamamı)
-Nuh Kavmi’nden sonra Hud Kavmi’nin (devletin ilk teşekkülü ve içtimaî işaretle, şükür ve abdiyetin, nusret-i İlahiyeye nailiyet yolu olduğuna irşad: (17:3)
-Nuh tufanında Allah tarafından kurtarılanlar ve helâk edilenler: (21:76,77)
-Nuh(A.S.) 950 sene tebliğde devam etti: (29:14)
-Nuh ve Lut (A.S.) ‘ın ailelerinin hiyaneti: (66:10)
-Sefine-i Nuh’un Cudi Dağı’nda oturması: (ll:44)
2890- qqNUR ‡Y9 : Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. *Kur’an-ı Kerim. İman. İslâmiyet. Peygamber. *Zulmeti def’eden, şule, ışık. *Hakkı yakînen bilmek. Marifet. Hakikat. İmana ait deliller. (Bazılarınca ziya, nurdan daha sağlamdır ve daha hasdır. Nur: dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki nevidir. Dünyevi olanı da iki çeşittir. Biri: Envar-ı İlahiyeden intişar eden nurdur. Akıl ve Nur-u Kur’an gibi. İkincisi: Görmekle hissedilir ki, nurlu cisimlerden ibarettir, güneş, ay ve yıldız gibi.)
2891- Gerek maddi gerek manevi olan Nur’a dair Kur’an ve hadislerde çok yer verilmiş, tefsirlerde ve dinî kitablarda da bu mevzuda geniş izahlar yapılmıştır. Biz de ehemmiyetinden dolayı Nur hakkında birkaç nümuneyi aşağıda takdim ediyoruz. Şöyle ki:
“(2:257) ~YX«8³~ «w<¬gÅ7~ Ç|¬7«— yÁV7«~ Allah, iman edenlerin, ilm-i ezelîde imanı mukarrer olanların muhibbi ve veliyy-ül emridir.¬‡YÇX7~ |«7¬~ ¬_«WVÇP7~ «w¬8 ²vZ%¬h²F< Onları hidayet ü tevfikiyle zulmetlerden nura çıkarır. Burada “zulümat”ın cem’i, “nur”un müfret getirilmesi ne kadar şayan-ı dikkattir. Demek ki âlemde mütenevvi zulmetler vardır. Bütün bu zulmetleri izale edecek olan nur ise birdir, ki o da (24:35) ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y´WÅK7~ ‡Y9 yÁV7«~ mucebince Nur-u Hak’tır. Herhangi bir hususta Nur-u Hak bulunamadımı, insanı her taraftan sayısız zulmetler kaplar, Nur-u Hak tecelli edince de o zulmetler kalkar. Nur-u Hak bulunmadı mı, yerler gökler hiç,gündüz gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır olur, kalbler bin türlü hayalat ile buhranlar içinde çırpınır kalır..
2892- ... Malum ki her şeyde ancak bir vech-i hak vardır ve Allah’a ancak o vecihten gidilir. Buna mukabil her şeyde vücuh-i batıl namütenahidir. Meselâ bir şey kaybettiniz, o bir yerdedir ve ancak oradadır. O anda bunda vech-i hak budur, fakat siz bir kere onu bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde, orada yoktur diye itikad etmiş bulunuyorsanız, oradan başka hangi taraf aklınıza gelse vech-i batıldır, bulamazsınız...Allah’a iman, Nur-u Hakk’ın, ma’rifet-i yakîniyenin, inşirah-ı mutlakın mebde-i tulûu, fecri-i sâdıkıdır. İman ü ma’rifete mukabil veya muhalif adem, yeis, küfür, rayb, vesvese, dalal, cehil, ilm-i nâkıs, fısk, heva, terbiyesizlik, nankörlük, ahlâksızlık, hadnâşinaslık vesaire hepsi birer zulmettir.” (E.T.874) (Hakkın bir ta’rifi, bak:l133.p.)
Şu halde hak ve hakikatın bilinmesinde hakiki yol, Nur-u Hak, Nur-u Kur’an, Nur-u Muhammedî (A.S.M.) ve Nur-u İmandırki, bütün nurların asıl ve tek menbaı Nur-u İlahîdir. Mü’minin kalb ve aklını aydınlatan ancak bu Nur iledir ki, kâinat hakikatları görünür, bilinir.
2893- Kur’anda Nur-u İlahî hakkında şöyle buyuruluyor:
“(24:35) ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y´WÅK7~ ‡Y9 yÁV7«~ Allah, semavat ü arzın nurudur... (E.T.3515)
“Akıl, bir hâdi ve mürşide muhtaçtır. En yüksek mürşid ise Allah’ın kelâmıyla, enbiya irşadıdır. Ve filhakika akl ü basiret gözünde Kur’an âyetleri, basar gözünde güneş nuru mesabesindedir. Güneşin ziyasına nur denildiği gibi Kur’ana nur tesmiyesi evleviyettedir. Ve işte bununla (64:8)
²v6«š_«% ²f«5_«X²7«i²9«~ >¬gÅ7~ ¬‡YÇX7~«— ¬y¬7Y,«‡«— ¬yÁV7_¬" ~YX¬8³_«4
(4:174) _®X[¬A8 ~®‡Y9 ²vU²[«7¬~ _«X²7«i²9«~«— ²vU¬±"«‡ ²w¬8 °–_«;²h"
âyetlerinin manası zahir olur. Bu haysiyyetle Resul’ün beyanı, şemsin nurundan daha kuvvetli olduğu tebeyyün edince onun nefs-i kudsiyesi, nuraniyette şemsten daha yüksek olmak icab eder. Nitekim Allah Teala:
(25:61) ~®h[¬X8 ~®h«W«5«— _®%~«h¬, _«Z[¬4 «u«Q«%«— diye güneşi sade bir sirac olmakla tavsif ettiği halde, Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi Vesellem Hazretlerini de ~®h[¬X8 _®%~«h¬, diye tavsif eylemiştir. Demek ki, avalim-i ecramda güneşin diğer bir cisimden istifade etmeksizin gayrisine nur ifaza etmek hassası Peygamber’de daha kuvvetlidir. Nur-u Nübüvvet, diğer nüfus-u beşeriyeden müstefid olmaksızın sairlerine nur ifaza eder.” (E.T.3518)
2894- Diğer bir âyet de şöyledir: “(10:5) >¬gÅ7~ «Y; O, odur ki, -yani bu iade ve cezayı yapacak olan Allah, o Hâlik-ı Müdebbir’dir ki-
~®‡Y9 «h«W«T²7~ «— ®š_«[¬/ «j²WÅL7~ «u«Q«% Güneş’e bir ziya yaptı ve Kamer’e bir nur.
Buradan ziya ile nurun bir farkı anlaşılıyor. Bunların ikisi de esasen zulmetin mukabili olan aydınlık hâdisesini ifade ettikleri, bunun da derece-i şiddet ve za’fına göre birçok meratibi bulunduğu malumdur. Ve bunların hepsine nur ıtlak edilebilir. Fakat, nur ziyadan eamm, ziya nurdan ehass veya akvadır. Ziyada bir fart-ı işrak, bir sutu’ ve lemean, şiddetli bir intişar ve ıztırab; nurda da mutlak zulmete tekabül eden bir ravnak-ı intişar ile sükûnu andıran bir safa ve letafet mülahaza olunur. Bir tarife göre de nur, ziyanın pertev ve şuaıdır ki, zulmeti dafi’ olan şu’lesi, ışığı demektir... Meselâ ziyada hararet ve nariyyet de bulunabilir... Nitekim ziya harurî ve gayr-ı harurî hususiyetlere tahlil olunabilir. Fakat nur, sırf zulmete tekabül eden ve ziyadan bittahlil alınan bir manadır. Bir de denilmiştirki ziya, bizzat olana, nur bil’araz olana ıtlak edilir. Şu halde burada, Ay nurunun güneş dolayısıyla verildiğine iş’ar vardır. Sure-i İsra’da gelecek olan (17:12) ®?«h¬M²A8¬‡_«ZÅX7~ «}«<³~ _«X²V«Q«%«— ¬u²[ÅV7~ «}«<³~ _«9²Y«E«W«4 beyanını mülahaza ile bu daha ziyade tenvir edilmiş olur.” (E.T. 2672)
2895- Nur ve zulümatın yaratılışı hususundada, bir âyet tefsir edilirken şu bilgi veriliyor:
“(6:l) ¬y±V¬7f²W«E²7«~ Hamd hep Allah’a ¬Œ²‡«²~«— ¬~«Y«WÅK7~«s«V«' >¬gÅ7«~ ki başların üstündeki semavatı ve ayakların altındaki arzı halketti «‡YÇX7~«— ¬_«WVÇP7~ «u«Q«%«— ve zulümat u nuru yaptı..
Burada görülüyor ki, semavat ü arz hakkında “halk”, zulümat u nur hakkında “ca’l” tabir olunmuştur. Müfessirîn diyorlar ki, “ca’l” de “halk” gibi bir inşa ve ibda’dır. Şu kadar ki, halk inşa-i tekvinîye muhtass ve bir takdir ü tesviye manasını da mutazammındır... Nur, inşiraha; zulmet, gumuma sebeb olmak itibariyle bunlar küfr ü iman, cehl ü ilim, keder ü sürur, şerr ü hayr gibi maneviyyata imadan da halî değildirler... Vahidî de zulümat ü nurun mahsus ve ma’kul her ikisine şamil bulunduğunu göstermiştir.” (E.T.1865-1867) (Kehf Suresi’nin sırrıyla verilen nurla, deccaldan korunma, bak: 287.p.)
2896- Nur’a ait âyetlerden birkaç not:
-Allah tarafından gelen Nur-u Mübin: (4:174)
-Gaflet ve dalalet olan manevi ölümden, hakaik-i nur ile manevi dirilmek: (6:122)
-Kâfirlerin, nur-u İlahîyi söndürmek istemelerine karşı Allah nurunu tamamlamak istediği: (9:32) (61:8)
-Zulümat ile nur müsavi olmadığı: (13:16) (35:20)
-Kur’an insanları zulmetlerden nura çıkardığı: (5:16) (14:l)
-Liyakatsızlıklarından dolayı Allah’ın nur vermediği kimselerin nursuz kaldıkları: (24:40)
-Allah İslâm’a kalbini açmış olduğu kişinin nur üzere olduğu: (39:22)x
-Münafıkların ehl-i nur’dan nur isteyip yalvaracakları mahşer gününün ahvali: (57:12,13)
2897- qqNURCULUK tV[%‡Y9 : Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri tarafından Türkiye’de başlatılan dinî bir hareket ve imanî sahada tecdid faaliyetidir. Bu hareketin en mühim istinad noktası, Risale-i Nur namındaki eserlerdir. (Bak: Risale-i Nur, Said Nursî)
Risale-i Nur eserleri 1926-1949 seneleri arasında yazılmıştır ve Kur’anın bu asra bakan manevi bir tefsiridir. Bilhassa iman ve İslâm esaslarını ve Kur’anın hikmetlerini izah ve isbat eder.
Siyasî ve dünyevî cemiyetçilikten uzak ve aynı eserleri okumaktan doğan manevî alâkadarlık ile gönüllerde kurulan Nur irfan müessesesi mensublarına, yani Risale-i Nur eserlerini okuyanlara: “Risalet-i Nur Talebesi”, kısaltılmış şekli ile “Nur Talebesi” veya “Nurcu” denilmektedir.
Diğer bir tarif ile Nurculuk: Zamanımızda çok umumi ve tahribkâr hale gelen maddeci ve inkârcı cereyanların ifsadatının neticesi dinî düşünce ve yaşayışın tehdid altına girmesiyle bunalan insanlığa İslâmın hidayet yolunu göstermek ve asrın ihtiyacına tam cevab vermek üzere bir Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatını okumak, anlamak ve ihtiyaç duyanlara bildirmekle dine getirilmek istenen şübheleri izale etmek, taklidî imandan tahkikî imana yükselmek, böylece şuurlu olarak İslâmiyeti aslına ve ruhuna uygun yaşamak cehdidir. Hem cemiyet, teşkilat gibi unsurlardan mücerred, din ve hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi ve hizmetidir. (Bak: Müceddid)
Bu manevi cihad ve hizmet hareketi, rıza-yı ilahî dairesinde ve yalnız Kur’an ve iman hakikatlarına istinad ederek, maddiyyunluk ve âhirzaman fitnesinden zarar gören insanlık âlemine İslâmın hidayet ışığını ulaştırmaktır. Nitekim bu hareket âlem-i İslâma, hatta dünyanın her tarafına kadar genişlemiş ve hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.
2897/1- Risale-i Nur ve Nurculuk isimlerinin verilişindeki hikmetlerin birisi şudur:
Bir önceki Nur maddesinde beyan olunduğu üzere; karanlığın varlıkları örtüp göstermediğine karşı, maddi nur karanlığı yok ederek varlıkların görünüp bilinmesine sebeb olduğu gibi; küfür ve inkâr manevi karanlıkları da iman ve Kur’an hakikatlarını ins ve cinnin nazarında örter, göstermez. Kur’an ve imanın manevi nuru ise, o manevi küfür karanlıklarını yok edip Kur’an ve iman hakikatlarını gösterir. İşte Risale-i Nur, Kur’anın ve imanın manevi nurunu açıklayıp küfrün manevi karanlıklarını yokettiği cihetiyle, Risale-i Nur eserlerine dayanan Nurculuk cereyanına bu isim uygun düşmüştür.
2898- Diyanet İşleri Başkanlığının 2.7.1963 tarih, 18746 sayılı yazısına ekli, Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu’nun 29.6.1963 tarih, 326 sayılı kararında: “Nurculuk: Bir tarikat veya bir mezhep olmayıp, Said-i Nursî adındaki zatın, son zamanlarda yayılma istidadı gösteren dinsizlik cereyanına karşı, Kur’an-ı Kerim âyetlerini ele alarak, Risale-i Nur namıyla yazdığı eserlere izafe edilen bir cereyandır. Adı geçen eserler, imanı fikirlerle birleştirmeye çalışmaktadır.” şeklinde beyan edilmiştir.
2899- Hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye hizmet cereyanı olan Nurculuğun, hassasiyetle üzerinde durduğu hizmet düsturları vardır. Ancak bu düsturları daha isabetli anlıyabilmek için Risale-i Nur’da yer yer temas edilen dar ve geniş daireyi nazara almak gerekiyor. Zira Risale-i Nur Külliyatında bazı ifade ve beyanlara, makamına göre bakılmazsa hakikat iltibasa uğrar, yanlış te’villere sebebiyet verilir. Meselâ: Risale-i Nur’dan Mektubat adlı eserde Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmının Beşinci İşaretinde: Âl-i Beyt’ten olan Büyük Mehdi’nin hâkimiyeti; ve Beşinci Şua’ın Ondokuzuncu Mes’elesinin sonunda: Büyük Mehdi’ye bağlı olan Âl-i Beyt’in, şeriat-ı Muhammediyeyi ihya ve icra edecekleri yani siyasi hâkimiyet sahibi olacakları kaydedilir. Bu beyanlara karşı Ondokuzuncu Mektub’un “Beşinci Nükteli İşaret”inde, saltanat ve siyaset-i İslâmiyet hâkimiyetinin Âl-i Beyt’e yaramadığı ve asıl vazife-i diniyelerini unutturduğu yani siyasi hâkimiyete girmemeleri gerektiği beyan ediliyor. Bu iki beyan arasında zahirî bir münafat görünüyor. Fakat hakikatta ve makamlarına göre bakılınca münafat yoktur. Çünkü bu son beyan hakikatta en ehemmiyetli ve en büyük olan hizmet-i imaniye ve hidayet yolunun mümessili olan müceddidlere ve mürşidlere, bilhassa Mehdi’nin haslar cemaatına bakar ki, buna “dar daire” tabir edilir ve risalet âl’inin dairesi sayılır. (bak: 3374/4.p.) Diğer ifade ise, geniş ve hâkimiyet dairesine nazar eder. Fitne-i ahirzamanın izalesi için Âl-i Beyt cemaatinin geniş dairede ıslâh hareketine girmesi bu son fitne devresine bakar. Zira bu devrede geniş İslâm dünyasının maneviyattan gelen kahramanlığı zaafa uğrayacağı (Bak: 1975/1. p.5, 6. bendler) ve bozuk cemiyette manen yıpranmamış hakiki Âl-i Beytin hamiyet-i diniyesinin feveraniyle fitne cereyanının izale edileceği bildiriliyor. (Bak: 2296 p.2). Bu geniş dairenin hâkimiyet ve icraatı dahi, dar dairenin yani imanî sahadaki tecdidiyetten alınan ikaz, irşad ve düsturlara dayanacağı ve onun proğramını tatbik edeceği cihetle de bu maddi hâkimiyet dahi asıl Mehdi’nin hâkimiyeti manasında olur. Çünkü bir hükmü icra eden, memur; hükmü vaz’ eden ise âmir durumundadır. Bediüzzaman, Kur’anın i’caz-ı manevîsinden tereşşuh eden Risale-i Nur’u, mükemmel ve daimî bir merci ve müceddid göstermiştir.
Hem bu mes’eleye maddî hâkimiyet nokta-i nazarıyla bakılsa, dar daire mazruf, geniş daire zarf olur. Hakikat nokta-i nazarıyla ise, dar daire zarf, geniş daire mazruf olur. Nasılki maddilik ve cesed itibariyle bakılınca bâtın-ı kalb mazruf, cesed zarf olur. Fakat bâtın-ı kalb cihetiyle nazar edilince cesed mazruf, kalb zarf olur. Demek nokta-i nazar ve makamları nazara almak lâzımdır.
2899/1- Esasen ittihad-ı İslâm kuvvetine dayanan, hatta hakiki İsevilerle de ittifak edecek olan Mehdiyet cereyanı, “iman”,. “hayat” ve “şeriat” tabir edilen ve her üçünün de istinad ettiği heyeti bulunan üç vazifeyi (Bak: 2294/3,2303,2304,2305,2690.p.lar) hâmildir. Fakat birinci vazife en ehemmiyetlisi ve keyfiyet şartları içinde (Bak: Keyfiyet) hakaik-i Kur’aniyenin muhafızı ve irşad âleminde nezzaredir (Bak: 1339.p.sonu) ve Mehdiyetin asliyetine istinad eder. İkinci ve üçüncü vazifeler ise geniş daire olup, icraat ve hâkimiyeti haizdir. Risale-i Nur her daireye dersini ve düsturlarını vermiştir.
Meselâ, Hutbe-i Şamiye Risalesi ve bir kısım içtimaî hayatla alâkalı mektupların birinci derecede muhatabları, geniş dairenin siyaset ehlidir. (Bak: 3250 p. sonu ve H.Ş. 79 Hâşiye) Yirmibirinci Lem’a olan İhlas Risalesi’nin ise birinci derecede muhatabları Risale-i Nur’un haslar dairesidir. Haslar dairesinde hizmet düsturlarına a’zamiyet derecesinde riayet edilmesi isteniyor.
Bir atıf notu:
-Eski ve Yeni Said’in münasebettar olduğu dar ve geniş sahalar, bak: 3253/1.p.)
2900- Bediüzzaman eserlerinin çok yerlerinde dar ve geniş daireden bahseder demiştik. Meselâ, Risale-i Nur’un müteferrik yerlerinde izah edilen üç vazife ki, “iman-hayat-şeriat” diye tarif edilip, birincisi olan iman hizmetinde bilfiil hizmet edenlerin hizmet sahasına “dar daire” veya “haslar dairesi” tabir edilir ve bu daire ehlinin, iman hizmetinin dışındaki meşgalelerden azade kalmaları istenir.
2901- Haslar dairesi hakkında Risale-i Nur eserlerinden birkaç örnek verelim:
“Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîyi temsil eden has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi “ferid” makamına mazhar oldukları..” (K.L: 196) Hem “Risale-i Nur, bir daire değil, mütedahil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahibler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatları var.” (K.L. 248) Hem “Her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini temsil eden has şakirdlerin ve sizlerindir.” (E.L.I 223)
2902- “Şimdi namazda bir ahtıra kalbe geldi ki: Kardeşlerin, ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddi ve manevi ders ve yardım ve himmet bekliyorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil ettin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o halis, muhlis hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükemmel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yaparlar.” (Ş.492)
2903- “Madem Hacı Kılınç Ali birbuçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş; nazarımızda yirmi senelik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün manevi kazançlarıma, defter-i a’maline geçmek için hissedar ediyorum. Öyle ise, o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir.” (E.L.II.26)
2904- “Azami ihlası kırmamak için Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemiyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle şimdi elli-altmış talebelerine kâfi sermayesi çıkıyor.” (E.L.II.232)
2905- “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve varisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerime bu günlerde vuku’ bulan bir hâdise münasebetiyle beyan ediyorum ki:
Risale-i Nur, hakaik-ı İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor.... Siz dahi Risale-i Nur’a kanaat etmeniz lâzımdır, belki bu zamanda elzemdir.” (K:L.76) (Bak:3095 ilâ 3098.p.lar.)
2906- “Risale-i Nur’un has talebeleri, (Bak: 1644.p.) baki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlar ile bulaştırmamak gerektir.” (K.L.l18)
2907- “Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip, dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için, me’muriyet gibi bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir me’muriyete veya diğer bir meşgaleyi buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.” (K.L.147)
2908- “Ehl-i dalalet, Risale-i Nur’un intişarına sed çekmek için, has talebelerin ve ciddi çalışanların şevklerini kırmak ve onlara fütur vermek için, ayrı ayrı tarzlarda, umumi bir plan dahilinde taarruz ediliyor. Halislere fütur veremediklerinden, başka meşgaleler bulmakla çalışmalarına zarar veriyorlar.” (K:L.197)
2909- Bediüzzaman “bundan otuz kırk sene evvel diyordu: Bir Nur gelecek, bir nurani âlemi göreceğiz deyip o mana, geniş bir dairede ve siyasette tasavvur edilmiş... Evet Eski Said’in nur âlemi göreceğiz demesi, Risale-i Nur dairesinin manasını hissetmiş.”(K.L.215)
2910- “İşte Nur’un zahiren, kemmiyeten dar cihetine bakmıyarak, hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatını hissetmesi suretiyle hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş.”(E.L.II.l12)
“Halbuki o Nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirdlerinin dairesini umum vatan ve memleket siyasi dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.” (Ş.539)
291l- “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev’-i beşer dairesinden tut, ta zihayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var.Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile-küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib-vazifeler bulunabilir. Fakat büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp, lüzumsuz malayani ve âfakî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.” (Ş.202)
2912- “Sözler ile alâkadarlık edenlere, evvelki üç hâfız ile mutaf Hâfız Mahmud Efendi’ye selâm, hem dua ediyorum. Sebat etsinler; onları kardeş dairesine dahil etmişim, talebe dairesine girmeye çalışsınlar.” (B.L.341)
Dost kardeş ve talebeliğin hususiyetleri:
“Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddi tarafdar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.
Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir. (Bak: Mubikat-ı Seb’a)
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.”(M.344)
Birkaç nümunelerini naklettiğimiz bu parçalarda, dar ve haslar dairesi sarahatla görülüyor.
2913- Şimdi bu haslar dairesinde riayeti istenen sabit düstur ve esaslardan bir kısmını nakledelim:
Birinci esas: Azami ihlastır. Yani, dinî hizmette yalnız rıza-yı ilahîyi gaye yapıp maddi ve manevi her türlü meşru menfaatlere dahi, hizmeti vesile yapmamak; hem şöhret, tarafgirlik, rekabet ve siyasi mücadeleler gibi hal ve hareketlerden kaçmak gerektir. Zira bunlar ihlası bozar. Bu esas, “İhlas” maddesinde bir derece izah edildiğinden o maddenin 1514.p.ından 1521.p.ına kadar bakınız.
2914- İkinci esas: Hizmet-i diniyede terk-i enaniyetin lüzumudur. Bu esas hakkında da Risale-i Nur’da hayli yer verilmiştir. Birkaç kısa nümunesi şudur:
“Risale-i Nur’un Kur’andan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet, hodfüruşluğu terk etmek lüzumudur. Ta ihlas-ı hakiki ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o azami ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur.” (E.L.II.246)
2915- “Bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risalet-i Nur’un mesleğindeki azami ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünkü bu zamanda şan, şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından azami ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır.” (E.L.II.201)
2916- “Gaflet ve dünya-perestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hatta meşru bir tarzda dahi olsa-enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevide ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.” (Ş.318)
2917- “Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevi hükmeder ve dayanabilir. Büyük bir havuza sahib olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa o buz parçası erir zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.”(K.L. 143)
2918- “Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir.
Çünki bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir.”(E.L.I .62)
2919- Hem “ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip, kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikatten insanda en tehlikeli damar, enaniyettir ve en zaif damarı da odur. Onu okşamakla, çok fena şeyleri yaptırabilirler. Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar.Hem biliniz ki: Şu asırda ehl-i dalalet; ene’ye binmiş, dalalet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak, bilmecburiye ene’yi terketmekle hakka hizmet edebilir. Ene’nin istimalinde haklı dahi olsa; madem ki ötekilere benzer ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine karşı bir haksızlıktır.”(M.424) (Daha geniş bilgi için “Enaniyet” maddesine bakınız.)
2920- Üçüncü esas ise; meslekî düsturlara azami sadakattır. Bu esas dahi, “Sadakat” maddesinde bir derece belirtilmiştir. Oraya bakınız.
2922- Beşinci esas: Haslar dairesinin siyasete girmemesidir. Bu esasın da bir derece tafsilatı için “Siyaset” maddesi ile 3223-3246,3250.p.lara bakınız. Risale-i Nur’un haslar dairesi olan hizmet ehline de işaret eden (taife: cemaat-ı kalile ve cihad-ı manevi ehli) için 958/1 ve 524.p.lara bakınız.
2923- Altıncı esas: Dine hizmet yolunda müsbet hareket etmek ve menfi hareketlere girmemektir. Bu esasın da kısa bir izahı için “Müsbet Hareket” maddesine bakınız.
2924- Yedinci esas: Din yolunda ve dine hizmet için azami fedakârlık göstermektir. Yani lüzumunda din için mal, aile, evlad ve hayat gibi meşru haklarından vazgeçip feda etmektir. Aynı zamanda dava arkadaşları arasında şahsî hukukta anlaşmazlıklar çıkarsa, hizmetin selâmeti için kendi hakkından vazgeçmek; keza din yolunda mahrumiyet ve maddi imkânsızlıklara veya din düşmanlarının zulümlerine maruz kalınmasına rağmen sabr u sebat etmek, büyük bir fedakârlıktır. İşte Nurculukta bu manada azami fedakârlık bir esastır ki, Kur’an mü’minlerden mallarıyla, canlarıyla bu fedakârlığı yapmalarını ister. Fedakârlık hakkında daha geniş tafsilat için, bu ansiklopedinin “Vakf-ı Hayat” maddesine de bakınız.
Bir atıf notu:
-Kur’anda, din yolunda can ve mal ile cihad ve fedakârlık istenir, bak: 582. p.sonu)
2925- Sekizinci esas: Azami takvadır. Takvanın lüzumu dahi “Cihad-ı Ekber” maddesinde ve 1078,3143,3652.plarda bir nebze bahsedilmiştir, o kısımlara bakınız.
2926- Hakiki keyfiyete medar ve Risale-i Nur’un hizmet hayatında hiçbir zaman değişmeyecek olan mezkûr esaslar, Nurculuk hareketinin ehemmiyetli düsturlarından bir kısmıdır ki; haslar dairesinin vasıfları ve temelidir. Bu hizmet düsturlarının ekseriyetini ihtiva eden Hizmet Rehberi ismindeki eserin mukaddimesinde bu hizmet düsturlarının değişmezliği ve Risale-i Nur’u her meselede merci tutmak gerektiği anlatılırken şöyle deniliyor:
2927- “Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’andan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur Şakirdleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz değişmez düsturumuz, maddi-manevi her türlü engeller karşısında muvaffakıyete, rıza-yı İlahîye isal edici en ehemmiyetli rehberimiz manasıyla neşrediyoruz.
Çünki Risale-i Nur’un dairesi çok genişlemiş; çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrebler üstündemakam-ı sıddıkiyette yer tutmuş ve şahs-ı manevi-i Âl-i Beyt’in mümessili olarak hizmet-i Kur’aniyenin başına geçmiş Üstad Bediüzzaman’ın azami ihlas, azami sadakat ve azami fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Ta ki, hizmet-i Nuriyede bulunacak Kur’an Şakirdleri kıyamete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakıyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’i kanaat getirsinler
2928- Risale-i Nur hizmetinde tecelli eden rıza-yı İlahî ve tevfik nurlarının tevali ve devam etmesi için herhalde Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın takib ettiği meslek ve meşrebi, yarım asra yaklaşan uzun bir hizmet devresinde muhtelif hâdiseler, şiddetli tazyikat ve hücumlar karşısında maddi ve manevi engeller içerisinde takındığı tavır, niyaz ve yaşadığı halet-i ruhiye ve gösterdiği azim ve sadakat gibi ahvali olan “sıddıkiyet mesleğidir” ki; Nur Talebeleri için ehemmiyetle bilinmek, anlaşılmak ve yaşanmak icab eder.
2929- Çok dikkatle üzerinde durulması, tefekkür edilmesi gereken bedihi bir hakikat vardır ki, o da şudur: Risalelerde, mektuplarda, lahikalarda def’alarca yazıldığı gibi mübarek üstadımıza müracaat edenler ve ziyarete gelen bütün ziyaretçiler hemen umumiyetle daima görüyorlardı ki:
Üstadımız onların nazarlarını Risale-i Nur’a tevcih ediyordu. Acaba bunun sırrı-ı hikmeti ne idi? Mütemadiyen ne için bu noktada tahşidat yapıyordu? Evet bu muazzam bir hakikattır ve Hazret-i Bediüzzaman’a kâfil bir muazzam hakikatın ifadesidir ki, dersimizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, birbirimizle manevi münasebet, alâka, uhuvvet ve muhabbet düsturlarımızı da hep o Risale-i Nur’an ders alacağız.
Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hâdiseler hengâmında Kur’an Şakirdleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir.
2930- Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğrudan doğruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir, zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsi hakaikın ders ve taliminde, neşir ve ilanatında hizmete taalluk eden, irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden, şu gelecek mes’eleler de (*) herhalde değişmez dersler ve esasattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muhtelif saha ve safhalarında onlardan istifade ederler, müşkilatlarını giderirler. Daha geniş istifade için bu Hizmet Rehberi’nin menbaı olan Külliyat-ı Nuriye ve Mektubatı mütalaa etmelidirler.” (Bak: Meslek)
Atıf notları:
-Maddî ve manevî feragat mesleğinden ayrılmamak tavsiyesi, bak: 651/3.p. ta 3. bend
- Risale-i Nur’un talimat dairesinde kanaatla hizmet etmek, bak:3940/6 p.
2930/1- Bediüzzaman Hazretleri, Nur dairesinin yakınında bulunan bazı şahısların Risale-i Nur mesleğine uymayan dinî faaliyetlerini, Risale-i Nur’un meslek tarzına çevirmek için yazdığı mektublarında evvela mültefitane ve takdirkârane karşılar, sonra Risale-i Nur’un hizmet şeklini değiştirmemenin lüzumunu, akla kapı açıp icbar etmeyen bir üslub ve ifade ile beyan meder. Bir şahıs veya cüz’î bir hâdise münasebetiyle yazılan böyle bir mektub, aynı zamanda umum Nurcular için her zaman tazeliğini koruyan ve Nur’un meslek tarzının tesbitine ışık tutan bir ders olarak Risale-i Nur’da yerini alır. Ezcümle bir zatın tarikat tarzıyla yapmak istediği dinî hizmetinden dolayı yazılan mektubda evvela takdirkâr ve mültefitane karşılanır. Fakat mektubun sonunda, Risale-i Nur’un hizmet şeklinde karar kılınması açıklanır. Mektub aynen şöyledir:
“Çok aziz ve sıddık, kahraman Sabri!
Cenab-ı Hak, Galib Bey gibi çok fedakârları İslâm ordusunda yetiştirsin. Bu zat garpta, aynı şarkta Hulusi Bey gibi imana hizmet ediyor. Tarikat cihetiyle ehl-i imanı dalaletten çekmeye çalışıyor. Bu zat, eskidenberi Risale-i Nuru görmeden Nur mesleğinde hareket etmeye çalışmış sonra Nurlarla münasebeti kuvvetleştiği zaman, daha ziyade hizmet edebilir.Fakat Nur’un mesleği, hakikat ve Sünnet-i Seniye ve feraize dikkat ve büyük günahlardan çekinmek esastır; tarikata ikinci, üçüncü derecede bakar. Galib kardeşimiz Aleviler içinde Kadiri, Şazeli, Rüfai Tarikatlarının bir hülasasının Sünnet-i Seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere’ye ilişmemek şartıyla muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç-dört faidesi var:
Birincisi: Alevileri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Rafizîlik ve siyasi Bektaşilikten bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Aleviler ne kadar ifrat da etse, Rafizî de olsa; zendekaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve âl-i Beyt’in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarikat namına çekmek, büyük bir faidedir.
Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasi cereyanlar Alevilerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali’dir (R.A.) ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır, elbette hakiki Aleviler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.
Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-ü sülûk-ü kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilat bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip tarikatların faidesini te’min eder diye o kardeşimize Ramazanını tebrik ve selâmımla beraber yazınız. O da bize dua etsin.” (E.L.I.241)
2930/2- Yine Bediüzzaman Hazretleri tarafından yazdırılmış diğer bir örnek mektub:
“Aziz, sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdülmuhsin,
Üstadımız diyor ki: Eşref Edip kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebiürreşad’da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili ve hakiki İslâmiyet mücahidlerinden bir kardeşimdir. Ben vefat etsem de Eşref Edip, Nurcular içinde bulunmasıyla büyük bir teselli buluyorum.
Fakat Nur Risalelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok ve Risale-i Nur, rıza-i İlahîden başka hiç bir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin ediyoruz. Onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil. Çünki iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler. İhlas kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiç bir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.” (E.L.II.35)
Bunlar gibi daha da nümuneler gösterilebilir. Fakat bu iki mektub, maksadı açık gösterdiğinden yeterli görüldü.
2931- Nurculuk cereyanının en birinci vazifesi, iman hizmetidir. Kâinatta en büyük hakikat, iman ve ona hizmet etmek olduğunu beyan eden Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinden birkaç cümleyi nakledelim:
“Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u amme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.” (K.L.189)
2932- “Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde görür.” (K.L.251)
“Hakaik-ı imaniye herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzat olmak lâzım” (K.L.l17)
“Kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-ı imaniye”dir (K.L. 89)
“Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, ruy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür.” (E.L.I.43)
“Risale-i Nur’un hizmet ettiği hakaik-ı imaniye herşeyin fevkinde olduğu gibi, bu zamanda herşeyden ziyade onlara ihtiyaç var.” (K.L. 230)
“ O hizmet-i imaniye, hayat-ı bakiyeye baktığı için, hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacib iken...” (E.L.I.51)
“Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz, vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvidir, herbir saatiniz bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.” (M.427)
2933- “Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylani (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbani (R.A) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.” (M.22)
2934- “Böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmak olduğundan; bu zamana ve bu seneye bakan beşaret-i Kur’aniye ve (57:21 ve 62:4) š_«L«< ²w«8 ¬y[¬#ÌY< ¬yÁV7~u²N«4 (33:47) ~®h[¬A«6 ®Ÿ²N«4 âyetlerini müjdesi en büyük bir fütuhat suretinde Risalet-in Nur’un manevi fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor.
Evet bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bakinin anahtarı ve nurudur. Öyle ise, imanı tehlikeye maruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha faideli bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risale-i Nur, elbette bu âyetlerin, bu asırda, bu beşaretlerinin kasdî bir medar-ı nazarlarıdır.” (K.L. 22)
“Bir hadiste vardır ki: Bir tek adam seninle imana gelse, sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır.” (E.L.I.149)
2935- “Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalâde kuvvet-i imaniyeyi te’min etmek olan bu netice, bizim fevkalâde hizmetimize kâfidir. On kutub derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete sevketse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nur’un hakiki şakirdleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar.” (E.L.I.90)
İşte örnek olarak nakledilen bu birkaç parçadan açıkça anlaşılıyor ki; Risale-i Nur ve şakirdlerinin yani Nurculuk cereyanının en birinci vazifesi, imana hizmettir. (Bak: 1642-1644.p.lar)
Çok ehemmiyetli olan bu iman hizmeti, tebliğin düsturlarına uygun yapılmalıdır. Risale-i Nur’da meslekî esaslardan olan tebliğ düsturlarına da çok ehemmiyet ve yer verilir. (Bak: Tebliğ)
Yukarıdaki izahlardan ve Nurculuk hareketinin esas istinadgâhı olan Risale-i Nur eserlerinden, Nurculuk hareketinin temel yapısı şöyle hülasa edilebilir:
l- Risale-i Nur eserlerinin neşri ve muhtaçlara tebliği.
2- Dershaneler açılıp (Bak: Medrese) Risale-i Nur eserleriyle dersler yapılması.
3- Dershanelerde hizmet yapacak fedakâr şakirdlerin yetişmesi. (Bak: Vakf-ı Hayat)
4- Cemiyette zamanla ortaya çıkan bazı hâdiseler karşısında istikametli hareketi tayin etmek ve Nur cemaatının hizmet birliğini korumak ve mezkûr esasların ehemmiyetini beyan ile teşvik etmek ve muarızların aleyhteki planlarına karşı ikaz etmek ve Nur cemaatının manevî istinad noktasını göstermek gibi hikmetler için, haslar dairesinden lahikaların zaman zaman neşredilmesidir. Haslar dairesi bütün imkânlarını mezkûr sahaya hasrederler.
Risale-i Nur’da bildirildiği üzere, içtimaî ve siyasî hayata bakan diğer hizmetler ve faaliyetler ise, ikinci ve üçüncü derecede ve geniş daireye ait olup, ittihad-ı İslâmın şahs-ı manevisinin kuvveti ile ifa edilebilir.
2936- qqNÜBÜVVET ?YA9 : Peygamberlik, nebilik. Allah’ın bildirdiği hakikatları, emir ve yasakları tebliğ etmek vazifesi ve makamı.
“Nebi, “Nebe”den müştak olarak aslında ¶zA9 dir ki, Allah Teala’dan vahiy ile haber getiren demektir. Ve tam “Peygamber” müradifidir. cem’inde enbiya ve nebiyyîn gelir. Nafi kıraetinde aslı üzere w[\A9 okunur. Nebi resulden eamdır. Her resul nebidir, fakat her nebi resul değildir. Maamafih Kur’anda müradif olarak kullanıldığı da vardır.” (E.T. 370) (Bak: Enbiya, Muhammed (A.S.M.), Resul)
Dostları ilə paylaş: |