3259- Aynı mevzu ile alâkalı olarak, müttaki ve hoca bir talebesi de şöyle diyor:
“Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilm-i hali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın bir derya kesiliyor. Me’zun olduğu mikdarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. Bende nur yok, kıymet yok der. Bu hasleti de, tam tevazu’dur ve yÁV7~ y«Q«4«‡ «p«/~«Y«# ²w«8 (281) hadisiyle tam âmil olmasıdır.
İşte bu haslet icabatındandır ki; bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. Maşaallah der. Siz benden daha iyi bildiniz der, Allah razı olsun der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder. Hatta ben bazı mes’elelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet multefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel bir şey söylemiş isem çok memnun olur.” (B.L. 148)
3260- Cihad-ı maneviyesindeki muvaffakıyeti, şahsına değil daima şahs-ı manevîye vermeyi düstur edinen Bediüzzaman hazretleri bu hakikatı şöyle ifade eder:
“Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmi, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilattan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddi, samimi, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’aniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi. Kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi.
O mübarek cemaat ise; -Hulusi’nin tabiriyle-telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve- Sabri’nin tabiriyle- Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymetdar muhtelif hasiyetleriyle beraber,-yine Sabri’nin tabiriyle- bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette esrar-ı Kur’aniyeyi ve envar-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken, bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’aniye ve zahir bir inayet-i İlahiyedir.
Evet velayetin kerameti olduğu gibi, niyet-i halisenin dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus lillah için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddi samimi tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hatta şöyle bir cemaatın şahs-ı manevisi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.
3261- İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’anda arkadaşlarım! Bir kal’ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de: Şahs-ı manevinizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hasıl olan fütuhattaki inayatı benim gibi bir biçareye veremezsiniz.!” (M.371)
3262- “Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet Rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimerin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir. Meselâ: Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Husrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler. Üstadına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur’anîde verdiği nimet-i istiifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki. “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir.” Ben de derim: “Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk’ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de Rahmet-i İlahiyedir. Bende sizin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmi bir biçare nasıl hizmet edecekti. Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmeti muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” (L.134) (Bak: 2734,2735.p.lar)
3263- Said Nursî Hazretleri, dinimizde çok büyük ehemmiyeti bulunan sırr-ı ihlasın muhafazası hakkında gösterdiği hassasiyetin bir nümunesi olarak, yazdırdığı bir vasiyetnamesinde şöyle der:
“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”
Biz de Üstadımızdan sorduk: Kabri ziyarete gelenler fatiha okur, hayır kazanır. Acaba siz ne hikmete binaen kabrinizi ziyaret etmeyi men’ediyorsunuz?
Cevaben Üstadımız dedi ki: “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Fir’avunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki azamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun okudukları fatihalar o ruha gider. Dünyada beni sohbetten men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men’etmeye mecbur edecek.” dedi.” (E.L.II.204) (Bak: İhlas)
3264- Hem yine Bediüzzaman kendisi hakkında yapılan kasdî bir ihanete karşı, Kur’an (3:136) âyetinde tavsiye edildiği gibi yüksek bir sabırlılık dersini veren tahammülünü şöyle ifade eder:
“İki sene evvel benim hakkımda bir müdür sebebsiz, gıyabımda tezyifkârane, hakaretli sözler söylemişti. Sonra bana söylediler. Bir saat kadar Eski Said damarıyla müteessir oldum. Sonra Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle şöyle bir hakikat kalbe geldi. Sıkıntıyı izale edip o adamı da bana helal ettirdi. O hakikat şudur:
Nefsime dedim: Eğer onun tahkiri ve beyan ettiği kusurlar, şahsıma ve nefsime ait ise; Allah ondan razı olsun ki, benim nefsimin ayıplarını söyler. Eğer doğru söylemiş ise, beni nefsimin terbiyesine sevkeder ve gururdan beni kurtarmaya yardımdır. Eğer yalan söylemiş ise, beni riyadan ve riyanın esası olan şöhret-i kâzibeden kurtarmaya yardımdır. Evet ben nefsim ile musalaha etmemişim. Çünki terbiye etmemişim. Benim boynumda veya koynumda bir akrep bulunduğunu biri söylese veya gösterse; ondan darılmak değil, belki memnun olmak lâzım gelir. Eğer o adamın tahkiratı, benim imana ve Kur’ana hizmetkârlığım sıfatıma ait ise, o bana ait değil. O adamı, beni istihdam eden Sahib-i Kur’ana havale ediyorum. O Azizdir, Hakîmdir. Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev’inden ise; o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garib ve elim bağlı olduğundan, haysiyetimi kendi elimle düzeltmeye çalışmak bana düşmez. Belki misafir olduğum ve bana nezaret eden şu köye, sonra kazaya, sonra vilayete hükmedenlere aittir. Bir insanın elindeki esirini tahkir etmek, sahibine aittir; o müdafaa eder. Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti.
(40:44) ¬…_«A¬Q²7_¬" °h[¬M«" «yÁV7~ Å–¬~ ¬yÁV7~ |«7¬~ >¬h²8«~ Œ¬±Y«4~«— dedim. O vakıayı olmamış gibi saydım, unuttum. Fakat maatteessüf sonra anlaşıldı ki, Kur’an onu helal etmemiş.” (M.64)
3265- Hem”ben, Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibariyle, bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, hatta beddua da edemiyorum. Hatta en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde; değil maddi, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor.
Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere veya evladı gibi masumlara maddi ve manevi darbe gelmemek için, o dört-beş masumun hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum; bazan da helal ediyorum.” (T.H. 526)
3266- Hem “... Eğer Risale-i Nur’u tenkid fikriyle tedkik eden adliye me’murları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idam ile mahkûm etseler; şahid olunuz, ben hakkımı onlara helal ediyorum. Çünki biz hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmiyerek, hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmağa mükellefiz.” (Ş. 393)
Bediüzzaman Hazretleri, öylesine bir müsamaha sahibi idi ki, “hapishanede -zehirlenerek- ölüm döşeğinde iken, fırsat bulup ziyaretine varabilen bir talebesine şöyle demiştir: “Belki hayatta kalamıyacağım, bütün mevcudiyetim vatan, millet, gençlik ve Âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğrunda feda olsun. Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar!” (T.H. 545) (Bak: Afv) Bütün bu hâdise ve beyanlar gösteriyor ki: Bediüzzaman daima şefkat, afv, asayişi muhafaza yolunda hareket etmiştir.
3267- Dahilde müsbet hareket etmeyi esas alan Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son dersten bir parça:
“Aziz kardeşlerim,
Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz. Meselâ:
Kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, bir çok hâdiselerle sabit olmuş. Meselâ: Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî’de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor.
Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.
3268- Evet meselâ: Seksenbir hatasını mahkemede isbat ettiğim bir müddeiumuminin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevi tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
3269- Evet mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. (6:164) >«h²'~ «‡²ˆ¬— °?«‡¬ˆ~«— ‡¬i«# ««— düsturu ile ki: “Bir cani yüzünden; onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindirki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dahildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da asayişi ihlal edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da, aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.” Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’andan ders almışım.
3270- Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dahildeki hareket müsbet bir şekilde manevi tahribata karşı manevi, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dahil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.” (E.L.II.241)
3271- Said Nursî Hazretlerinin diğer bir seciyesi de, en zor şartlarda dahi cesaret-i imaniye ile hakkı söylemekten çekinmemek ve izzet-i diniyeyi korumaktaki gayretidir. Hayatı boyunca bunun pek çok örneklerini vermiştir. Ezcümle 1907 senesi içinde, rakiplerinin ifsadatı ile Toptaşı’na götürülen Bediüzzaman, kendisini muayene ile vazifelendirilen doktora şöyle der:
“Ey tabib efendi, sen dinle ben söyliyeceğim. Cinnetime bir delil daha senin eline vereceğim. O da sual olunmadan cevaptır. Antika bir divanenin sözünü dinlemeyi şüphesiz arzu edersiniz. Muayenemi muhakeme suretinde istiyorum. Senin vicdanın da hakem olsun. Tabibe tıp dersi vermek fuzuliliktir. Fakat teşhis-i illete yardım edecek noktaları anlatmak, hastanın vazifesidir. Hem de istikbal sizi tekzib etmemek için elbette dinlemeyi lüzumlu görürsünüz. İşte şu dört noktayı nazar-ı mütalaaya alınız:
3272- Birincisi: Ben Şarkın dağlarında büyümüşüm. Kaba olan ahvalimi o yerlerin kapanı ile tartmalısınız. Hassas olan medeni İstanbul mizaniyle tartmamalısınız. Öyle yaparsanız bir maden-i saadetimiz olan Dersaadet’ten önümüze sedçekmiş olursunuz. Hem de ekseri hemşehrilerimi tımarhaneye sevk etmek lâzım gelir. Zira Anadolu’da en revaçlı olan ahlâk; cesaret, izzet-i nefis, salabet-i diniye, muvafakat-ı kalb ve lisandır. Medeniyette nezaket denilen umûr, onlarca müdahenedir, dalkavukluktur.
3273- İkincisi: Benim elbisem gibi ahval ve ahlâkım da nâsa muhaliftir. Hak ve nefs-ül emri mehenk itibar ediniz. Zamanın ve âdatın revaç verdiği bazı ahlâk-ı seyyieyi görenek vasıtası ile nümune-i imtisal olmuş, mikyas etmeyiniz.” Neme lâzım başkası düşünsün” feryad-ı meyyitanesi gibi, ben derim ki: Müslümanım, İslâmiyet cihetine manen memurum ve sadakatle mükellefim. Millete, din ve devlete nâfî’ olan birşey düşüneceğim.
3274- Üçüncüsü: Şaz ve nadir olarak, istidad-ı zamanın fevkinde çok kimseler gelip geçmişler. Nâs, başlangıçta onlara cünun veya abes isnad etmişler. Sonradan sihir veya hârikaya hamletmişler. Birinci ve ikinci noktanın mabeyninde olan tezad, cinnetime hükmeden zevatın delil ve müddealarında olan tezada işarettir ve imadır. Zira ef’alleriyle demişler: “Divanedir çünki her mesail-i müşkileye cevab veriyor.” Böyle delil getiren elbette delidir!
Eğer dalkavukluk ve temelluk ve kedi gibi yalvarmak, menfaat-ı umumiyeyi, menfaat-ı şahsiyeye feda etmek, aklın muktezasından addedilmek lâzım geliyorsa, şahid olunuz, ben o akıldan istifamı veriyorum. Divanelik bence bir mertebe-i masumiyet gibidir, iftihar ediyorum.
Doktor bunları dinledikten sonra: “Eğer Bediüzzaman’da zerre kadar mecnunluk eseri varsa, dünyada akıllı adam yoktur.” diyerek raporunu tanzim eder.
3275- Bundan sonra Bediüzzaman tekrar Zaptiye Nezaretine geri gönderilmiştir. Hikâyenin gerisi ise tevkifhanede Zaptiye Nâzırı Şefik Paşa ile olan konuşmadır ki; onu da dinleyelim.
Bunu da Bediüzzaman anlatıyor:
“Zaptiye Nâzırı: Padişah sana selâm etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış, sonra da memleketine döndüğün vakit, o maaşı otuz lira yapacak. Ve bu seksen altını da ihsan-ı şahane olarak sana göndermiş.”
Cevaben dedim: Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul etmem. Kendim için gelmedim, memleketim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz hakk-ı sükûttur.
Nâzır: İradeyi reddediyorsun, irade reddolunmaz.
Ben dedim: Reddediyorum, ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyliyeyim.
Nâzır dedi: Neticesi vahimdir.
Cevaben dedim: Neticesi deniz olsa geniş bir kabirdir. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit hayatımı rüşvet getirmişim, ne ederseniz ediniz. Bunu da ciddi söylüyorum. Ben isterim ki, vatandaşlarımı bilfiil ikaz edeyim ki; bu da devlete intisab, hizmet içindir. Maaş kapmak için değildir. Hem de benim gibi bir adamın millete ve devlete hizmeti nasihatladır. O da hüsn-ü tesir iledir. O da hasbîlikledir. Bu da garazsızlık, o da ivazsızlık, o da terk-i menafi-i şahsiye iledir. Binaenaleyh ben maaşın kabulünden mazurum.
3276- Nâzır: Senin memleketinde neşr-i maariif olan maksadın, Meclis-i Vükelada derdest-i tezekkürdür.
Cevaben dedim: Maarifi tehir, maaşı tacil etmeniz acaba ne kaide iledir? Neden menfaat-ı şahsiyemi menfaat-ı umumiye-i millete tercih ediyorsunuz?
Nâzır hiddet etti. Ben dedim: Ben hür yaşamışım, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan Anadolu’nun dağlarında büyümüşüm, bana hiddet fayda vermez. Nafile yorulmayınız. Beni nefyedin, Fizan olsun, Yemen olsun razıyım. Siz de pinedüzlükten ve yamalakçılıktan kurtulursunuz. Ben de yüksekten düşmekle incinmekten kurtulurum.
Nâzır: Ne demek istiyorsun?
Cevaben dedim ki: Sigara kağıdı kadar ince ve nizam namıyla bir perdeyi, feveran eden bu kadar efkâr ve hissiyata karşı herkesin üstüne örtmüşsünüz. Herkes altında sizin tazyikatınızla meyyit-i müteharrik gibi inliyor. Ben acemi idim, o perdenin altına girmedim, üstünde kaldım.” (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, N.Şahiner, shf: 89 ve Nurculuk Davası, Av. B.Berk, shf: 280. Asıl me’haz ise Bediüzzaman’ın eski eserlerini cem’eden Asar-ı Bediiye nam kitabın içinde bulunan İki Mekteb-i Musibet eseridir. shf: 324)
3277- Mezkûr cünuniyet isnadının mantıksızlığını Bediüzzaman şöyle beyan ediyor:
“Kırk sene evel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkata isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum; o çeşit akıldan istifa ediyorum;
–YXD²7~ «r«V«B²'~ >«Y«Z²7~¬‡«f«5|«V«2 ²w¬U«7«— °–YX²D«8 ¬‰_ÅX7~ Êu6 «— kaidesini sizlerde görüyorum demiştim:..
Hadis-i sahihde vardır ki: “Bir adam kemal-i imanı kazandığına, avam-ı nâsın akıllarının tavrı haricindeki yüksek hallerini mecnunluk, divanelik saymaları, onun kemal-i imanına ve tam itikadına delalet eder.” diye ferman ediyor.” (Ş. 345)
Evet “Said Nursî filvaki ifrat-ı zeka itibariyle hudud-u cünunda idi. Fakat öyle bir cünun ki, “onun ulvi ruh ve kemal-i aklına işarettir” diye bir zat şu mısralarında tercüman-ı zişanı olmuştur:
Cünun başımda yanar, ateş-i maalidir
Cünun başımda benim bir zeka-i âlîdir.
Benim cünunuma rehber ziya-yı ulviyyet,
Benim cünunumu bekler azîm bir niyet..” (İ.M.Ş.5)
İşte böylece Bediüzzaman ihlas, şefkat ve hak yolunda cesaret gibi pek çok yüksek meziyetleri yalnız nasihatlarla değil, aynı zamanda bilfiil yaşayarak ders vermiş ve hayatı boyunca aynı yolda yürümüştür.
Atıf notları:
-Bediüzzaman Hazretleri inziva hayatında manevi cihadda bulunmuş ve zahmetlere karşı sabretmiştir, Bak. 3179-3181.p.lar.
-Bediüzzaman Hazretlerinin mücerred kalması, bak: 415-417.p.lar
3278- qqSAKAL Ä_T. : (a. lihye) Kur’anda, dinî bir hükme medar olmayan bir ifade ile yalnız (20:94) âyetinde geçer ve on şey fıtrattandır rivayetinde beyan olunduğu gibi İslâmiyetten önceki asırlarda da sakalın bırakıldığına işaret eder. (Bak: Lihye-i Şerif)
Hadis kitablarında Sahih-i Buhari 77. Kitab-ül Libas’da 63, 64, 65. Bablar ve Sahih-i Müslim 2. Kitab-üt Tahare, 16. Bab’da 52 ilâ 56. hadisler; fitrî sünnetler, saç ve sakal hakkındadır. Ve yine S.M. 37. Kitab-ül Libas, 24, 25. Bablar ve İbn-i Mace 32. Kitab, 32.33. Babları ve T.T. 3. ci.323. sahife, saç ve sakalın boyanmasına dairdir. (On şey fıtrattandır, bak: 971.p.)
El-Menhel-ül Azb-ül Mevrud Şerh-i Sünen-i Ebu Davud l. cild shf: 186’da sakalın vücubiyetini kaydederken; İanet-üt Talibîn 2. ci., 340’da İmam-ı Gazali, Şeyh Zekeriyye-l Ensarî, İbn-i Hacer, Remlî, Hatib-i Şirbinî ve daha diğer bir kısım âlimler de, sakalı traş etmenin (tenzihen) mekruhiyetini beyan ederler. İmam-ı Şafiî Hazretleri de: Sakalı kesmek ve fazla kısaltmak mekruhtur der. (Mezahib-i Erbaa Tercemesi, ci: 3, sh:57)
İmam-ı Nevevî, Müslim Şerhinde Kadı İyaz’dan nakl ile diyor ki: Sakalı kesmek, traş etmek, yakmak da mekruhtur. Gayet uzun olanlar alınırsa (genişliğinden ve uzunluğundan) güzeldir. Şöhret için sakalı büyütmek, kısaltmak gibi mekruhtur.(Müslim Şerh-i Nevevi ci: 3, sh: 151)
Tuhfet-ül Ahvezî bi-Şerhi Cami-üt Tirmizî; sakal bırakmak mevzuunda gelen rivayetlerde ifade şekli:
~—h¬±4«—~YS²2«~~YS²'«~~Y'²‡«~ kelimeleri olup manası: “Sakalı olduğu gibi kendi halinde bırakın” demek olduğunu ifade eder. (ci: 8, shf: 46) (Bak: K.H. hadis: 142)
İmam-ı Malik Hazretlerinin El-Muvatta kitabı shf: 675’de, bıyığı kısaltmak, sakalı koyvermek sünnettir der. Muvatta kitabının şarihi Yusuf Zerkani, Şerh-ül Muvatta kitabı, ci: 5, shf: 397’de aynı hükmü te’yid eder. Muhaddislerden Tayyibî de: Sakalı bıraktıktan sonra Acemler gibi kesmek, yahut da merkeb buyruğu gibi çok uzatmak nehyedilmiştir, demiştir.
Mirkat-ül Mefatih, ci: 4. shf: 457’de sakalı traş etmek hususunda bir hürmet (haramlılık) hükmü varid değildir, belki âlimlerin bir kısmı mekruh görmüşlerdir der.
3278/1- Sakal mevzuunda dikkat edilmesi gereken bir cihed de şudur: Zamanımızda Avrupaî hayat şekli umumîleştiği için; İslâm cemiyetinde normal görülen İslâmî âdetlerin yaşanması, halk nazarında ileri derecede dindarlık alâmeti olarak telakki edilmektedir. Meselâ, bir iş yerinde namaz kılana “Hoca” denilmesi, sakal bırakmanın ileri derecede dindarlık sayılması gibi.. O halde sakalın şerefini korumak lâzım geliyor... Yani, yüzünde sakalı olduğu halde dar pantolon giyinmek, lâübaliyane hareket ve konuşmalarda bulunmak, aşırı ve tarafgirane siyasî veya diğer dünyevî münakaşalara girmek, iş hayatında hırslı olmak, itimada liyakatı kaybetmek, cemiyette umumîleşen kadın-erkek ihtilatı ve açık-saçıklık gibi bid’at ve haramlara karşı hassasiyet göstermemek gibi haller; dindarlık alâmeti telakki edilen sakal bırakmakla tezadî bir manzara arzedip, sakalın şerefini cidden haleldar eder. Sünnet niyetiyle sakal bırakanlar, mezkûr hususlara çok dikat etmek mecburiyetindedirler.
Ebu Davud fiten/2’de nakledilen ve âhirzaman fitnesinde, cihad-ı manevi yolunda müsbet hareket ederek meşakkatlere sabreden mücahidi medheden bir hadisin son kelimesini bazı âlimler, “sakalı traş edilmiş” manasında tefsir etmişlerdir. Bu kelimenin çeşitli manalarından biri olarak verilen bu manayı, R.E. 100. sahife kenarında _®;~«Y«4 kelimesini izah ederken ele alır ve |«;«Y²7«~ kelimesinin bir manası, sakalsız demektir diye kaydeder. Tezkiret-ül Kurtubî de bu kelimeyi aynı manada zikreder. Et-Tergîbu ve-t Terhîb’de de; zamanın bedii, alışılmadık şahsı, garib bir insan manalarını hatırlatan “Feya acaba” ifadesi ile o şahsa karşı alâka uyandırılır. Evet böyle işarî ve letafetli ince manalar, sarih ifadelerle bildirilmez. Zira sırr-ı imtihana uygun düşmez. Böyle telmihler, ehl-i ferasete uzaktan bir işarettir, delail-i şer’iye ile isbatı aranmaz.(Bak: 2026 p) (Mezkûr hadisin mana ve me’hazı için 993. p.a bakınız.)
Sakal bırakıldıktan sonra kesmenin haramiyeti, (Bir sünnete şuru’ olunup ikmal edilmezse, ba’dehu onu ikmal ve ifa eylemek vacib olur, ifa edilmezse mes’uliyet getirir.) kaidesiyle de alâkalıdır. Bu kaide için bak: Şerh-ül Menar Fi-l Usuli İbn-i Melek, shf: 197, Fasl-ül Meşruat.
Daha geniş araştırma isteyenler: Müsned-i Ahmed bin Hanbel, Evvel-i Cüz’ shf: 243, 301, Sani-i Cüz’ shf: 16, 52,65, l18, 156, 229, 239,283, 356, 365, 366,387, 410, 489, Salis-i Cüz’ shf: 122, 103,255, Rabi-i Cüz’ shf: 108, 109, Hamis-i Cüz’ shf: 410, Sadis-i Cüz’ shf: 137’ye bakabilirler.
Atıf notu:
Bediüzzaman Hazretlerinin sakal bırakmamasının sebebi, bak: 3254-3257. p.lar.
Dostları ilə paylaş: |