İSLÂm prensipleri ansiklopediSİ



Yüklə 13,72 Mb.
səhifə105/169
tarix15.01.2018
ölçüsü13,72 Mb.
#38491
1   ...   101   102   103   104   105   106   107   108   ...   169

2520- Şimdi de”umûr-u gaybiyeye dair hadislerin birkaç misalini zikrede­riz:

Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nakl-i sahih ile ve mütevatir bir dere­cede bize vasıl olmuş ki; minber üstünde, cemaat-ı sahabe içinde ferman etmiş ki: ¬w²[«B«W[¬P«2 ¬w²[«B«\¬4 ­yÁV7~ ­d¬V²M­[«, °f¬±[«, ~«g«; °w«K«&|¬X²"¬~ (228) İşte kırk sene sonra İslâmın en büyük iki ordusu karşı karşıya geldiği vakit, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anh, Hazret-i Muaviye (R.A.) ile müsalaha edip, cedd-i emcedinin mu’cize-i gaybiyesini tasdik etmiştir.” (M.98)



2521- “Hem nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş:

«yÁV7~ Å–«~«— «r«E²M­W²7~ ­~«h²T«< «Y­;«— ­–_«W²C­2 ­u«B²T­<

­y«Q²V«' «–—­f<¬h­< ²v­ZÅ9¬~«— _®M[¬W«5 ­y«K¬A²V­< ²–«~ |«K«2

(229) deyip, Hazret-i Osman halife olacağını ve hal’i istenileceğini ve mazlum olarak Kur’an okurken katledileceğini haber vermiş. Haber verdiği gibi çık­mış.”(M.103)



2522- “ Hem nakl-i sahih-i kat’i ile ferman etmiş ki:

¯±|¬V«2 ²>«f«< |«V«2 ­h«A²[«' ­d«B²S­#«— (230) deyip, “Hayber Kal’asının fethi, Ali’nin eliyle ola­cak.” Me’mülün pek fevkinde ikinci gün bir mu’cize-i Nebeviye ola­rak Hayber Kal’asının kapısını Hazret-i Ali çekip kalkan gibi istimal ederek, fethe muvaffak ol­duktan sonra kapıyı yere atmış; sekiz kuvvetli adam, o ka­pıyı yerden kaldıramamış; bir rivayette kırk adam kaldıramamış.” (M.107)



2523- “Hem ferman etmiş ki: _È[«& ­h«W­2 «•~«… _«8 ­h«Z²P«# «ž «w«B¬S²7~ Å–¬~ (*) diye, “Hz. Ömer sağ kaldıkça, içinizde fitneler zuhur etmez!” haber vermiş, öyle de ol­muş.” (M.108)

2524- Birkaç nümunesini arzettiğimiz bu mu’cizeler gibi Peygamberimiz (A.S.M.) ın mazi ve müstakbel zamanlarına ait verdiği pekçok mu’cizevî gaybî ih­barları karşısında, nübüvvetini kabul etmekten başka bir izah yolu yoktur.

“Muhammed-i Arabî (A.S.M.) akıllı bir adam idi” deyip geçme. Çünki şu umûr-u gaybiyeye dair ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (A.S.M.) iki şıktan hâlî değil; ya diye­ceksin ki: O Zat-ı Kudsî’de öyle keskin bir nazar ve geniş bir deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dünyayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün za­manları keşfeder bir dehası vardır. Bu hal ise, beşerde olamaz; eğer olsa, Hâ­lik-ı Âlem tarafından verilmiş bir hârika, bir mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i azamdır. Veyahut inanacaksın ki: O Zat-ı Mübarek, öyle bir Zat’ın memuru ve şakirdidir ki, herşey O’nun nazarında ve tasarrufundadır. Ve bütün enva-i kâinat ve bütün zamanlar, O’nun taht-ı emrinde­dir. Defter-i Kebir’inde herşey yazılıdır. İstediği zaman talebesine bildirir ve göste­rir. Demek Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vesselâm, Üstad-ı Ezelî’sinden ders alır, öyle ders verir.” (M.110) (Bak: Gayb)



Bir atıf notu:

-Fir’avun hakkında Kur’anın bir ihbar-ı gayb mu’cizesi, bak: 974.p.

2525- “Nübüvvetin isbatı, ancak mu’cizeler ile olur. En büyük mu’cizesi ise, Kur’an-ı Kerim’dir. Evet Kur’anın mu’cize olduğu, âlem-i İslâmca kabul ve tasdik edilmiş bir hakikattır.” (İ.İ.121)

“Herşeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden (6:59)

¯w[¬A­8 ¯_«B¬6 |¬4 ެ~ ¯j¬"_«< «ž«— ¯`²0«‡ «ž«— Âyet-i Kerimesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerim, zahiren ve batınen, nassen ve delaleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbi­yanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Ke­rim’in işaratından fehmettiğime göre; mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hik­met takib edilmiştir:

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.

İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşci’ et­mektir. Sanki Kur’an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyele­riyle terakkiyatın esasla­rına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, birta­kım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkârı­nızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız” diye ihtar etmiş­tir. Evet mazi, istikbalin ayinesidir; istik­balde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hazıra ta­mamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden ha­sıl olan ilhamlar üze­rine vücuda gelmişlerdir.” (İ.İ. 206) (Devamı 3769.p.da)

Bir atıf notu:

-Mu’cizat-ı inbiya âyetleri birer hikâye-i tarihiye değil, bak: 2109.p.

2526- “Evet Kur’anın üstadiyetinden ve dersinin işaratından fehmediyo­ruz ki: Kur’an, mu’cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşeri, istikbalde o mu’cizatın nazirelerini terakki ile vücuda geleceğine beşere ders verip teşvik ediyor:

“Haydi çalış, bu mu’cizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki aylık yolu bir günde git! İsa Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış! Hazret-i Musa’nın asası gibi taştan ab-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar! İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmıyacak madde­leri bul, giy! Bazı Enbiyalar gibi Şark ve Garpta en uzak sesleri işit, suretleri gör! Davud Aleyhisselâm gibi de­miri hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san’atına medar olmak için demiri bal­mumu gibi yap!

Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâm’ın birer mucizesi olan saat ve gemi­den nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mu’cizelerden dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklidlerini yapınız.”

İşte buna kıyasen Kur’an, her cihetle beşeri maddî, manevî terakkiyata sevk etmek için ders veriyor, üstad-ı küll olduğunu isbat ediyor.” (H.Ş.33)



2527- Evet nev-i beşer”kâinatın ihtiva ettiği bütün nevi’lerin isimlerini, sıfatla­rını, hassalarını beyan zımnında; beşerin telahuk-u efkâriyle meydana gelen binlerce fünun sayesinde, (2:31) _«ZÅV­6 «š_«W²,«ž²~ «•«…´~ «vÅV«2«— âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.” (İ.İ.207) (Bak: Terakkiyat)

2528- “Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın mütevatir ve kat’i bir mu’cize-i kübrası, “Şakk-ı Kamer”dir. Evet, şu inşikak-ı Kamer; çok ta­riklerle mütavatir bir surette, İbn-i Mes’ud, ibn-i Abbas, ibn-i Ömer, imam-ı Ali, Enes, Huzeyfe gibi pek çok Eazım-ı Sahabeden müteaddit tariklerle ha­ber verilmekle be­raber, nass-ı Kur’anla (54:l) ­h«W«T²7~ Ås«L²9~«— ­}«2_ÅK7~ ¬a«"«h«B²5¬~ âyeti o mu’cize-i kübrayı âleme ilan etmiştir. O zamanın inatçı Kureyş müş­rikleri, şu âyetin verdiği habere karşı inkâr ile mukabele etmemişler, belki yalnız “sihirdir!” demişler. Demek kâfirlerce dahi Kamer’in inşikakı kat’idir.

Şu mu’cize-i kübrayı, şakk-ı Kamer’e dair yazdığımız Otuzbirinci Söz’e zeyl olan Şakk-ı Kamer Risalesi’ne havale ederiz.



2529- “Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm, nasılki arz ahalisine inşikak-ı Kamer mu’cizesini göstermiş, öyle de: Semavat ahalisine, Mi’rac mu’cizesi-i ekberini göstermiştir. İşte Mi’rac denilen şu mu’cize-i azamı, Otuzbirinci Söz olan Mi’rac Risalesi’ne havale ederiz. Çünki o risale, o mu’cize-i kübrayı, ne kadar nurani ve âlî ve doğru olduğunu kat’i bürhanlarla, hatta mülhidlere karşı da isbat etmiştir.

Yalnız mu’cize-i Mi’racın mukaddimesi olan Beyt-ül Makdis seyahatı ve sabah­leyin Kureyş kavmi, ondan beyt-ül Makdis’in tarifatını istemesi üzerine hasıl olan bir mu’cizeyi bahsedeceğiz Şöyle ki:



2530- Mi’rac gecesinin sabahında, Mi’racını Kureyş’e haber verdi. Kureyş tekzib etti. Dediler: “Eğer Beyt-ül Makdis’e gitmiş isen, Beyt-ül Makdis’in kapılarını ve duvarlarını ve ahvalini bize tarif et!” Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm fer­man ediyor ki:

¬‰¬f²T«W²7~ «a²[«" |¬7 ­yÁV7~ |ÅV«D«4 Çn«5 ­y«V²C¬8 ²­h²6«~ ²v«7 ®_" ²h«6 ­a²"«h«U«4

¬y²[«7¬~ ­h­P²9«~ _«9«~«— ­yÇB«Q«X«4 ­y­B²<«~«‡ |ÅB«& ­y«X²[«"«— |¬X²[«" «`­D­E²7~ «r«L«6«—

(231) Yani:”Onların tekziblerinden ve suallerinden pek çok sıkıldım. Hatta öyle bir sı­kıntı hiç çekmemiştim. Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül Makdis’i bana gösterdi; ben de Beyt-ü Makdis’e bakıyorum, birer birer herşey’i tarif edi­yordum. İşte o vakit Kureyş baktılar ki; Beyt-ül Makdis’ten doğru ve tam haber veriyor.” (M.179)



2531- “Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın Kur’andan sonra en büyük mu’cizesi, kendi zatıdır. Yani: Onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna dost ve düşman ittifak ediyor­lar. Hatta şecaat kahra­manı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu “Harbin deh­şetlendiği vakit, biz Resul-i Ek­rem Aleyhissalatü Vesselâm’ın arkasına iltica edip tahassun ediyorduk.” Ve hakeza bütün ahlâk-ı hamidede en yüksek ve yetişilmiyecek bir dereceye malik idi. Şu mu’cize-i ekberi, Allame-i Mağrib Kadı iyaz’ın Şifa-i Şerif’ine havale ediyoruz. Elhak o zat, o mu’cize-i ahlâk-ı hamideyi pek güzel beyan edip isbat etmiştir.

Hem pek büyük ve dost ve düşmanla musaddak bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) , Şeriat-ı Kübrasıdır ki, ne misli gelmiş ve ne de gelecek. Şu mu’cize-i aza­mın bir derece beyanını, bütün yazdığımız otuzüç Söz ve otuzüç Mektuba ve otuzbir Lem’aya ve onüç Şuaya havale ediyoruz.” (M.179)



Bir atıf notu:

-Peygamberimiz’in (A.S.M.) şecaatı, bak: 669.p.

2532- “ Bu parça, altın ve elmas ile yazılsa liyakatı var:

Evet sabıkan bahsi geçmiş: Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih et­mesi; (8:17) «a²[«8«‡²†¬~ «a²[«8«‡_«8«— sırrıyla, aynı avucunda küçücük taş ve top­rak, düşmana top ve gülle hükmünde onları inhizama sevketmesi; (54:l.) ­h«W«T²7~ Ås«L²9~«— nassı ile, aynı avucunun parmağıyla Kamer’i iki parça etmesi; ve aynı el, çeşme gibi on par­mağından suyun akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el hastalara ve yaralılara şifa olması, elbette o mübarek el, ne kadar hârika bir mu’cize-i kudret-i İlahiye oldu­ğunu gösterir. Güya ahbab içinde o elin avucu küçük bir zikirhane-i Sübhanîdir ki, küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve tesbih ederler. Ve a’daya karşı, küçücük bir cephane-i Rabba­nîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur. Ve yaralılar ve hasta­lara karşı küçücük bir eczahane-i Rahmanîdir ki, hangi derde temas etse, derman olur. Ve celal ile kalktığı vakit, Kamer’i parçalayıp Kab-ı Kavseyn şeklini verir; ve cemal ile döndüğü vakit, ab-ı kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rah­met hükmüne girer. Acaba böyle bir Zat’ın birtek eli, böyle acib mu’cizata mazhar ve medar olsa; o Zat’ın, Hâlik-ı Kâinat yanında ne kadar makbul olduğu ve dava­sında ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile biat eden­ler, ne kadar bahtiyar olacakları, bedahet derecesinde anlaşılmaz mı? ..” (M.140)



Atıf notları:

-Musa (A.S.)’ın dokuz mu’cizesi, bak: 3436.p.

-Mu’cizeler arasında en acib olanları, bak: 3285.p.

-Mu’cizelere inanmak istemeyenlerin sihir isnad etmeleri, bak: 341l.p.ta âyet not­ları.

2533- qqMUGAYYEBAT €_A[R8 : (Magîbat) Zahir duygularla bilinme­yen, bizce gaib olan, bilinmeyen şeyler. (Bak: Gayb)

2534- qqMUGAYYEBAT-I HAMSE yKW' ¬€_A<_Q8 : Beş bilinmeyen. Bizce gaib olan ve 31. surenin 34. âyetinde bildirilen beş şey:

  1. Kıyamet vakti,

  2. Yağmurun ne zaman yağacağı,

  3. Ana rahmindeki çocuğun mahiyeti ve ceninin isti’dadı ve manevi sima­sının ne olduğu,

  4. Yarın insan hayır ve şer olarak ne kazanacağı,

  5. İnsanın nerede ölceğini, Allah bildirmedikçe kimse bilemez. Bunlara mefatih-ül gayb da denir.

2535- Aynı mevzuda Bediüzzaman Hazretlerine sorulan bir sual ve ce­vabı: “Mugayyebat-ı Hamse’ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hak­kında mühim sualinize gayet mühim bir cevap isterken, maatteessüf şimdiki halet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir. Yalnız suali­nizin temas ettiği bir iki noktaya gayet müçmel işaret edeceğiz. Şu sualinizin meali gösteriyor ki, ehl-i ilhad tarafından tenkid suretinde mugayyebat-ı hamseden yağmurun gelmek vaktine ve rahm-i maderdeki ceninin keyfiye­tine itiraz edilmiş. Demişler ki: “Rasadhanelerde bir âletle yağmurun vakt-i nüzulü keşfediliyor. Onu da, Allah’tan başkası da bili­yor.Hem röntgen şuaiyle rahm-i maderdeki ceninin müzekker, müennes olduğu anlaşılıyor. Demek mugayyebat-ı hamseye ıttıla’ kabildir?”

Elcevab: Yağmurun vakt-i nüzulü bir kaideye merbut olmadığı için, doğ­rudan doğruya meşiet-i hassa-i İlahiye ile bağlı ve hazine-i rahmetten hususi iradeye tabi olduğunun bir sırr-ı hikmeti şudur ki: Kâinatta en mühim haki­kat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki bu dört şey perdesiz vasıtasız, doğru­dan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hassa-i İlahiyeye bakar.

Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fa­kat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Çünki perdele­rin sırr-ı hikmeti o işde cereyan etmiyor: Madem vücudda en mühim hakikat rahmet ve hayattır; yağmur, hayata menşe ve medar-ı rahmet, belki ayn-ı rahmettir. Elbette vesait perde olmıyacak. Kaide ve yeknesaklık dahi, meşiet-i hassa-i İlahiyeyi setretmiyecek; ta ki her vakit, herkes herşeyde şü­kür ve ubudiyete ve sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde ol­saydı, o kaideye güvenip şükür ve rica kapısı kapanırdı. Güne­şin tuluunda ne kadar menfaatler olduğu malumdur. Halbuki muttarid bir kaideye tabi oldu­ğundan, Güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür ya­pıl­mıyor. Ve ilm-i beşerî, o kaidenin yoluyla yarın Güneşin çıkacağını bildiği için, gaibden sayılmıyor. Fakat yağmurun cüz’iyatı bir kaideye tabi olmadığı için, her va­kit insanlar rica ve dua ile dergah-ı İlahiyeye ilticaya mecbur olu­yorlar. Ve ilm-i be­şerî, vakt-i nüzulünü tayin edemediği için, sırf hazine-i rahmetten bir nimet-i hassa telakki edip hakiki şükrediyorlar.

2536- İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun vakt-i nüzulünü, Mugayyebat-ı Hamse’ye idhal ediyor. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değil, belki gaibden çıkıp âlem-i şehadete takarrubu vaktinde bazı mukaddematına ıttıla’ suretinde bilmektir. Nasıl en hafi umur-u gaybiye vukua geldikte veyahut vukua yakın olduktan sonra hiss-i kabl-el vukuun bir nev’iyle bilinir. O, gaybı bilmek değil; belki o, mevcudu veya mukarreb-ül vücudu bilmektir. Hatta ben kendi asabımda bir hassasiyet cihe­tiyle yirmi dört saat evvel, gele­cek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun mukaddematı, mebadileri var. O mebadiler, rutubet nev’inden kendini gösteriyor, arkasın­dan yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, ilm-i beşerin gaibden çıkıp daha şehadete girmiyen umura vüsule bir vesile olur. Fakat daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hassa ile rahmet-i hassadan çıkmıyan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmek, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mah­sustur.

2537- Kaldı ikinci mes’ele: Röntgen şuaiyle rahm-ı maderdeki çocu­ğun erkek ve dişisini bilmek ile (31:34) ¬•_«&²‡«ž²~|¬4_«8 ­v«V²Q«<«— âyetinin meal-i gaybîsine münafi olamaz. Çünki âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil, belki o çocuğun acib istidad-ı hususisi ve istikbalde kesbedeceği vazi­yetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hatta simasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyet muraddır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyûb’a mahsustur.

Yüzbin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakiki sima-yı vechiyesini keş­fedemez. Nerede kaldı ki sima-yı vechîsinden yüz defa daha hârika olan istidadın­daki sima-yı manevîyi keşfedebilsin. Başta dedik ki: Vücud ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlardır ve en mühim makam onlarındır. İşte onun için o cami hakikat-ı hayatiye, bütün incelikle­riyle ve dekaikiyle irade-i hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki: Hayat, bütün cihazatıyla ve cihatıyla şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe’ ve medarı olduğundandır ki, irade-i hassaya hicab olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesait-i zahiriye konulmamıştır. Cenab-ı Hak’ın rahm-i maderdeki çocukların sima-yı maddi ve manevilerindeki iki cilvesi var:

Birisi: Vahdetini ve ehadiyetini ve samediyetini gösterir ki; o çocuk aza-yı esa­sîde ve cihazat-ı insaniyenin envaında sair insanlarla muvafık ve muta­bık olduğu ci­hetle, Hâlık ve Saniinin vahdetine şehadet ediyor. O cenin bu lisan ile bağırıyor ki: “Bana bu sima ve azayı veren kim ise, bütün esasat-ı azada bana benziyen bütün in­sanların sanii dahi odur. Ve hem bütün ziha­yatın sanii odur.”

İşte rahm-i maderdeki ceninin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev’ine tabi olduğu için malumdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba gir­miş bir daldır ve bir dildir.

İkinci Cihet: Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı vechiye-i şahsiyesi lisa­nıyla Saniinin ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayd altında olmadığını, bağırıp gösteriyor. Fakat bu lisan, gayb-ül gaybdan geliyor. İlm-i Ezelîden başkası, kabl-el vücud bunu göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-i ma­derde iken bu simanın binde bir cihazatı görün­mekle, bilinmiyor!

Elhasıl: Ceninin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı vechiyesinde hem delil-i vah­daniyet var, hem ihtiyar ve irade-i ilahiyenin hücceti vardır.” (L.110-l12)



Atıf notları:

-Yağmurun evkat-ı nüzulünün gayr-ı muayyen olmasının bir hikmeti, bak: 842.p.

-Birkısım mugayyebatın hikmeti, bak: 2032.p.

2537/1- Mugayyebat-ı hamseden olan kıyametin vakti ve Nurcular taife­sinin ne zamana kadar devam edeceği mevzuunda Bediüzzaman Hazretleri­nin yazdığı bir mektub:

“Ahir zamandan haber veren mühim bir hadis:

¬˜¬h²8«_¬" ­yÁV7~ «|¬#²_«< |ÅB«& ¬±s«E²7~ |«V«2 «w<¬h¬;_«1 |¬BÅ8­~ ²w¬8 °}«S¬=_«0 ­Ä~«i«# «ž

(232) Ramazan-ı şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki Risale-i Nur şakirdlerinin taifesi ne kadar devam edece­ğini düşündü­ğüme binaen ihtar edildi. |¬BÅ8­~ ²w¬8 °}«S¬=_«0 ­Ä~«i«# «ž (şedde sayılır, tenvin sayılmaz) fıkrasının makam-ı cifrîsi 1542 ederek nihayet-i devamına ima eder.

­yÅV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«< «ž

¬±s«E²7~|«V«2 «w<¬h¬;_«1 (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve aşikârane, belki galibane; sonra ta kırk ikiye kadar, gizli ve mağlubiyet içinde vazife-i tenviriyesine devam edeceğine remze ya­kın ima eder.

­yÅV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«< «ž ¬yÅV7~ «f²X¬2 ­v²V¬Q²7~«—

¬˜¬h²8«_¬" ­yÁV7~ «|¬#²_«< |ÅB«& (şedde sayılır) fıkrası dahi; makam-ı cifrîsi 1545 olup kâ­firin başında kıyamet kopmasına ima eder. ­yÅV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«< «ž

Cay-ı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittiifak bin beşyüz tarihini gös­termele­riyle beraber, tam tamına manidar, makul ve hikmetli bir surette bin beşyüz altıdan ta kırk ikiye, ta kırk beşe kadar üç inkılab-ı azîmin ayrı ayrı zamanlarına tetabuk ve tevafuklarıdır. Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuv­vetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi.

Hem kıyametin vaktini kat’i tarzda kimse bilmez; fakat böyle imalar ile bir nevi kanaat, bir galib ihtimal gelebilir.

Fatiha’da “sırat-ı müstakim” ashabının taife-i kübrasını tarif eden

²v¬Z²[«V«2 «a²W«Q²9«~ «w<¬gÅ7«~ fıkrası, şeddesiz bin beşyüz altı veya yedi ederek tam tamına ¬±s«E²7~ |«V«2 «w<¬h¬;_«1 fıkrasının makamına tevafuku ve manasına teta­buku ve şedde sayılsa |¬BÅ8­~ ²w¬8 °}«S¬=_«0 ­Ä~«i«# «ž fıkrasına üç manidar farkla tam muvafakatı ve manen mutabakatı bu hadisin imasını te’yid edip remz derecesine çıkarıyor; ve müteaddid ayat-ı Kur’aniyede “sırat-ı müstakim” ke­limesi, bir mana-yı remzîyle Risalet-in Nur’a manaca ve cifirce ima etmesi remze yakın bir ima ile, Risalet-in Nur şakirdlerinin taifesi, âhirzamanda o taife-i kübra-i azamın âhirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def’aten birden ihtar edildi.

­yÅV7~ ެ~ «`²[«R²7~ ­v«V²Q«< «ž  ¬yÅV7~ «f²X¬2 ­v²V¬Q²7«~ (K.L.27)

2537/2- Hakikatları i’lam-ı İlahîye istinad eden ilham ve manevi mükâşefelerle veya Kur’an ve ehadisten cifrî istihrac ve işarî manaların keş­fiyle mugayyebattan bazılarına cüz’iyet cihetiyle hem kat’i ve sarih olmayarak muttali olunabileceği hükmünü, ülema-i İslâm reddetmemiştir. Ezcümle Elmalı’lı Hamdi Efendi, mugayyebat-ı hamse hakkındaki âyeti tefsir ederken şunları kaydeder:

“Camius’sagîr’de ­yÁV7~ ެ~ Åw­Z²W«V²Q«< «ž °j²W«' (233) diye varid olan Büreyde hadi­sinde Menavi Kebir şerhinde der ki: Ya’ni bu beş şeyi Allah’dan başkası hem küllî hem cüz’î olarak ihata ve şümul vechi üzere bilmez.

Şu halde Allah Teala’nın bazı havassını (İslâm büyüklerini) hatta bu beşten bazı mugayyebata muttali’ kılmasına münafi olmaz. Çünkü o mahdud cüz’iyattır. Mu’tezile’nin bunu inkâr etmesi de mükâberedir.

Bir de Buhari’de Enes İbn-i Malik (radıyallahü anh)ten rivayet olunduğu üzere Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi vesselem) buyurmuştur ki: “Al­lah Teala rahime bir melek müvekkel kılmıştır. Ya Rab nutfe, ya Rab aleka, ya Rab mudga der, Allah Teala da hakkını kaza etmek irade buyurduğu vakit erkek mi dişi mi ? şaki mi Said mi? Rızkı ne, eceli ne? Söyler, anası karnında bunlar yazılır. O vakit onu o melek ve Allah Teala’nın mahlukatından dile­diği kimseler de bilir. Demek ki bazılarının bu suretle bilebilmesi zikrolunan ihtisasa (yalnız Allah’ın bilmesine) münafi değildir. Çünkü Allah’a mahsus olan ilim, gaybde iken her birinin ahvaline alet- tafsil ilmi tam ve kâmildir. Melekin ve ba’zı havassın muttali’ olabileceği ilim ise, az çok delili tahakkuk etmiş bir vechile nâkıs bir ilimdir... Zannî istidlaller de buna münafi değildir. Çünkü zann, ilim değildir. İlim şübhesiz olandır.” (E.T. 3853)



2537/3- Gayb hakkında Kur’andan birkaç not:

-Resulullah’ın (A.S.M.) gaybı bilmediğini bildirmesi: (6:50) (7:188) (ll:31)

-Gaybı Allah bilir: (6:59)

-Allah gayb ve şehadet âlemlerini bilir: (6:73) (13:9)

-Vahiyle gelen, gayb haberleridir. (ll:49) (12:102)

-Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir: (ll:123) (16:77) (18:26) (23:92) (27:65) (35:38)

-Süleyman’ın (A.S.) vefatını bilemiyen cinlerin, gaybî haberi bilemiyecekleri: (34:14)

-Allah bütün gaybı bilir, başkaları bilmez, ancak bildirmeyi dilediği peygamber müstesna: (72:26,27)

-Ashab-ı Kehf’in gaybî olan sayıları hakkındaki isabetsiz ve zannî olan iki bilgi şekli (18:22)

2538- qqMUHABBET }±AE8 : Sevgi, sevme. *Sohbet. *Ruhun kendisin­den lezzet duyduğu şeye meyletmesi. (Zıddı: Buğzetme ve adavettir.) (Bak: Aşk, Hüsn, Kalb)

“Seyyid Şerif-i Cürcanî “Şerh-ül Mevakıf’da demiş ki: “Sebeb-i muhab­bet, ya lezzet veya menfaat, ya müşakelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemaldir. Çünki kemal, mahbub-u lizatihîdir.” Yani; ne şey’i seversen; ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlada meyil gibi bir müşakele-i cinsiye için, ya kemal olduğu için seversin. Eğer kemal ise, başka bir sebeb, bir garaz lâzım değil. O, bizzat sevilir. Meselâ eski zamanda sahib-i kemalât insanları herkes sever, onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârane muhabbet edi­lir.



İşte Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve Esma-i Hüsnasının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakiki kemalât olduklarından bizzat sevilirler. “Mahbebetün Lizatiha”dırlar.” (S.619)

2539- “Adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-yı hakiki­sinde olarak beraber cem’ olamazlar. Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakiki bulunsa, o vakit adavet mecazî olur; acımak suretine inkılab eder. Evet mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadis ile: “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat’-ı mükâ­leme etmiyecek” (234) Eğer esbab-ı adavet galebe çalıp, adavet hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu’ ve temelluk suretine girer.” (M.263)

Yüklə 13,72 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   101   102   103   104   105   106   107   108   ...   169




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin