2469/1- Miras hukuku ile alâkalı olarak evlad ve akrabaya yapılan hibelerde de adalet nazara alınmalıdır. Ezcümle:
“Bir kimse hal-i sıhhatinde evladından herhangi birine bütün mallarını hibe ve teslim etse sahih olur. Çünkü kendi halis mülkünde tasarrufta bulunmuş olur. Şu kadar var ki; böyle evladın bazısını tercih etmek, adalete münafi olacağından, kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. (Ebussuudil’mısrî)
Böyle bir tercih, evlad arasında adavet ve bürudet tahaddüsüne sebebiyet verebilir. Binaenaleyh evlad hakkında müsavata riayet etmelidir. Hatta oğullar ile kızlara yapılacak hibelerde, atiyelerde müsavat gözetilmeli, kızlara da oğullara verildiği kadar verilmelidir. Müfta bih olan budur: (Tahtavî)
Şu kadar var ki evlad arasında takva ile fıkh ve edeb ile, fazl ve kemal ile temayüz etmiş olanlar bulunursa bunların tercihinde müteahhirîne göre bir beis yoktur. Mütekaddimîne göre ise mahrum bırakılacak evlad cahil, fasık olsa da yine bu tercih adalete muvafık olmaz.( Ebussuudil’mısrî, Elbedayi)
Bir hadis-i şerifte: ²v6¬…«²—«~ «w²[«" ~Y7¬f²2~«— «yÁV7~ ~YTÅ#¬~
“Allah Teala’dan korkunuz, evladınızın arasında adalete riayet ediniz” buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i Nebevîde de:
¬Ä_«%¬±h7~|«V«2 «š_«K¬±X7~ h$«®~h$¶Y8 a²X6²Y«7«— ¬}Å[¬O«Q7²~ |¬4 ²v6¬…«²—«~ w["~—Y,
varid olmuştur. Yani atiye hususunda çocuklarınızın arasında müsavata riayet ediniz. Eğer ben tercih ihtiyar edecek olsa idim, elbette kadınları erkekler üzerine tercih ederdim.
Maamafih bazı fukahaya ve bilhassa İmam Muhammed’e göre bu hususta miras nisbeti nazara alınmalı, oğullara iki, kızlara bir nisbetinde atiye verilmelidir. Adl olan budur. Çünkü erkeklerin ihtiyaçları daha çoktur. Erkekler zevcelerinin ve çocuklarının nafakalarını vermeğe ve refikalarının mehirlerini ödemeğe mecburdur. Bu gibi hikmetlere mebnidir ki, Hak Teala Hazretleri miras hususunda erkekleri tafdil buyurmuştur. İşte bu gibi hikmetler, hal-i hayattaki atiyelerde de nazara alınmalıdır.
İmam Malik’e ve İmam Leys ile Sevrî-ye göre evlad arasından bazılarına tercihan bir malı hibede bulunmak caizdir. Fakat İmam Malike göre bir kimse böyle evladından bazılarına malının bir kısmını bağışlıyabilirse de bütün mallarını bağışlayamaz, bu caiz değildir. (Elmugnî, Bidayetülmüctehid)..
Bir kimse hal-i hayatında evladından birine, meselâ oğluna tasarrufta bulunmak üzere bir mikdar mal vermiş ve bu mal tasarruf neticesinde artmış bulunsa bakılır, eğer bu malı oğluna hibe etmiş ise hepsi oğlunun olur. Yoksa kendisi için tasarruf etmek, meselâ ticarette bulunmak üzere vermiş ise, bunlar vârislerine mevrus olur. Oğlu, babası namına tasarrufta bulunmuş olur. (Dürri Muhtar)” (H.i. 4.ci.shf:145-147) Aynı eserin onbirinci kitabı (shf: 90), hibelere dairdir.
2470- qqMİSAK-I EZELÎ z7ˆ¶~ »_C[8 : Ezelî misak ve sözleşme manasında olan bu tabir, derin bir hakikatı ifade eder. Cenab-ı Hak bütün ruhları halkedip onlara: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sualine, ruhlar: “Evet Rabbimizsin” diye tevhid-i rububiyeti tasdik edip ubudiyet vazifesini kabul ettiklerine söz vermişlerdir. Çok derin ve ince olan bu hakikatı ifade eden bir âyet şöyle tefsir ediliyor:
“...Bu misakın sırf tekvinî bir mahiyette olmayıp onunla beraber emrî ve kelâmî bir hasiyeti de haiz olduğundan şüphe edilmemek lâzım gelir. Bu misak tekvinî olmakla beraber, ruhî ve kelâmî hasiyeti de haiz olduğundan buna mukavele demek de bir hakikat olur. Ancak bu hitab, kelâm-ı lafzî ile değil, melaikeye olan tebliğ gibi kelâm-ı nefsî ile bir tebliğ telakki edilmelidir. Ahiz bir tekvin, işhad nefh-i ruh ile bir tekvin ve tebliği (7:172) ²vU¬±"«h¬" a²K«7«~ hitabı _«9«~«š~«‡«— den bir takrir, buna karşı |«V«" da bu tekvin ü işhad ve takrire mutlak bir inkıyad-ı nefsî ile mutavaat ve mucebini teahhüddür.” (E.T. 2326)
2471- “ Nitekim (41:ll)
«w[¬Q¬=_«0 _«X²[«#«~ _«B«7_«5 _®;²h«6 ²—«~ _®2²Y«0 _«X¬BÌ<~¬Œ²‡«Ÿ²¬7«— _«Z«7 «Ä_«T«4 de emr ü icabet böyle temsilî olduğu gibi bunda da mana-yı marufiyle bir işhad ve sual ü cevab, hakiki manasıyla bir mukavele düşünmek lâzım değildir. “ (E.T. 2325)
Kur’an (2:21) âyetinde geçen “ ‰_9 aslında nisyandan alınmış bir ism-i faildir, vasfiyet-i asliyesi mülahazasıyla insanlara bir itaba işarettir. Yani: ey insanlar! Ne için misak-ı ezelîyi unuttunuz. Fakat bir cihetten de insanlara bir mazeret yolunu gösteriyor. Yani: Sizin o misakı terketmeniz, amden değil; belki sehiv ve nisyandan ileri gelmiştir.” (İ.İ.97) (Bak: 966.p.) “Elestü” hitabına muhatab olanların mahiyeti, 1244.p.daki hakikatla alâkalı olsa gerektir. (Bak İstidad)
2472- qqMİSAL Ä_C8 : Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. *Düş. Rüya. *Ahlâk ve âdabla ilgili kıssa ve hikâye. *Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. *Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani elif, vav veyahud da ya olan) fiil veya kelime. (Bak: Âlem-i Misal, Temsil)
2473- qqMİSKİN w[UK8 : (c.Mesakin) Halk lisanında uyuşuk, tenbel, hareketsiz, Zavallı. *Cüzzam hastası. *Fık: Kendi kendini idare edemiyen, hastalık, yaşlılık ve sakatlık gibi sebeblerle iktisabdan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse, Bu kelime Kur’an ve hadis lisanında galib mana ile Ashab-ı Suffa ve o tarzda yaşıyanlara da bakar.
Kur’an (2:184) (5:89,95) (58:4) âyetlerinde, keffaret ve fidye olarak miskini it’am (yedirmek); (69:34) (74:44) (76:8) (89:18) (90:16) (107:3) “ayetlerinde de diyaneten ve ikraman it’am tavsiyeleri var. Fakir hakkında ise, it’am (yedirme) tavsiyeleri yoktur. Bundan telmihen şöyle bir mananın anlaşılması da mümkündür ki; miskin: evi ve ailesi olmayan ve dolayısıyla de çok kere evlerde hazırlanan yemek imkânlarından mahrum kimselerdir. Fakir ise, ev ve aile sahibi olmakla beraber nisab miktarı gınaya malik olmayan kimsedir.
İmamlar, miskin ve fakirin tariflerinde farklı re’y beyan ederler. Bazılarınca miskin fakirden; diğer bazı âlimler de fakir miskinden daha yoksul olduğunu söylerler.
“Hanefiyece meşhur olan: Fakir, nisaba malik olmayan; miskin ise, hiçbir şeyi olmayıp fakirden daha düşkün olandır.” (E.T. 4834)
2474- Miskin kelimesinin aslı, sükûnet ve hareketsizlik manasındaki
– ¾ ‰ köküdür. Hareket ve çalışmadan sonra istirahat edilen yere de, ism-i mekân ile “mesken” denilir.
Din ve hak uğrunda hasr-ı hayat ile, dünyevî iaşesi için çalışmaya zamanı olmayan fedakârlara da işaret eden bu kelime, zamanla halk anlayışında hakaret manasını tazammun eder bir hale kadar gelmiştir. Halbuki Resulullah’ın (A.S.M.) ve Kur’anın tarifiyle miskin, izzet ve fedakârlık sıfatlarına sahib oldukları ve Kur’anın geçmiş Peygamberler zamanında da onlardan bahisle, ehl-i hamiyeti yardıma davet etmesi ile anlaşılır ki, geçmiş peygamberlerden bu yana kıyamete kadar hak ve hakikatın fedakâr havarileri yer yer bulunur ve bulunmalıdır. (Bak: Vakf-ı Hayat)
2475- Daima dünya hayatına ve saltanatına değer veren insanlar, bu fedakârları gereği gibi takdir edememişler. Fakat kâinat vüs’atinde hakaikın mümessili olan Habibullah (A.S.M.) mesakin hakkında hakikat-ı hali gereği gibi tarif tesbit etmiştir. Şöyle ki:
}«W²TÇV7~ ˜Ç…«hB«4 ¬‰_ÅX7~|«V«2 ¿YO«< >¬gÅ7~ ¬¿~ÅYÅO7~ ~«g«Z¬" w[¬U²K[¬W²7~ «j²[«7
>¬gÅ7~ «Ä_«5 Ów[¬U²K¬W²7~ ¬w«W«4~Y7_«5 ¬–_«#«h²WÅB7~«— Õ?«h²WÅB7~«— ¬–_«B«W²TÇV7~«—
@®\²[««- «‰_ÅX7~ Ä«_²K«< ««— ¬y²[«V«2 »Åf«M«B[«4 y«7 Çw«B²S<««— ¬y[¬X²R< |¬±X¬3 f¬D«<
2476- “Resulullah (A.S.M.): “Miskin şu kapı kapı dolaşmayı san’at edinen, sadaka için halkı dolaşıp, halkın da kendisine bir iki lokma, bir iki hurma verdiği dilenci makulesi değildir.” buyurdu. Sahabeler:
-Öyle ise miskin kimdir? Ya Resullallah! dediler.
-Miskin, kendini geçindirecek gınaya malik olamıyan ve kendisine verilmesi için (halk tarafından) zarureti bilinmeyen, kendisi de kalkıp halktan birşey istemeyen (afif, nezih) kimsedir.” buyurdu.” (218)
2477- Diğer bir hadis de şöyledir:
¬–_«B«W²TÇV7~«— }«W²TÇV7«~ «~«— ¬–_«#«h²WÅB7~«— ?«h²WÅB7~ ˜Ç…«h# >¬gÅ7_«" w[¬U²K¬W²7~ «j²[«7
_®4_«E²7¬~ «‰_ÅX7~ «–YV«¶[²K«< « ²vBÌ[¬- ²–¬~ ~Η«h²5¬~ r¬±S«Q«BW²7~ w[¬U²K¬W²7~_«WÅ9¬~
“Resulullah (A.S.M.) buyurdu ki: “Miskin, kendisini bir iki hurmanın, bir iki lokmanın geri çevirmekte olduğu (dilenci) kimse değildir. Miskin, ancak zaruretler içinde iffetli kalmaya çalışan nezih kimsedir. İsterseniz şu âyeti okuyunuz: (Bu 2:273 âyeti olup meali şöyledir:)
“(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. (Hallerini) bilmeyen iffet ve istiğnalarından dolayı onları zengin kimseler sanır. Sen o gibileri simalarından tanırsın. Onlar, insanlardan yüzsüzlük edip de (birşey) istemezler. Siz (hak yolunda) ne mal harcarsanız şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir.” (219) Buhari 24. kitab-üz zekat 53. babı aynı mevzudur. (Bak: 4050-4052.p.lar)
Mesakinin faziletini gösteren bir dua-yı Nebevî de şudur:
“¬w[¬6_«K«W²7~ ¬?«h²8ˆ |¬4 |¬9²hL²&~«—_®X[¬U²K¬8|¬X²B¬8«~«— _®X[¬U²K¬8|¬X[¬&«~ ÅvZ±V7«~
Allahım! Beni miskin olarak hayatlandır (yaşat) ve miskin olarak vefat ettir ve mesakin zümresi içinde de haşreyle.” (K.H. hadis: 538)
2477/1- 3939, 4050, 4051.p.larda kaydedildiği gibi Kur’anda “Allah yolunda kendilerini vakfettikleri” bildirilen “fakirler” ve hadislerde faziletleri bildirilen “mesakin” elbette ki belli bir yer ve zamana münhasır değildir. Gerek âyetlerin, gerek hadislerin küllî manaları itibariyle hem Asr-ı Saadet’e hem gelecek bütün asırlara şümulü vardır. Asr-ı Saadet ise bütün gelecek asırlara ekmel ve küllî bir örnektir. Her devirde Allah’ın inayetiyle O’nun yoluna kendilerini vakfetmiş “fakirler” ve” mesakin” olmuştur ve olacaktır.
Nitekim büyük müceddid İmam-ı Rabbani (R.A.) Mektubat adlı eserinde yer alan Mirza Bediüzzaman’a hitaben yazdığı 74. ve 75. mektublarında, Asr-ı Saadet’teki Ashab-ı Suffa’yı kendilerine örnek olarak kendisi ve yakın çevresini “mesakin” manasında fakirler diye vasıflandırmakta (*) ve bu fakirleri âyet ve hadislerdeki asırlara şamil küllî manasıyla ele alarak 74. mektubunda şöyle demektedir: (**)
“(Mektubunuzu) okuyunca fakirlere sevginiz ve bağlılığınız anlaşıldı. Çünki bu sevgi selâmetin (dalalete düşmemenin) sermayesidir. Onlar, Allahu Teala’nın celîsleridir (yani, huzur-u etemme nail olup, Allah’ı unutmayan marifet ehlidirler). Onlarla beraber onlanlar (manevi cihad ve gayrette onlara katılan, destek olan, meclislerinde bulunup feyizyab olanlar) şaki olmazlar. (yani, bu hak cereyanının muhalifleri olan Süfyan, Tagut, Deccal ve Firavunî cereyanlara fiilen hattâ zımnen dahi katılıp kapılmayacaklar) (220) Resulullah (A.S.M.) kâfirlere galib gelmesi ve işlerin kolaylaşması (hizmet-i diniyede inayet-i İlahiyeye mazhariyeti) için, muhacirlerin fakirleri hürmetine dua buyurduğu bildirilmektedir.” (221)
İmam-ı Rabbani (R.A.) bu cemaatın Allah indinde yeminlerinin (dualarının) makbuliyetini (Bak: 3964/2.p.) beyan ederek böyle halis mücahid ve ehl-i marifet bir cemaat-ı makbulenin hizmetini ve bunlara bağlanmanın ehemmiyetini gösteriyor. Elbette ki ikinci bin yılın müceddidi, bu beyanlarıyla sadece kendi zamanının Mirza Bediüzzaman’ına değil, zamanımızdaki Mirza oğlu Bediüzzaman’a da hitab ederek, onun en ehemmiyet verdiği Nur camiasının haslar dairesi olan iman hizmeti fedakârlarına da işaret ettiği anlaşılıyor. Zira böyle büyük imamlar, Kur’an ve ehadisin tarzını takib ederek cüz’î bir hâdiseyi beyan ederken o hâdisenin külliyetini de ders veriyorlar.
İmam-ı Rabbani (R.A.) aynı mektubun devamında kendisine yapılan ölçüsüz medihten nehyederek azami ihlası ders vermekte, nasihatların başında sünnet-i seniyeye ittiba etmenin elzemiyetini anlatmaktadır. Daha sonra da, “dünyanın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır... Dünyanın malına, mevkiine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da ansızın hepsini bırakıp gidenlerin halini görerek ibret alınız.” demekte ve böylece en ehemmiyetli esaslara dikkat çekerek irşad etmektedir.
2477/2- Yine Mirza Bediüzzaman’a hitab eden 75. mektubunda İmam-ı Rabbani (R.A.) Ehl-i Sünnet ve Cemaata uygun olarak, itikad ve iman esaslarında tekâmül etmek, yani imanda terakkiyi ve ona hizmeti birinci derecede ele almak bundan sonra sünnete uyma yolunda amelî fıkhı, yani İlahî emir ve yasakları bilmek gereğini beyan etmektedir. İman-ı kâmil ve amel-i salih ile mukaddes âleme (Cennet’e) uçmak nasib olur; bu iki kanat olmadan yükselmek olmaz, şeklinde nasihatta bulunarak bu mevzudaki hassasiyetin göstermektedir.
Calib-i dikkattir ki, Bediüzzaman Said Nursî Hz.nin en çok ehemmiyet verdiği iki esas olan, halis bir hizmet cemaatının varlığı ve iman hizmetinin birinci derecede tutulması hususu; İmam-ı Rabbani’nin (R.A.) mezkûr iki mektubunda da açıkça görülmektedir. Böylece bu iki büyük müceddid, bu iki esasın elzemiyetinde müttefik olup, mesleklerini ona bina etmişlerdir.
2478- Mesakine yardım, bir ihsan olmaktan daha çok bir vecibe-i diniyedir. Zira, mukaddesatın muhafazısında her müslüman muvazzaftır. O yolda hasr-ı nefs edenlere ağniyanın muaveneti, dinen vacibdir. (Bak: 521.p.1 ve 2479 p.ta bir ayet notu) Yoksa manen mesul olunur. Bu hakikatı Elmalılı Hamdi Efendi 107. surenin 3. âyetini tefsir ederken şöyle izah eder:
“Burada taamdan murad it’am olduğu için, it’am-ül miskin demek daha zahir olacak iken, taam denilmesi nüktelidir. Bunda aç olan bir miskinin, kudreti olanlar tarafından verilecek taama mülki imiş gibi diyaneten bir hakkı taalluk ettiğine işaret vardır ki, (51:19) ¬•—h²E«W²7~«— ¬u¬¶<_ÅK¬7 Çs«& ²vZ¬7~«Y²8«~ |¬4«— âyetin mantukudur. Bu suretle istihkakın şiddetine tenbih ve başa kakmaktan nehy edilmiş demektir.” (E.T. 6167) (69:34) (89:18) âyetleri de aynı mealdedir.
2479- Mesakin hakkında âyetlerden birkaç not:
-Mesakine yardım tavsiyesi: (2:83,177,215) (4:8,36) (17:26) (30:38) (76:8)
-Mesakinin gemisini, Hz. Hızır’ın arızalandırması: (18:79) (Bak: 3227,3228.p.lar)
-Mesakin ve muhacirîne muavenet ve kusurlarına bakmamak: (24:22) (Bak: 2478.p.)
-Mesakinin ganimetlerden hisseleri: (8:41) (59:7)
-Gaddar zalimlerin mesakin aleyhinde gizli fısıldaşmaları: (68:24)
-”Miskinen za metrabeh” tabiri: (90:16)
2480- qqMİZAH ƒ~i8 : Şaka, latife. *Ebd: Bazı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir)
Peygamberimiz (A.S.M.) buyuruyor ki:
“ ¬w¬8ÌYW²7~ «š_«Z«" `¬;²g< yÅ9¬_«4 ƒ~«i¬W²7~«— ²v6_Å<¬~ Yani: Lüzumsuz latifelerden kaçınınız; çünki bu, mü’minin bahasını, şeref ve şanını giderir.” (222) (Bak: Zühd ve 679, 680.p.lar)
2481- qqMİZAN –~i[8 : Terazi, ölçü, tartı. *Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. *Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adalet ölçüsü olup, hakiki mahiyeti ancak âhirette bilinecektir. *Mat: Yapılan hesabın doğruluğunu anlamak için yapılan diğer bir hesab. Sağlama. (O.A.L.)
2482- Allah zerrattan yıldızlara kadar bütün varlıklar arasında birbirlerine tecavüzü durduran müvazene kanununu koyduğu gibi, insanlar arasında dahi birbirlerine tecavüzatı önleyen adalet kanunlarını da vaz’etmiştir.
2483- Semanın yükseltilip mizan konulduğunu bildiren, (55:7) âyetinde geçen mizan hakkında Elmalılı Hamdi Efendi şu bilgiyi veriyor:
“Mizan, misak gibi hem vezin manasına masdar hem de vezin âleti terazi manasına ism-i âlet olabilir. Vezin, eşyanın yekdiğerine nisbetle mikdarı veya mikdarının tanınmasıdır ki, asıl sıklette ma’ruftur. Ve bir mukayese ve muadele ile yapılır. Ve bu mukayesenin yapıldığı âlete de mizan denilir. Bu suretle vezin, daima bir muadele, yani bir denkleşme nisbeti ifade ettiğinden adalete ve adaletin mi’yarı olan şeriata da mizan tabir olunagelmiştir. Onun için burada mizan, eşyanın gerek sıklet itibariyle ve gerek sair suretle mikdarlarının tanınmasına mi’yar olarak herhangi bir âlet manasına hamledilebildiği gibi daha şümullü olmak üzere adalet manasına hamledilmiş, şeriat ile tefsir edildiği de olmuştur: (55:7) «–~«i[¬W²7~ «p«/«—«— da mizan, ref-i sema münasebetiyle zahir olan mana bütün eşya arasındaki müvazene-i umumiye kanunudur ki: (Pesenteur) yahud (gravitation) denilen cazibe-i umumiye veya sıklet kanunu bunun en zahir tecellisidir.” (E.T. 4665) (Bak: Eskal)
Atıf notu:
-Ecram-ı semaviye arasındaki mizan, bak: 83.p.
2484- Mizan hakkında âyetlerden birkaç not:
-Müvazene-i a’mal kaidesi: (7:8) (21:47) (23:102,103) (101:6,8) (654.p.da âyet notlarına da bakınız.)
-Kıyamet günü hesab için hiçbir iyiliği kalmayan kâfirler: (18:105)
-Mevzun masnuat-ı İlahiye: (15:19)
2485- qqMODA ~…Y8 : Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantazi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı arttırır ve iktisada aykırıdır. (Bak: Fantaziye, İsraf)
2486- qqMONARŞİ |-‡_9Y8 : Hâkimiyetin kaynağı birtek şahısta (kral, padişah, han vs.) olduğu kabul edilen devlet şeklidir. Bu şahsın, yani devlet başkanının yanında bir meclis (parlamento) olursa, meşrutî monarşi; olmazsa mutlak monarşi ismini alır. Ayrıca devlet başkanının iş başına gelmesi şekline göre, irsî veya seçimli monarşi adlı çeşitleri de vardır.
2487- Monarşi, istibdat demek değildir. 1877 yılına kadar Osmanlı Devletinde bir parlamento yoktu. Fakat kanunlar âdil bir şekilde tatbik ediliyordu. Bu tarihte mutlak monarşi sona ermiş, meşrutî monarşi devri başlamıştır. Asırlardır İngiltere de, meşrutî monarşi devlet şekline sahiptir. Monarşi, bir devlet şekli olduğu için, hükümet şeklinden ayrıdır. Yani monarşik bir devlette, hükümetin kurulması ve vazife görmesi hukuk ve adalete uygun olabilir. Eğer meşrutî monarşi ise, hükümetin teşkili ve faaliyeti, parlamenter demokrasi esaslarına uygun olarak tanzim edilebilir ve yürütülebilir. (O.A.L.) (Bak: Meşrutiyet)
2488- qqMUALLEKAT-I SEB’A yQA, _T±VQ8 : (Yedi askı) Kur’an henüz nazil olmadan, cahiliyet devrinde meşhur Arab şairlerinin en beğenilmiş şiirlerinden, Kâ’benin duvarına astıkları yedi meşhur kaside.
2489- “Ceziret-ül Arab ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibariyle ümmi idi. Ümmilikleri için mefahirlerini ve vukuat-ı tarihiyelerini ve mehasin-i ahlâka yardım edecek durub-u emsallerini kitabet yerine şiir ve belagat kaydıyla muhafaza ediyorlardı. Manidar bir kelâm, şiir ve belagat cazibesiyle eslaftan ahlafa hafızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak o kavmin manevi çarşı-yı ticaretlerinde en ziyade revac bulan, fesahat ve belagat metaı idi. Hatta bir kabilenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibi idi. En ziyade onunla iftihar ediyorlardı. İşte İslâmiyetten sonra âlemi zekalarıyla idare eden o zeki kavim, şu en revaçlı ve medar-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belagatta akvam-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belagat, o kadar kıymetdar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musalaha ediyorlardı. Hatta onların içinde “Muallekat-ı Seb’a” namıyla yedi edibin yedi kasidesini altınla Kâbe’nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı. İşte böyle bir zamanda, belagat en revaclı olduğu bir anda Kur’an-ı Mu’cizil-Beyan nüzul etti. Nasılki zaman-ı Musa Aleyhisselâm’da sihir ve zaman-ı İsa Aleyhisselâm’da tıb revaçta idi. Mu’cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit bülega-yı Arabı, en kısa bir suresine mukabeleye davet etti:
(2:23) ¬y¬V²C¬8 ²w¬8 ¯?«‡YK¬" ~Y#²_«4 _«9¬f²A«2 |«V«2 _«X²7Åi«9 _ÅW¬8 ¯`²<«‡ |¬4 vB²X6 –¬~«
fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz. Cehennem’e gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. onları bidayeten idam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem’de idam-ı ebedî ile beraber dünyevî idam ile de mahkûm ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz yahut can ve malınız helâkettedir.”
2490- İşte eğer muaraza mümkün olsaydı acaba hiç mümkün mü idi ki, iki satırla muaraza edip davasını ibtal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkilatlı muharebe tariki ihtiyar edilsin! Evet o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terketsin! En tehlikeli ve bütün mal ve canını belaya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin, hiç kabil midir! Çünki: Bir edibleri, birkaç hurufatla muaraza edebilseydi; Kur’an, davasından vazgeçerdi. Onlar da maddi ve manevi helakatten kurtulurlardı. Halbuki muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bissuyufa mecbur oldular. Hem Kur’anı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebeb var. Birisi, düşmanın hırs-ı muarazası; diğeri, dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki saik-i şedid altında milyonlar Arabî kitablar yazılmış ki hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, ami olsun her kim Ona ve onlara baksa kat’iyyen diyecek ki: “Kur’an, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez.” Şu halde, ya Kur’an, bütününün altındadır. Bu ise dost ve düşmanın ittifakiyle battaldır, muhaldir. Veya kur’an, o yazılan umum kitabların fevkindedir.” (S.368)
Atıf notu:
-Kur’ana muaraza edilememesi, bak:2095,2098.p.lar.
qqMUATTILA yV±OQ8 : Boş bırakılmış. Atalete atılmış. *Hâlıka itikad etmeyen. (Bak: Ta’til)
2491- qqMUAVİYE y<—_Q8 : (Mi: 603-682) Sahabe-i Kiramdan olup Şam’da yirmi seneden ziyade valilik yaptı, sonra hilafetini ilan etti. Yirmi sene de halifelik yaptı. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın kayın biraderi ve vahiy katibi idi. Benî Ümeyye sülalesinden olan bu zattan itibaren İslâm Devletine, Emevi Devleti denmiştir. (Bak: Emeviler)
Atıf notları:
-Hz.Hasan’ın Hz. Muaviye ile musalahası, bak: 1010. p. ve l193.p. sonu ve l198.p.
-Emeviye Devleti’nin zuhuru ve Hz. Muaviye’nin başa geçeceğine dair ihbar-ı Nebevî (A.S.M.) , bak: 1013.p.
-Hz. Hüseyin, Hz. Muaviye’ye biat etmedi, bak: 1425
2492- qqMUBİKAT-I SEB’A yQA, _T"Y8 : İnsanı felakete götüren yedi kebair, yedi büyük günah.”...mubikat-ı seba tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarab, ukuk-u valideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara taraftar olmak”tır.” (Bak: Günah-ı Kebair)
2493- qqMU’CİZE ˜iDQ8 : Bu kelime (acz) kökünden gelmektedir. Hiçbir kimsenin yapabilmesi imkânı olmayan hârika bir şey. Başka bir ifade ile; Allah’tan başka hiçbir kimsenin yapamayacağı ve âciz kalacağı fevkalâde hâdisedir.
Kur’anda mu’cize, bazan âyet veya âyat tabiriyle ifade edilir. Tahkikatımızda hadislerde de mu’cize ifadesine rastlayamadık. Fakat çok çeşitli mu’cize hâdiseleri hadislerde de beyan edilir.
2493/1- Esasen şu âlemde zerrelerden (atomlardan) yıldızlara kadar herşey hârikadır, mu’cizedir. Fakat bunların ekserisi bir sebeb ve kanuniyet ile halk ediliyor. Mu’cize ise, alışılan sebeb ve fıtrat kanunlarının haricinde, alışılmadık tarzda meydana getiriliyor.
Alışılmadık olmak sebebiyle, mu’cize inkâr edilmemelidir. Çünkü, meselâ: Tavuk yumurtadan, ağaç çekirdekten yapılıyor. Fakat dünyanın ilk devrelerinde ne tavuk var, ne yumurta, ne ağaç var, ne de çekirdek. O halde başlangıçta ya yumurta veya tavuğun; ağaç veya çekirdeğin şimdi görüp alıştığımızın dışında olarak yaratılmış olması mecburiyeti var. Pekçok nevileri bu kıyas ile düşünürsek görülür ki, başlangıçtaki gibi bugün bir ferdin meydana gelişini görsek, alışılmadık bir hârika ve mu’cize olarak göreceğiz. Çünki meydana gelen tavuk ise, yumurtadan çıkmayacak; eğer ilk yaratılan yumurta ise tavuktan olmayacak. Demek şimdi görüp alıştığımızın dışında olacak. O halde hârika hâdiseler mümkündür, muhal değildir. Birşey muhal olmayıp, mümkün olursa ve aleyhte zahir delil bulunmazsa, o şeyin vukuu inkâr edilemez.
Hem de büyüklüğünü düşünemediğimiz koskoca kâinatı halkeden Allah’ın sonsuz kudreti, gönderdiği peygamberleri tasdik için onlara mu’cizeler vermesinden âciz olması hiç mümkün değildir. (Bak: Adiyat, Bereket, Hanin-ül Ciz’, İnşikak-ı Kamer, Mir’ac)
Dostları ilə paylaş: |